Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Medya
Star’dan Ardan Zentürk , Mustafa Karaalioğlu, İbrahim Kiras, Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Okan Müderrisoğlu, Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Hilal Kaplan, Abdülkadi...
EMOJİLE

Star’dan Ardan Zentürk , Mustafa Karaalioğlu, İbrahim Kiras, Sabah’tan Haşmet Babaoğlu, Okan Müderrisoğlu, Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül, Hilal Kaplan, Abdülkadir Selvi, Markar Esayan, Yusuf Kaplan, Türkiye Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, Akşam’dan Emin Pazarcı, Turgay Güler gündemdeki konuları değerlendirdiler. İşte köşe yazarlarının gündemindeki ana maddeler…

Ardan Zentürk / Suriye mi al sana Ukrayna…

2004 yılı Aralık ayında Ukrayna’nın başkenti Kiev’e indiğimde, kentin merkezindeki “Maydan” henüz “Euromaydan” olarak adlandırılmamıştı. (Türkçe “meydan” demektir, ben Ukrayna halkına saygıdan söyledikleri gibi yazmayı tercih ettim, bırakın şu Maidan yazılışını) O, şimdi oldu. Bir halkın “devrim ateşi”ni yakından izlemeyi her zaman sevdim.

Meslek serüvenim, beni Kiev’e taşıdığında, küresel siyasete “renkli devrimler” olarak geçen gelişmenin “turuncu” olanı Ukrayna’da yaşanıyordu. Günümüzde “Rusya yanlısı” adımlar attığı için Euromaydan’da protesto edilen Devlet Başkanı Yanukoviç”Avrupa yanlısı” hareketin öncüsü Yuşçenko’ya karşı siyaset sahnesindeydi. Maydan’ı işgal eden ve Yuşçenko işbaşına gelene kadar oradan ayrılmayan göstericilerin arkasında büyük bir güç olduğu belliydi. ABD’deki “Polonya lobisi”nin de doğal lideri olan ünlü strateji uzmanı ZbigniewBrezezinski’nin hazırladığı plan çerçevesinde Polonya, Avrupa Birliği adına devreye girmişti. Amaç, Ukrayna’yı Rusya kontrolünden uzaklaştırarak Avrupa’ya yanaştırmak, Avrupa’nın sınırlarını Polonya’nın ötesine taşımaktı. Başardılar. İşbaşına gelen Yuşçenko-Timoşenko ikilisinin zaaflarla yüklü yönetim biçimleri planın devamını getiremedi.Rus destekli Yanukoviçülkenin rotasını AB’den ayırmaya kalkınca da bugün yaşanılanlar gündeme geldi.

Suriye’ye karşı Ukrayna…

Bir süredir, Rusya’nın Suriye’deki ataklarıyla, Kiev’in Euromaydan’ındaki ABD-AB ataklarının paralel yürümesinden ciddi şüphem doğmuştu, ama bu şüpheler, MünihGüvenlik Konferansı’nda açıklık kazandı.

ABD, Rusya’nın Suriye’deki politikasının yanıtını Ukrayna’da veriyor!..

ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin, ülkesinin ve Avrupa’nın, Ukrayna’daki demokrasi güçlerini desteklediğini açıkça ifade etmesi bu politikanın dışa vuran yüzüdür.

Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un, bu sözleri, “batının ikiyüzlü politikası”olarak niteleyip, Batı’nın Ukrayna’nın içişlerine doğrudan müdahale ettiğini savunması dikkat çekici.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mustafa KARAALİOĞLU / 40 yıllık sermaye 40 günde neden eridi?

2000’li yılların başından bugüne yaşadığımız şeyler, temelde bu ülkenin hak ettiği değişimin uzatmalı öyküsünden ibarettir. Uzatmalı çünkü iktidar üzerinden hak edilmemiş güç kullanımı kullanan veya bunu arzulayan kurumların hiçbirisi demokratik duygu taşımamaktadır. Demokrasi onlar için çoğu kez birer görüntüden ibarettir ve bu yüzden de demokrasinin yıpranıp yıpranmaması umurlarında değildir.

Böyle olduğu için, dört askeri darbe ve sayısı hala bilinemeyen darbe girişimine bulaşmış olan silahlı kuvvetler ve bu gücü yöneten asker sınıfı yargılanmalarına rağmen özeleştiri ve tarih önünde itiraf gibi demokratik yöntemlere müracaat etmemiştir.  Çünkü, vesayet geleneği için demokratik davranış biçimi çoğu zaman bir ayıp ve zaaf kabul edilmektedir. Milletten, hukuktan, parlamentodan ve neticede tarihten özür dilemek kabul edilemez bir davranış biçimidir.

Dolayısıyla Türkiye, vesayetle mücadelesini modern bir tarzla, mesela uzlaşmayla değil toplumun demokratik olana verdiği payın büyüklüğü sayesinde yapabilmektedir. Asker ancak güçlü AK Parti iktidarları ve Erdoğan liderliği sayesinde geriletilebilmiştir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Kiras / Sizin partinin misyonuna ne oldu?

17 Aralık 2013 tarihini izleyen ilk birkaç gün içinde ne olup bittiğini tam olarak anlayamayan veya ortaya çıkan tuhaf tablodan dolayı kafası karışanlar oldu. Ama bugün geldiğimiz noktada görüntü iyice net.

Bugün devlet içinde örgütlenmiş bir yapı tarafından “yolsuzluk operasyonu yapıyoruz” diye bir darbe girişimi sahneye konulmak istendiğini göremeyen çok az kişi var. Bunlara da göremeyen değil görmeyen demek daha uygun olur. Zira görmek istemedikleri için görmüyorlar bu net tabloyu.

Mesela muhalefet partileri “böyle fırsat önümüze kırk yılda bir gelir” diye düşünerek meselenin hükümeti yıpratması beklenen tarafına bakma eğilimindeler. Biraz da haklılar. Çünkü Türkiye’de siyaset böyle yapılıyor. “Rakip parti yıpransın, onun yıpranmasından da bize bir kırıntı düşerse onunla idare ederiz” düşüncesi sadece bugünkü siyasi partilerin bakış açısı değil. Eskiden beri siyaset böyle maliyetsiz, donanım ve yenilik gerektirmeyen ucuz bir tarzda yapılıyor. “Ben halkın karşısına bir fikirle, bir vizyonla çıkayım, bana oy verecek insanlar benim hazırlığımı, donanımımı görerek bana yönelsin” diye bir düşünce lüks geliyor bizim siyaset esnafına.

Dolayısıyla bu memleketin namuslu aydınları “Tayyip Erdoğan’dan veya AK Parti’den sorulacak hesap varsa onu bilahare sorarız ama bugün siyasetin ve demokratik devlet düzeninin yanında saf tutmalıyız” tavrını benimseyecek bir siyasi olgunluk neredeyse muhalefet cephesinin hiçbir köşesinde yankı bulabilecek gibi görünmüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Arkası karanlık!

Ekim 1994’te Kanada’nın tatil yörelerinden Morin Heights’teki orman itfaiyesi bir yangın ihbarı aldı.

Olay yerine gittiklerinde bir villanın kül olduğunu gördüler.

Polis içerde “Order Of The Solar Temple” adındaki dini cemaatin lideri Joseph Di Mambro ve dört kişinin cesedini buldu. Yangından önce bıçaklanarak öldürülmüşlerdi.

Ertesi gün öğle sularında İsviçre’de Freiburg kantonundaki Solar Temple merkez binasında yangın çıktı. İçerde aralarında küçük çocukların da bulunduğu 23 ceset bulundu. Bazılarının silahla vurulduğu, bazılarının başlarında siyah plastik poşetlerle boğuldukları anlaşıldı. İki saat sonra başka evlerde çıkan yangınlarla ölü sayısı 70’i geçti.

İlginçtir, medya bütün şüpheli delillere rağmen bu ölümleri “inanç intiharları” olarak yansıttı.

Polisin ulaştığı kimi bilgiler birkaç gün önce Di Mambro’nun bir “Son akşam yemeği” düzenlediğini ve bağlılarına “deccalı engelleme görevinin kendilerinden alındığı”nı anlattığını gösteriyordu. 

***

Hatırlıyorum… 

1995’te Yeni Yüzyıl gazetesinin Pazar eki için bu olayı derleyip toparlamaya çalışmıştım.

Okurun ilgisini çekecek gizemli bir hikâye diye düşünüyordum. Fakat yazı işlerindekiler “Tapınak Şövalyeleri’ne özenen delibozuk ve küçük bir inanç grubunu büyütmenin âlemi yok!” deyince vazgeçmiştim.

İşin büyüklüğünü sonra anladık tabii. 

2001 yılında Lüksemburg’da patlayan bir para aklama skandalının geçmişe dair izleri son derecede sofu nitelikteki masonik grubun nasıl istihbarat örgütleri tarafından kullanıldığını ortaya çıkarmıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okan Müderrisoğlu / İki operasyon, dersler, önlemler!

17 Aralık 2013’te ilk perdesi sahnelenen senaryo, bazı ekonomik kurumları özellikle ön plana çıkardı. “Merkez Bankası, Halkbank, BDDK, SPK” gibi…

Bu kurumlara ilişkin siyasi sorumluluğun Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’da olduğunun altını çizelim ve devam edelim. 

Merkez Bankası… Türkiye’nin gözbebeği kurumu. Yetişmiş insan gücüne, bilgi kapasitesine diyecek bir şey yok. Ancak sorun Merkez Bankası’nın ekonomik faaliyetlerin sonundaki kurum olarak değil de başındaki kurum olarak görülmesinden kaynaklanıyor.

Kaldı ki Merkez Bankası da reel sektörle anketler dışında daha yeni yeni doğrudan ilişki kuruyor.

Bu yüzden, kanunla tanımlı görevi “fiyat istikrarı” olan Banka, “Fiyat istikrarını sağlama amacı ile çelişmemek kaydıyla büyüme ve istihdamı destekleme” fonksiyonunu tam yerine getiremiyor.

Sadece, fiyat istikrarının uzun vadede büyüme ve refaha katkı sağlayacağına ilişkin genel kabulünü paylaşıyor. Elinde etkili araçlar olsa da Merkez Bankası, parasal alanda oynadığı için “siyasi, mali ve küresel gelişmeler” karşısında yetersiz kalabiliyor.

Son faiz artırım kararını bu açıdan da değerlendirmek gerekiyor.

Önümüzdeki dönemde Merkez Bankası’nın gözeteceği kriterlerin yeniden ele alınması, “cari açık, büyüme ve istihdamla” para politikası arasındaki bağın kuvvetlendirilmesi, belirlenen hedeflere ulaşılamaması durumunda banka yönetiminin gerçek manada hesap vermesini sağlayacak mekanizmalar kurulması tartışmaya açılabilir. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Karagül / Erdoğan’ı Mursi’leştir, Türkiye’yi İran’laştır..

İran’ın dünya sisteminin içine çekilmesi Türkiye dahil bir çok ülkenin pozisyonunda ciddi değişikliklere yol açacaktır, demiştim. Sadece ülkelerin değil, siyasi partilerin, cemaatlerin, sermaye çevrelerinin de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalacağını, taraf olacağını, bir çoğunun şaşırtıcı hareketlere girişeceğini ifade etmiştim.

Birilerinin ayrıca Türkiye’de bir Mısır senaryosu uygulamak istediğini, bölgesel demokratik dönüşümü tersine çevirmeye çalıştığını, Mısır’ın ilk kez denediği demokratik dönüşümü sabote ettiğini, bölgedeki hafıza canlanmasına ve değişime alabildiğine destek veren Türkiye’yi ve bu eğilimin mimarlarını cezalandırmayı kafasına koyduğunu da not edelim.

İttifaklar ve düşmanlıklar bugün bu iki tez üzerinden biçimlendiriliyor. Türkiye’ye yeni pozisyon biçmeye çalışan bir karanlık koalisyon, Tayyip Erdoğan’a da kader belirlemeye yelteniyor. Türkiye’yi İran’laştırıp ‘şer cephesi’ diye tanımladıkları alana çekmek, Erdoğan’ı da bölgedeki dinamikleri harekete geçirdiği için tarihe gömmek istiyorlar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

 

Hilal Kaplan / Gülen ve Kürt meselesi

Yaklaşık 20 yıl önce, Fethullah Gülen’le yapılmış bir röportajdan şu alıntıyla başlayalım:

Oral Çalışlar: Anılarınızda, ‘İlk zamanlar Said Nursi’nin Kürt olduğunu öğrenince ondan uzak durdum’ diyorsunuz. Siz de Ahlatlısınız ve bu yönüyle de Kürt kökenlisiniz. Zaten anılarınızda, dedenize ‘Kürt’ lakabı takıldığından söz ediyorsunuz.

Fethullah Gülen: İsterseniz, bu sorunuzun cevabına sonundan başlayalım. Öncelikle dedeme Kürt veya Kurt denilmesi tamamen o yöreye ait bir yakıştırmadır. Kesinlikle ırk tespiti adına söylenmiş bir söz değildir. Zaten Ahlat merkezi, özbeöz Türk’tür. Bununla beraber eğer Kürt olsaydım, bunu da çok rahatlıkla söylerdim. Zira herhangi bir ırka mensubiyetin tek başına zatî bir değer taşıdığı kanaatinde değilim. Ayrıca bu tür ayrım ifade eden kelimeleri milletim adına çok tehlikeli buluyorum. Said Nursî ile ilgili mülâhazama gelince, bu da tamamen subjektif bir meseledir. Her Erzurumlu gibi, bende de (bir dönem) milliyetçiliğin tesiri olmuş olabilir. (Cumhuriyet, 21 Ağustos 1995)

Gülen’in, ‘Kürt’ kelimesini kullanmayı dahi millet adına tehlikeli bulması veya ‘Piri mugan, Hz. Üstad’ gibi sıfatlarla andığı, yolundan gittiğini söylediği Bediüzzaman Said Nursî’ye (Said-i Kürdî mi demeli?) bile milliyetçiliğin etkisinde kalarak mesafeli yaklaştığını ve bunun 30’lu yaşlarına kadar devam ettiğini düşünürsek, kendisiyle yaşıt kuşağın Kürt meselesine önyargılı bakışıyla paralel bir öznelliği paylaştığı kanaatine varabiliriz. Elbette zaman içinde bu görüşlerinin değiştiği noktasında hüsnü zannı muhafaza ederek…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdülkadir Selvi / Böcekten yeni böcekler çıkacak mı?

Sen misin ‘MİT Müsteşarı Hakan Fidan da Tahran’daydı.

Neler yaptı acaba? Aldı beni bir merak’ diyen.

İran dönüşü Başbakan’ın uçağına binince MİT Müsteşarı ile yüz yüze kaldık.

Tabii hemen, ‘Bizi atlatmışsınız’ diye takıldık.

‘Yok canım’ dedi. ‘Ben karayolu ile gelmiştim’ sonra da gevrek gevrek gülmeye başladı.

Uçakta bir ara Hakan Fidan’ın başı kalabalıktı.

Selam verme bahanesiyle, bir ‘pike’ yaptık ama MİT Müsteşarı teyakkuz halindeydi.

Selam faslı dışında basından uzak durmayı başardı.

İran dönüşünde Başbakan Erdoğan’la kapsamlı bir soru-cevap yaptık.

Başbakan’ın açıklamalarındaki flaş unsurlarından biri, ‘Cumhurbaşkanını da dinlemişler’ sözüydü.

Zaten manşetlere çıkan cümle de o oldu.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Cem Küçük / Cunta ile işbirliği yapmanın bedeli olur!

Dün yazdığım gibi Başbakanlık Teftiş Kurulu raporları doğrultusunda somut kanıtlarla çok büyük bir soruşturmanın eli kulağında. Bu soruşturmanın polis, yargı, bürokrasi, sermaye ayakları dışında bir de medya ve akademi ayağı var. Sakın cuntanın korkuttuğu bazı internet siteleri baştan çarpıtmasın, her cemaatçi gazeteci ve akademisyen sorgulanacak diye bir şey yok. Bu kirli cunta işleriyle ilgisi olmayan hiç kimseye dokunulması söz konusu değil. Geçmiş darbe soruşturmalarından ders alan yargı tamamen hukuka uygun bir süreci işletecek…

Öte yandan cuntacıların 7 Şubat, 17 Aralık ve 25 Aralık darbe girişimlerini önceden bilen, bu tezgâhın içinde olan ve bu cuntacıların talimatıyla iş yapan gazeteciler ve akademisyenler elbette sorgulanacak. Dünyanın her gelişmiş demokratik ülkesinde cuntacılardan düzenli talimat alan kişiler yargılanır. Mesele insanların cemaatçi olması değil cuntacı olması. Örneğin şu an ‘Başbakan’ın eline kelepçe takacağız’ dediği BTK kayıtlarında sabit olan polis şeflerinden talimat alan bazı gazetecilerin cemaatle hiç ilgisi yok ama cuntanın görevli memurları durumundalar… Gazeteci olup Hüseyin Gülerce abimiz gibi paralel yapıyla hiç ilgisi olmayan cemaat yazarları var.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Markar Esayan / ’17 Aralık İttifakı’ nerede hata yaptı

17 Aralık operasyonu ve akim kalan altın vuruş 25 Aralık kalkışması ülkeyi ilginç bir noktaya taşıdı. Türkiye’nin verili şartları, -böyle bir şey olabilir mi, ama oldu- birkaç haftada neredeyse tamamen değişti. Artık yeni bir Türkiye var karşımızda ve bunu anlamak zorundayız. Bu anlama işini her sektörde hızlı ve doğru yapan, geleceğin Türkiye’sinin kurucuları arasında söz sahibi olacak. O nedenle herkesin aklını başına toplayıp, ideolojik, sınıfsal, iktidar mücadelesini ima eden darlıklardan sıyrılmasında fayda var.

Öncelikle, bu kriz sayesinde, eski Türkiye’nin yıpranmış, lakin hala varlığını devam ettiren rezervlerini, kırmızıçizgilerini birden bire aştık. AK Parti’nin sosyolojik nedenlerle, yani oy ve yıkıcı muhalefet endişesiyle reformları evrimsel ve pragmatik bir siyasete endekslemesinin geçerli koşulları tuzla buz oldu. Öcalan ve onun yönettiği BDP-PKK, siyasete öyle böyle değil, hayati bir istikrar unsuru olarak yerleşti. Zaten Çözüm Süreci de milliyetçi-laik Kürt siyasetinden bu hamleyi talep ediyordu. Öcalan’ın net duruşu ile ulusalcı-laikçi beyaz Türklerin, sosyalistler üzerinden nüfuz etmeye çalıştığı BDP-PKK siyaseti, salınımlarını azalttı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yusuf Kaplan / Küçük dilinizi yutmadınız mı hâlâ?

Cemaat’in ülkeyi kaosun eşiğine sürüklemekten çekinmeyen fütursuzluğunun gerisinde yatan şifreleri çözmeye bu yazıda da devam ediyorum…

Bu şifrelerin gizlendiği en ilginç hâdiselerden biri, 28 Şubat süreci…

28 Şubat sürecinde Cemaat’in nasıl darbecilerin yanında yer aldığını, Erbakan hükümetini düşürmek için darbecilerle ne tür esrarengiz ilişkiler içine girdiğini iyi çözebilirsek, bugün 17 Aralık operasyonunun neden tezgâhlandığını da daha iyi anlayabiliriz.

28 ŞUBATÇILARA VERİLEN ESRARENGİZ DESTEK!

28 Şubat darbesi sonrasında Yeni Şafak’ın başındaydım.

O zaman, Cemaat’e, kasetler üzerinden büyük saldırı olmuştu.

Biz de bu saldırıyı püskürtmek için Cemaat’in yanında durmuştuk sonuna kadar.

Fakat o vakitler farkedil/e/meyen Cemaat’le darbeciler arasındaki karmaşık, esrarengiz ilişkiler, daha sonra günışığına çıkmaya başladı.

Dünkü yazıda bu tüyler ürpertici esrarengiz ilişkilere ilişkin, bütün bildiklerimizi yerle bir eden bir belge yayımlamıştım. Birinci el bir kaynağa dayanan ürpertici bir belgeydi bu.

Yazının bu bölümünü, bu yazıda yazacaklarıma temel oluşturması bakımından buraya tekrar alıyorum:

Vatandaş’, hışımla giriyor içeriye ve eline şebekesinin yarı resmî el-Ahram’ı gibi yayın yapan gazetesini alarak salondakilere aynen şöyle çıkışıyor:

‘Bir hükümeti düşüremeyen bu gazeteyi çıkarmayın daha iyi! Medya gücümüz bu mu?’ diye bağırıp çağırıyor…

‘Bu ifadelerin doğruluğu o günlerde basılan Zaman gazetesinin başlıklarına ve yazarların yazılarına bakılarak da gayet açık bir şekilde anlaşılabilir. Nitekim hükümetin (Erbakan’ın) istifasından sonraki atılan ilk başlık ‘HAYIRLI OLSUN’ idi… O günlere tekrar bakmakta fayda var. Çünkü bugünü daha doğru anlamamız biraz da buna bağlı…’

NERESİNDEN BAKARSANIZ BAKIN, MİDE BULANDIRICI!

Burada Zaman’ın, hükümetin düşmesi üzerine attığı 30 Haziran 1997 tarihli manşeti, ilk bakışta, Erbakan hükümetinin – ‘Ali Cengiz oyunları’yla Demirel tarafından- düşürülmesine değil, yeni kurulan azınlık hükümetine ‘Hayırlı Olsun’ diyormuş gibi gözüküyor. Ama kazın ayağı hiç de öyle değil!

Rahmetli Erbakan, ortağı Tansu Çiller’in hükümeti kurması için, 18 Haziran’da istifasını Demirel’e sunuyor.

18 Haziran’dan 30 Haziran’a kadar Erbakan, hükümet kurulana kadar başbakan olarak görevini sürdürüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yasin Aktay / Yol menzilin kendisidir

Amaca giden yolda her şey caiz midir? Ünlü siyaset felsefecisi Makyavel’e atfedilen bu basit soru belli ideolojik hedefleri olan herkesin kafasını uzun süre meşgul eden çetin bir sorudur.

Marksistler tarihsel zorunlulukların istesek de istemesek de devrime götüreceğine inanmışlarsa da, siyasi pratikleri sürekli olarak o devrim için tarihin akışına bir el atmaktan, tabiri caizse ‘tarihi devrime zorlamaktan’ ibaret olmuştur.

Bu zorlamanın kendisi, aslında tarihsel determinizme yeterince güvenmediklerinin veya o determinizmin önümüze aslında iyi bir şey çıkaracağına inanmadıklarının iyi bir göstergesiydi. Tarihe atfedilen o büyük güzergahı beklemeye kimsenin mecali yoktu. Nihayetinde ulaşılacak yere bir an önce ulaşabilmek için ‘pek proleter sayılamayacak devrimci güçler’ hızlandırmak için devreye girer.

Bu devreye giriş bir anda her hedefin ahlakıyla hiç de bağdaşmayacak taktikler içerebilir. Bu taktiklerin her biri nasılsa geçicidir ve devrimin ulvi amaçları için ancak geçici olarak tolere edilebilir. Mevcut sistem genel olarak ahlaksızlık üzerine kurulduğu için bu sistem içinde ahlaklı olmak hem gerekmiyordur hem de zaten bu mümkün de değildir.

Böylece yüce bir değer olarak Devrim uğruna geçici olarak uygulanan taktikler kısa sürede alışkanlık haline gelmeye başlayabiliyor. Sonuç, Marksistlerin ütopyaları ile siyasi pratikleri ve günlük hayatları arasında her zaman bir uçurum olmuştur.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yıldıray Oğur / 279.889 kişinin hakkına girmek…

279.889 kişinin girdiği bir sınav düşünün. 120 soruda 100 net ve üstü yapmayı başarıp yüzde 1’e giren 3277 aday içerisinde tam tamına 324 evli çift var. Ne dersiniz;  Ailenin zihin açıcı etkisi? Evliliğin bereketi?

Bir sınav düşünün; o zaman kadar yapılmış bütün sınavlarda sadece birkaç kişi bütün soruları doğru cevaplamayı başarmış.. Bir yıl önceki şampiyon ve bir yıl sonraki sınav birincisinin bile başaramadığını ise o yıl sınava giren 350 kişi aynı anda başarmış olsun. 120 soruda 120 net. Ve bu 120 kişiden en az 20’si yine evli çiftler.

Ankara’dan N.S ve A.S, Malatya’dan R.Y ve Z.Y, İzmir’den H.B ve N.B, Sakarya’dan L.Ç ve S.Ç, Malatya’dan R.N ve B.K adlı çiftler 120’de 120 net mucizesini gerçekleştiren evli çiftlerden sadece birkaçı.  

Ankara’dan H.A ve S.A çifti ise daha büyük bir mucizeyi gerçekleştirmiş:İkisi birden tek bir soruyu yanlış cevaplayıp 119 nette kalmışlar. Malatyalı Ö. ailesinde E.Ö 117, eşi A.Ö. 111, İzmirli S. Ailesinde damat Bey 113, gelin hanım 116 net yapmış.

Bütün bu mucizeler Temmuz 2010 KPSS Eğitim Bilimleri sınavında gerçekleşmişti. Öğretmen olmak isteyen 279.889 gencin atanmak için ter döktüğü sınav, ÖSYM tarafından “bazı usulsüzlüklerin meydana geldiği kanaatine varıldığından” iptal edilip Ekim ayında tekrarlanmıştı.

Peki o sınavda ne oldu? Bir mucize daha. Sınavdan iki yıl sonra CHP’li milletvekilinin soru önergesi üzerine Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in verdiği cevaplara bakalım.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / F. Gülen Türkiye’ye gelemez

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı M. Ali Şahin, Fethullah Gülen’e yönelik olarak daha önce yaptığı çağrıyı yeniledi: 

-Kardeşiniz öldü cenazesine gelemediniz. Gelin artık Türkiye’ye. Yoksa orada sizi istemediğiniz şekilde bağlantılar içine mi soktular, bırakmıyorlar mı? 

İçine girdiği bağlantılar, bırakıp bırakılmaması ayrı bir tartışma konusu. Ama hiçbir bağlantısı olmasa da F. Gülen, artık Türkiye’ye gelmez, gelemez. 

Bitti o iş! 

“Paralel devlet” iddialarıyla birlikte son günlerde ortaya dökülen bilgi ve belgelerden sonra nasıl gelecek? 

Şimdi denilebilir ki: 

-Uzlaşılır, anlaşılır, mesele kapanır gider. 

Yok öyle şey. Diyelim ki uzlaşıldı. Bun neyi değiştirir? 

Başbakan bir suç duyurusunda bulundu mu? Bulundu. Bazı sivil toplum örgütleri aynı şeyi yaptı mı? Yaptı. Yine bazı vatandaşlar “Burada suç var” diye savcıları göreve çağırdı mı? Çağırdı. 

Şimdi hiçbir savcı “Ben bu suç duyurularını işleme koymuyorum” diyemez. Nitekim demediler de. “Paralel yapıyla” ilgili soruşturmalar başladı. Öyle görünüyor ki, sırada başkaları da var. 

Sonuçta ne çıkar bilemem. Ama bildiğim bir şey var: Fethullah Gülen yapı itibarıyla böyle bir riske giremez. Bu aşamada kendisi için güvenli bulduğu Pensilvanya’dan hiçbir yere kıpırdamaz. 

Üstelik soruşturmalar yeni başladı. Devletin en tepe yöneticilerinin “Daha neler var neler” dedikleri bir yapıyla ilgili yarın öbür gün neler çıkacağı da belli değil! 

***

Şimdi kimse gücenip darılmasın, kusura bakmasın, ama… Suçlamalar öyle yenilir yutulur gibi değil. 

Şaka yapılmıyor, devlet içindeki illegal bir yapılanmadan bahsediliyor. Ortada seçilmiş hükümete darbe iddiaları var. Devlet içinde bulunduğu iddia edilen “paralel yapı” ajanlıkla suçlanıyor. Vesaire, vesaire… 

Bunların da Türk Ceza Kanunu’ndaki karşılığı belli: Bizim Ceza Kanunumuz, bu suçlar kanıtlandığı takdirde en ağır cezanın verilmesini öngörüyor. 

Yakın geçmişte yaşadıklarımız, henüz hafızalardan silinmedi… 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Turgay Güler / Tehlikeli rüyalar

Bir adam periyodik olarak Pensilvanya’yı arayıp rapor veriyor. 

Raporda dikkat çeken en mühim husus, bağlıların gördüğü rüyalar. 

Tabii her rüya değil! 

O rüyanın rapora girebilmesi için “Hazreti Peygamber Efendimizin” görülmesi sanırım en önemli şartlardan biri. 

Raporu veren diyor ki; “Peygamber Efendimiz ile sizi birlikte görmüş. Peygamberimiz ‘tweetleri iki katına çıkarın’ diye talimat vermiş.” 

Pensilvanya’daki ise cevap veriyor: 

“O halde siz de buyurduğu gibi yapın.” 

Yani, tweetleri iki katına çıkarın. 

Gelin bu hususu bir parça derinlemesine analiz edelim. 

İki katına çıkarılması emredilen o tweetlerde ne var? 

Geneli itibarıyla Erdoğan’a yönelik hakaret, iftira ve saldırılar. 

Bu durumda, rüyasında Hazreti Peygamber’i gören adamın aldığı talimat şu oluyor: 

“Erdoğan’a saldırıları, hakaretleri ve iftiraları iki katına çıkarın…” 

Haşa! 

Sümme haşa! 

Bu nasıl bir rüyadır, nasıl bir ruh halidir? 

Telefonun diğer ucundaki kişi duyduğu bu “ucube” karşısında gereken tepkiyi ortaya koymuyor. 

 “Saçmalamayın!” diyeceğine, “buyurduğu gibi yapın” diyor. 

Erdoğan’a karşı verilen bu çirkin ve haksız savaşın, Hazreti Peygamber üzerinden kutsanmasına cevaz veriyor. 

Bir benzerini Türkçe Olimpiyatları’nda da görmüştük. 

Hazreti Peygamber Efendimiz Türkçe Olimpiyatları’na da katılmıştı! 

Haşa sümme haşa! 

O kişi bu durumu yine Pensilvanya’ya rapor olarak bildirmişti. 

Pensilvanya ise bu raporu onaylayarak bağlılarına duyurmuştu. 

Yani yine Hazreti Peygamber üzerinden şarkılı türkülü Olimpiyatlar kutsanmıştı. 

Oysa Pensilvanya, “ne saçmalıyorsunuz, Hazreti Peygamber’in olimpiyatta ne işi var?” diyememişti.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…