İslamcılık, STK’lara dönüşmekle ivme kaybetti

Stklar
Abdullah Güner’in röporajı Muradiye İlim Merkezi Eğitim Kültür Derneği, gençliklerinde Muradiye Camii etrafında merhum Ahmet Sarıoğlu Hocanın çevresinde buluşan ve tanışan, çoğu öğrenciyken sını...
EMOJİLE

Abdullah Güner’in röporajı

Muradiye İlim Merkezi Eğitim Kültür Derneği, gençliklerinde Muradiye Camii etrafında merhum Ahmet Sarıoğlu Hocanın çevresinde buluşan ve tanışan, çoğu öğrenciyken sınırlı fiziki şartlarda güzel ahlak ve doğru bilgiyle tanışma imkanı bulan insanların, bugün yeni kuşaklar için mevcut birikimlerini ve yüreklerini katarak kurdukları bir dernek.

2010 yılında farklı mesleklerden akademisyen, eğitimci, doktor, yönetici, girişimci, esnaf vb. kişilerin kurulmasına öncülük ettikleri MİM ailesi, gençlere samimi bir dost, bir ağabey, bir abla olup gençlerin bu ülkeye güzel bir gelecek olmaları amacı ve niyetiyle çalışmalarını sürdürüyor.

MİM-DER’in yapmış olduğu çalışmaları ve Türkiye’de gençliği MİM-DER Eğitim Koordinatörü Abdülaziz Tantik Bey ve MİM-DER Eğitimden Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi Ömer Karaoğlu Bey ile konuştuk.

MURADİYE İLİM MERKEZİ EĞİTİM KÜLTÜR DERNEĞİ (MİM-DER)

"GENÇLERİN HEM AKLINA HEM DE KALBİNE YÖNELMEK İSTİYORUZ"

Öncelikle bize MİM-DER’i anlatır mısınız? Hangi amaçla, ne zaman kuruldunuz? Kimsiniz, neler yapıyorsunuz?

Ömer Karaoğlu: Tam bir takvim vermek zor ama 3. yılımız zannediyorum. 3. yılımıza girdik. Aslında biraz kadim zamanlara dönmek lazım. 1970’lerin son devresi ve 80’lerin başlarında Bayrampaşa’da bir imam var idi. Muradiye Camii İmam Hatibi Ahmet Sarıoğlu. 1985 yılında vefat etti, Allah rahmet eylesin. Ahmet Hocamızın etrafında genç, ihtiyar epeyce bir insan topluluğu vardı. Onlar Ahmet Hoca’nın ilminden istifadeyle Allah’ın kitabını, peygamberi, dini ve güzel şeyleri öğrenmeye çalışılırlardı. Bir mektep hüviyetindeydi Muradiye ve cami merkezli bir oluşumdu. Çünkü aynı caminin imam hatibiydi Ahmet Hoca. Bu dönemlerde özellikle 80’lerin ilk devresi benim de yetiştiğim dönemdir. Ortaöğretim öğrencilerine, üniversite öğrencilerine ve çalışan kesime yönelik ayrı ayrı grup çalışmaları vardı rahmetli hocanın. Aslında dönem için oldukça verimli ve faydalı bir topluluktu. Tabi Ahmet Hoca’nın 85 yılında vefatıyla bu arkadaş grubu bağlarını sürdürmekte ısrar ettilerse de bir miktar çevreye de dağıldılar İstanbul dışına da, İstanbul’un değişik semtlerine de. Tabi rahmetli hocamızın faaliyet alanı sadece Bayrampaşa değildi. Bayrampaşa’yı aşan ilgi ve bağları da vardı. Zaman zaman farklı muhitlere, farklı ilçelere ders okutmak için de kitap ve sünnet ekseninde yaptığı çalışmaları paylaşmak için giderdi. Aradan geçen uzunca bir dönemden sonra biz bu dağınıklığı yeniden nasıl toparlarız ve bir araya geliriz, güzel bir mekan inşa edip, bu çalışmaları yeniden ihya edebilir miyiz endişesiyle birkaç arkadaşımızın teşvik ve gayretleriyle MİM Muradiye İlim Merkezi’ni tesis etmiş olduk.

Bu çalışmanın da aslında o günlerde gelişen ana damarı değişmedi. Yine aynı vurgularla aynı değer ve hassasiyetleri ihya etmeye yönelik bir çalışma. Belki aletler, imkanlar ve vasıtalar çeşitlendi ve çoğaldı. Ama insanla ilgili olan eksen değişmiyor. Bu tür çalışmalar her zaman ihtiyaç duyduğumuz çalışmalar. Memleketimiz ve bütün dünyanın ihtiyacı olan çalışmalar diye düşünüyoruz. Buradan özellikle Abdülaziz Hocamız gibi kıymetli dostlardan destek alarak, buradaki çalışmayı daha düzenli, tertipli nasıl kılabiliriz, onların da birikimlerinden nasıl istifade edebiliriz çabası içerisinde MİM 3. yılına girmiş oldu.

Burası ortaöğretim öğrencilerinin müdavimi olduğu, gelip gittiği bir mekan. Burada onların bir taraftan okul derslerine takviye ve destek amaçlı bir eğitim ve öğretim var. Bir de tabi eğitsel tarafı var.

Abdülaziz Tantik: Burada ağırlıklı olarak 3 temel eksen üzerinden hareketle öğrencilerle diyaloğumuz var. Birinci temel eksen, çocukların derslerine müfredat eğitimlerine katkıda bulunmak. Sosyal bilgiler, matematik, fen, fizik gibi derslerine burada -üniversiteli abiler tarafından kendilerine yardımcı olunuyor- dersler veriliyor. Orada okul derslerinin gelişmesine, yani akli boyutlarının gelişmesine yönelik bir katkıda bulunuyoruz. Tabi bizim çalışmalarımız bununla sınırlı değil. Aynı zamanda onların kalbine de yönelmek istiyoruz. Çünkü her çocuk fıtrat üzere doğar ve bu fıtrat üzere doğmasının gereği olarak da dinle daha sahih bir ilişki kurar. Bu çerçeve içerisinde onlarla değerler üzerine de bir çalışma yapıyoruz. Bunu iki düzeyde yapıyoruz. Bir kitap okumaları çerçevesinde, iki tarih ve medeniyet çerçevesinde yapıyoruz. Bunları daha çok gruplar bazında değerlendiriyoruz. Öğrenciler kitap okuyorlar ve o hoca eşliğinde o kitaplar üzerinde mütalaalar yapıyorlar. Tarih ve medeniyet bağlamında da hem geziler hem görsel vizyon dahil olmak üzere çocuklarla tarih ve medeniyet üzerine konuşmalar yapıyoruz. Bir de bunların üzerine değerler eğitimi dediğimiz daha çok ahlak, din, iman, İslami düşünce diye tanımladığımız kavramların da bir şekilde çocukların zihinlerine nakşedilmesi için onlarla sohbetler tertip ediliyor. Bu çerçeve içerisinde de kalbi derununa bir şekilde yönelmek, onlarla bir bağ kurmak istiyoruz. Üçüncü temel şıkkımız ise, sanatsal faaliyetler bağlamındadır. Bu noktada da ara ara film izletiyoruz.

Sanatsal çalışmalarda bizde ağırlıklı olarak gitar var mesela. Çocuklar gitar çalmayı öğreniyorlar, müzikle bağlarını kuruyorlar. Bu çerçeve içerisinde de duygularına hitap etmek istiyoruz. Sinema, gezi gibi faaliyetlerimizi yoğunlaştırıyoruz. Örneğin, geçen günlerde Suriye ile ilgili sosyal yardımlaşma çalışmalarımız oldu. Suriye anlamında bizim öğrencilerimizin hazırladığı bir kermes düzenlendi. Bu kermese kendileri katkıda bulundular ve para vererek ürünleri satın aldılar. Çocuklar pasta, börek gibi yiyecekleri evlerinde hazırladılar. Bir kısmı annelerine hazırlattılar ama kızlarımız kendileri hazırladılar. Yaptıklarını burada sundular, sonra kahvaltı ve öğle yemeğinde aileler de katıldılar. Bütün bir Pazar gününü böyle geçirdik. Artı gençlere yönelik Gazeteci Yazar Turan Kışlakçı tarafından bir seminer verdirdik, Suriye’de neler olup bittiği üzerine. Çok güzel ve hoş bir ortam oldu, cıvıl cıvıldı. Bu tip çalışmalar da devam ediyor. Hem akıllarına, hem kalplerine hem de duygularına hitap eden bir çerçeve üzerinden geçiyoruz. Bazen çok yoğun oluyor, çok güzel geçiyor. Bazen üzüyorlar bizi, hiç gelmiyorlar, bugün olduğu gibi (Gülüyolar) Ama her an çocuklarla içli dışlı olmak bence çok keyifli ve çok güzel.

"KENDİNİ GENÇ HİSSEDEN HERKESİ GENÇ OLARAK KABUL EDİYORUZ"

MİM-DER olarak “gençlik” kavramını nasıl tarif ediyorsunuz? Gençlerle ilgili ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: Bu bölgenin çocukları özellikle düşünce ile çok fazla içli dışlı değiller. Kitaplarla belki içli dışlı olma ihtimalleri var, çünkü artık ortaokullarda ve ilkokullarda edebiyat derslerinde düzenli kitap okumaları yapılıyor. Fakat düşünce ve kavram dediğimiz durum üzerinde çok fazla ilişkili değiller. Biz daha çok gençlere bu temel bilgilerin ne olacağı ile ilgili temel değerlerle ilgili şeyler vermek istiyoruz. Bu çerçevede hem metin okutuyoruz, kitap okumaları yapılıyor bir taraftan, mesela Mustafa Kutlu’nun öyküleri okutulup onun üzerinden değerlendirmeler yapılıyor, bir zemin ve temel oluşturacak bilgiler aktarmak istiyoruz. Ben hem ortaokul hem de liselerin dersine giriyorum. Haftada 1 ders her sınıfa giriyorum. Onlarla da biz temel kavramları konuşuyoruz. Allah, din, iman, düşünce, özgürlük gibi bu kavramlar üzerinden paylaşımlarda bulunuyoruz. Bir perspektif kazansınlar istiyoruz. Bu çerçevede çalıştığımız için bir gençlik olarak daha çok ortaokul ve liseyi hesaba katan ama tabi buna üniversiteyi de ekleyen, üniversiteyi bir gençlik hareketi olarak düşünmekte büyük fayda var, ama biz biraz daha trendi açıyoruz, kendini genç hisseden herkesi genç olarak kabul ediyoruz. Özellikle Ömer Hocamın tefsir dersleri olsun, bizim Cuma sohbetlerimiz olsun orada da bayağı yaşlı gençler geliyorlar. Derslere, sohbetlere katılıyorlar hatta Arapça derslerimiz var.

Burada genç kavramını salt, belli bir zamansal aralığa sıkıştırmıyoruz. Daha geniş düşünüyoruz ama tabi ki bizim sonuçta daha çok 9-10 ve 18-20 arası bir hedef kitlemiz var. onlarla daha çok ilişki kuruyoruz. Mesela önümüzdeki dönem kampa götürmek istiyoruz. Ara ara sinemaya götürüyoruz, gezilere götürüyoruz. Mesela Fatih, Suriçi özellikle de tarihi yarımada gezilerini yapacağız. Bunlarla çocukların hem tarihi tanımaları, bir kişilik, bir kimlik, bir farkındalık oluşması için elimizden gelen gayreti göstermeye çalışıyoruz.

"KLASİK SİVİL TOPLUM ANLAYIŞININ ÖTESİNDE BİR ŞEY MÜSLÜMANCA DÜŞÜNMEK"

Dersinizden bahsedebilir misiniz kısaca?

Ömer Karaoğlu: Hocamız zaten bunu satır aralarında ifade etmeye çalıştı. Bu neticede gencin ihtiyardan, çocuğun aileden, öğreticiden kalın çizgilerle yapay çizgilerle ayrılmamasını gerektiren bir eğitim anlayışı. Aslında bunu ne kadar ihdas edip burada oluşturabiliriz bilmiyoruz ama gayretimiz bu yönde inşallah. Bahsedilen dersler bu amaca yönelik dersler. Belki burada özellikle öğrenci kitlesinin içerisinden çok az kısmı bu yetişkin faaliyetlerine katılabiliyor. Ama amacımız bu geçişkenliği de zaman içerisinde sağlayabilmek.

Haftada bir gün Kur’an çalışması yapıyoruz. Kur’an’ı nüzul tertibi içerisinde yürüttüğümüz bir çalışma bu. Bu amaçla oluşturulmuş bir çalışma. Bu sürekli yürümesi gereken okuma faaliyeti ve düşünme faaliyeti. Burada da ilimle-amel, ilimle-iman, ahlak arasında irtibatların da çok sıkı ve geçişken olduğunu biliyoruz. Bu noktada da her ne kadar teorik ayrımlar koysak da ilimden, amele ve Salih amelden imana dönük irtibat alanının canlı ve diri geçişken olması gerekiyor. Bunu da böyle ortaya koymak gerektiği için bu dersler aynı zamanda bir ahlakı, bir pratiği ve ameli ortaya koyma amacına dönük değilse yapılanlar da kuru bir okumadan öteye gitmez. Belki standart, klasik manada sivil toplum kavrayışının ötesinde bir şey Müslümanca düşünmek, Müslümanca eylememiz bakımından bir şey bu. Çocukların düşünce dünyasına dönük şeyler hep bunlara dönük şeyler.

Ayrıca hadis okumalarımız var. Cuma akşamları Abdülaziz Hocamızın belli kavramlar ki kendisinin önceden tespit edip belirlediği kavramlar etrafında bir sunumu oluyor. O da çok verimli ve bereketli geçiyor. Onun dışında bir hadis okuma çalışmamız var. Şevket Hocamızın pazartesi akşamları yaptığı hadis okumaları var. Onun dışında aylık seminer programımız var. Yakın zamanda başladık, zannediyorum bu üçüncüsü olacak inşallah. Daha önce Abdurrahman Arslan, Mustafa Tekin geldi, nasip olursa bu ay Ümit Aktaş gelecek. Bu seriyi de önemsiyoruz. Ayda bir meseleleri biraz daha teferruatlı konuşabileceğimiz, dinleyebileceğimiz bir zemin oluşturmaya gayret ediyoruz. Bu da bizim rahmetli Ahmet Hoca’nın başlattığı bir gelenekti aslında.

Birçok cemaatin, cemiyetin bu anlamda faaliyetleri var. Biz biraz daha esaslı konular seçmeye gayret ediyoruz. Hayatımıza intikal etmesini arzu ettiğimiz, zihinlerimizde karmaşa, karışıklık oluşturmuş birtakım kavramları, kurumları, olayları, ilişkileri burada inşallah bir parça açıklığa kavuşturma fırsatına sahip oluruz. Bu dışarı açık bir faaliyet, çevreye, dostlara açık bir faaliyet. Gerçi bütün faaliyetlerimiz öyle ama ancak aylık seminerlerde öyle bir genişliği bulabiliyoruz. Katılım gayet güzel, inşallah artarak da devam eder.

"İSLAMCILIK HAREKETİ STK’LARA DÖNÜŞMEKLE BERABER ÇOK CİDDİ BİR İVME KAYBETMİŞTİR"

Yaptığınız dersleri sizin de anlatmanızı istiyorum hocam. Burada şöyle bir soru da geliyor aklıma: Müslümanların başını çektiği ve kurumsallaşmasını sağladığı STK’ların bu son 10 yıllık dönemde ciddi bir çalışma ve faaliyet içerisinde olduğunu görüyoruz. Geçmişten günümüze ne tür bir değişim, dönüşüm geçirdiğimizi düşünüyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: Biz burada derslere 3’te başlıyoruz. Çocuklar önce aşağıya inip abdestlerini alıyorlar, birlikte namaz kılıyoruz, sonra derse geçiyoruz. Cumartesi-Pazar ağırlıklı olarak kız erkek lise öğrencilerimiz geliyor. Öğle tatilini 25 dakika yaptık, rahat namaz kılsınlar diye, cemaatle namaz kılıyoruz. Çocuklar abdestlerini alıyorlar aşağı iniyorlar ve namaz kılıyoruz. Bu aynı zamanda konuşulan şeylerin uygulamada da pratik olarak gözetilmesini hedefleyen bir şey ki bu bence çok anlamlı ve önemli. Bunu bir baskı oluşturarak değil ama gönüllü katılımı sağlayarak gerçekleştirildiği zaman çok bereketli olacağını düşünüyoruz. Çocukların bir şekilde namazla, cemaatle, topluluk olarak dini bir ritüeli yerine getirmekle buluşması çok önemlidir. Onun ruh dünyasında çok güzel gelişmelere vesile olur umudunu taşıyoruz.

Tabi STK’lar daha çok belki İslamcılık hareketi içerisinden tanımlamak gerekir ki İslamcılık hareketi STK’lara dönüşmekle beraber aslında çok ciddi bir ivme kaybetmiştir, bir yozlaşmayı da içinde taşımıştır. Çünkü daha önceleri gerçekten hem siyasal hem de ekonomik odaklardan uzak duruyorlardı. Bu açıdan da daha özgür ve düşünceyle daha iç içe bir yaşamı öne çıkarıyorlardı. Bu da etkinliklerini daha da çok arttırıyordu.

Mesela 90’lı yıllara baktığımız zaman üniversitelerde Müslüman camianın çalışmaları çok yoğun ve çok bereketliydi. Şimdi aynı üniversitelere dönüp baktığımız zaman çok ciddi kırılmalar var. Eskiden bir parti hareketi olması bağlamında Milli Görüş’ün, Anadolu Gençlik bağlamında çok önemli işler yaptığını görüyoruz. Ama bugün aynı atılımı aynı enerjiyi göremiyoruz. Daha sivil, siyasetten bağımsız gruplar, cemaatler vardı üniversitelerde çok ciddi çalışmalar yapıyorlardı. Bugün göstermelik hareketlerin dışında üniversitelerde çok ciddi bir hareketin varlığını gözlemleyemiyoruz. MTTB, ki bizim kuşak MTTB ile büyümüştür, ama son dönemlerde MTTB’yi yeniden dirilteceğiz diye ortaya çıkanların siyasal bağlantıları yüzünden çok ciddi bir hareket ortaya koymamalarını gözlemleyebiliyoruz. Bütün bunlar STK’ya dönüşen cemaatlerin aslında çok ciddi anlamda güç ve değer kaybına uğradığını gösteriyor bize. Bunun en temel sebebi bugün büyüme arzusu, güç elde etme hissiyatı, arzusu, isteği doğal olarak kişileri ekonomik gruplara ya da siyasi güçlere yönlendiriyor. Onlarla kurulan bağlar ise tersinden çok olumsuz etkiler oluşturuyor. Bunu bir örnekle somut olarak şöyle anlatmak istiyorum.

2004-2005 yıllarında İslamcılar bir eylem yaptıklarında Beyazıt’a 10 bin kişi topluyorduk. 2006, 2007, 2008’lerde 5-6 bine düşmüştü. 2010’dan sonra artık bin kişiyi bulamıyoruz. Hedef küçülttüler Fatih Camii’ne taşıdılar. Gerçekten bu çok acı bir durum. İslamcılığın nasıl siyasallaşarak, siyasal erke yaklaşarak kendi varlığını aslında tükettiğini, erittiğini gösteren tablo ki bu çok hoş bir şey değil. Bu tabi biraz da şey, sizden birileri iktidara geliyor; tanıdığınız içinizden birileri belediye başkanı, milletvekili oluyor; bir şey istiyorsunuz ve tek telefonla hallediyorsunuz. Ama bu sefer iş eleştiriye gelince, muhalefet etmeye gelince hiçbir şey yapamıyorsunuz.

Bununla birlikte genel bir kanı var, Ak Parti’nin İslamcıların yapmaya cesaret edebildiği birçok şeyi hem söylemesi hem uygulaması da sanırım bu erimeyi de beraberinde taşımıştır. Görece de olsa böyle bir özelliği var. Özellikle Arap dünyasında Ak Parti’ye yönelik İslamcı tanımla yapılması ki yerli İslamcılar bunu kabul etmezler. Ama dışarıdaki İslamcılar Ak Parti’yi İslamcı ve rol model olarak görüyor. Bunlar da otomatik olarak buradaki insanları, belli bir şuur seviyesinin altında olan insanları ya da biraz daha dünyevileşmiş bir İslamcı tabanı etkisiz hale getirdi. STK’ların olumsuz yansımaları olarak düşünüyorum ben bunu.


 

"BİZ ABİLERİMİZİN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARDIK, AHLAKİ BÜTÜN EDİMLERİ ONLARIN GÖZÜNÜN İÇİNE BAKARAK ÖĞRENDİK"

Gençler, üniversitelerde yıllarca bu hareketlerin içinde bir kıvılcım oluşturdu. Ama bu durumun giderek kaybolduğunu her şeyin çözüldüğü, normalleştiğini, kimsenin eleştirisini dile getirme kararlılığını dahi gösteremediğini görüyoruz. Bir söz geliyor aklıma; Batılılar bugün “Müslümanlarla ilgili bir şeyi yine Müslümanların kendi kendilerine yapmasına” cidden çok özen gösteriyor olmalılar. Kendimize gözlerimizi kapamış durumdayız! Türkiye’nin son dönemini nasıl görüyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: Sezai Karakoç’un [5 Ocak 2013] cumartesi günü konuşması vardı, bence muhteşemdi. Orada nasıl sekülerleştiğimizi söylüyordu. 150 yıldır batılılaşma süreci devam ediyor. Gerçek modernleşme, gerçek Türk modernleşmesi 2002’de başladı. 2002’de başlayan süreçle birlikte tabana yayıldı. Bundan önceki bütün modernleşme süreçleri yukarıdan aşağıya doğru bir dikteydi. Ama 2002’yle beraber tabandan tavana doğru bir istek olarak tabana yayılarak varlık kazanmaya başladı ve bence modernleşmenin gerçek tarihi 2002’de başlar. O yüzden sekülerleşme çok başat bir unsur haline geliyor. Başbakan’ın sürekli dile getirdiği şeyler var: “Biz din milliyetçiliği yapmayacağız, para milliyetçiliği yapmayacağız, ırk milliyetçiliği yapmayacağız” diye. Orada da aslında farkına varmadan bir ikiliğin laikliğin aslında Müslüman zihin tarafından nasıl algılandığını da ortaya koymuş oluyor bize. Siz evet, dindarları seveceksiniz ama dindarlık ya da dindarlığın öne çıkmasına izin vermeyeceksiniz anlamında.

O yüzden merkeze gelen her güç artık çevre olmaktan çıkıp merkez olmaya başladığı anda zaten hem değer anlamında hem düşünce hem de eylem anlamında bir değişime de maruz kaldığını göstermiş oluyor bize. Bu çerçevede çok problemli bir şey.

Gençlerle ilgili duruma gelince şöyle bir şey vardı: Biz abilerimizin gözüne bakardık. Biz abilerimizi rol model olarak kabul ederdik. Onlar bizim için yaşayan pratiklerdi. Ahlaki bütün edimleri biz onlara bakarak öğrendik. Bakardık kitap okuyor biz kitap okumaya özenirdik. İnsanlara bir şey anlatıyordu biz de insanlara bir şeyler anlatmak isterdik. Bugün o tarz insanların sayısı çok düştü maalesef. Böyle bir problemle karşı karşıyayız. Geriye kalanlara da artık şöyle diyorlar: “Siz hala orada mısınız?” diye. Ben de Ömer de biz hâlâ buradayız diyoruz. Bir yere gittiğimiz yok bizim.

"BİZDE İKTİDAR OLAN MUHALİFTİR, MUHALİF OLAN İKTİDARDIR"

Ömer Karaoğlu: MİM’in ne olduğunu söylemek için biraz MİM’in ne olmadığını da anlatmaya çalıştık aslında. Belki o vesileyle buralara kadar geldik.

Benim de kanaatim şu: Müslüman olmayı, dindarlığı salt politik aktörler, ilişkiler üzerinden okumanın bir sonucu oldu bu yaşanan süreç. İktidara taşındı, Müslümanlardan birileri siyasal iktidar oldular… oysa bizim kavrayışımızda, nazari planda da iktidarla muhalefette bu kadar kalın çizgilerle, tıpkı sivil, resmi, kamusal, özel alan ayrımı olmadığı gibi net tanımlarla ortaya konmuş değil. Bizde iktidar olan muhaliftir, muhalif olan iktidardır. Batılı manada bir iktidar ve muhalefet tanımının mutlaklaştırılması ayrı bir çelişkidir bizim açımızdan. Bu tuzağa da dikkat çekmek lazım. O açıdan Müslümanların elbette siyasal bilinci dünya muamelatına dair genel anlamdaki ifadesiyle, söyleyecek sözleri, hassasiyetleri, eylemsellikleri olmalı. Ama bu okumayı modernin politik unsurları, aktörleri, aletleri üzerinden yapmamalı bu okumayı!

Aslında böyle olduğu zaman X parti Y parti fark etmeyecek. Adalet-zulüm, hak-hakkaniyet esası üzerinden yaklaşacaktır hem ülkesinde hem de dünyada olan bitenlere. Böyle olduğu zaman o angajman tuzağı da aslında bertaraf edilmiş olur diye düşünüyorum. Bu anlamda belki bizim gibi kurumların –ki Abdulaziz Hocanın da az önce söylediği gibi- bu ülkenin ve dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu böyle bir bağımsız söyleyiş. Bu bağımsız söyleyiş sadece kitapla ve Peygamber(sav)’le, onun sünnetiyle kayıtlı bir söyleyiştir. Onu bağlayan üçüncü, dördüncü unsurlar yok, olmamalı. Bu anlamda bizim reele dair tutumumuz idealle reel arasındaki o ince çizgi, itidal çizgisidir. Yani ideali reel adına buharlaştırmayan realiteye teslim olarak… Ve yaşanabilme ihtimali olamayan bir kurgusal din de icra etmemeliyiz. İdeale de bu anlamda yaslanarak dini yaşanır olmaktan çıkarmamalıyız. Bu denge çok önemli bizim için. Bu kurumlar ve bu kurumlarda iş gören insanları aslında bu anlamda bu amaca hizmet etmeli. Bu açıdan çok kıymetli de. Bu kurumları çoğaltmak lazım. Aslında kurumsal olmaktan öte bireyde başlayan, ailede devam eden, topluma hücreleriyle yansıyan bir çalışma biçimi. Onun için bunu çok kalın çizgilerle belirleyip STK demenin de bir anlamı yok aslında. Ama bu kurumlar bir cemaattir, cemiyettir.

"BU MEKANLAR GENÇLERE DOĞRU ROL MODELLER SUNMAK İSTİYOR"

İnsan gençken daha savruk, daha gözü kara, daha hesapsız oluyor… Bu anlamda gençlerin doğru yönlendirilmesi zorunlu oluyor. Gençlere kılavuzluk yaparken, örnek olurken hareket ettiğiniz temel dinamikleriniz (değerleriniz) nelerdir?

Abdülaziz Tantik: Tabi ki bu noktada bizim için Müslüman olmak en temel özelliktir. Burada bizim için en temel örnek Hz. Peygamber (sav)’dir. Peygamber (sav)’ın örnekliğini örnek alacak gençlerle ilişki kurmak gerekiyor. Bunun için de tek bir kavramımız vardır; cömert ve fedakar olmaktır. Hem beklentisiz olarak vereceksiniz hem de fedakarlık yapacaksınız, bazı haklarınızdan vazgeçeceksiniz. Onlar için bazı hasletlerinizden, bazı tutumlarınızdan vazgeçeceksiniz. Diyelim ki rahata düşkünseniz, bu işi yapamazsınız. Çocuklarla, gençlerle hemhal olacaksınız, onların dertleriyle dertleneceksiniz. Onlarla gerektiğinde bir baba müşfikliğinde gerektiğinde bir abi sıcaklığında gerektiğinde bir kardeş, arkadaş, bir dost sıcaklığında ilişki kurarsanız aslında o çocuk sizi sever ve o sevgi üzerinden çocuk kılavuzunu temin eder.

Biz biliyoruz ki eğitimde vazgeçilmez bir şey vardır; rol model. Çocuklarımız rol model olarak televizyonlarda, gazetelerde, magazin programlarında gibi birçok alanda yanlış rol modellere yönlendiriliyor. İnsanlar yanlış rol modeller yüzünden de yanlış işler yapıyorlar. Ama bu tip mekanlar onlara doğru rol modeller sunmak istiyor. Feragat eden, fedakarlık eden, kendisi bir beklenti içinde olmadan onlara yardım eden, destekleyen, paylaşan tipler… Bunlar olunca çocuklar da zaten doğal olarak onlara benzemeye çalışıyorlar, sorunlar da çözülüyor. Burada en temel niteliğin sevgi ve muhabbet olduğunu düşünüyorum. Eğer bir kişi hocasını, arkadaşını severse, bir dostunu ya da abisini severse ona benzemek isteyecektir. O namaz kıldığı zaman o da namaz kılmaya başlayacaktır. O hiç yalan söylemiyorsa, o da yalan söylememeye başlayacaktır. Ya da o kişinin sözü etkili olacaktır.

Düşünün sigara içen birinin çocuklara sigara içmeyin demesi. Bu mümkün mü? Burada rol modelin ahlaki anlamda ideal bir çizgiyi taşıması gerekiyor ki o çocuklar da ona bakarak kendilerini düzeltsinler. Ben bu tip yerlerde buna çok uygun tiplerin olduğunu düşünüyorum. Gençlerin içerisinde bu işi çok iyi yapan arkadaşlarımız oluyor, biz de onlara destek veriyoruz. Çocuğun diyelim ki sınavı var, buradaki hocalar yalnız derse girip çıkmıyor, o çocuklara ders çalıştırıyor. Bu vesileyle de çocuklar hocaların fedakarlık yaptığını görüyorlar. Biz ayda 20 TL gibi çok cüzi bir ücret alıyoruz. Ders başı değil bu, kayıt için alıyoruz. Bu çok sembolik bir ücret. Artı gezmeye götürüyorsun, sinemaya götürüyorsun, kitap alıyorsun, şunu yapıyorsun, bunu yapıyorsun… Bunun dışında artı bir ücret istemiyoruz. En asgarisini ona yüklüyorsun, gerisini sen karşılıyorsun. Bunların hepsi fedakarlık ve cömertlik olarak ön plana çıkıyor. Çocuk bunu fark ediyor; bugün fark etmese bile büyüdüğünde fark edecektir. Ben böyle bir ortamdan geçtim benim de böyle olmam lazım diyecektir. Özellikle ortaokul, lise ve üniversite 1 ve 2 sınıflarına hitap ederken bunların bugünden yarına pat diye her şeye haiz olacaklarını düşünmek yanıltır bizi. Bu süreçte sağlıklı bilgilerle, sağlıklı kişilerle iletişim kurmaları bizim için avantajdır ve güzel tarafıdır bu işin. Süreç içerisinde de şu an yaramaz olsa da bu onda iz bırakır ve gelecekte onun doğru yola yönelmesinde onun tekrar doğru zemine ulaşmasında önemli bir işlev kazanır diye düşünüyorum.

Ömer Karaoğlu: Resmi ve formal, modern eğitim metodlarından temel farkı bu. Modern eğitim sisteminde insanların öğretmenin öğrencilerini seçmek gibi bir şansı yok. Ama buralarda bu imkanlar var. Dostluk ilişkisini kurduğu, sevdiği bir eğitici, abisi, bir büyüğü ile irtibat kurup bu dostluğu geliştirebileceği bir zemindir burası. Ama formel eğitimler böyle değil. Zamanı gelince mezun olur, diplomayı alır ve gidersiniz. Bireysel istisnalar, o eğitim sisteminde fedakar hocalar da var. Ancak bu yapılar ağırlıklı olarak böyle bir ilişki alanı tesis etmek üzerine kuruluyor. Söz ve eylem tutarlılığı olan insanları örnek alacak bu çocuklar. Bu tarafı da çok önemli; burada bu kadar işi neden yapıyor bu insanlar? Bu soruya vereceği cevap aslında bu kurumun hedefi. Bu kadar katkıyı bu bir avuç insan neden bize veriyor. Çocuğa bu soruyu samimiyetle sordurabilmek ve doğru cevabı bulabilmesini sağlamak. Çünkü hayatının bundan sonrası için önemli olanı bu soruya vereceği cevaptır.

Türkiye’de yıllarca gençliğin önüne birtakım idealler servis edildiğini ama yapılanların genellikle bunların anlatılmasından ibaret kaldığını görüyoruz. Bu anlamda geleceğin inşası için gençlere ne yapmak gerekiyor?

Abdülaziz Tantik: Yapılması gereken şu, bir çocuğun ne olup olmadığı ile birinci derecede ilgilenmeden onun doğru davranışlar ve düşüncelerle buluşmasını sağlamaktır. Süreç zaten onu ıslah edecektir diye umuyoruz. ‘Bunu sana söyledim, hemen kendini düzelt’ değil de doğru örnek ortaya koyarak, doğru düşünceyi ona sunarak, onu hissetmesini, onu deneyimlemesini sağlayarak hareket edersek gelecek açısından bence umut var, geleceğin inşasında olumlu adımlar atmış oluruz.


"BİZ DAVETÇİ BAKIŞI GELENEKTEN ALIYORUZ VE GELECEĞE TAŞIYORUZ"

Gençlerle ilgili çalışmalarınızı yürütürken gelenekten nasıl besleniyor, geleceğe nasıl bakıyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: İnsanla birebir ilişki kurmak, onlarla muhabbet kurmak, onlarla paylaşmak, davetçi kimliğiyle alakalı bir şeydir. O yüzden biz davetçi bakışını gelenekten alıyoruz ve geleceğe taşıyoruz. Elbette ki algısal düzlemde ya da araçsal anlamda bazı farklılıklar söz konusu olacaktır. Öz itibariyle bir değişiklik söz konusu değildir. Davetçiden kastımız şu; bir saflığı ve bir sahihliği içinde taşımasıdır. Dini gayesi saf olacaktır, Allah’ı razı etmenin dışında bir gayeye matuf olmamalıdır. Burayı bir sıçrama tahtası haline dönüştürmemelidir. Bu çok önemli bir ayrım.

İkincisi mümkün mertebe sahih olanla bir ilişki kurmalıdır. Kur’an ve sünnetin o sahih çizgisine yakın duruşu öne çıkararak ya da tarih boyunca Peygamber (sav)’den hemen sonra sahabelerin ondan sonraki toplulukların bu sahih çizgiyi taşıdıkları gibi o çizgiyle doğru ilişkiler kurarak bugün de aynı çizgiyi taşımaktır.

Davetçi bunu yaparken hem bir saflığı hem de sahihliği öne çıkarır. Bu zaten davetçinin vazgeçilmez özelliğidir. Diğer özelliği de ahlaki özelliklerdir. Feragat etmesi, fedakarlık etmesi, cömert olması, kendinden çok diğerlerini düşünmesi gibi şeyler bunu besleyen şeylerdir. Bu dün de gelenek anlamında da öyleydi, yarın da olması gereken özelliklerdir bence.

"DÜN, BUGÜN VE GELECEK ARASINDA SAHİH BİR DÜŞÜNCE İNŞA ETMEK"

Ömer Karaoğlu: Bizim medeniyet tarihimiz anlamında baktığımızda kökleri çok daha derinde olan peygamberler tarihi ile irtibatlandırdı hocam. Ama bu geniş tarihi sahayı da bir tarih bilincini ıskalayarak, yok saymayan bir yaklaşım biçimi. Bunu yapmış olmak, bizim için örneğin Osmanlı’yı içerisinde çok kıymetli tecrübelerin bulunduğu bir laboratuvara dönüştürür. Ama aynı anda tümüyle onunla aynileşen, hatadan beriyi gören bir sığ muhafazakarlığa da dönüştürmemeli. Bu da itidal noktası tabi. Gelenekle bu anlamda yüzleşmeliyiz elbette. Burada tarih çalışmaları, tarih okumaları, geziler hepsi bu kimlik buluşmasıyla ilgilidir. Dünü ve hafızası olmayın bir toplumun istikbalinin de olmayacağını biliyoruz hepimiz. Dünüyle, bugünüyle, geleceğiyle 3 boyutlu bir düşünme sahih bir düşünme biçimini inşa etmek buradaki amaç. Ama gelenek anlamında teslimiyetçi bir tavır, geleneği aynıyla tekrarlayabileceğini varsayan bir tavır, gelenek de gördüğü her şeyi kutsayan, mübarekleştiren, azizleştiren bir yaklaşım ne de geleneği yok sayarak onu tezyif eden bir yaklaşım biçimi. Bu ikisi arasında itidali de hedefliyoruz tabi. Bunlar uzun süreli süreçler, yaşanarak anlaşılacak süreçler.

"TÜRİYE’DE ÖZGÜRLÜĞÜN ALGILANMA BİÇİMİ ÇOK SAKAT"

Türkiye’de yakın zamana kadar özgürlüklerle ilgili ciddi sorunlar yaşanıyordu. Bu sorunların birçoğu bugün çözülmüş olsa da önümüzdeki süreçte büyük problemlerin bizi beklediği aşikâr. Türkiye’de özgürlüklerle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: Kurumsal anlamda değil ama mutlaka şahsi kanaatlerimizi paylaşabiliriz.

Özgürlük kavramının çok sorunlu ve problemli olduğunu düşünüyorum. Özellikle özgürlüğün algılanma biçimi Türkiye’de çok sakat. Özgürlüğü daha çok hak mefhumu ve insan hakları kavramı çerçevesinde değerlendiriyoruz. Ve tamamen modernliğin ürettiği kavramsal çerçevenin içerisinde sıkışmış olarak buluyoruz onu. O yüzden böyle bir özgürlük anlayışı ya da özgürlük beklentisinin kendisi zaten problematik özellik taşıyor. Hakikatle ilişkisi bağlamında da sorunlu duruyor. Bu çerçeveden meseleye baktığımız zaman görece Batılı anlamında özgürlükler sanki görece daha bir özgürlük ortamı varmış gibi görünmekle beraber aslında tam tersi özgürlüklerin çok ciddi bir şekilde baskılandığını da düşünüyoruz. Çünkü özgürlüğün tam olarak ortaya çıkabilmesi için herhangi bir baskı ortamının oluşmaması gerekir. Buna hem siyasal hem ekonomik hem sosyal baskıyı ekleyerek söylüyorum. Eğer bir taraftan baskın bir siyasal ortam varsa, diğer taraftan baskın bir ekonomik ortam varsa öbür taraftan baskın bir sosyal ortam varsa bu aslında benzer bir şekilde özgürlüğü ortadan kaldıran bir durumu oluşturuyor.

28 Şubat’ta biz özgürlükten bahsedemiyorduk. Aslında özgürlüğü kısıtlayan, yasaklayan herhangi bir şey söz konusu değildi doğal olarak. Ama ortamda oluşturulan baskın karakterin kendisi özgürlükleri işlemez hale getiriyor. Tersine bugün de aynı şeyler söylenebilir. Ekonomiyi elinizde tutuyorsunuz, siyaseti elinizde tutuyorsunuz ve medyayı elinizde tutuyorsunuz bütün bunlarla beraber sizi özgür kılıyorum diyorsunuz.

Bakıyorsunuz PKK ile görüşmeler yapılıyor, değişik konuşmalar yapılıyor, bugün her şeyi konuşup tartışabiliyorsunuz ama öyle bir baskın ortam var ki mesela uca gittiğiniz an silinebilirsiniz. Hakim kanaatin dışında bir yorum sergileyemezsiniz. Bu çerçeveyi hesaba kattığımızda bence özgürlükler tam olarak ortada değil. Ama bunu ben Batılı norm içinde söylemiyorum. Bunun özellikle altını çizmek isterim. Dolayısıyla böyle bir özgürlük, herkesin çok rahat bir özgürlük ortamının olduğunu düşünmüyorum. Özellikle filozoflar için, hikmet sahibi insanlar için, düşünce insanları için tam bir özgürlük ortamı yok. Çok rahat dışlanabilirsiniz, çok rahat yok sayılabilirsiniz, çok rahat silinebilirsiniz.  



"TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN EN SORUNLU ALANI SINAVDIR"

Yapılan araştırmalara göre Türkiye’deki gençlerin büyük bir çoğunluğu imkanı olsa yurt dışına gidebileceğini ve orada yaşayabileceğini söylüyor. Sizce gençler Türkiye’den neden gitmek istiyorlar? Gençler, Türkiye’de neyden memnun değil?

Abdülaziz Tantik: Gençlerin yurtdışında yaşamak istemelerinin çok temel ve haklı göstergeleri var. Birincisi, Türk eğitim sistemine baktığımızda özellikle 70-80’lerden sonra eğitim düzeyi oldukça sığlaştı. Özellikle üniversitelerde hocaların tezlerini Avrupa üzerinden intihal ederek ve bunu çok yaygın kanaate dönüşmesinin getirdiği öğrenci psikolojisi üzerindeki etkisini düşünelim. İstisnaları vardır ama eğitim kurumlarından mezun olan insanlar hakikaten hazırlıklı bir hale gelmiyor. Adam 4 yıl okuyor, okulu bitiriyor ama kendini hazır hissetmiyor. Sadece bitirmiş oluyor.

Türk eğitim sisteminin en sorunlu alanı sınav üzerinden gerçekleşmesidir. Sınava girdiniz bitti, ondan sonra sizden hiçbir şey beklenmiyor, böyle bir durumla karşı karşıyayız. İş bulma konusunda da yardımın, rüşvetin döndüğü bir ortamda gerisini siz düşünün… Batı’da okudukları zaman insanlar bir dil öğreniyorlar. Böyle bir garabet var mı? Ortaokuldan üniversiteye kadar yabancı dil görüyorsunuz ama yabancı dili ne konuşabiliyorsunuz, ne yazabiliyorsunuz, ne okuyabiliyorsunuz. Bu eğitim sistemi kabul edilebilir bir şey mi? Bunlar da tabi algıya dönüşüyor ve haklı gerekçeler oluşturuyor. Çocuklar da gitmek istiyorlar. İş bulma konusunda da bir avantaj sağlıyor. Doktoranızı İngiltere’de, Avrupa’da yapmışsanız siz tercihe şayan bir insan oluyorsunuz. Burada binlerce doktora mezunu olan arkadaş var. Ama Amerika’da doktora yapmış biri Başbakanın başdanışmanı olabiliyor.   Gençler de hem eğitimimizi yaparız, hem de dilimizi geliştiririz diye düşünebiliyorlar. Tabi burada en iyi öğrenmenin dışarıda gerçekleştiği algısı da var.

Ömer Karaoğlu: Bir yabancı dili öğrenmek faydadan uzak değil. Ama üniversitelerde ya da şimdi ortaöğretime kadar indi, eğitim dilinin yabancı dil olması da kadar saçma bir şey yok. Eğitim dilini yabancı dilleştirenlere de sormak lazım. Bu cazibe alanını oluşturan bir faktör de bu. Bunun karikatürünü yaşayacağım yerine, gider bu resmin aslını görürüm diyor. Aslında bu haklı bir gerekçe oluşturuyor öğrencilere. Bir taraftan Batı dünyasının kışkırtıcı özgürlükler daveti de bir rol oynuyor. Bu da olumsuz tarafı.


"BATI, BÜTÜN DÜNYAYI ‘TEK BOYUTLU İNSAN’A DÖNÜŞTÜRMEK İSTİYOR"

Bugünkü gençlerin hepsi televizyonla büyüdü. Şimdi buna bir de sanal dünya eklendi. Gençlerin algılamaları, hayal dünyaları, zihinlerinin çalışması, bakışları, görüşleri, kodlamaları, hepsi görsel ya da sanal dünyanın kurallarına göre şekilleniyor. Bu dünyanın nimetleri ya da kötülükleri gençleri nasıl etkiliyor? Bu anlamda gençlere ne yapmalarını tavsiye edersiniz?

Abdülaziz Tantik: Bir kere tek boyutlu insana dönüşüyorlar. Aslında Herbert Marcuse 20. yy. en önemli filozoflarından bir tanesidir. O bunu çok net bir şekilde ifade ediyor. Kitabı da Türkçe’ye tercüme edildi, ‘Tek Boyutlu İnsan’ diye. Batı dünyası, felsefesi, düşüncesi aslında bütün dünyayı tek boyutlu insana dönüştürmek istiyor. Çünkü tek boyutlu insan olduğu için çok rahat kullanılabilir, çok daha rahat yönlendirilebilir. Böyle bir çerçeve var. Bunu biz mekânsal anlamda da görüyoruz. Hangi şehre giderseniz gidin hepsi birbirine benziyor.  Bu mekânsal benzerlik aslında çok kaçınılmaz bir şey. Bu direkt olarak davranışlara da yansıyor.

Televizyon dizileri, giyim tarzı, gülüşü hepsi birbirine benzemeye başlıyor. Kendi olmaktan çok akıntıya kapılan bir birey haline dönüşüyor. Devrimler bile öyle örgütleniyor. Bence bu çok problemli bir şey. Kur’an bize bu noktada Müddesir Suresi’nde araftakilere, cehennemdekilere soruyor ya “Siz niye cehennemdesiniz? ” diye. Onlardan bir tanesi,  “Namaz kılmadıkları, Ahiret Günü’nü inkar ettikleri ama en önemlisi batıla dalanlarla birlikte dalıp giderdik ve ölüm bu hal üzerine gelip çattı” diyor. Yani akıntıya kapılıp gitmek. Kur’an yine Tekvir Suresi’nde uyarıyor; “Bu yöneliminiz, gidişiniz nereye?” diye. Bence burada gençlere sorulması gereken soru o. “Nereye gidiyorsunuz?”  Yaptığınız şey sizi temsil ediyor mu, kendi kimliğiniz kişiliğiniz üzerinden mi bunu gerçekleştiriyorsunuz, yoksa herkesle birlikte hiçleşiyor musunuz? Bence bu sorunun sorulması lazım.

Bu anlamda gençlere tavsiyem şu, kesinlikle yoğun bir şekilde hastalık derecesinde sanal aleme bulaşmamaları gerekiyor. Facebook, Twitter, mail gibi sanal alemler okuma zevkini de öldürüyor. Bunlar bir kere onu sabırsız hale getiriyor. Çocuklar artık sabırsız olmuş, 20 dakika bile ciddi bir şey dinleyemiyor. O yüzden mümkün mertebe bunları azaltması lazım. Yavaş yavaş bunlardan kurtulması lazım. Bunsuz bir dünya kurabiliyorlarsa bence en mükemmel insan onlar olur. Kendin olabilmek için size sunulan bütün şeyleri reddetmekte saklıdır. Sunulan şeyleri reddedebilirseniz kendiniz olabilirsiniz.


"İNTERNET BİLGİYLE-EYLEM ARASINDAKİ İRTİBATI KOPARIYOR"

Ömer Karaoğlu: Bilgiyi ve eylemi de ucuzlatıyor tabi. Bilgiyi kolay erişebilir bir şey olarak çokça tüketmeye ve ucuzlamasına vesile oluyor. Çocuklar bilgiye eriştiklerinde ki çoğu zaman bilgiye erişmek için kullanmazlar bu aleti, hazlara erişmek için kullanırlar, sahici ilişkiler geliştirmelerini engelliyor. Aslında internet aleminde tabiri caizse kurt olmuş bir delikanlıyı bulun, insan ilişkilerinde bir o kadar özgüvensiz olduğunu fark ediyorsunuz. Kendi kimliğini geliştirmesi güçleşiyor çocuğun, çünkü sahici ilişkiler kurmaya alışık değil. İnsan insana ilişkiler kurmayı, sözün gücünü, bütün bunları klavyeye yüklemek aynı şeyi yapmıyor. Çünkü ötede görmediği bir insana cesur hatta iki yüzlü davranabiliyor. Buna da kapı aralıyor, bu ucuz erişim imkanı. Oysa sahici ilişkilerinde insan bu kadar yalan söyleyemez mesela.

İnternetten bir bilgi edinilmez, malumattan başka bir şey yoktur orada. Malumat da bilgi değildir. Oradan bir eylem ortaya çıkmaz. Bilgi eylem arasındaki bir şuur ortadan kalkıyor.
Bilgi aslında bir süreç ve orada bilginin kaynağı konusunda çok ciddi şaibeler de var. İnternete yüklenen bilgiler daha çok enformasyon anlamı taşıyan şeyler. Bilgiyle eylem arasındaki irtibatı koparan bir vasıta zaten. Bizim algılayışımızda Müslümanca düşündüğümüzde bilgiyi bizatihi kendinden değerli bir şey sanmıyoruz ki… Batılı bilim anlamında Yunan bilgisi, felsefe bilgisi anlamında kutsayamayız biz. Bilginin bizatihi kıymeti yoktur. Bilgi ahlak ve amele dönüşüyorsa anlamlıdır. O irtibatı koparan bir vasıta bu. Ya da en azından gerçekleştirme imkanı sağlamıyor çok fazla.

"BİZ HABERİN KAYNAĞINI, HABERİN KİM TARAFINDAN TAŞINDIĞINI HABER KADAR ÖNEMSEMELİYİZ"

Sanal dünyanın nimetlerinden biri de gençlerin sosyal medyada kendilerini ifade etmelerinde aracı olması. Hatta son dönemde ‘Arap Baharı’ ile sosyal medya üzerinden gerçekleşen ayaklanmaların, devrimlerin olduğu söyleniyor. Sosyal medyayla ilgili ne düşünüyorsunuz? Gençler özellikle Facebook ve Twitter’da başka bir dünyada yaşıyor gibi… Bu dünya nereye gidiyor sizce?

Ömer Karaoğlu: İnterneti çok geniş bir posta kutusu gibi düşünebiliriz. Çok seri ve hızlı bir haberleşme aracı. Ama bir o kadar manipülasyona açık zaaf boyutunu taşıyor bu, benim endişem bu. Bilgiyle ilgili söylediklerim bu mesele ile ilgili de geçerli bence. Orada sahici bir siyasal örgütlenmeyi gerçekleştirmenin tabii yolu değil. Spekülasyona, manipülasyona çok açık. Birilerinin bu hareketlerini arzu ettikleri projeler içerisinde sevk etmeleri, idare etmeleri, yönlendirmeleri, manipüle etmeleri çok mümkün.  Medyada da bu var. Bizim genel ilkemiz bu konuda şudur; Kur-an’da, “Fasıklar size bir haber getirdiğinde…” diye başlayan ayettir. Biz haberin kaynağını, haberin kim tarafından taşındığını haber kadar önemsemeliyiz. Bu bilgi için de geçerli. Bilgiyi taşıyan vasıta bizatihi bu bilginin oluşum sürecinde temel unsurlardan bir tanesidir. O yüzden biz alimi söylediği bilgiden azade değerlendiremeyiz. Alim olmaz o zaman zaten belki akademisyen olabilir, belki bir medya aracı gibi internet olabilir. Bilgisayar bilgiyi yeniden üretmez ve yorumlamaz. O bilginin ahlakı ve ameli de yoktur. Biz bu kopmuş bağları yeniden tesis edelim diye itiraz edip, eleştiriyoruz bu noktayı. Siyasal bir süreçle de aynı endişeler söz konusu. Çünkü bilginin sıhhati, örgütlenmenin sıhhati, sevk ve idare olunuş biçiminin sıhhati konusunda çok ciddi soru işaretleri oluşmalı diye düşünüyorum. Arap baharını tetiklemiş olabilir. Bazı ülkeler için hayırlı neticelere de gebe olabilir bu süreçler. Bu söylediğimiz bununla ilgili değil.

İnternette, Facebook ve Twitter hesaplarınızdan, mail üzerinden namaz üzerine binlerce mesaj yollayabilirsiniz. En seçilmiş metinleri, kulağı okşayan metinleri paylaşabilirsiniz ama küçük bir mescitte bir araya gelip kıldığınız iki rekat namazdan hazzı ve o kazanımı elde edemezsiniz. Aslında mesele bu. Bilgiyle eylemi buluşturma dediğimiz, değer ve inancı buluşturma dediğimiz bu. Bu yaşanan bir hal çünkü. Bu olayı insani olmaktan çıkaran bir şey. insani, sıcak ve tabii ilişkiyi dönüştüren bir süreç. Aslında sıkıntı bu. Yoksa bizatihi aletin kendisine baktığınız zaman bir alettir o kadar. Ama insana çok sık saldıran yönü ve boyutu var.

 
"ÇOĞALARAK PARÇALANAN HER ŞEY ANLAMINI VE DEĞERİNİ YİTİRİR"

Abdülaziz Tantik: Duyguyu öldürüyor. Mekanik bir algı dünyası inşa ediyor. Ve sizin bu mekanik algı dünyasından dolayı artık hiçbir şeyi umursamaz hale getiriyor. Müslümanca baktığınız zaman bu bir tekasürdür. Tekasür hiçbir zaman tevhidin yerini tutamaz. Bu hep parçalamaktır, parçalamaktır, parçalamaktır… ve çoğaltmaktır. Çoğalarak parçalanan her şey anlamını ve değerini yitirir. Tam da itirazımız buraya bizim. Çoğalmaya ve parçalanmaya itiraz ediyoruz. Çünkü bu anlamı ve değeri öldürüyor, yok ediyor. Bizse anlam ve değer üzerine inşa istiyoruz, tevhid istiyoruz, hayatı bir bütün içinde kavramak istiyoruz. O bütünlüğü kavramadan parça parça yaşadığınız zaman olay bitiyor. Düşünün bilgisayarın başında gömülmüş Feysteki yazışmalara annesini duyar mı o, ablasını duyar mı, kardeşini duyar mı?  Hiç kimseyi duymaz ve tepkisi çok sert olur. Ben çocuklarımdan biliyorum, “Gittt, anne yaa” diyor ya da “Yarım saat sonra” diyor kendince. Babalığınızı kullanarak kaldırabiliyorsunuz bu sefer de kırılıyor aslında farkına varmadan. Bize öyle bir şey sunuluyor ki aslında bizi yok eden bir şey. Bizim lehimize olan bir şey değil, bunu bilmemiz lazım. Modern dünyanın insanlığa sunduğu şey, insanlığın lehine, hayrına değildir, aleyhinedir.

Ömer Karaoğlu: Televizyonda bir katliam görüntüsünün seri bir şekilde çoğaltılıyor olması ve her gün gün içerisinde defaatle insanlara servis ediliyor olması zaten olayın insaniliğini öldüren bir şey. Bir beldeye yukarıdan bir bomba atmaktan daha vahim bir şey bu. Çünkü bu bomba buraya düşseydi ki bugün Suriye’ye düşüyor ve her gün yüzlerce insan ölüyor. Ama servis edilen görüntüler tersinden bu duyguyu öldürüyor. Çünkü sıradanlaşıyor ve normalleşiyor bu hadise. Oysa bu bomba buraya düşseydi aynı etkiyi vermeyecekti bize bu haber.  


"‘BU BENİM HAYATIM DİYOR’ ADAM"

Yeni kuşak gençlik “Y kuşağı gençlik” olarak da adlandırılıyor. Bu kavram genellikle 90’ sonrası doğumlular için kullanılan bir ifade. Y kuşağı gençler; iyi seviyede teknoloji algısı, bilgisi, kullanımı olan gençler olarak ifade ediliyor… Sizce teknoloji gençleri nereye götürüyor? Gençlerin teknolojiyle kurmuş olduğu irtibatı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: Bu kişiler sosyal hayatta da çok ciddi dezavantajlara sahip oluyorlar. Düşünün her 3 ayda bir cep telefonu ya da bilgisayar değiştiriyorsunuz. Her ay program değiştiriyorsunuz. Ve sürekli bir değişim çizgisi içerisindesiniz. Dolayısıyla sabitlik algısı mekânsal ve zamansal olarak ortadan kalkıyor. Bunların evlilikleri de öyledir. Genç kuşağın evliliklerine bakın, orta kuşakla genç kuşak arasındaki temel fark o. Genç kuşak evleniyor, bir sene sonra boşanıyor; ikincisiyle evleniyor, bir çocuk bırakıyor sonra üçüncüsüyle evleniyor, bir çocuk bırakıyor… Bu iş böyle gidecek… Bunları bekleyen en temel sorun da bu. Ya evlenmeyecekler, evlilik kurumu ortadan kalkacak, sürekli partner değiştirerek devam edecekler. Bir aile ortamı oluşturamazlar bunlar. Aile ortamını oluşturduğunu düşünün bir anda yabancılaşacaklar. Çünkü birbirleriyle görüşemeyecekler. Ancak Facebook üzerinden görüşebilecekler.

Sosyal ilişki ağını öldüren bir şey bu. O yüzden buna itiraz ediyoruz. Bireyselleştiren, bencilleştiren ve aslında sosyal hayata karşı bütün duyarlılığına kaybeden, öznellik dediğimiz post modernliğin getirdiği temel hastalıklardan bir tanesi. “Bu benim hayatım” diyor adam. Bunu deyince akan sular duruyor. Böyle olunca ikinci bir hayatı önemsemiyor. O zaman eşin ne oluyor, çocuğun ne oluyor? Bir karşılığı yok. Hala bu toplumlarda geleneksel bağın çok güçlü olmasından hareketle aslında biraz daha zararları biraz biraz dengelenebiliyor. Ama yarın öbür gün, 10 sene sonra bu geleneksel yapının da dengeleri bozulmaya başlar. Kızlar ayrı eve çıkıyor, erkekler ayrı eve çıkıyor daha evlenmeden. Bu ne demek biliyor musunuz? Ailenin yıkımı demektir işte. Halbuki bugün Batı’da yeniden aileye dönüş için ciddi projeler var. Biz de ise çok ciddi anlamda boşanma patlaması var. Bu kişiler çok iş de değiştiriyorlar. Aynı işte çok sabit kalamazlar. Bu bir hastalık.

"ÇAĞIN İKİ ÖNEMLİ HASTALIĞI: HIZ VE HAZ"

Ömer Karaoğlu: Ali Şeriati’nin güzel bir sözü vardı, insanı keşfetmekle ilgili. Batının insanı doğru tarif edemediğini ve bütün problemin de burada başladığını söyler. Bu çocuklar bu aletleri kullanıyorlar. Bu çocuklara çağın kendi insanlıklarını vahiyle irtibatlarını hakikatle irtibatlandırarak insanlıklarına keşfetmesine yardımcı olacağız hep beraber. Kendi insanlığımızı da keşfedeceğiz aslında bunu yaparak. Aslında çağın iki önemli hastalığı söylenir ya hep; hız ve haz. Çocuklar, gençler bu ikisini kendilerinin hayrına, iyiliğine olmadığını fark ettikleri anda bence işin büyük bölümü çözülmüş olacak. O zaman bu aletler bugün ifade ettiği değeri ve kıymeti ifade etmiyor olacak. Bu yüzleşmeyi sağlayabilmek için bütün çabamız.


"GENÇLERİN SAF VE SAHİH DÜŞÜNCEYLE İLİŞKİ KURMALARI VE NİTELİKLİ İNSANLARI OKUMALARI GEREKİYOR"

Türkiye’yi gençler üzerinden düşündüğünüzde nasıl bir gelecek tasarlıyorsunuz? Nasıl bir Türkiye’de yaşamak istiyorsunuz? Gelecek hayalinizi kısaca anlatır mısınız?

Abdülaziz Tantik: Bu bahsettiğimiz olumsuz süreçlerle nasıl mücadele ettiğinize bağlı ve nasıl bir ülkede yaşıyor olacağımızı belirleyen Allah’ın takdiriyle ilişkili tabi. Bunları bizim çabalarımız belirlemiş olacak. Biz mevcut durumu onaylayan ona rıza gösteren bir derdi, kaygısı olmayan, fedakarlık ve feragatte bulunmayan insanlar olmaya devam edersek Müslümanlar olarak yaşayacağımız Türkiye bundan daha iyi bir Türkiye olmayacak. Aslında bütün mesele bu. Bu kurumları, bu ilişkileri, bu çabaları yoğunlaştırmamıza bağlı. İhale etme, sorumluluğunu birleme, sorumluluğunu iktidara, oraya, buraya hatta aynı kurumun içerisinde birkaç insana ihale etmeyen, sorumluluk alan insanlar olmamıza bağlı. Müslümanların bence gevşediği, eridiği süreç bu. Müslümanların kaybettiği, yitirdiği en önemli esaslı şey bu. Bundan 15-20 yıl önce bu çok daha olumluydu bu anlamda. Çabalar vardı, örnek aldığı insanlar vardı, gıpta ettiği rol modeller farklıydı insanların. Ama şu an özellikle bizim mücadele ettiğimiz bilgiyi hızlı ileten vasıtalar yoluyla derdimizi anlatmamız aslında bir o kadar zorlaştı ve bir o kadar da kolaylaştı.

Çocukların maddi hayatın kazanımlarını birer hedef olarak koymamaları gerekiyor önlerine. Okurken de üniversiteleri biz hep meslek edindiren kurumlar olarak baktık. Mezun olsun da para kazansın. Evet böyle bir realite var, Türkiye ve dünya gerçekliği var. Ama okumanın bundan çok öte ve ciddi iş olduğunu, doğrudan kendileriyle ilgili bir iş olduğunu fark etmeleri gerekiyor çocukların. Bu eğitim ve öğretim sistemi bunu anlatmaz, bunu öğretmez insana. Bunu öğretecek zamanı da mecali de yok.

Bu anlamda dostluğa önem vermeleri gerekir. Ama bu modern anlamdaki ‘kanki’ diye tanımladıkları dostluk değil. Gerçek anlamda dostluk. Sakinliği ve sabretmeye öğrenmeleri gerekir. Sükûnet içinde hayatı sürdürmeyi öğrenmeleri gerekir. Bu çok çabuklaştırılmış hayat içerisinde dingin kalabilmeyi başarmaları gerekiyor. Bunun için de nitelikli okumalar yapmaları gerekiyor. Nitelikli insanları okumaları gerekiyor. İlk andan itibaren söylediğimiz şeyi saf ve sahih düşünceyle ilişki kurmaları gerekiyor. Bu ilişkiyi sağlayacak metinler okumaları gerekiyor. Bunu mümkünse diz dize yapmaları gerekiyor. Bir hoca bulacaklar, bir abi bulacaklar, o onu yetiştirecek, buna mürid-mürşid hikayesi de diyebiliriz. Bu çok tasavvufi bir terim olduğu için kullanmıyorum ben bunu ama bir mürşidi, yol göstereni olacak. O yol gösteren olmadan kendi başına yolu bulmaları imkansız gibi geliyor bana. Çünkü tam bir anafor içindeler. Bu anafordan çıkışı gösteren birilerine ihtiyaç vardır. burada da çok seçici olmaz zorundadırlar. Baştan itibaren söylenen söz-eylem bağlamını hesaba katan bir yol göstericiye ihtiyaç vardır. orada da sükûnet, sabır üzerine bir hayatı ortaya koydukları zaman o zaman bunları araca dönüştürebilirler. Onun büyüsüne kapılmayabilirler. Gerektiğinde rahatlıkla terk edebilirler. Ona yabancılaşarak onunla ilişki kurarlar. Eğer ülfet besleyerek onunla hemhal olarak, onun gibi olmaya çalıştıklarında biterler. Bu dengeyi muhafaza etmek lazım. Böyle bakarlarsa mesele çözümlenir.

Ömer Karaoğlu: Genç kendisinin ayağını bastığı yerde kıymetli bir varlık olduğunu keşfetmeli bence.  ‘Ben kıymetliyim. Çünkü Allah beni bu dünyaya getirdi, bana hayat hakkı verdi’. Bu bile onun kendi şerefini fark etmesi için önemli bir başvuru noktası. O halde beni insan kılan, insanlaştıran, beni Rabbime yaklaştıran, yaratılış gayeme yaklaştıran sebepler neler, bunları öğrenmenin derdine önce düşmeli, sonra mesela bir örnek, “Yalan söyleme” diyor Kitap, yalan söylememeyi deneyimlemeli içinde yaşadığı ailede, toplumda. O zaman eşyaya, insanlara, topluma bakışı da çok ciddi değişime uğrayacaktır. Ne kadar çok insanın ne kadar kolay yalan söylediğini fark edecek halkın büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede. Sahici ilişkiler dediğimiz şey bu aslında başından beri söylediğimiz. Bu kayıpları gördükçe kendisinin bu kayıp aleminde nasıl bir cevher olduğunu fark edecek. Önce kendine değer katacak, sonra yakın arkadaşına değer katmaya çalışacak. Bunu yaşayarak yaptığı zaman ne zengin, ne mutlu bir tecrübe olduğunu fark edecek. Bu bir süreç. Gençlere şunu yap, şöyle olursun deme şansımız yok.  Her birinin hikayesi farklı. Herkes kendi menkıbesini yaşasın.

Ayrıntılı Bilgi İçin: www.mim.org.tr

On5yirmi5