Abdullah Yıldız’ın Yeniakit gazetesindeki yazısı…
İslâm davasına hizmet etmek için ortaya çıkmış, kendilerini İslâmî ilimlerin şu ya da bu alanında yetiştirmiş, yetenekleri, birikimleri ve imkânları nispetinde İslamiyet’in kendilerince doğru anlaşılıp öğrenilmesine ve yaşanmasına samimiyetle katkı sağlamaya çalışan hocalarımızın ve âlimlerimizin kıymetini herkesten daha iyi bilen bir kardeşinizim. Yaklaşık on yıldır, Namaz Gönüllüleri Platformu sözcüsü olarak, üçte ikisi beş vakit namaz kılamayan insanımızı namazla buluşturmak, namaz kılanlara ise namaz bilinci kazandırmak amacıyla başlattığımız Namazla Diriliş Seferberliği’ne katkı verebilecek kim varsa ondan istifade etmeye, hangi kurum ve kuruluş varsa onlardan destek almaya çalıştığımız cümlenin malumudur. Gerek namaz konusunda, gerekse diğer İslâmî konularda fikir üreten, yazan, çizen, konuşan her yazarımızın, her hocamızın, ilim ve fikir insanımızın emeğini aziz ve değerli biliriz…
Ayrıca hocalarımızın radyo veya televizyon sohbetlerini “alıcı” gözle dinler, izler, yazdıklarını fırsat buldukça inceler, tavsiye eder, tesirini halk eylemesi için Rabbü’l-Âlemîn’e dua ve niyazda bulunuruz. Onlarla çeşitli platformlarda bir araya gelmeye, görüşüp konuşmaya, fikir alışverişinde bulunmaya çalışır, “şu konularda hangi hocamızı dinleyelim?” diye bize soran olursa ilgili hocamıza yönlendiririz. Farklı İslâmî mekteplere ve meşreplere mensup olsalar da, düşüncelerini farklı üslup ve biçimlerde ifade etseler de, görüşlerini yer yer ifrat ve tefrit olarak algılanacak söylemlerle dillendirseler de biz hocalarımızın hepsini sever, inşa edici çalışmalarından dolayı sevinir, umutlanır, kıvanç duyarız. Ancak, zaman zaman birbirleri ile ihtilaf eden, bazı konularda birbirlerinden farklı kanaatler serdeden hocalarımızın çeşitli medya organları aracılığıyla birbirlerini veya geçmiş âlimlerimizi uluorta, özensiz ve yıkıcı bir şekilde eleştirmelerine de üzülürüz. Hiç şüphe yok ki, her hoca veya her âlim her konuda mutlak doğru, isabetli ve eksiksiz görüşlere sahip olmayabilir; peygamberler hariç her insan mutlaka hata ve kusur edebilir ve bunlardan dolayı eleştiriyi de hak edebilir. Ancak bu eleştiriler, inancımızın bize öğrettiği ihtilâf adabına, müşavere, müzakere ve münazara ilkelerine uygun olmalı değil midir? Kimseye akıl vermek niyetinde değiliz ama bu adap ve ilkeleri gözetenleriyle gözetmeyenleriyle hocalarımıza büyük saygı gösteren sade Müslümanların neredeyse tamamı, hocalarımız arasındaki tartışmalardan dolayı ciddi anlamda rahatsızlık duyuyor, kafası karışıyor, umutsuzluğa düşüyorlarsa, hocalarımız ağızlarından çıkan her söze daha çok dikkat etmeli, kırk kez düşünüp bir kez konuşmalı değiller mi? “Hayır efendim, biz doğru bildiklerimizi her ortamda ve her hâlükârda söyleriz” deme lüksüne sahip olabilirler mi? Hocalarımızı çok sevip güvenen insanlarımızın duygularını dikkate almak durumunda değiller mi? (Burada bir tek hocamızın görüşlerini İslâm’ın tâ kendisi sayıp, diğer âlimlerin de İslâmî hakikatlerden pay almış olabileceklerini düşünmeyen gözü kapalı taraftarları kastetmiyorum zira kendi hocalarından başkasını dinlemeyenler, o hocaların ne yaparsa doğru yaptığına inanırlar.)
İmdi, ilginç bir atasözümüze yer vermenin zamanı: “Akrabanın akrabaya akrep etmez ettiğin!”
Ben bu sözü bugün şöyle değiştirmeyi öneriyorum: “Hocaların hocalara akrep etmez ettiğin!”
Yazık ki bugün, ‘bazı hocalarımızın bazı hocalarımıza veya geçmiş âlimlerimize yaptığını akrep bile yapmıyor’ desek yeridir. Birbirlerini akrabadan daha çok kollayıp gözetmeleri gereken hocalarımızın bir kısmının, bir diğerinin ayıbını örtüp veya özel zeminlerde bizzat kendisine iletip güzelce düzeltmesi beklenirken, herkesin gözleri önünde, uluorta (mesela bazen uygunsuz TV programlarının uygunsuz ortamlarında, uygunsuz muhataplarla) konuştuklarını görünce, üzülüyoruz hatta kahroluyoruz…
Hadi bazı misaller verelim: Bu çağda İslâm’ın bir hayat nizamı olduğunu özgüvenle savunarak Mısır üzerinden tüm İslâm dünyasını etkileyen aziz şehidler Hasan el-Benna’yı ve Seyyid Kutub’u ve aynı çizgiyi Pakistan’dan dünyaya yayan Mevdudi’yi reformistlikle, sapıklıkla suçlamak neyin nesidir? Ümmet için çalışan Reşid Rıza, Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani’leri masonlukla itham etmek, hatta bu zevatı çok seven Mehmet Akif’i bile zan altında bırakmak kime yarar? Bir çizgiyi savunmak adına İbn Teymiye’yi veya bir başka çizgi adına İbn Arabi’yi tekfire yeltenmekle ne elde edilmek istenir? Mevlana Celaleddin Rumi’nin Moğol ajanı olduğu iddiası ile nerelere varılmak amaçlanır? Buhari’ninSahih’inde uydurma rivayetler olduğunu söyleyip onun güvenirliğini sarsarak ne yapılmaya çalışılır? Ve bugün yaşayan Yusuf el-Karadavi, Hayreddin Karaman gibi itibarlı âlimleri, sözde isabetli görmedikleri bazı içtihatları üzerinden itibarsızlaştırmaya kalkışmak kime hizmet eder? Anlamıyoruz!
Misalleri çoğaltmak, özellikle medyada birbirlerine söz yetiştiren hocaları hatırlatmak da mümkün; ama kaş yapalım derken göz çıkarmayalım… Son söz: Birbirimizin kusuruna değil; kendi kusurumuza bakalım! Bilelim ki, başkalarını eleştirip duranlar, hızla itibar kaybediyorlar! Ne olur, bizi üzmeyiniz!..