Abdullah Yıldız’ın Yeniakit gazetesindeki yazısı…
Dün 17 Ağustos 1999 depreminin sene-i devriyesi idi. “Hafıza-i beşer nisyan ile ma’lûldür” denir ya, birçok şeyi unuttuğumuz gibi, 17 Ağustos depremini de unuttuk, deprem öncesinde ve sonrasında millet olarak maruz kaldığımız laikçi baskıları ve sıkıntıları da. Baskıcı 28 Şubat sürecinden güç alarak, Din’i yok sayan, dindarı da ‘kamusal alan’dan tasfiyeye kalkışan laikçi yazarların ve medyatörlerin bize yaptıkları hakaretleri de unuttuk. Unutmakla da kalmadık; şimdi kimileri onlarla Can-ciğer, paralel…
Hadi sadede gelelim: Depremin ertesi günlerde bunlardan biri, köşesinden Allah’a isyan dolu bir yazı döşenmiş, diğeri de “7.4 yetmedi mi” pankartını taşıyan başörtü mağduru kızlarımıza “kevaşe” ve “fahişe” demişti. Diğeri, Akit’te Hasan Karakaya kardeşimden ağzının payını almış, birilerinin Can ciğeri ise yine Akit’te kardeşinizin kaleminden “Can İbn Cehil’e Nasihatname” dinlemişti. Geçen sosyal medyada sözünü ettiğim bu Nasihatnâme‘nin özetini, dostlarımın ricası üzerine aşağıda veriyorum. İbn Leheb’liğe soyunan diğerinin karşısına geçip, kakara-kikiri rakip dinî anlayışları zemmetmek için yarışan hocalara ise bir çift sözüm var: O kızlarımızın şahsında hepimizin karısına-kızına ‘fahişe’ deyip kin kusanlar tevbe etmedikleri veya özür dilemedikleri halde onların yüzlerine hangi yüzle baktınız?
Depremi konu edindiği 23 Ağustos tarihli yazısında Can İbn Cehil, “Buysa adaletin, bir daha adalet dilenmeyeceğiz senden. Merhametin bu kadarsa al senin olsun” diyordu -hâşâ- Allah Azze ve Celle’ye. 27 Ağustos 1999 tarihli Akit‘te, bu kardeşiniz, ona “Can İbn Cehil’e Nasihatname” ile cevap vermişti:
“Zavallı Can! Cahiliyenin, cehaletin çocuğu Can! Rabbini tanısaydın, Allah’ın verdiği akıl nimetini kullanarak Kitabullah’ı okusaydın, böyle yazar mıydın? Var olduğundan kuşku duyduğum “itikadını” toprağa gömer miydin? Önce Allah’ın Kitabı’ndan aktardığım şu ayetleri oku ve düşün Can!
“Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimizde oranın mütref (servet ve iktidar sahibi seçkin) kesimini çoğaltıp güçlendiririz, onlar da orada bozgunculuk yaparlar/toplumsal düzeni bozarlar. Böylece ülke azabı hak eder; biz de orayı yerle bir ederiz.” (İsra 17/16)
“Aranızdan sadece zulüm ve haksızlık yapanlara çatmakla kalmayacak bir bela ve musibetten (fitne) sakının! Bilin ki Allah’ın gazabı çok şiddetli!” (Enfal 8/25)
Evet Can! … Biz, bütün bir toplum olarak bu azabı hak etmedik mi? Yöneticisi ve yönetileni ile; esnafı, tüccarı, zengini, fakiri ile, mü’mini, münafığı, mücrimi ve ateisti ile hak etmedik mi biz bu bela ve musibeti?… Müteahhit çalar, mühendis-mimar onaylar, erbab-ı siyaset çanak tutar, vatandaş göz yumar. Zaten yıkılmak için bahane arayan binalar başlarına göçünce fatura neden “takdir-i İlahi”ye çıkarılır?! Ateş yakar, bulutlar yağmur olur, yağar, deprem sarsar ve yıkar Can! İki satırını olsun okuduğunu sanmadığım Kur’an literatüründe buna “sünnetullah” denir; yani senin anlayacağın lisanla “doğa kanunu”… Ateşe ‘niye yakıyorsun?’, depreme ‘niye yıkıyorsun?’ diye sormak, abesle iştigaldir. Ateşi dikkatsiz kullanırsan yangın afetine maruz kalırsın; yağmura karşı önlem alamazsan sel felaketine uğrarsın, öyle değil mi?!… (…)
Yazıyorsun; “habersiz, ikazsız, insafsız vurdun”. Ve “Bir gece yarısı korkunç homurtunla kustun öfkeni, bin yıllık mü’minler toprağını yardın” diye isyan ediyorsun! El-insaf be Can! Bil ki, hiçbir felaket, hiçbir musibet sebepsiz değil. Biz, yazarı-çizeriyle, sanatçısı edebiyatçısıyla Kur’an’dan “habersiz”, inananı ve inanmayanı hep biz hakettik bu azabı! Bak Kur’an inananlara nasıl sesleniyor:
“Başınıza bir bela gelince (…) ‘Bu nereden başımıza geldi?’ dediniz. De ki: O bela kendinizdendir.”
“De ki: Başınıza gelen musibet, kendi ellerinizin yaptığı şeyler yüzündendir.” (Âl-i İmran 3/165; Nisa 4/79)
Evet Can, biz bu felaketi kendi ellerimizle hazırladık. Adapazarı’nda, İzmit’te ölülerin kollarından bilezik alanları, enkaz soyguncularını, yardımları stoklayanları, bu mukaddesi olmayan toplumsal düzen yetiştirdi. Demirden, çimentodan çalan hırsız müteahhitlere…, rüşvete, irtikaba, ahlaksızlığa… hep biz seyirci kaldık, biz göz yumduk. Ve azabı kendi ellerimizle davet ettik!
“Hadi biz tövbekar olmadık, diklendik adaletine, sual ettik hükmünden, küfre ve günaha bulandık; ya ömrünü sana tapınmaya vakfetmiş kullarından ne istedin?” diye taaccüp ediyorsun? Niye!
İbadet etmekle, kulluk görevi biter mi sanıyorsun! Kötülükleri engellemek, doğru yoldan sapanları uyarmak, mü’minlerin en başta gelen görevi değil mi? Üstelik namaz kılmamak, oruç tutmamaktan ziyade “kötülükleri engellemek” azabı davet ediyor. Kur’an’ın beyanına göre:
“Onların aklı başında olan ileri gelenleri, yeryüzünde fesadı/bozgunculuğu önlemeye çalışsalardı ya! Ama içlerinden kurtarmış olduğumuz azınlık bir grup dışında hiçbiri bunu yapmadı.” (Hûd, 116)
Gel Can! Tevbe et. Allah’ın verdiği aklı kullan ve Kitab’ı oku! Yine de isyan edersen, sen bilirsin…