Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Medya
Star’dan Sedat Laçiner, Mahir Kaynak, Yalçın Akdoğan, Fehmi Koru, Yeni Şafak’tan Yasin Aktay, Salih Tuna, Özlem Albayrak, Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Emre Akö...
EMOJİLE

Star’dan Sedat Laçiner, Mahir Kaynak, Yalçın Akdoğan, Fehmi Koru, Yeni Şafak’tan Yasin Aktay, Salih Tuna, Özlem Albayrak, Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Emre Aköz gündemdeki konuları değerlendirdiler. İşte köşe yazarlarının gündemindeki ana maddeler…

Sedat Laçiner / Kaygan zemin ve pusuda bekleyenler

İçinden geçtiğimiz günler derin güçlerin bayıldığı günler: Siyasi aktörler arasındaki iletişim sıfır noktasında, hatta çok daha geride; Parti-Hizmet gerilimi, diğer partilerin bu gerilimden yararlanmadaki istekliliği; iç ve dış unsurların etkisiyle dizginlenemeyen döviz kurlarının neden olduğu iktisadi belirsizlik ve havada uçuşan çok ama çok sert sözler…

AK Parti 11 yıldır yenilmez bir güç olarak ülkeyi yönetti. Toplumda ‘Hükümet başarır’ algısı kuvvetli bir şekilde yerleşti. Son kriz ise bu büyünün bozulması ihtimalini doğurdu. İşte, başta bahsettiğim derin güçler söz konusu büyüyü bozabilmek için mevcut ortamı fırsat olarak görebilirler ve krizi daha büyük bir kaos ortamına çevirebilmek için bazı ufak dokunuşlarda bulunabilirler…

Şüphesiz bu dokunuşların en etkili olanı siyasi suikastlardır. Unutmayınız ki siyasi cinayetler, tıpkı askeri darbeler gibi bu ülkenin adeta milli sporudur… En son siyasi cinayet Hrant Dink’e karşı işlenmişti. Ergenekon Davası başlayınca bu tür saldırılar birdenbire kesildi. Yani, fail-i meçhuller döneminin üzerinden 10 yıl bile geçmedi.

***

Yöntem belli, karşıt taraflardan birer ikişer sembol isim öldürülüyor ve ardından iki tarafın birbirini yok etmesi seyrediliyor… Eğer bir iki cinayet yetmediyse, sinir uçlarıyla oynanmaya devam ediliyor, bir partinin seçim bürosuna veya bir gazetenin temsilciliğine ses bombası atılıyor veya ofisler taranıyor…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahir Kaynak / MHP’nin rolü

partiler aldıkları oya göre sıralanırlar. Bu doğru bir değerlendirmedir ancak bu partilerin çok önemli başka rolleri olabilir. Bu konuda MHP eşine az rastlanır bir siyasi harekettir. O bir iç çatışmayı yaratabilir ve Türkiye eşine az rastlanan bir acıyla karşılaşabilir. Zaten bugünlerde onların bir bürosuna yapılan saldırı bir tahriktir ve bir çatışmanın fitilini ateşlemek için yapılmıştır. Her siyasi parti diğerinden farklıdır ancak MHP iç barışı eşsiz bir çatışmaya götürebilir. Burada sayılarla bir mukayese yapmak ve onların başarısız olacağını söylemek anlamsızdır. Geçmişte halk sağcı ve solcu olarak ayrılmış ve milliyetçiler taraflardan biri olarak darbeye yol açan çatışmaların bir yanında yer almıştır. Bu gibi oluşumlar büyük güçler tarafından hazırlanır ve her hareket kendi tercihleri istikametinde ama farklı düşünenin düşmanı olarak rol alır. Çıkan çatışma tarafların ikisinin de yenilgisidir çünkü bir dış güç hedefini gerçekleştirmiştir. Bir anımı anlatmak isterim. MİT’te iken rütbem büyüktü ama rolüm sıfırdı. Bir gün müsteşar beni çağırdı ve geçmişte benzer olayları yaşadığım için bugün olanları değerlendirmemi istedi. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yalçın Akdoğan / Darbe ruhu, bürokratik vesayetle yaşatılıyor

demokratikleşme tarihinde önemli bir sorunsal vesayet meselesidir. Vesayet meselesi ise bürokratik oligarşi ile oluşan bir sorundur. Darbelerden sonra kurulan düzenler, vesayet rejimi üretmişler, bürokrasiyi de devletin sahibi ve milli iradenin yönlendiricisi olarak konumlandırmışlardır.

Seçimler bürokratik vesayete halkın müdahalesi olarak algılanmıştır. İktidarların dış politikadaki, ekonomideki ve güvenlik konularındaki yaklaşımları, yerleşik politikadan bir sapma olarak algılanmıştır.

Bürokratik vesayetle Türkiye bir eksene oturtulmuştur. Bürokratik oligarşi küresel sistem içinde Türkiye’ye biçilen rolün uygulayıcısı olmuş, karşılığında sınıfsal çıkar ve nüfuz elde etmiştir.

Milletin devlet ve hükümet yönetimine müdahalesini sağlayan siyaset, hep kötü, sakil ve süfli görülmüştür. Asker/sivil bürokrasi yüceltilirken, siyasetçiler yerden yere vurulmuştur.

Siyaset kurumunu değersizleştirme en çok da vesayet mantığından kurtulamayan siyasetçiler eliyle yapılmıştır. Hatırlanırsa CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu HSYK üyelerinin Meclis tarafından seçilmesi gündeme geldiğinde, üyelerin yakasında parti rozeti mi taşıyacağını söylemişti. Bu yaklaşım, vesayet rejimini üreten çarpık düşüncenin somut bir tezahürüydü.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / Komplolar ne zaman başarılı olur?

Hükümet iç ve dış kaynaklı bir komploya mı muhatap?

Gezi Parkı ile başlayan ve 17 Aralık süreciyle devam eden bir dizi olay, ekonomide yaşanan olumsuzluklarla birlikte ele alındığında, böyle bir soruyu yüksek sesle sorduruyor.

‘Komplo’ çirkin sözcüğünü ağızlarına almasalar bile, Ak Parti öndegelenlerinin bu soruyu kendilerine sorup, “Evet, muhatabız” cevabı verdikleri açıklamalarına yansıyor.

Doğru olabilir mi bu tespit?

Bugünün dünyası pek çok yönden eski kabullerin zorlandığı bir dünya. İnsanların konulara yoğunlaşma süreleri ve tahammülleri olağanüstü kısaldı; buna karşılık, teknoloji sayesinde çeşitlenen tepki verme biçimleri daha etkili sonuçlar vermeye başladı. Şimdilerde sıkıntı yaşayan tek ülke Türkiye değil; ABD’de Obama, Avrupa ülkelerinde iktidarda olan siyasiler, seleflerinin karşılaşmadığı kadar sert tepkilere muhataplar…

Siyasetin yapısını ve siyasilerin üslubunu da etkiliyor bu durum. Gelenekler sarsılıyor ve yeni kurumlarla siyaset biçimlerine ihtiyaç giderek büyüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yasin Aktay / Hiç bir kitapta yeri olmayan

17 Aralık operasyonunun failleri ne kadar bunun bir yolsuzlukla mücadele olarak anlaşılmasını hedefledilerse de başaramadılar. Ne Türkiye içinde vatandaşlar arasında ne de uluslararası hedef kitlelerde bunun hükümete karşı bir operasyon olduğu algısının oluşmasını engelleyemediler. Olayın bu boyutu görüldükçe, hükümetin hukuki bir cevaptan daha önce siyasal bir cevap üretmesi yadırganmıyor. Olayın faillerinin yargının kurumsal avantajlarını kendi uhdesinde istediği gibi tasarruf edebileceği bir mülk gibi kullanıyor olması meşruiyetlerini tamamen yok ediyor.

Olayı bir kez ve açıktan sahiplenmiş olmaları, bu haksız ve gayrı meşru operasyonun, ilk adımda hemen tükenen gerekçesine ilaveten daha fazla gerekçe üretmelerini gerektiriyor. Yeni gerekçeler ürettikçe operasyondaki sorumluluklarını daha fazla itiraf etmiş, olayı daha fazla sahiplenmiş oluyorlar. Ancak operasyonu gerekçelendirmek için ileri sürdükleri her yeni gerekçe aynı zamanda bu olayla ilgili bağlantılarını daha fazla açığa çıkarıyor ve neticede ortaya hiç de iç açıcı olmayan tuhaf bir ilişkiler ağı çıkıyor.

Daha önce de yazmıştık, Zaman ve Todays Zaman yazarlarının kalemleri operasyonun gerekçelerini sayarken sıkça Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerine, AB, ABD ve İsrail politikalarına, tabii ki daha önce Türkiye’nin Kürt sorununun çözüm sürecine dair eleştirilere kayıyor. Bu durum camianın sorumluluğunu itiraf etmiş olduğu operasyonun Türkiye’nin dış politika açılımlarına karşılık bir cezalandırma olduğu ve başkası adına yürütüldüğü mesajını veriyor. Allah muhafaza, operasyon başarıya ulaşmış olsa mesaj bu kadar açıktan verilir miydi?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Salih Tuna / Böyle korkunç hırsızlık olur mu?

‘Masal, menkıbe, efsane, rüya üreten din algısının temellerini sorgulamak gerekiyor. Ne zaman başladı, nasıl başladı?

Arkadaşlar biliyorsunuz, biz rüyalara karşı sorumlu değiliz. Menkıbelere, efsanelere karşı sorumlu değiliz.

Peki nasıl oluyor da hepimizi bu rüyalar aracılığıyla baskılıyorlar?..’

Birkaç yıl evvelki bir konuşmasında böyle sormuştu Atasoy Müftüoğlu?

‘Dünyanın en güzel insanının 5 vakti’ (14.01. 2010, Yeni Şafak) başlıklı naçizane yazımda bir nebzecik de olsa anlatmaya çalışmıştım onu?

‘Firak’la, ‘Vakti Kuşanmak’la büyüdük hepimiz, demiştim; ‘Sezai Karakoç’tan Nuri Pakdil’e, Cahit Zarifoğlu’ndan Atasoy Müftüoğlu’na kadar direniş abideleri, ustaları, abileri, üstatları olan ‘Türkiyeli Müslümanlar’ nasıl oluyor da böylesine müstekreh çamur selinde yüzüyorlar?..’

Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Atasoy Müftüoğlu edebiyatta, düşüncede öncüllerimizdi.

Atasoy Müftüoğlu’nun ‘Vakti Kuşanmak’ adlı eseri fakire sorarsanız Türkçede yazılmış en güzel deneme kitabıdır. (Mavera Edebiyat Dergisini biraz da bu denemeler için okurduk.)

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Özlem Albayrak / Yalan kitlelerin afyonudur

İşler giderek çirkinleşiyor. Seviyesizlikte birbirine tur bindiren insanların sosyal medyada yalanın, çarpıtmanın, manipülasyonun âlâsını sergilediği bir dönemden geçiyoruz. Bu seviyesizliğin karşı taraftaki çeşitli tür ve büyüklükteki versiyonları da var elbette.

Ama, büyü filan gibi laflara, Peygambere referans vererek twittera yüklenme gibi eylemlere kalkışmadıkları için; ortak bir akıl kaçmasını dini bir söylemle ambalajlama, insanları bir savaşın askeri yapmak için dini jargonla güdüleme çalışmasına girmedikleri için en azından ‘gülünç’ olmuyorlar.

Düşünüyorum; ben ve benim gibiler, hiçbir zaman içlerinde bulunmadığı halde, cemaate neden yıllar boyunca gönülden destek verdi? İslami kurallarla refere edilmiş bir ahlak anlayışına sahip oldukları; insanı diğer yaratıklardan ayırarak değerli kılan bir değerler ve sorumluluklar sistemini sadece nefislerinde tatbik etmekle kalmayıp dünyanın her yerine taşıyarak örnek teşkil edecek, kutlanacak denli büyük bir fedakarlık sergiledikleri; Allah’ın emir ve nehiylerini ciddiye aldıkları; Peygamber’in sünnet-i seniyesinden çıkmadıkları düşünüldüğü için… Değil mi?

Taban hala aynıdır eminim ama heyhat; üst rakımlara göre, Peygamber Türkçe Olimpiyatlarını ziyaret eder; onların rüyalarına girerek AK Parti’yle daha iyi savaşmak için ‘tweetleri iki katına çıkarın’ der olmuş.

Hayır, din kitlelerin afyonudur, diyenler haklı çıkmış değiller; itirazımız sonsuza dek heybemizde elbette; din, insanın açgözlülüğüne, kibrine, hırsına, pespayeleşme ve dipsizleşme potansiyeline hala bir reçete üretememiş insanlığın; insan olma ve öyle kalma yolundaki tek umududur, hâlâ ve bundan sonra da…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Sizi gidi gizli kapaklı işler tayfası!

İttifaka bakın! Boğaz’ın bembeyazlarıyla iç mahallelerin derisinin rengini açmak için ne yapacağını şaşırmış zencileri can ciğer kuzu sarması olmuşlar! Birinin günah dediğine öteki hayat dermiş…

Birinin “olmasaydı, olmazdık” edebiyatıyla; ötekinin “olmasaydı, olmazdık” inancı birbirlerinden dağlar kadar farklıymış…

Bunların hiç önemi yokmuş meğer!

Yeter ki, Batı’nın güç odakları ile “güneyde sevilen ülke” bunları arkadan itsin…

Yeter ki, iktidar arzuları çakışsın…

Hem gördük işte!

Ortak yanları var…

“Fark ettirmeden”; “kendilerine ait bir meseleymiş gibi göstermeden”; gizliden gizliye çalışmayı seviyorlar.

Ve işte o yüzden açık sözlülükten hiç hoşlanmıyorlar.

Neden iki yıldır Erdoğan’a yönelik özel bir nefret kampanyası sürdürüldüğü; ittifak medyasının neden bu kampanyayı psikolojik harekât seviyesine çektiği şimdi daha iyi anlaşılacak. 

***

Başbakan açık konuşuyor. Lafı gevelemiyor, eğip bükmüyor.

Dediklerine katılsak da, katılmasak da; bazen söyledikleriyle bizi irkiltse de biliyoruz ki, Erdoğan’ın en sarsıcı özelliklerinden biri bu.

Sadece o kadar değil… İyice “fark ettirerek”, ele aldığı bütün meseleleri “kendisine ait bir mesele” olarak ortaya koyarak siyaset yapıyor. Gizli kapaklı işler tayfası çok bozuluyor tabii! Çünkü Erdoğan, bu yolla rakiplerinin diplomatik kıvırmalarına alan bırakmıyor.

O yüzden tam bu noktaya yüklenildi. Ana akım medyadaki malum isimler ve sosyal medya bu kampanya için etkili biçimde kullanıldı.

Böylece korkunç kibir ve güç iştahlarını saklayıp Erdoğan’ın açık sözlü siyasetine “kibir” yaftası yapıştırdılar. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Keşke Özal da paralel devletin üzerine gidebilseydi

Siyasal yaşamımızın bıktırıcı bir kısır döngü sürecinden çıkamaması yorucu olmaya başlamadı mı?

Bugün Başbakan Tayyip Erdoğan’a takıntılı olanlar neler diyorlar?

– Çok asabi… Üslubu çok sert… Eleştiriye tahammülü yok… Diktatör olmaya yatkın… 

Kısa ve kesintilerle dolu çok partili demokrasi tarihimizin en güler yüzlü ve en tahammüllü Başbakanı Turgut Özal için, onun iktidarı döneminde neler denilmişti hatırlıyor musunuz?

18 Nisan 1988’de Hürriyet gazetesinin manşetinde gazetenin o zamanki sahibi Erol Simavi’nin imzası ile Özal’a yazılmış bir açık mektup yayınlanmıştı. Bu mektuptan bazı bölümleri alalım ve bunların bugün Tayyip Erdoğan’a yöneltilen eleştirilerden hiç farklı olmadığını hep birlikte görelim… 

Avaz avaz bağırıyorsunuz 

“- Bazı akşamlar, televizyonumun penceresinden sizinle yüz yüze geliyorum: Bakıyorum, avaz avaz bağırıyorsunuz.

Kelimeleri, dudaklarınızdan hem püskürtüyor, hem de adeta çevreye saçıyorsunuz: ‘Basın yalan yazıyor!’ Ben de işte asıl o zaman isyan ediyorum: Hayır Sayın Başbakanım!

– Basın yalan yazmıyor… Bizlerin arasında, bırakınız yalan haberi, yanlış habere bile tahammül gösterecek meslektaşım yoktur.

Kabul ediyorum: devr-i şahanenizde basın sevilmiyor. Gazetelerimizin kamuoyunda cana yakın bir görüntü taşıdıklarını da sanmıyorum. Sizin de olayı içinizin yağları eriyerek körükleyişinize her gün tanık oluyorum.” 

Bugün Başbakan Erdoğan’ın “Paralel Devlet”in tasfiyesine dönük kararlılığına gelince…

Yine 1980’lere dönelim ve benzer bir durum karşısında Özal’ın farklı davranmasının ne tür gelişmelere dayandığını hatırlayalım. Erol Simavi’nin açık mektubundan iki ay sonra 18 Haziran 1988 günü Anavatan Partisi’nin kongresinde Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Turgut Özal konuşma yapmak için kürsüye çıkınca, Kartal Demirağ adlı bir saldırgan tabancası ile iki el ateş etti.

Kurşunlardan biri Özal’ın önünde bulunan mikrofonun ayağından sekip sağ elinin başparmağına isabet etti. Kartal Demirağ kaçarken başbakanın korumalarından birinin açtığı ateşle yaralanıp yakalandı. 1989’da idama mahkûm edilen Demirağ’ın cezası 20 yıl hapis cezasına çevrildi.

Demirağ 4 yıl hapis yattıktan sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından 1992’de affedildi. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emre Aköz / Erdoğan’a niye diş biliyorlar?

Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek şöyle demiş: “İstanbul’a 3’üncü havalimanı, İstanbul Kanalı, Boğaz’a 3’üncü köprü ve 2 nükleer santral ile Türkiye 60 katrilyon kazanç elde edecek. Yabancıların aklı başından gitti, Türkiye’yi karıştırmaya karar verdiler.” İşte bu yüzden Başbakan Erdoğan’ın gitmesini istiyorlarmış.

Ben de Erdoğan’ın hedefe konduğunu… Batı merkezli küresel aktörlerin ondan kurtulmak istediğini düşünüyorum.

Ancak… Batı’nın “Erdoğan’dan kurtulma çabasının” Gökçek’in saydıklarıyla hiçbir alakası bulunmuyor. Teker teker ele alalım… 

 İstanbul Kanalı, Batı’yı niye rahatsız etsin? O kanalın temel işlevi İstanbul Boğazı’nı rahatlatmak olacak. Boğaz’ı en çok kullanan da Rusya… Boğazlardan geçen gemi sayısı ve kazanılan para da belli… Kanal açıldığında kazancımızda zıplama olmayacak ki… 

 Üçüncü Köprü, Kafkaslar’ı Balkanlar’a bağlayacak. Mal ve ürün akışı hızlanacak. Yani Avrupa Birliği ülkeleri açısından fevkalade faydalı bir olay… 

 Nükleer santraller, Türkiye’nin petrol ve doğalgaza olan bağımlılığını bir miktar azaltacak. Ancak ekonomimiz büyüdüğü için, dışa bağımlılık konusunda çok da büyük bir değişiklik olmayacak. Eğer bu konuda bir endişe olsa, Akkuyu Nükleer Santrali’ni Ruslar yapmazdı. 

 Gelelim 3’üncü havaalanına… Bu yatırım en çok Almanları ilgilendiriyor. Örnekle anlatayım: Brezilya’dan Lufthansa ile gelen bir işadamı, Frankfurt’ta aktarma yaparak Orta Asya’ya giderken… Şimdi daha ucuz ve daha kaliteli olan THY’yi ve İstanbul’u kullanıyor. Ancak şu da var: 3’üncü havalimanı bir devlet kararı: Bugün Başbakan Erdoğan ve AK Parti buhar olsa, o havaalanı yine yapılacak. Süresi uzayacak ama yapılacak.

Biz bu yatırımlara epey para dökeceğiz. Borçlanacağız. Sonra da harcadığımızı yavaş yavaş geri alacağız. Yabancıların aklını başından alan 60 katrilyon da nereden çıktı? Belli ki birkaç sıfır fazla ama acaba kaç tane?

Yazının devamını okumak için tıklayın...

Osman Can / ABD’de yargı: Hikmet ‘Cüppe’de değil!

New Orleans’a yolculuğumuzdan önce, Baton Rouge’da Southern Üniversitesi Hukuk Okulu Rektörü (Chancellor) Freddie Pitcher ile akşam yemeğindeyiz. 

Yargıçların seçimi ve denetimi hakkında konuşuyoruz. 

Louisiana dahil olmak üzere eyaletlerin büyük çoğunluğunda tüm kademe hakimlerinin seçimle işbaşına geldiğini anlatıyor. 

Kendisi Louisiana’da seçimle gelen ilk siyahi hakim. 

Hakimliğe adaylığını koyabilmek için, en az beş yıl avukatlık yapmış olmak gerekiyor. Seçim süresi mahkemesine ve eyalete göre ortalama 6 ila 12 yıl arasında değişiyor. Yeniden seçilmek mümkün. Emekliliğe kadar hakimlik sadece birkaç eyalette (Massachusetts, New Hampshire) gözlemlenebiliyor. Bunları da ya parlamento ya da vali doğrudan doğruya atıyor. Pek çok eyalette seçimlere parti listesinden giriliyor. Yani cumhuriyetçi veya demokrat hakim adayları yarışıyor. 

Kısaca hakimlik denilen şey, aslında seçime girmiş ve belli bir süreliğine hakimlik yapma hakkını kazanmış avukatların üstlendikleri bir görevden başka bir şey değil. 

Disiplin işlerini ise baro üstlenmiş durumda. Baro yaptığı soruşturmanın ardından yargıcın disiplin suçu işlediğine kanaat getirirse, dosya temyiz/istinaf mahkemesine gidiyor, onlar da uygun disiplin cezasını veriyor. 

Federal Mahkeme hakimlerinin tamamı yürütmenin başı olan ABD Başkanı tarafından atanıyor. Ancak göreve başlamaları için, bunun yasama organının bir kanadı olan Senato tarafından onaylanması gerekiyor. 

Ayrıca hukuk okumak için daha önce bir lisans eğitimini tamamlamış olma şartı var. Yani hayatın başka bir alanına dair iyi bir bilgiye sahip olmak gerekiyor. Bizdeki gibi 18 yaşında hukuk okumak, 22 yaşında da insanların kişisel veya siyasi kaderi hakkında karar vermek mümkün değil. 

En az beş yıl başarılı bir avukat olarak çalışmalı ki, sonrasında seçimlere aday olabilsin ve bu seçimlerde propagandasını yapabilecek bir müktesebatı olsun. 

Genel anlamda hayata dair ve özel olarak da hukuk uygulamasına dair iyi bir birikime sahip olmadıkça ABD’de hakimlik yapabilme imkanı pek yoktur. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Turgay Güler / TT ‘Turbo Takva’ değildir

Muhabbet bağına giremedim hiçbir gece. Açılmış gülleri deremedim. 

Vuslatın çağına eremedim. Ama bilirim ki, muhabbet doyulmaz bir pınardır. 

O pınardan doya doya içmek bir lütuftur. İşte ben o lütfa mazhar olamadım. 

Üstat Sadettin Kaynak o kutlu Sevgili’yi rüyasında gördüğünde, uyanır uyanmaz “Muhabbet bağına girdim bu gece” diye başlayan dizeleri yazmış. 

Anlayacağınız, ömrümde bir kez dahi olsa Hazreti Peygamber Efendimizi rüyamda görmedim. 

O Sevgili bu fakirin rüyasına hiç teşrif buyurmadılar. 

Muhakkak vardır bir sebebi. Layık olamadığımızdandır elbet. 

Öyleleri de var ki; maşallah sabah akşam görüyor. Hem rüyasında, hem uyanıkken. 

İmrenmemek elde değil. Uyanıkken Türkçe Olimpiyatları’nda görüyor. 

Uykudayken “Tweetleri iki katına çıkarın” diye talimat alıyor. 

Tövbe Estağfurullah! Sonra da o talimatı uygulamaya koyuyor. 

Ne kadar tweet atarsan o kadar sevap kazanırsın. Bu mudur? 

Tesbihat gibi bir şey mi? Nedir Abi’cim? 

Oturun iki rekat namaz kılın, bir Müslüman’ın derdiyle dertlenin. Bırakın bu tweet mivit işlerini? 

Orada TT olacaksın da ne olacak? TT’yi Turbo Takva mı sanıyorsun? 

Değil Abi’cim. Vallahi değil, Billahi değil! 

Demek ki tutamamışlar. “Zafer Çağlayan’ı iyi tutun, bütün bütün o tarafa kaymasına meydan vermeyin.” Yahu o taraf dediğin adamın partisi. 

O tarafa kaymak ne? Adam AK Parti milletvekili, “tuzluk” değil ki. 

Peki biz bu “iyi tutun” lafından ne anlayacağız? 

Kim ne ile tutacak? Buradaki “tutma” mekanizması ne? 

Geldiğimiz noktada anlaşılıyor ki, adamı iyi tutamamışlar. 

Demek ki tutturmamış. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kurtuluş Tayiz / Apo‘yu bertaraf etmek

Fethullah Gülen’in internete sızdırılan ses kayıtlarına ikincisi eklendi. Bu kaydın içeriğine dair herhangi bir yorumda bulunmaya niyetim yok. Gülen, zaten basına sık sık konuşan bir isim; doğrudan yaptığı açıklamalar üzerine değerlendirme yapmayı daha doğru buluyorum. Ancak Gülen ile birlikte cemaatin önemli isimlerinden olduğu öne sürülen (adını vermeyi doğru bulmadığım) bir ismin daha ses kaydı sızdırıldı. Bu kayıtta daha önceki yazılarımda dile getirdiğim görüşleri doğrulayan bazı ifadeler yer aldığı bir şeyler söylemek kaçınılmaz oldu. 

26 Ekim’de yapılan görüşme kaydında cemaatin önde gelen isimlerinden olduğu öne sürülen kişi, Öcalan’ın “bertaraf” edileceği bir plandan bahsediyor. Konuşmalardan İmralı’nın gözden düşürülmesini sağlayacak bir çalışmanın yürütüldüğü anlaşılıyor. Dağ ile İmralı arasında “ince” bir ayrımın körüklenmesi öngörülüyor. Konuşmacının anlattığına göre Öcalan, hapiste olduğu için sempatik görünmek zorunda ve dışarıya “yandaş” mesajlar veriyor. Bu durumda dağın Apo’yu dinlememesi sağlanmalı. Kandil, silahları tekrardan konuşturabileceği çizgiye getirilmeli. 

Konuşmanın geçtiği tarihte Öcalan üzerinde süreci bitirme baskısı uygulanıyordu. Süreç ha bitti, bitecek diye konuşulurken Öcalan, çözüm sürecini dört ay daha izleyeceğini ve gidişat hakkında kararını seçimlerden sonra vereceğini açıkladı. Örgüte de bu yönde talimat gönderdi. Bu kararın çözüm karşıtı cephede nasıl bir hayal kırıklığı yarattığını hatırlatmaya gerek yok. Sürece karşı yayın yapan medya, Öcalan’ın bu kararını görmezden geldi. 

Bu tarihten sonra Öcalan’a yönelik açık örtülü bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütülüyor. Öcalan’ı “AKP’nin STK yetkilisi” diye gösteren, “yandaş” ilan eden yazılar, aynı tarihlerde gündeme gelmeye başladı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / Paralel devlete paralel din

İyi ki tartışmalar başladı. Türkiye’nin bu gelişmeleri yaşaması belki de son derece hayırlı oldu. Artık perdenin arkasını daha iyi görüyoruz. 

Neler çıkıyor, neler… 

Gazeteci Serdar Arseven’in kaleme aldığı “Dostmodern Darbe” kitabı da bunlardan biri. Önemli bilgi ve belgelerle dolu! 

Kitaptan anlıyoruz ki, devlet içindeki “Paralel Yapı” ile birlikte, bu ülkede bir de “Paralel Din” çalışmaları varmış! 

Bakın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın gündemine hangi konular taşınmak istenmiş: 

1) Namazı vaktinde kılmaya gerek yok. 

2) Başörtüsü Allah’ın emri değil. 

Bu konularda bazı raporlar bile yazılmış. Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan “Başörtüsünün farz olmadığına ilişkin fetva yayınlaması” dahi talep edilmiş. Hazırlanan raporda aynen şu ifade yer almış: 

“Nur Suresi 31. Ayete dayanarak başların ya da saçların örtülmesinin emredildiğini söylemek, en azından ayetin ifade ettiği anlamın ötesinde ayete daha güçlü ve kastı aşan bir anlam vermek demektir… Eğer gerekiyorsa başın açılmasında, saçların görünmesinde dinen bir mahzur olmadığı fetvasının verilmesi olumlu bir adım olacaktır.” 

Ama olmamış, başarılamamış. 

***

Bir de Haseki Eğitim Merkezi’ne ders notu olarak gönderilen bir makale var ki, son derece çarpıcı ve ürkütücü!.. 

Diğer dinlere ve geleneklere açık olunması isteniyor… 

Kapsayıcı İslam anlayışının terk edilmesi gerektiği savunuluyor. 

Bakın ne deniyor: 

“İslam tek mutlak ve doğru din değil de Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği hakiki ve doğru inançlardan biri olarak görülmelidir.” 

Bir “diyalogdur” tutturulmuş gidiliyor. Diyalog uğruna geri adım atılması bile istenebiliyor: 

“Müslümanlar kendilerini nihai ve evrensel hakikate sahip oldukları şeklindeki mutlaklık iddialarından kurtarabilirlerse, o zaman diğer dinsel geleneklerin mensuplarıyla diyalogda yeni bir sayfa açılmış olur.” 

Bu kadarla da kalmıyor. Yetmiyor, bitmiyor. Öyle garip değerlendirmeler yapılıyor ki inanılır gibi değil. Kurtuluşa sadece Müslümanların ermeyeceği, İslam’dan başka kurtuluş yollarının olduğu bile savunulabiliyor: 

“Müslümanların diğer inançların da doğru olabileceğini hiç düşünmeden diğer dinleri sapkın dinler olarak nitelendirip reddetmeleri artık güçleşmiştir.” 

Garip değil mi?.. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hakan Albayrak / Erdoğan’ın imtihanı

7’den Ömer Süt, “Usta’nın İmtihanı” kitabının müellifi A. Muhsin Meriç’le nefis bir mülâkat yaptı. Konu: Başbakan Erdoğan’ın İslam dünyası için mânâ ve ehemmiyeti. AK Parti için yeni bir ‘ideolocya örgüsü’ne nüve teşkil edebilecek olan önemli bir metin. Okumayanlar için -biraz kısaltarak- sunuyorum:

– Esas mesele ne?

– İmtihanın esası, temeli ve özü Türkiye’nin ve İslam Dünyası’nın yeniden inşâsı.

– Neye göre?

– Kadîm medeniyet değerlerine göre. Bunun için Cumhuriyet’in tüm birikimlerini değerlendirirken Kemalist ideolojinin yıkımlarını da tamir etmek gerekiyor. Tarihi yeniden okumak, toplumsal muhayyileyi, ortak aklı yeniden inşâ etmek gerekiyor. Bunun için eski korkularınızla hesaplaşmanız, yaraları sarmanız, travmaları rehabilite etmeniz icap ediyor. İnşâ etmek halı dokumak gibi. Sabır istiyor. Azim ve cesaret istiyor. İlmek ilmek, ahenk içerisinde, kırıp dökmeden. Bu açıdan bakarsak imtihanın eğitimden Kürt meselesine, ekonomiden bürokrasiye, askeriyeden yargıya, asayişten dış politikaya birçok konuda geçerli olduğunu ve hemen her konuda zor soruların ve sorunların bizi beklediğini söylemek mümkün.  

– Kitapta daha çok İslâm Dünyası ile ilgili konulara temas ediyorsunuz. Ustanın İmtihanı daha çok bu sahada mı?

– Evet, en çok İslam Dünyası ile ilgili konular var kitapta. Çünkü biz bir ümmetiz. Biz o koca dünyanın bir parçasıyız. Bazen başı, bazen gözü, bazen eli, kolu olduk tarihte. Bugün yeryüzüne yayılmış Müslümanların dertleriyle dertlendikçe biz, ‘biz’ olacağız. Bu bir inşâ süreci. Ümmet, kimliğini yeniden kazanıyor. Suriye, Mısır, Arakan, Doğu Türkistan, Kıbrıs, Patani, Keşmir, Bosna ve diğer bölgeler bizi uyandırıyor, diriltiyor. İçerdeki enerjimizi tüketmiyor aksine artırıyor. İslam Dünyası yüz yıl önce elinden alınan iradesini bugün yeniden kazanmak istiyor Türkiye de bu ‘geri dönüş’ hikâyesinin esas aktörü. İmtihanın bu sahada yoğunlaşması bu yüzden.

Yazının devamını okumak için tıklayın…