Siyer Notları 5: Hicret Vizyonu
Hüseyin Alan
1. M.622 yılında Hz. Muhammed liderliğinde müminler grubunun Mekke’den Medine’ye yaptıkları hicret, İslami tarihte önemli bir hadisedir. Hadisenin önemi, hicretin amacı, neden yapıldığı, işlerin bu aşamaya neden vardığı ve sonuçlarıyla birlikte bir bütün olarak kavrandığında ancak anlaşılabilir bir şeydir. Bu önemin göze batan iki temel sebebinden bahsedilebilir:
İlki: Hicret, Kur’an’da bildirildiği muhteva ve şekille iman etmenin, ferdi tavırlar ve toplumsal münasebetlerde şartlara göre aşamalı olarak İslam olmanın hem bir gereği hem de doğal bir sonucu olarak gerçekleşmesidir.
Ayetlerde, iman ettikten sonra bir haramı terk edip onun yerine bir helale geçmek hicret kelimesiyle ifade edilir. Dolayısıyla hicret Müminlerin, bu dünyada varlık sebeplerinin şuuruna ermesinin doğal bir gereği olarak karşımıza çıkar.
Mekke’de iman edip İslam olanlar, ilkin kendi nefsinde bir değişime gittiler, sonra varlıklar arasındaki hiyerarşik ilişkileri ilahi değer ve ölçülere göre yeniden düzenlediler. Bu sürecin her aşaması eski hallerinden kopup yeni hallerine bürünmelerine sebep olduğu için hep hicret hali söz konusu oldu.
İkincisi: Medine’ye yapılan hicret, esas manasıyla toplumsal çapta bir beldeden başka bir beldeye göç etmeyi ifade eder. Bu hicret tarihte bir defa olup bitmiş, bir daha olması gerekmeyecek bir hadise olmayıp tarihi zaman dilimleri ve şartları gerekli kıldıkça benzeri tekrarlanacak bir aşamaya modellik eden bir hadisedir. Dolayısıyla insanlar arasından seçilmiş bir topluluk olan müminlere, hakikatin şahitliği gereği benzerinin tekrarına referans olarak karşımıza çıkar.
2. Hicret kelimesinin kökenine ve anlam alanına baktığımızda meramımızı daha rahat ifade edebiliriz. Kelime, bir şeyden yahut bir yerden kopmayı, onun yerine başka bir şeye yahut başka bir yere bağlanmayı ifade ediyor. Dolayısıyla kopma ve bağlanma esas. En geniş manasıyla geçici ve alçak olan dünya hayatından kopup ebedi ve yüksek olan ahiret hayatına bağlanmayı dolayısıyla her şeyde ve her işte Allah’ın hizbi olmayı bu hale misalleyebiliriz.
İman etmek, Allah’tan gelenlere teslimiyet manasına kalpte tasdik edilen hissiyat ve düşüncenin, bunlarda karar kılınmışlığı ifade olarak dile getirmekti. Bunun olmasının şartıysa şirk inancına bağlı hissiyat ve düşünceden kopmaktı. Dolayısıyla şirkten kopmak imanın ilk şartıydı.
Bu duruma göre şirkten kopup imana bağlılık aynı zamanda ve süreçte, günaha ve harama dayalı ferdi tavırlardan ve toplumsal münasebetlerden de kopmayı, onun yerine, Allah’tan umulan sevaba ve helale dayalı ferdi tavır ve toplumsal münasebetlere bağlılığı icbar eder.
Bu bağlantılarıyla hicret, arınma eylemini de içine alan geniş bir anlam alanına sahiptir. Hatırlanırsa arınmak, küfürden, şirkten, günahlardan, kötü huylardan ve münasebetlerden kopmak, kopulanın yerine iman edip salih amel işlemeyi ikame etmekti. Bu ikame aşama aşama hep bir hicret olarak devam eder.
Bu izahların Mekke’de müşahhas hale ve mücadeleye dönüşen şekli sırasıyla şöyle gerçekleşti: İman ettikten sonra kabile ahlakı, hukuku ve değerlerinden kopuş, onun yerine İslam ahlakı, hukuku ve değerlerine bağlanış. Kan ve soy bağına dayalı kabile bağından ve statüsünden kopuş, onun yerine iman bağıyla bağlanarak yeni bir topluluğa ve statüye geçiş.
Bu kopuş ve bağlanmalar gerçekte Rabbim Allah demekti dolayısıyla din çatışması kaçınılmaz olarak başlayacaktı. Bu aşamada her şeyini ve akıbetini Allah’a bağlayanlar başlarına geleceklere sabrettiler, tepkisel davranmadılar, kendi yollarında ilerlediler. İçerde devam eden çatışma bir yere gelip tıkanınca Allah onları zayıf halden kurtardı, ihtiyaç duydukları, bağımsız hareket edecekleri, hükümranlık edecekleri bir beldeyi hicret yurdu olarak bahşetti. Onlar da İslam yurdu yapmak için Medine’ye topluca hicret ettiler.
Bu yazıda mesele edindiğimiz hicret, Mekke’de hasıl olan toplumsal ve siyasal bağlılıktan kopuş aşamalarının nihayetine damgasını vuran, Medine’ye gidişin ve Medine’deki gelişmelerin sebebi de olan hicrettir. Dolayısıyla evveliyle ve sonrasıyla bağlı olarak bir kırılma noktasına işaret eden, maksadını ve nedenlerini gösteren hicret hareketidir.
3. Mekke’den Medine’ye yapılan toplu hicret, Risalet davasının başından beri merkeze aldığı hükümranlık meselesi nedeniyle din çatışması doğuran bir davet ve davetin uzlaşmasız stratejisini tayin eden inanç unsurlarıyla irtibatlıdır. Dolayısıyla hicret, eni sonu varılması doğal bir aşamaya tekabül ettiği gibi hicret sonrasına dair bir vizyona da işaret eden bir büyük hadisedir. Kur’an’da bahsedilen daha evvelki Peygamberlerle ilgili nakledilen kıssalar bu değerlendirmemizi doğrular mahiyettedir.
Tarihin bir evresinde, zamanın belirli bir diliminde yaşayan Müminlerin, içinde yaşadıkları şartları havi mevcuda rağmen inançları ve hukukları doğrultusunda organize olup kendi amaçları ve hedeflerine uygun biçimde bağımsız olarak hareket etmesi (Şura 38-42), siyasi iktidar biçimi ve referansıyla da farklılığa işaret edeceği için (hükümranlığın kaynağıyla ilgili ayetler), hicretin bir şekilde kaçınılmazlığını ortaya çıkartır.
Hz. Muhammed’in yaşadığı Mekki toplumsal şartlarda başlayan İslam’ın tek hak din olarak her şeyi yeniden düzenlemesi gerektiği meselesi, vizyon olarak iki yol çatağına işaret ediyordu: Ya içerden normal bir değişim olacaktı (Yunus(s)’un kavmi gibi) yahut, fetih amaçlı çıkıp geri gelmek için bir hicret yurdu edinilecekti.
Böyle düşünmemizi sağlayan referanslar şunlardır: Daha Risalet’in 5. yılında Habeşistan’a yapılan kısmi hicret denemesi; Musa(s)’a tabi olanların bir süre sonra evlerini mescit yapmak üzere Mısır ahalisinden ayrışıp başka mahaller kurmasını andırıyor. İbrahim(s) ve beraberindekilerin nihayetinde ‘sizinle bizim aramızda ebedi düşmanlık baş göstermiştir ta ki, siz Allah’tan başka ilah yoktur deyinceye kadar’ diyerek kavminden ayrılması, Medine’ye hicreti haber veriyor. Buna rağmen bahse değer iki husus var ki:
İlki: O toplumun alışık olduğu dolayısıyla tepki çekmediği gibi teşvik de gördüğü sosyo ekonomik temelli Hılfu’l Fudul tarzı erdemliler hareketi, müminler toplumunun hareketinin nitelik, amaç ve hedef bakımından farklılığına işaret ediyor. İlkinde, liderlerin ve ileri gelenlerin olumsuz davranışlarının düzeltilmesiyle sınırlı bir amaç temel hedef iken dolayısıyla toplumsal yapı ve siyasi talepten bağımsız bir gelişme söz konusuydu. İkincide, mevcut yapının kendisiyle ve referansıyla ilgili bir amaç doğrultusunda çok farklı bir gelişme söz konusudur.
İkincisi: Bozulmuş kitaplara dayalı olarak Mekke’de mevcut dini anlayış ve uygulayışın sapkın taraflarına karşı harekete geçen örgütsüz ferdi davet çabalarıyla, son hak kitaba dayalı Risalet davası güdenlerin Milleti İbrahim’in ihyası arasındaki farklılık. İlkinde, sadece ferdi ıslahı hedefleyen haniflerin soyut davet çabaları söz konusuydu. İkincisinde, hanif tevhid dininin tek hakikat ve hükümran edilmesi davası söz konusudur.
Bu hususlardan da anlaşılacağı üzere hicret, şirk dininin hükümran olduğu kabile temelli toplumsal bir yapıdan, sosyal statüden, iktisadi, hukuki ve siyasi düzenden koparak ilahi dayanaklı bir toplumsal yapıya, sosyal statüye, iktisadi, hukuki ve siyasi düzene bağlananların, eski yapının savunucularıyla aralarında gelişen çatışmanın doğal bir sonucudur.
Bu bağlamıyla hicret, genel yapıya ve total gidişata temelden karşı olarak kendi yapı ve gidişatlarına yöneldikleri için fiili çatışmaya zorlanan, buna rağmen sabrederek direnen müminler grubunun dışlanmışlık, horlanmışlık, sıkıntılara tahammülsüzlük gibi sebeplerden dolayı daha rahat ve emin bir beldede yaşamak için bulabildikleri yahut himaye gördükleri bir beldeye sığınma hareketi değildir.
Şayet böyle olsaydı kendi kavimleriyle yahut boykot sonrasında hicret yurdu için görüştükleri kavimlerden biriyle uzlaşır anlaşırlardı. Dolayısıyla akabe görüşmeleri neticesinde ancak karar kılınan hicret yurdu Medine, himaye aranıp bulunan bir belde olmayıp, hükümranlık edecekleri bir belde olarak seçilmiştir.
4. Hicret, Allah’a itaat etmeye söz vermiş, verdikleri sözü Mekke sosyal şartlarında tutarak kendini ispat etmiş bir grup Mümin topluluğunun hayatını, ailesini ve geleceğini Hz. Muhammed liderliğinde, ilahi tandanslı bir vizyonun sahibi olarak başlattıkları bir hareketin, kendi hesapları ve planları doğrultusunda yeni bir aşamaya geçirmelerini ifade eder.
Bu vizyon, onların insanlık tarihinde süregelen iman küfür çatışmasının kendi zaman diliminde iman taraftarları olarak tarihe ve topluma yeniden girenlerin, şartları kendilerince düzenleyenlerin vizyonudur. Onlar kendi yurtları ve bölgelerinin çok ötesi bir ufka sahiptiler, dünyaya nizamat vermek gibi ilahi bir duyurunun taşıyıcısı ve sorumlusu olduklarının şuurundaydılar.
Bu şuur, gerekli becerilere, kapasiteye ve donanıma sahip olmalarını sağlayan vizyona göre şekillendi. Dolayısıyla onlar, hicretle birlikte önce yeni yerlerinde, sonra bölgede ve nihayet bütün dünyada genel gidişatı ve mevcut tüm yapılanmaları etkileyecek, dünya tarihini değiştirip yeni bir tarih kuracaklardır.
Hicret edenler bütün bunları başından itibaren düşünen, bu uğurda başlarına gelebilecek tüm zorluklara hazırlanan, dolayısıyla dünyayı küçültüp hakikatin şahitliğini büyüten bir avuç müminlerdi. Muhacirler, hicretle birlikte yeni dostlar, kardeşler edinecek, yeni yerlerinde ayakları yere sağlam basacak, kardeşleriyle birlikte yollarına yılmadan devam edeceklerdir. Onlar için önlerine çıkacak engeller sadece engellerdi, bunlara takılmayacak, her engeli aşıp geçeceklerdi.
Bu tarafıyla hicret, onlardan 1500 sene sonra dahi bu gün tüm dünyanın diline doladığı, lehte ve aleyhte taraf olduğu tevhid dini İslam’ın, bir hayal ve hülya ürünü değil, bir efsane ürünü değil, gün gibi güneş gibi bir hakikat olduğunun ifadesidir.
5. Hicrete yakın sürede nazil olan İsra ve Rum Sureleri hicretle birlikte ve ondan sonra olup bitecekleri özetlerken nakledilen kıssalarla ne yapılması gerektiğinin işaretlerini de vermiştir. Oradan anlaşılan o ki Mekke’de zayıf durumda olan Müslümanlar hicretle birlikte artık güce kavuşup hükümranlık elde edeceklerdir. Allah vaadini tutardı. Kendisini veli edinenleri kafirlerin eline terk etmez, dünyada aciz ve çaresiz bırakmazdı.
Peygambere yaptırılan isra gecesi yolculuğunda Allah kuluna ayetlerini göstermişti. Bundan muradın insanlık tarihinin akışının hikayesinin, yücelen ve alçalan milletlerin vasıflarının, hicretle birlikte dünya siyaset arenasına girerken bu şartlarda ne yapılması gerektiğinin öğretildiği anlaşılmaktadır.
Yolculuğun Kudüs’le başlayıp bitmesi de enteresandır. Kudüs, o güne kadar bütün dünyanın siyasi, ticari, kültürel ve askeri olarak ağırlık merkezi olmuş, çığır açan Peygamberlerin yolu orada kesişmişti. Tipik bir misal olarak:
Hz. Musa liderliğinde Firavunun zulmünden kurtuluşa erdirilenlerin, kendi hicretlerinden sonra daha başta hicret yurdunu hak etmedikleri, onların çölde doğrudan şahit oldukları beslenme, barınma ve korunma mucizeleriyle karşılaşmalarına rağmen bitmek bilmez isyanlarından anlaşılıyor. Allah’a ve elçisine ihanet edenler, buzağı, kesilecek inek ve savaş için sınandıkları nehri geçme gibi sınanma vesilelerinde zorluklara katlanmayı ve yükselmeyi değil kolaylığı ve alçalmayı hak ettikleri için çöllerde dolaşıp durdular. Şu halde Medine’ye hicret edecek olanlar bunlar gibi olmamalıydılar.
Kureyş’in zulmünden ve baskısından kurtarılarak Medine’ye hicret ettirilenler ayetlerden bir şeyi daha öğrendiler: Musa’dan bir kaç nesil sonra yenilenmiş İslam milleti Davut ve Süleyman liderliğinde güce ve izzete kavuştular. Zamanla bu gücü kötüye kullandıkları için tekrar zillete düştüler. Şimdi o milletin kalıntılarının bir kısmı Medine’de mukimdi, Medine’nin siyaseti, ticareti ve kültüründe söz sahibiydiler.
Medine’ye hicret edenler bilmeliydiler ki hicretle, sadece bir beldeden başka bir beldeye göç etmiş olmuyorlardı. Onlar yerelden çıktıklarının, bölgesel ve uluslararası arenaya girişin kapısını araladıklarının farkında olmalıydılar. Çünkü artık işlerin muhtevası ve şekli değişmiş, yeni ama daha farklı şartlar onları bekliyordu.
Bahse konu surelerde isimleriyle bahsedilen Bizans ve Sasani gibi iki büyük gücün asırlardır dünyaya hükmettiği, bunların halen pozisyonlarını korudukları bildirilirken hicret sırasında onların kendi aralarında çatıştıkları, iki gücün bu çatışmadan zayıflayarak çıkacakları haber veriliyordu. Dolayısıyla Medine’de siyasi bir güç olarak var olacak Müslümanlara onlar bir şey yapacak durumda olamayacaklardı.
İsra ve Rum sureleri tüm bu ve daha başka mesajlarla muhacirlere Medine’de ne ile karşılaşacaklarını, orada ne yapmaları, nasıl yapmaları, nelere dikkat etmeleri hususlarında lazım gerek bilgileri aktarmış, hicret sonrasının vizyonunu çizmişti…
Bu bahiste söylediklerimizi doğrulamak, hicret sonrası Medine’de yapılan işleri ve işlerin sıralamasını görmekle mümkündür. Kaldı ki hicretin gerçeğine ve amacına uygun olarak anlaşılması için de Medine’deki işlerin yapılış sıralamasının bilinmesinde yarar vardır.
6. Hicret vizyonu bize şunları da hatırlatmaktadır: Malum olduğu üzere hicret sonrası Medine’de, Hz. Peygamber zamanında işlerin en zor kısmı başarılacak, ilahi değerler sisteminin bu dünyadaki toplumsal ve siyasal yansıması sistem ve model olarak inşa edilecek, referans noktası ve çerçevesi gösterilecektir. Peygambersiz bir dünyada işlerin nasıl düzenleneceğiyle ilgili olarak da Allah’ın kullarına lütfettiği dört raşit halife devri sonrakilere emsal olacaktır.
Hz. Ebu Bekir’in hilafet devri fitnenin kapıyı çaldığı ridde olaylarıyla geçti fakat o hengame salimen atlatıldı, kurulu sistem yeniden istikrara kavuşturuldu. Hz. Ömer’in hilafet devrinde kurulu sistem kökleşip yerleşti, fetihlerle elde edilen imkanlarla İslam’ın hükümranlığı dünyaya hissettirildi. Bundan sonra ‘artık biz varız, dünya işleri bizden sorulur’ diyen bir Müslümanlık söz konusu oldu.
Nesillerin ve kalplerin değişmesi ile Allah’ın gücü ve kudreti milletler arasında devran ettirip döndürmesi hak edilince, böylesi şartlarda nasıl davranılacağının hikmetleri son iki halife devrinde misallendi… Burada bahsedilenleri tarihe ve günümüze müracaatla şöyle irtibatlandırabiliriz:
7. 14. yüzyıla kadar bütün dünyanın ticareti, ticaret yolları, pazar ve panayırları, mali sistemi, kara ve deniz aktarma istasyonları Ege ve Akdeniz kıyıları, buradan hareketle ipek yolu güzergahı ile bağlantılıydı. Dolayısıyla dünyanın merkezi bu coğrafya idi. Bu devrede ilkin Müslüman Araplar ve onların ardından Müslüman Türkler buraların hakimi olarak dünyanın en büyük gücü oldular.
Uzak Doğu, Asya, Afrika ve Avrupa gibi dört büyük kıtanın barınma, beslenme ve kültürel hayati ihtiyaçları bu bölgeyle irtibatlıydı. Dolayısıyla buralara hükmeden dünyaya hükmediyor, dünyanın güvenliğini sağlıyordu. Roma İmparatorluğu öncesinde Kartacalılar, 6. yüzyıla kadar İmparatorluk bu merkezin hakimiydi.
İmparatorluk yıkıldıktan 14. yüzyıla kadarki devrede bu bölge Müslümanların hükümranlığı altına girdi. Bu devrede barbar Avrupa kavimleri sıkıştırıldıkları coğrafyada birbiriyle çatışıyor, verimsiz topraklarda geçim mücadelesi veriyordu.
Hz. Ömer’in devriyle başlayan Irak, Sasani, Suriye, Mısır, Kudüs gibi Akdeniz’in kıyıları ve hinterlandı, nehirler aracılığıyla lojistik tedarik sağlanarak kıtaların ve ülkelerin içlerine kadar giren kara yolu bağlantıları, Müslümanların tekelindeydi. M. 8. yüzyıla girildiğinde bir taraftan Hindistan, Ortaasya, Anadolu, diğer taraftan Afrika, İspanya, İtalya’nın güneyi dahi Müslümanların idaresi altında girmiştir.
12. yüzyılla başlayıp iki yüz yıl devam eden Haçlı seferleri ve Moğol saldırıları nedeniyle Müslümanlar bazı bölgelerde yönetimi ve denetimi kafirlere kaptırırken içerden parçalanmalar yaşadıysa da, 13. yüzyıl başında bayrağı devralan Osmanlı, Müslümanları dünyanın yeniden efendisi yapacaktır. Osmanlılar Balkanları, İstanbul’u ve Karadeniz kıyılarını da hükümranlık alanına katmıştı.
14. yüzyılda İtalyanların Osmanlılarla anlaşarak başlatacağı Akdeniz ve Karadeniz kıyılarındaki ticari hegemonya inişler ve çıkışlar yaşasa da, 17. yüzyılda Osmanlı’da baş gösteren güç zehirlenmesi sebebiyle bu defa Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, Almanya, Belçika, İngiltere devreye girecek, ticaret yollarını okyanuslara kaydıracak, merkeze Avrupalılar hakim olacak dolayısıyla Müslümanlar gerileyecektir.
Avrupa’nın harekete geçmesini, Osmanlı karşısında çareler aramasını zorlayan iki şey öne çıkar: İlki, sıkıştırıldıkları coğrafyada yaşam şartları zorlaşmıştır. İkincisi, Osmanlı İslami iktisadi sistemidir… Köşeye sıkışan, geçimlik işleri için başlayıp giderek kapitalist iktisadi sistemi icat edecek olan Batılılar, bir süre sonra okyanuslara açılıp dünyayı müstemleke yapmayı becerecektir…
Roma kilisesi olmasaydı hiçbir zaman bir Avrupa vizyonuna sahip olamayacak olan Batılı kavimler, varlıklarını Osmanlı Müslüman karşıtı olarak tarih sahnesinde gösterecektir. Şu halde Hz. Ömer devriyle başlayıp kabaca 17. yüzyıla kadar 1000 yıl devam eden tarih diliminde dünyayı çekip çeviren, dünya siyasetini, ticaretini ve güvenliğini belirleyen güç, Müslümanlardır.
Hicret vizyonu derken, tüm bunlara sebep olacak gelişmeleri hesaba katmakta yarar vardır zira milletlerin yükselmesi ve düşmesini sağlayan asıl muharrik güç, iman küfür çatışması, iman ve küfrün temsilidir. Müminler ihtiyaç duyduğu enerjiyi, motivasyonu ve imkanı imanlarından sağlamaktadırlar. Siyasi hükümranlığın iki taraftan yana el değiştirmesiyse, dünya hayatını devran ettiren kendi iç dinamikleridir.
8. Tarihe ve geçmiş nesillere referans yaparken kendimizi avutmak yahut geçmişi bir kalemde silmek gibi onulmaz bir derde düçar değilsek, bu işlerin nasıl döndüğünün şuurunda olmak gibi bir sorumluluğa sahibiz. Kendimizi aldatmanın da, tarihe ilahlık yükleyerek acze düşmenin de, nesillerin imtihanı görmezden gelmenin de bir anlamı yoktur, son 3 yüzyıla bakarak kafirde bir maharet varmış gibi ona öykünüp onu taklit etmenin de bir manası yoktur.
Dünya hayatının devranı inişli çıkışlıdır. Zorluk ve kolaylık yan yanadır. Nesiller kendi imtihanlarını verirler. Yücelmeyi hak edişin de, zillete düşmeyi hak edişin de sebepleri vardır. Allah, takva ehli olanları hükümran edip adaleti ikame ettirdiği gibi güç zehirlenmesine kapılıp azgınlaşanları da cezalandırmaktadır. Buna en güzel misal hicret hareketi ve vizyonudur.
Bu dünya hayatı bir iman küfür çatışma alanıdır. Tarih bu çatışmanın ibret sahnesidir. Dolayısıyla diğerleri kadar Müslümanlar da bu dünyada yaşadılar, yaşıyorlar, yaşayacaklar. Çatışma sürüyor. Fakat bilelim ki bu dünyada bozulmuş halleriyle dahi Yahudilik ve Hıristiyanlık insanlara ahlakı, adaleti, hukuku, ilmi, iktisadı, kültürü, kentleşmeyi, mimariyi ve bir arada yaşamayı öğretmiştir.
Bozulmamış kitapları ellerinde olan Müslümanlar kitap ehlinin halini hallenip bu çağda tarihin ve toplumun dışına çıktıysa suçu dışarda değil, kendilerinde aramalıdır. İman küfür çatışmasını terk ederek kendi elleriyle fesadın hükümranlığına sığınır olmayı marifet bellemek, olsa olsa “kafirde akıl olsaydı Müslüman olurdu” hakikatini unutmak olur.
Müslümanların insanlık tarihinde özellikli bir yeri olduysa, insanlığa doğru yolu gösterip adaletli bir siyaset ve güvenlikli bir toplumsal yaşam biçimi yöntemi öğrettiyse, bütün bunlar en son olarak Hz. Muhammed önderliğindeki Mekke’den Medine’ye hicretle başlayan bir hareketin mirasını taşıdıklarında kavradılar.
Medine’ye hicret eden muhacirlerin vizyonu, ta o zaman bu vizyondu. Bu vizyon olmasaydı şayet ya Mekke’de yahut Medine’de kavim çatışmaları içinde kaybolup gidecekler, diğerlerine benzeyip sıradanlaşacaklardı…
Müsteşriklerin bir türlü hazzedemediği ve hafızalardan silmek için her fırsatta dile getirdiği şey Müminlerin bu şuura tekrar kavuşmamasıdır. Bu sebepledir ki başından beri Hz. Muhammed’i dilinde itikat, elinde kılıç, arkasında fanatikler, ganimet ve kadın peşinde koşan fanatik bir lider olarak tanıtıp duruyorlar. Çünkü dünyaya dönük işlerin hükümranlığı ve idaresini sadece kendilerine has bir iş olarak görüyorlar.
Şayet Hz. Muhammed’in kendi devrinde öğrettikleri ve yaptıkları olmasaydı, günümüze kadar yaşatılarak gelen bir referans olmayı korumasaydı, Araplar Arap kavimleri, Türkler Türk kavimleri, Hintliler Hint kavimleri hatta Avrupalılar Avrupalı kavimler olarak bölgelerinde birbiriyle dalaşıp duracaklar, kavim sınırlarını taşamayacaklar, barbarlık seviyesinde bocalayıp duracaklardı.
Müslümanlık, Hz. Adem’den bu yana kafirlere ve müşriklere itaat etmeyen bir topluluğu ifade etti. Tarihin her devresinde müminler bu imkanı kullandıklarında İslam ellerinden tuttu, onları yüceltti, izzetli kıldı, hükümranlık verdi. İslam terk edildiğindeyse kafirlerle dostluk yayıldı, zillet ve boyun eğme hak edildi. Bu sebeple Medine’ye hicret eden Müminlerin vizyonu, illeri, ülkeleri ve kıtaları aşan bir öngörüye sahipti, bunu da gerçekleştirdiler.
9. Medine’ye hicrete varan süreçte Hz. Muhammed’in bu dünyada yeni bir devlet kuracağı, kurulu dengeleri değiştireceği, daha Akabe Biatları’yla belli olmuştu. Orada belli olan sadece bir devlet kurulacağı değildi elbet, o imkana kavuştuğunda tüm dünyadaki mevcut dengeleri değiştirecek güce kavuşacağı, gücünü de Allah’a dayayarak yeryüzünde adaleti ikame edecek hükümranlığı elde edeceğiydi.
Ne zaman böylesi bir devlet kurulacak olsa tüm dünya elinden geleni yaptı. Nitekm Bizans ve Sasani de aynısını yaptılar fakat başarılı olamadılar çünkü devrede Allah’ın hak edilmiş desteği ve yardımı vardı.
Tarihte kurulacak olan yeni bir devlet mevcut güçlerden birine itaat etmek ve dayanmak üzere bir devlet olmayı kabul etmişse pek sorun olmuyor. Fakat o devlet bütün güçlerden bağımsız bir İslami devlet olacak, var olan dengeleri alt üst etme potansiyeli taşıyacaksa o zaman bütün güçler hep birlikte onu engellemeye çalışıyor. Normal süreç böyle işliyor.
Türkiye yarım yüzyıl önce Kıbrıs’ta bir ‘devlet’ kurdu ama orası hala devlet statüsüne kavuşamadığı için bir cemaat/toplum statüsünde muamele görüyor. Türkiye’den başka resmi olarak tanıyanı olmadığı için uluslararası ilişki kurulamıyor. Buna karşılık Güney Kıbrıs toplumu bir devlet statüsüne kavuşuyor ve AB üyesi olabiliyor. Çünkü bu devlet dünya ve bölge dengeleri içinde lazım gerek bir yer tuttuğu için himaye görüyor.
Keşmir, 70 yılı geçti hala devlet statüsüne kavuşamadı. Hindistan ve Pakistan arasında çatışma arenası olarak kullanılan bir topluluk olarak yaşıyor. Buna karşılık nüfusu ve coğrafyası itibarıyla bir şehir mesabesinde olan Kosova, dengelerle ilgili sorun olmadığı için Türkiye dahil bütün dünya onları devlet olarak tanıyor.
İsrail, ikinci dünya savaşı sonrası bir gerilla hareketi ve terör merkezi olarak Filistin’de bir alanı işgal ediyor, Türkiye dahil onların devlet olma statüsü hemen kabul ediliyor. Çünkü Yahudi devleti dünya sisteminin bir uzantısı olarak bölgede lazım gerek bir küçük güç. Buna karşılık toprakların asıl sahibi Filistinliler bir türlü cemaat olmaktan kurtulamıyor çünkü Filistinliler öncelikle Müslüman coğrafyada tüm dengeleri İslam lehine değiştirme kapasitesi taşıyor.
10. Burada kısaca yapılan tarihi ve siyasi değerlendirmelerden murat, ülkemizde hicret hadisesinin hak ettiği önemi ve değerini kaybetmiş olmasındandır. Osmanlı’nın Kırım harbinden sonra giderek artan şekilde Balkanlar ve Kafkasya’dan buraya devam eden göç olaylarının “hicret” olarak nitelenmesi bu yanlış anlamayı ve önemsizliği besliyor. Osmanlının kaybettiği topraklarda yaşayan Müslümanların can, mal ve nesil emniyeti için Türkiye’ye göç ederek gelmeleri ile Medine’ye yapılan göç aynı şey değildir.
Türkiye’ye gelenler kendi güvenliklerini sağlamak için geliyorlar. Siyasi şartlar gereği haklı olmaları ve kucaklanmaları doğalken bu hareketin Medine’ye yapılan hicretle karıştırılması doğru değildir. Çünkü Mekke’den Medine’ye gidenler orada rahat ve huzurlu bir yaşam bulmak için yahut güvenlik için gitmediler.
Hz. Peygamberin Mekke fethi sonrası hicreti yasaklaması, artık bölgenin tümüne İslam’ın hükümran olması sebebiyledir. Daha öncesiyse Medine çevresi ve Mekke’de Müslüman olanların can, mal ve namus emniyeti için hicret zorunluydu. Bu sebeple Balkan ve Kafkasya bölgesinin Müslümanlarının hicreti olsa olsa bir İslam devletine sığınanların göç hareketiyle kıyaslanabilir fakat asla Medine’ye hicretle kıyaslanamaz dolayısıyla Mekke muhacirleriyle aynı kategoriye konamaz.
Unutmayalım ki Medine’ye muhacir olarak gidenler, oraya sığınmak için gitmediler. Orada himaye görmek üzere hareket etmediler. Tam tersine bir küfür diyarı olan Medine’yi bir İslam yurdu, bir İslam devleti yapmak üzere hicret ettiler. Nitekim hicretin hemen akabinde Medine “Darul İslam” yapıldı.
Yine unutmayalım ki Hz. Peygamber vefat ettiğinde sadece Medine ve çevresi değil 3 milyon kilometrekare toprağa ve üzerinde yaşayan milyonlarca kavimlere şeri hukuk nizamıyla hükmeden bir İslami devlet ortaya çıkmıştı. Hz. Peygamber’in takipçileri ondan yirmi otuz yıl sonra geride kalan dünyaya açıldı ve dünya yeni Müslüman yöneticilerini tanıdı.
Mekke’den Medine’ye hicret eden müminler bu sebeple muhacir olurken Balkan ve Kafkas göçmenleri için aynı şeyleri söylemek akla ziyan bir benzetme olur. Çünkü bu göçmenler aynı sebeplerle hicret etmediler.
Bu izahın bizim ülkemizde hak etmediği halde sıradanlaştırılan ve değersizleştirilen hakiki hicretin sahici anlamına kavuşması umulur…
Allah kullarına zulmetmez. Bu sebeple Hz. Muhammed’in ve arkadaşlarının yaptığı hicret sonuçlarıyla birlikte önemli bir mesele, şimdi Müslümanların karşılaştıkları zillete müstehak sonuç hakkında tefekkür edilesi hususlar bambaşka bir meseledir.