İstanbul Ticaret Üniversitesi öğretim üyesi Dr.Bekir Tank mezhepleri ele aldığı yazısında ”Din adına bir dincilik, mezhep adına bir mezhepçilik, Sünnilik adına bir Sünnicilik ve Şiilik adına bir Şiicilik Müslümanların muhakemesini kuşatmış ve bilincini esir almış durumdadır” ifadelerine yer verdi.
Mezhepler, Kur’an’ın birden fazla anlama gelebilen hükümlerini anlama çabalarının bir ürünüdür. Ele aldıkları konular bakımından ameli ve itikadi mezhepler diye adlandırılan mezhepler bir yönleriyle siyasi de olmuşlardır. Daha doğrusu, Müslümanlar arasında çıkan sorunlara –olaylara karşı sergiledikleri tutum nedeniyle siyasi bir boyut kazanmışlardır. Mezhep imamlarının düşünceleri birbirinden farklı olmuş, ama bu farklılık onları tekfire götürmemiştir. Özellikle Ehli Sünnetin bu konudaki görüşü bellidir: “Ehli Kıble tekfir edilemez!”
Din ve ideolojilerin tarihini incelediğimizde, hepsinde de bunun, yani tekfirin olduğunu görürüz. Tabii ki ile gelen veya verilen bir de ceza var. Zaten tekfir bir tür cezalandırma yöntemidir; inançtan sapan kişi tanrı-ilah adına cezaya çarptırılır. Şu benzetme yanlış olmasa gerek; Hristiyanlıktaki engizisyon ne ise Müslümanlıktaki tekfir de maalesef ondan aşağı değil!
Müslümanlar arasındaki yeni değil, Hz. Ali’nin döneminden beri var. Daha sonraları çıkan mezhepler de bazen egemenler (sultanlar) tarafından ve bazen de bizzat o mezheplerin takipçileri (mezhepçiler) tarafından bu tekfir mekanizması çalıştırılmıştır.
Bazı Müslümanlar sorunlarını çözmede aciz kalıp, birbirilerini öldürme aşamasına geldiklerinde, kılıç-silah çekmeden önce eylemlerine bir meşruiyet ararlar. Bu meşruiyeti de kendilerince Kur’an’a, Sünnete ve mezhep imamlarının görüşlerine dayandırırlar. Dünkü Hariciler gibi bugün de malum birçok grup evvela tekfir ediyorlar, sonra da öldürüyorlar.
Bir yerde eğer bir kavga, bir savaş varsa, orada en az iki taraf var demektir. Ve taraflardan biri haksızdır. Bu gibi durumlarda diğer Müslümanların yapmaları gereken ilk iş, taraflar arasında barışı sağlamaktır. Bunda da en büyük sorumluluk âlimlerde, kanaat önderlerindedir. Ama bugün bunlara Müslümanların medyasını da buna ekleyebiliriz. Fakat Müslümanların medyasına baktığımızda, müslümanca bir duruş sergilendiğini görmemiz mümkün değil.
İslam’ın hükmü bu kadar açık olduğu halde, Müslümanlar çoğu kez birbirilerinin kanına girmekten geri durmamışlardır. Ne zaman cehaletimize, ihtiraslarımıza ve nefsimizin süfli arzularına yenik düşmüşsek, o zaman giriştiğimiz eylemlerden biri de birbirimizin haklarına tecavüz etmek olmuştur.
Bunun son örneğini Suriye ve Yemen’de yaşıyoruz. Tabii ki her biri diğerini öldürmeden önce Kur’an’dan hükmünü almayı da ihmal etmiyor. Allah’ın haram kıldığı ve işleyenin cehennem ateşiyle cezalandırılacağını bildirdiği bir haramı yine kendilerince Kur’an’a işliyorlar. Birbirilerini öldürürken çektikleri tekbirler de birbirine karışıyor. Bununla da yetinmiyorlar, birbirilerinin namusuna tecavüz ediyorlar ve hatta birbirilerinin ihtiyarlarını, kadınlarını ve çocuklarını dahi öldürmekten sakınmıyorlar.
Peki, bütün bu vahşetler karşısında biz diğer Müslümanlar ne yapıyoruz? Tarafları sulha, adalete ve kısaca Allah’ın hükmüne çağırma konusunda sorumluluklarımızı yerine getiriyor muyuz? Buna da iç açıcı bir cevap veremiyoruz!
Din adına bir dincilik, mezhep adına bir mezhepçilik, Sünnilik adına bir Sünnicilik ve Şiilik adına bir Şiicilik Müslümanların muhakemesini kuşatmış ve bilincini esir almış durumdadır.Bunun içindir ki, din ve mezhep adına her türlü vahşet işlenebiliyor. Ve bunun içindir ki bu vahşetlere şahit olanların tüyleri ürpermek yerine buna sevinebiliyorlar.Çünkü Sünnicilik ve Şiicilik Müslümanları fitne girdabına çeken ve burada bin bir türlü vahşetle sınayan iflahı ve ıslahı çok zor bir bağnazlıktır. Bu girdaptan kurtulmanın biricik yolu da Allah ile olan bağımızı gözden geçirmektir.
Cehalet olunca, din ve mezhep de ihtiras ve diğer süfli emeller uğruna birer maske yapılabiliyor. Kimisi bu maskeyi Yemen’e saldıran koalisyon güçlerini ve kimisi de Suriye’de Esed’i aklamada ve desteklemede kullanmaktadır.
Müslümanların bu zilleti yaşamalarında en büyük pay âlimlerindir. Çünkü hakkı, adaleti ve barışı daha yüksek bir sesle dillendirmeleri ve tarafları buna davet etmeleri gereken âlimlerimizden birçoğu zalimlerin zulümlerine fetva yetiştirmekle meşguldür. Tabii ki, bazı âlimlerimizin bu zelil duruşları bizi sorumluluktan kurtarmaz.
Toparlayacak olursak, Sünnicilik ve Şiicilik zilletinden bir an önce kurtulmalıyız. Dünyanın dört bir yerinde akan mazlum ve müstazaf kanından Allah katında sorumlu tutulmak için yükümlülüklerimizi yerine getirmeliyiz.
Sünnicilik yapanlara… Afganistan’a ve Gazze’ye bomba yağdıranlar ne kadar meşru ve ne kadar Sünni ise, bu Koalisyon Güçleri de o kadar meşru ve o kadar Sünni’dir. Şiicilik yapanlara… Yezid ve onun Kerbela’da İmam Hüseyin’e yaptırdıkları ne kadar meşru ise, Esed ve onun mazlum ve müstazaf Suriye halkına yaptıkları da o kadar meşrudur.
Eğer bu mezhepçilik hastalığımızı Kur’an ile tedavi edemezsek, girdiğimiz bu yanlış yolda başımıza daha büyük musibetlere de hazırlıklı olmalıyız.
“Asra yemin olsun ki, insan hüsrandadır. Ancak iman edenler ile birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç!” [timetürk]