Ömer Lekesiz’in Yenişafak gazetesindeki yazısı..
Tabiatında şüpheciliğin bulunduğunu söyleyen Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin (ks) ünlü bir kelamcı ve fakih olarak sufiliği seçmesinin özel bir önemi vardır.
Öncelikle, dayısı Serî-i Sakatî’nin (ks), yeğeni Cüneyd (ks) adına somutlaşan “Allah seni sufi muhaddis değil, bir muhaddis sufi yapsın” duasıyla makbul hale gelen, şeri ilimlerin öğrenilmesinden sonra sufi olma tutumu, el-Gazzâlî ile yaygın bir tercihe dönüşmüştür.
Gerçi, el-Gazzâlî’nin sufilikle ilgisi çocukluğunda başlamış olsa da, asıl ilgisinin el-munkizu mine’d-dalâl’inde belirttiği şekilde şüpheciliğinin gündelik hayatını, ilmi çalışmalarını doğrudan etkilemesinin olgunluk dönemine denk düşmesi, bu yönelişindeki bilinçliliğe karine sayıldığından, zahir uleması ile sufililer arasında var olan büyük çatışmayı giderici etkisiyle, adı da o günden beri bu olumlu değişimle beraber anılmayı hak etmiştir.
İkinci olarak, el-Gazzâlî, İbrahim Ethem (ks) örneğinde olduğu gibi, sufilerin yalnızlığı ve zühd hayatını seçerek sosyal hayatın dışında duran insanlar oluşuna dair genel algıyı kırarak, iki yıl süren çile (dahil toplam on bir yıllık halvet) döneminin ardından halkın içine, eğitim ve siyaset hayatına tekrar dönmüştür.
Üçüncü olarak, el-Gazzâlî, Batınilik’le kelamcı ve fakih olarak nasıl mücadele ettiyse, sufi olarak da aynı ciddiyetle bu mücadelesini sürdürmüş, dolayısıyla Sünni anlayışı kesintisiz olarak izlemiştir.
Bunlardan hareketle el-Gazzâlî için (ve onun üzerinden) ulaşabileceğimiz hüküm şu olacaktır:
O, akıl terazisinin (akli şeriatın), eşyanın gerçek mahiyetine dair kesin bilgiye ulaşmakta yeterli olmadığını ancak onsuz dünya hayatının din üzere tanzimin de mümkün bulunmadığını görerek, mevcut bilgisiyle girdiği ve önceki bilgisini unutmak yerine hal bilgisiyle zenginleştirerek çıktığı çileyle, akıl terazisini zahir ve batın yönünde birlikte kullanmanın yöntemine erişmiş, dolayısıyla bizim gibi zorunlu modernler için de müsmir bir fener olmuştur.
İbn Arabi’nin (ks) onun hakkında getirdiği eleştiriye baktığımızda bu hükmümüzün önemi daha da anlaşılır hale gelebilecektir.
Fakih ve kelamcıların, “Allah hakkında hüküm vermek üzere ilahi mertebeye kendi kıstaslarıyla” yani akıl terzileriyle geldiklerini, oysa ki, Allah’ın onlara bu terazileri “Allah hakkında hüküm vermek için değil, Allah için hüküm vermek üzere verdiğini” bilemediklerini ve bu sebeple edepten ve dolayısıyla ledünni bilgiden mahrum kaldıklarını belirterek, “Bu bağlamda bir kısmı ilahi mertebeye girmiş ve terzisini kapıda bırakmıştır. Oradan çıktığında ise bu teraziyle Allah için ölçmek üzere alır. Böyle bir bilgin, teraziyle Allah’ın huzuruna giren kimseden hal bakımından daha iyidir. Fakat onun kalbi, içinde kendisine dönmek bulunursa, bıraktığı teraziye bağlıdır. Bu nedenle de düşüncesinin terazisine bağlı olduğu ölçüde, amaçlanan bilgiden mahrum kalır. Bunun nedeni bıraktığı teraziye dönük ilgisidir. Bu kişiden daha iyi hal sahibi ise terazisini kıran kimsedir. (…) Bunu yapmak güçtür ve kimsenin böyle yaptığını duymadık. Böyle bir şeyin varsayımı ise imkansız değildir” dedikten sonra, el-Gazzâlî’yi de yine bu yönden şöyle eleştirmiştir:
“Ebu Hamid kırk gün boyunca yolunu şaşırmış bir halde kaldığını söylemiştir. Bu tehlikelidir. Ümminin hali ise böyle değildir. Çünkü mümin Allah’ın katına mümin olarak girer. Ebu Hamid’in zikrettiği bu hal ise sufilerin hali değildir. Böyle bir hal, şeriatı olmayıp da ne olduğunu öğrenmek isteyen kimselerin halidir. Böyle biri araştırır, kendisine sufilerin yolu gösterilir. O da, Hakkı Hakkın bildirmesiyle öğrenmek üzere bu yola girer. Böyle birisinin idrak aracı da temizdir. Ebu Hamid’in (idrak) mahalli ise hayretle meşguldü ve ilahi fethin kendisine getirdiği hususları kabulde bu adam kadar güçlü değildi. Bu durumdaki birine fetih takdir edilmişse, fetih nasip edildiği hususlarda kendilerini yok ettiği bu teraziler hakkında basiret sahibi olur. Buna şaşırır. Dışarı çıktığında ise terazilerle birlikte çıkar ve onlarla Allah hakkında değil Allah için ölçer.” (Fütuhât-ı Mekkiyye)
Yukarıda bizimle ilgili zikrettiğim zorunlu modernler terimini tekrar hatırlatarak söylemem gerekirse, el-Gazzâlî asıl İbn Arabi’ce eleştirildiği yönden bizim (münevverlerimizin) yolunu aydınlatmaktadır.
Müslümanların (iç ya da dış olumsuz etkilerle) birbirlerini boğazladıkları şu zamanda, bunu önleme ihtimalleri güçlü olan ve zaten sayıları iki elin parmak sayısını geçmeyen münevverlerin bezginlik, umutsuzluk göstererek, kendilerini sorunlu hayatın dışına çekmeleri gerçek bir kaçış olacaktır.
Aksine sufiliğin engin denizinde yıkanarak umutsuzluktan arınan; Allah’ın ve Resulünün (sav) rızasına uygun olarak, İslami vasatta akıl terazisine tutunan münevverler ise, dine ve millete doğru hizmete, sorumluluklarını yerine getirmeye ehil olacaklardır.
Bu manada en güzel örnek ise kelamcı, fakih, sufi sıfatlarıyla ve Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid el-Gazzâlî adıyla bin yüz yıldır onların önlerinde durmaktadır.
Gazzâlî’nin hayatı ve düşüncesi hakkında okuma önerisi:
-Mehmet Ali Aynî, İslam Düşüncesinin Zirvesi Gazâlî, Haz., Erol Kılınç, İnsan Yay., İst 2011
-TDV İslam Ansiklopedisi’nde Mustafa Çağrıcı tarafından yazılan “Gazzâlî” maddesi