Çünkü: Tıpkı, iki boyutlu harflerle yazılan “Teşriî ve Kelâmî” olan, vahyettiği “Kur’an Kitabındaki” âyetlerin okunması gibi; diğerinde de, üç ve daha çok boyutlu yarattığı “Kâinat Kitabında” yazdığı “Tekvinî ve Kevnî Âyetleri” okunmaktadır. Biri, Teşriî ve Teklifî Şeri’ât ve kuralların yazıldığı “Kurân-ı Kerîm Kitabı;” diğeri ise, Tekvinî Şer’iâtın yazıldığı “Kevnî Kâinat Kitabı.”
Ve zaten Kitabımızda ilk vahyolunan “oku” emriyle de, bu 2 kitabı okumamız emrediliyor ama “Bismillâh”la okumamız; daha doğru ifadeyle: “Yaratan Rabbimiz’in adıyla” okumamız emrediliyor. Yani: Kâinatı; Rabbimiz’in yarattığı ve her ân/mekân [yok(luk)tan halk ve icad ve var(lık)tan terkip ve inşa suretiyle] yaratmaya devam ettiği; çok boyutlu ve hareketli bir kitap olarak okumamız ve bu kitaptaki harf ve kelimelerin, suret ve özelliklerinden daha çok; taşıdığı ve işaret ettiği anlam ve mesajlara dikkat edilmesi gereken bir kitap olarak okumamız emrediliyor.
Demek ki; evren araştırma ve gözlemlerini, ölçüm ve deney faâliyetlerini; “Bilimsellik”in “seküler ve lâik” paradigmalarıyla; yani bir “ateist” veya “deist”in gözüyle; yani güya “Allah yok(muş); varsa bile, evrendeki işleyişe karışmıyor(muş)!” önvarsayımıyla ve sanki bu önvarsayım doğru ve bilimsel olarakta ispatlanmış tarzında yapamaz bir müslüman!
Eğer varlık ve gerçeği parçalayıp, bölen bir kafayla; yani “bilimsellik” diyerek, “sekülârizm ve lâiklik” diyerek; “Din Dersleri – Fen Dersleri” ayrımlarıyla, farklı gerçeklik alanları üretir ve bunun sonucunda, Rabbimiz’i sadece Din Derslerinde anlatır, diğer derslerde unutur ve atlarsak; sokağa çıktığımızda, evrene bakışımız da “din dışı” (seküler ve lâik); daha doğrusu “ateistçe” olur; bir ateistin gözüyle olur!
Hakikâti parçalayıp, çifte gerçeklik alanları üreten, bu bölmeli seküler anlayışın sonucu olarak; “müslümanlığımız” da, sadece “cami” gibi mekân ve “bayram, namaz” gibi zamanlarda hatırlanan, “parttime müslümanlık”a döner!
Bir de: Lâik olduğunu iddia eden bir devletin, işine geldiği durumlarda “lâiklik”i askıya alarak; meselâ İslâmî ve arapça bir kavram olan “şehitlik”in içini boşaltarak, kendi ideolojisine alet etmesi ve böylece, dinin mukaddesliğinden kendine aktarıp – rol çalması ve buradan, “savaşmak ve ölmek, öldürmek” gibi insanın hoşuna gitmeyen durumlarda; hak – bâtıl, doğru – yanlış bakmadan, “ölmek ve öldürmenin” meşrulaştırıcısına döner müslümanlığımız! Ve bunun sonucu olarak; ancak “cenaze defni” gibi bazı kamusal durumlarda, uygulama alanı bulabilen, birkaç ritüele döner din anlayışımız!
“Devlet”in, dinimizin mukaddesliğinden kendine yansıtma ve aktarma yapmasının zararı burada kalmaz; bu süreç, zamanla, zihinlerde “devlet”in “kutsallaşması”, hattâ “tanrılaşması”na yolaçar! Artık, “devlet”in “araç” olduğu gerçeği unutularak, kendisi bizzat “amaç” olur! Bu da, “devlet”in bizzat kendisinin, “meşruiyyet”in kaynağı hâline gelmesine sebep olur! Bu da; “vatan – millet – devletin âli amaç ve yüksek menfaâtleri için”, gerekirse “adalet” gibi dinî ve ahlakî emir ve kuralların bile “teferruât” hâline gelmesine; bu da “din”in de (din anlayışımızın) araçsallaşmasına sebep olur!…
Böyle toplumlarda; bireyin, yani “vatandaş”ın herhangi bir hakkı ve kıymeti yoktur! “Vatan – milllet – devlet” gibi “soyut” varlık ve kavramlar için, “somut” ferd ve vatandaşın hiçbir değeri yoktur.
Gerekirse binlercesi, silâhsız olarak, tam techizatlı düşman askerinin önüne sürülüp, bir günde “telef” edilir! “Bu kadar asker ölmek zorunda mıydı!?” diye; (bir nevi “toplu intihar” gibi,) bu kadar askerin göz göre göre ölmesini emreden veya ihmâliyle sebep olan komutana hesap sormak, akla bile gelmez! Hattâ “kahraman” diye, madalya bile verilir! “Galibiyetimizin gecikmiş olmasının sebebi veya (mağlub olmuşsak) mağlubiyetimizin sebebi; belki bu kadar askerin ölmesi olamaz mı!?” sorusu akla bile gelmez!…
Tevhid; sadece İnancın mevzuu değil, Bilgi’nin de konusudur
Konumuza dönersek: Halbuki, gerek derslerin anlatımında ve gerekse Bilim’in, araştırma ve gözlemlerden elde ettiği bilgi ve keşiflerin, ifade ve izahında; dinimizin, “Tevhid Paradigması”na zıt olmayan ve körpe zihinlerde itikadî bir aşınma ve sarsıntı meydana getirmeyen ve Rabbimiz’i unutturup – gaflet perdesini kalınlaştırmayan; yani “inkâr ve şirk virüsleri” taşımayan ifadeler kullanmak gerekir.
Yoksa, misâlen: Okulda, öğrenciye “yağmur” hâdisesini anlatırken; “Yeryüzündeki su; güneşin ısısıyla buharlaşıp, rüzgârlarla taşınır. Sonra alçak basınç ve soğuk havayla karşılaşıp, yoğunlaşan su; ağırlaşıp, yerçekimi etkisiyle yere düşer; suyun bu devri daim ve döngü/dönüşümü…” gibi, “failsiz ve öznesiz” ifadelerle anlatmak; “objektif ve olgusal, tarafsız ve inançtan bağımsız” anlatmak değildir.
Fail ve özneyi işe katmadan, yapılan bu tasvir ve ifade tarzı; analojik ve yapısal olarak; “Mona Lisa” gibi bir sanat eserini, “Da Vinci” gibi bir “faile” atıf yapmadan, sadece “resim” üzerinden; “tuvalin şekil – renk – boyutu ve üzerindeki boya – fırça darbeleriyle” anlatmaya benzer!
Halbuki iki boyutlu ve gerçeğinin taklidi olan, cansız “Mona Lisa” resminden çok daha sanatlı, evrendeki hakiki “Mona Lisa”yı anlatırken, olması mantıken zarurî ve şart olan “fail ve özneye;” yani canlı “Mona Lisa”nın “müessir ve ustası” olan Rabbimize hiç atıf yapılmaması; bundan çok daha mantıksız ve saçmadır.
Görüldüğü gibi: En basit bir resmi bile, “fail ve ustasına” atıf yapmadan; hattâ yanyana gelmiş “iki basit harf” veya “anlamlı bir kelimeyi” bile, “kâtip ve yazar/yazanına” gönderme yapmadan; o resim ve yazının “neden” ve “nasılını” (neden ve nasıl olduğunu ve olabildiğini) determine edemeyiz; olması zorunlu olan “fail ve yazarı” işe katmadan, evreni rasyonalize edemez ve açıklayamayız.
Bilim’in virüslü bilgileriyle formatlanmamış ve programlanmamış, “Bilimsellik” illüzyon ve sihrine kapılmamış, her selim kâlp ve sâlim zihin; dinimizin Tevhid nazarıyla bakarsa, görür ki: Varlık sahnesinde olduğunun bile farkında olmayan; “ağaç” gibi bir tahta parçası, meyve yapamaz! İlim – sanat nedir bilmeyen, “toprak” gibi bir çamur; türlü türlü dokuma kumaşlar, narin ve rengarenk, sanatlı çiçekler yapamaz!… Şapkadan tavşan çıkmasına benzeyen: Cansız atomların birleşmesinden, “canlılık ve bilinç;” görmeyen atomdan, “göz ve görme” çıkmaz!…
Verdiğimiz bu örneklerdeki; “atom, ağaç, toprak” gibi madde ve sebepler; tıpkı bir “su borusu” ve “çeşme” gibidir. Nasıl ki “çeşme ve boru;” suyun çıktığı, nakil ve akış yeridir; suyun “terkip sebebi ve inşa nedeni” değil; “fail ve ustası” hiç değil! Bu “madde ve atomlar;” evrendeki binaların, “inşa malzemesi ve yapım hammaddesidir”…
İşte tâ Big Bang’ten itibaren, ilk element hidrojenin yaratılmasından itibaren; kâinattan imbiklerle süzüle süzüle, uzay çölünden, “yeşil vahâmız” ve “uzay gemimiz” olan Dünya Gezegenine, çok çok uzak mesafelerden nakledilen/nakledilmiş “su, hayat, ağaç, elma, toprak, çiçek, bal, süt” ve tüm herşey; Rabbimiz’in kudret elinde tuttuğu ve çevirdiği ve hareket ettirdiği, “edilgen bir alet ve münfail bir araç ve pasif bir enstrüman” olan “madde ve zerrelerini” kullanması ve hareket ettirmesi ve yönlendirmesi neticesidir.
Ağaç, toprak, inek, arı, tavuk vs… Bunlar; “Meyve, süt, bal, yumurtayı” kudret eliyle üretip – imâl ettiği, (otomatik değil) “manuel üretim tezgâhıdır.” Rabbimiz’in, ni’metlerini gönderdiği, inzal ve indirdiği; çıkış yerleri, çıkış borularıdır…
Madde ve sebeplerin en kuvvetlisi ve göz – kulak gibi cihazlarla en zengini olan, canlı ve şuurlu “insan” bile; meselâ bir “anne adayı,” kendi karnındaki bebeği kendisi yapmaz, yapamaz. Hattâ o anne adayının, karnında olanlar hakkında ne bilgisi vardır ve ne de olurken şuuru farkeder!
Sebeplerin en zengin ve kuvvetlisi “insan”ın durumu buyken; toprağın ağaca ve ağacın da meyveye, “sebep” ve/veya “fail” olduğunu söylemek ve buradan kâinatta, “sıralı tren vagonları” gibi “sebep – sonuç zincirleri” tahayyül ve tasavvur etmek ve bu “deterministik tasavvur ve şablon” üzerine, “bilgi”yi kodlamak; reel evrendeki gerçeklerle uyuşmaz ve saçmadır!
Bunun gibi; insanın en basit eylemlerinden olan “yürümek” fiilinde; insanın yaptığı sadece “yürümeyi istemek (dua etmek)”tir. Rabbimiz’de, bu istek ve duayı kabul edip, yürümeyi yaratır. Yoksa o insanın: “Yürümek için hangi sinir ve kas hücreleri uyarılacak, hangi hücrelerde, hangi biyokimyevîelektrikî ateşleme ve reaksiyon gerekiyor, açı – denge – ağırlık – eğim hesapları vs…” O insanın, bunlar hakkında ne bilgisi vardır ve ne de, “yürüme” fiili yaratılıp – gerçekleşirken bile, vücudundaki o işlemlerin farkında olur!
Şimdi bu insan; kendi vücudunda ve kendi iradesiyle yaptığı fiillerde bile “aktif ve etken” değilken; yani kendi vücudundaki işleyiş ve sonuçlarına bile aktif katılımcı ve “sebep” değilken! Kendi fiillerine sebep olmamasını ve yaratamamasını geçtik; fiili yaratılırken, o fiil sürecindeki işlemlerin bile, farkında değilken!…
İnsanın bu; iradesiyle, isteyerek yaptığı fiillerde durumu buyken, irade ve isteğinin bile karışmadığı: “Sindirim, kanın deveran ve temizlenmesi, hücrelerin beslenmesi” gibi, irade ve bilgisi, iktidar ve şuuru dışında gerçekleşen fiil ve faâliyetlere ise, hiç girmiyoruz!
Yani “insan”ın; irade ve şuuru, bilgi ve iktidarında olan tek şey, sadece “istemek” iken; kendinden daha aciz ve cahil, cansız ve şuursuz, iradesiz ve bilgisiz, kör ve sağır diğer “atom ve maddeye”: “Bu, bunun sebebi. Şu, şunun sonucudur” demenin anlamı ne!? Realitede hangi gerçeğe uyar!?
Meselâ: Toprağın terzilik, tekstil ve konfeksiyon sanatını icra edip; türlü türlü dokuma kumaşlar ve rengarenk elbiseler yapabilecek kabiliyet ve tabiâtta olduğunu ve yapabileceğini ve yaptığını kim iddiâ edebilir!? Hem de aletsiz olarak; hem de göz, kulak gibi duyuları da olmadığı hâlde!
Örneğin: “Ağacın”, değil meyve ve yapraklarına “etken” ve “sebep” olması; halbuki o ağaç, üzerindeki o meyvenin ve üzerindeki işleyişin bile farkında değil; hattâ o ağaç, kendi varlığından bile bîhaber! Farzı muhâl, sorsak: “Üzerindeki elmayı sen mi yaptın ve sebep oldun?”, “Ne alâka! Kendi varlığımdan bile haberim bile yok ki, üzerimdeki şeyler hakkında bilgim olsun! Beni alet ve araç olarak kullanan, fail ve ustama sor!” diyecek.
Hem nasıl ki: Süleymaniye’nin yapıtaşları olan “demir, kum, taş” vs.; “kütleçekimi, elektromagnetik kuvvet, kimyasal kuvvet” gibi türlü türlü “itme – çekme rüzgarlarının” ittirme ve çektirmesiyle; bu yapıtaşları ve malzemeler, kendi kendine havalanıp, birleşip, “Süleymaniye”yi inşa ve imâl edemez! Yani Süleymaniye’nin “etken” olmayıp, “edilgen” olan bu yapıtaşları; Süleymaniye’nin mimar ve mühendis, fail ve ustası olamaz! İllâ bir Sinan ve emrinde çalışan usta ve ameleler ve ancak amelelerin eli ve kuvvetiyle hareket edebilen “alet ve araçlar” gereklidir.
Çünkü Süleymaniye’de görünen “mimarî ve sanat, ilim ve irade, ölçü ve şuur” gibi özellik ve sıfatlar; “malzemelerinde, parça ve yapıtaşlarında” yoktur. Süleymaniye’deki sıfatlar, binasının malzemelerinde olmadığı için de; Süleymaniye’nin “nedeni ve faili, ustası ve mimarı” ondaki malzeme ve yapıtaşları olamaz. Zaten şuursuz ve bilgisiz “atom ve maddelerin” biraraya gelmesi; toplamda, şuursuzluk ve cehaleti arttırmaktan başka da bir işe yaramaz! Yani gözsüz – şuursuzların toplanması, Süleymaniye’nin vücuda gelme ihtimâlini daha da azaltır.
Hem zaten ışığı olmayanın, ışık vermesi; parası olmayanın, para vermesi; ilmi olmayanın bilgi vermesi mümkün olmaması gibi; “cansız ve şuursuz atom ve maddelerin” birleşmesi ve biraraya gelmesiyle; bütün’de, “canlılık ve şuur, bilgi ve sanat” gibi daha üst sıfatların oluşması da, mantıken mümkün değildir. Çünkü: “Parça,” kendisinde olmayan özellikleri; parçası olduğu “bütün”e veremez.
Makro Evren ve Mikro Evren, birbirlerine İndirgenemez
Makro Evren ve Mikro Evren arasında, birbirleriyle nedensellenemeyecek sınır ve duvarlar; maddeyi bölerek, birbirine indirgenemeyecek engeller vardır. Misâlen: “Su”yun özellik ve sıfatlarının; onu oluşturan parça ve cüzleriyle, nedensellenemesi ve rasyonalize edilememesi gibi. Yani su’yun “sıvı – serin ve söndürücü” olması gibi özellik ve sıfatlarının; suyun yapıtaşı ve imâl malzemesi olan, oksijen ve hidrojenin, “gaz – yakıcı ve yanıcı” olması gibi, suya zıt özellikler taşıması nedeniyle; su’yun bu özellik ve sıfatlarının nedeni ve kaynağı, “oksijen ve hidrojen” olmasının mümkün olmaması gibi.
Zaten yukarıda demiştik: Hiçbirşey, kendinde olmayan özellik ve sıfatları, başkasına veremez. Bilgisiz, “bilgi” veremez; ışıksız, “ışık” veremez gibi… Bilinçsiz ve gözsüz atomların toplamından “bilinç, göz ve görme” çıkması vs. hep bu muhâli içinde taşır.
O hâlde: “Madde’nin kendisinde” ve “evren’in bütününde” olan özellik ve sıfatlar, fiil ve eserler; analitik bir mantıkla, analiz – sentezlerle, ayrıştırma – bölmelerle; “maddenin yapıtaşlarında” aranmaz ve evrendeki “madde – enerjilerle” nedensellenemez ve evrendeki “alet, araç, malzemelerle” rasyonalize edilemez! Ve “maddî (ve somut)” olmayan ve “neden” olmayıp, “sonuç ve işleyişin tasviri” olan; yani “zihnî ve itibarî” olan “kanun ve mekanizmalarla” da determinize edilemez! O hâlde, bu gibi konularda, analitik ve ayrıştırmacı değil; holistik ve bütüncül, yani vahdet ve vahdaniyyet gözüyle, “Tevhidî Paradigma”dan bakmalıyız.
Örneğin: Milyonlarca ton ağırlık ve büyüklükte olan ve çoğunun hızı, silâhtan çıkan mermiden milyonlarca kat daha hızlı olan “milyonlarca yıldız ve gezegeni;” uzay boşluğunda, bir yere bağlayıp – tutturmadan gezdiren ve döndüren ve milyonlarca yıldır, çarpıştırmayıp – düşürmeyerek, dengede tutan “sebep ve mekanizma ve kuvvet;” “kütleçekimi” değil, “El Kayyum ve El Hafîz” olan Rabbimiz’dir! Rabbimiz’in iradesinin, bu yönde olmasıdır. Kuvvet ve kudretiyle, bu iradesini gerçekleştirmesidir.
Çünkü ve zaten: İrade ve kudreti bu yönde olmasa; ne “kütleçekimi” kendi varlığını muhafaza edebilir ve ne de (farzı muhâl, varlığını muhafaza etse bile) yıldızları boşlukta dengede tutabilir ve ne de yıldızları döndürme ve gezdirmeye sebep olabilir! Yani “kütleçekimi”nin en fazla, yapabildiği; “çekmek”tir ve çekmesi de, kendi(liği)nden ve “kütle”den (kütle’nin zât ve tabiâtından) değildir.
Çünkü: Bu kuvveti kütle’de “yaratan” ve kütle’ye “nazil ve inzal eden, bitişik ve yanyana iktiran ettiren” ve Kudret’ini, “kütleçekimi” olarak “tezahür veya tecelli ettiren:” Âlemlerin Rabbi olan “Allah”tır!…
Özetle: Evrene, Bilim/sellik’in “parçalayıcı” ve insan zihnini “kesrete dağıtıp, çokluk ve madde’de boğdurucu” bakışı yerine; dinimizin “birleştirici ve bütüncül (holistik)”, (daha doğru ifadeyle, “Tevhid ve Vahdet” nazarıyla) ve doğru sorular eşliğinde bakarsak, görürüz ki:
Allah’tan başka hangi sebep, yeryüzünde tonlarca suyu göğe kaldırıp – arıtır; O’ndan başka hangi fail başımızın üzerinde tonlarca suyu gezdirip, muhtaçlara taşıyıp, yetiştirir!?, Allah’tan başka hangi müessir, yağmuru dünyadan terkip edip; sonra da usulca, yaprak ve çiçeklere indirir!?, Allah’tan başka hangi sebep, uzay boşluğunda sürâtle dönen dünya gemisine, hergün tonlarca “elma, bal, sütten nehirler, ırmaklar” akıtır ve gönderir!? (Çünkü: Boşlukta asılı ve sür’atle dönen ve hiçbir nakil vasıtası ve ulaşım imkânı olmayan “dünya gemisine”, hergün, “yağmur” gibi gönderilen; yani “ağaç musluklarıyla” akıtılan veya “arı, inek gibi kanal – borularla” gönderilen tüm “meyve, bal, sütlerin” miktarları, binlerce – milyonlarca tondur!), Allah’tan başka hangi neden, hangi fail; anne karnındaki bebeği, göbeğine bağladığı bir kordonla karnından; doğduğunda da, (dişleri olmayan ve katı yiyecekler için sindirim organları gelişmemiş o bebeği,) annesinin göğsünden; böyle en lâzım ve lâtif bir ni’meti gönderip – besleyebilir!?…
Ayhan KÜFLÜOĞLU