Yazarlar gündemi nasıl değerlendirdi?

Medya
Star’dan Ahmet Kekeç, Mustafa Karaalioğlu, Orhan Miroğlu, Radikal’den Oral Çalışlar, Yen, Şafak’tan Markar Esayan, Türkiye Gazetesi’nden Yıldıray Oğur gündemdeki konu...
EMOJİLE

Star’dan Ahmet Kekeç, Mustafa Karaalioğlu, Orhan Miroğlu, Radikal’den Oral Çalışlar, Yen, Şafak’tan Markar Esayan, Türkiye Gazetesi’nden Yıldıray Oğur gündemdeki konuları değerlendirdiler. İşte köşe yazarlarının gündemindeki ana maddeler… 

Orhan Miroğlu / Özerklik heyulası kesmez, beylere bir ‘Savaş şakası’ lazım!

‘Komünist Manifesto’ nun ilk satırlarını hatırlayacaksınız. Karl Marks, Avrupa’da dolaşan komünizm heyulasından söz eder.

Şu  ‘Kürt Özerkliği’ ,  etki alanı Türkiye ile sınırlı olsa da, dünya tarihi içinde, neredeyse komünizmden sonra,  ikinci heyula olmaya doğru koşuyor!

Kürt gençleri parmaklarını tetikten  çekti çekeli birilerinin mertliği  bozuldu!

Silahlar sustu, şimdi artık, Kürt siyasetinde normalleşme yaşanıyor. Ama bu normalleşmenin sözcülüğünü yapan Kürt siyasetçilerin her sözünün bir tehdit, bir felaket olarak algılanması için, çok tuhaf manşetler atılıyor, çok berbat yazılar yazılıyor!

Anlamayacak ne var artık, en azından Türkiye Kürtleri, bir daha savaşmayacak!

Halk barışın tadını aldı bir kere, geri dönmez bu yoldan.

Ama sahte Kürt dostları bu gerçeği göremiyor ve BDP/PKK’ye baskılarını sürdürüyorlar.

Kimin canı, kimin kanı üstüne ve neyin diyeti isteniyor anlamak gerçekten çok zor!

Devrim yaptılar da Kürtler ihanet mi ettiler bu devrime?

Kürtler’in önüne koydukları ciddi bir siyasi alternatif var da biz mi görmüyoruz?

Yoksa Erdoğan’ı iktidardan düşürmek için daha fazla Kürt ve Türk gencinin ölmesi mi lazım, buna mı inanıyorlar?

Öcalan’ı gözden çıkardılar, ona ulaşmaları, ulaşsalar bile, yeni bir savaşa ikna etmeleri çok zor!

Onun payına da itibarsızlaştırılmak düştü!

17 Aralık’ta yeni bir umut belirdi ufukta!

Ama çok geçmeden, Öcalan 17 Aralık’ı siyasi bir darbe  ilan edince bu  umut ta suya düştü!

Bir iki karakol baskını, birkaç bombalı eylemi bile esirgedi PKK!

İktidarla kana kan dişe diş mücadelelerinin içine  Kürtleri de çekmek isteyenler, şimdi de  kafayı seçimlere ve seçimlerden sonrasına taktılar.

Türk halkını Kürtlerle korkutuyorlar!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Kekeç / Kabataş ne ki? Sizden her melanet beklenir!

Bütün darbelerin arkasında “ustalıkla” durmuş Hürriyet gazetesi, işi gücü bırakmış, Kabataş’ta saldırıya uğradığını söyleyen bir hanımefendinin, bir annenin dediklerini “çürütmeye” uğraşıyor.

Üslup çok pespaye…

Eskiden, “Vay şerefsiz” gibi celadet (!) kokan manşetler atarlardı. Belli (seçkin) çevrelerin hassasiyeti çerçevesinde tolere edilen/edilebilen manşetler…  Vicdansızlardı ama bugünkü kadar pespaye değillerdi…

Başlık, “Kabataş Özrü…”

Habere göre, polisin sızdırdığı (Nazlı Ilıcak’a göre “oradan oraya sürülen polislerin” sızdırdığı) iki dakikalık görüntüyü izleyen kimi müddei gazeteciler özür kuyruğuna girmişler.

Hürriyet, o gazetecilerin “bizi kandırdılar” demeye getirdiklerini söylüyor… Ve yalancılığını kendi elleriyle tescil eden İsmet Berkan’ın tanıklığına başvuruyor.

Diyesi imiş ki Berkan, “Kabataş’taki saldırının çok fena olduğuna ilişkin iki adet tweet attım. Kusurumu itiraf ediyorum. Kendimden o kadar da emin konuşmamalıydım.”

Kusurunu itiraf eden İsmet Berkan, “Evet, izledim. Fena. Çok fena…” demişti. Başka izleyen yoktu… Bütün yorumlar da, “Fena… Evet, çok fena…” ifadesi üzerine bina edilmişti.

Ne değişti de İsmet Berkan nadim oldu?

İsmet Berkan’ın gazeteciliği, hep bu tür yalan beyanlar ve nadim olmalar üzerine mi kurulu olacak? Hep böyle mi iş tutacak? 28 Şubat da bu üslupla mı iş tutmuştu?

Hürriyet, İsmet Berkan’la birlikte, “yanıldıklarını” söyleyen başka gazetecilerin beyanlarını da manşete çıkarmış ama konu bu değil…

Daha namuslu ve serinkanlı bir gazetecilik tutumu içinde görmek istediğimiz Enis Berberoğlu, Latif Demirci’nin karikatürünü de, ilgili haberine (meslek içindeki tabirle) “patlangaç” yapmış.

Birinci sayfayı açtığımızda, “Kabataş özrü” başlığıyla birlikte şu ibareyle karşılaşıyoruz: “CAAAART KABA TAŞ!..”

Pespayelik dediğim bu…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mustafa Karaalioğlu / Telefonlar nasıl dinleniyor, nasıl tapeleniyor, nasıl montajlanıyor?

17 Aralık’ın ürettiği büyük sansasyon ve ortaya çıkan paralı-pullu görüntülere rağmen toplum operasyon güçlerinin istediği gibi düşünmüyor. Süreci planlayanların kavramlarıyla konuşmuyor ve en önemlisi de olayı yolsuzlukla değil, hükümetle mücadele olarak tanımlıyor.

Bunun temel nedeni emniyet ve yargının elindeki hukuk gücünü sorumsuz ve maksatlı kullanmasıdır. Başta Tayyip Erdoğan olmak üzere bütün iktidar unsurlarına, ekonomik aktörlere, cemaat dışında kalan dini kurumlara, sivil toplum örgütlerine, medyaya vs. karşı bir girişim olmasıdır.

Seçilen isimler, seçilen konular ve özellikle telefon dinlemelerinde seçilen konuşmalar bu girişimi teyid ediyor.

Geriye doğru 10 yıldır ama özellikle 7 Şubat sürecinden itibaren binlerce kişi dinlendi. Birçoğu önce dinlenmeye başlandı sonra mahkeme kararı çıkartıldı. Birçok dinleme kararı hedef kişinin ismi belirtilmeden farklı telefon numaraları üzerinden alındı. En önemlisi de bir kişiyi dinleme bahanesiyle onun görüşme yaptığı herkes dinlendi, kayıt altına alındı ve konuşmaları kağıda döküldü, tapelendirildi.

Hukukun vermediği ne kadar yetki ve imkan varsa hukuk kılıfına uydurularak; bazen de kılıf aramaya gerek duyulmadan kullanıldı.

Böyle bir girişime toplumun güven duyması elbette mümkün değildir.

İnsanlar sadece dinlenmekle kalmadı, dinleme kayıtları da çarpıtıldı.

Mesela, 25 Aralık operasyonunda birçok saygın işadamı hakkında dosyalar hazırlandı. O dosyaların hemen hemen hiçbirinde belge ve doküman bulunmuyor. Peki ne bulunuyor? Sadece telefon konuşmaları…

Onu nasıl yapıyorlar?

Bir kişinin telefonu aylar boyunca dinleniyor. Sayısız ilgili-ilgisiz konuşma kaydediliyor. Sonra, o konuşmalardan sadece dinlenen kişi ve hedef kişilerin aleyhine olabilecek bölümler tapeye yazılıyor. Lehlerinde kullanılabilecek hiçbir kayıt dikkate alınmıyor. Konuşmaların en az yüzde 80-90’ı bu şekilde arşivde tutuluyor. Dahası, kişi aleyhine olabilecek konuşmalar da yerine göre montajlanarak suç delili sayılacak ya da utanılacak bir ifadeye dönüştürülüyor. Mesele hayret uyandırmak ve dehşet yaratmak… Nitekim o konuşma internete servis edildiğinde de planlanan maksat hasıl oluyor. Konuşmaların ne tamamı ne de arkasında önünde yapılan diğer telefon kayıtlarını kimse bilmiyor…

En önemli mesele ise şudur…

STAR Gazetesi geçtiğimiz hafta dinlenen ama haklarında dosya açılmayan bazı işadamlarıyla ilgili haber yayınladı. Haberde adı geçmeyen ama kamuoyu tarafından bilinen başka isimler de var. Amacımız insanlara korku salmak değil ama o yapının tam da bunu yapmak için; yani gerektiğinde korkutmak ve etkileme için işadamlarını dinlediği bilinmeli. Telefon konuşmaları düzenli olarak kaydedildi ve ham halde dosyalandı. Şimdi o kayıtların yeni savcıların elinde bulunduğu söyleniyor. Bu, elbette onlar hakkında da dava açılacağı anlamına gelmiyor. Ama Türkiye’nin ve ekonomik hayatın ne denli büyük bir saldırı altında olduğunun anlaşılması için telefon dinleme sisteminin bilinmesi gerekiyor.

Yargı, bir soruşturma bahanesiyle ilgili ilgisiz, dava konusu olan olmayan herkesi neden dinler? Üstelik onlar arasında bu ülkenin önde gelen işadamları varsa, bunu niye yapar?

Hem 17 Aralık’ı anlamak hem de sonrasında ne planlandığını kavramak için bu tabloyu derinlemesine görmek gerekiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yıldıray Oğur / Peki o kayıtta devlet ne diyor?

Öcalan’ın 1999’da yakalandıktan sonra İmralı’da bir gizli kamerayla çekildiği anlaşılan gayriresmî sohbet kayıtları, 15 yılın ardından birdenbire 17 Aralık’a darbe demesinden sonra ortaya çıkıvermesi hâlâ tartışılıyor. PKK’yı Kürdistan davasına ihanetle suçlayan Kürt milliyetçileri, PKK’dan ayrılmış muhalifleri, PKK’ya yakın ama çözüme uzak Şahinler için bulunmaz bir fırsat bu.

Tabii bir de Öcalan’ın, nefret ettikleri Erdoğan’la barış yapmaktaki ısrarı yüzünden savaş kışkırtıcılığından, paralel devlet muhipleri cemiyeti üyeliğine kadar spektrumu genişletmiş sinir krizinin eşiğindeki bazı Beyaz Türkler için…

Peki neden o sohbet  kayıtlarında sürekli Öcalan konuşuyor?

Kayıtları sızdıranlar devletin sesini mümkün olduğunca kesmişler.

Halbuki devletin sesini duymadıktan sonra Öcalan’ın niye öyle cevap verdiğini anlamak da pek mümkün değil.

Bunun için önce 16 yıl önceki bir düğüne gitmeliyiz.

18 Ağustos 1998 akşamı İstanbul Büyük Kulüp’te merakla beklenen bir düğün vardı.

Düğüne ilgi o kadar yoğundu ki gelin ve damat bile arabalarından inip ancak 10 dakika yürüyerek salona ulaşabildi. Susurluk ilişkileri nedeniyle İçişleri Bakanlığı’ndan istifa eden ve bir süre önce de kızını kaybeden Mehmet Ağar oğlunu evlendiriyordu.

Nikâh şahitlerinden biri Kenan Evren diğeri Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di. Nikâhı kıyacak isim ise İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. İstanbul sosyetesinin, magazin dünyasının, iş dünyasının ve Ankara siyasetinin en önemli isimlerinin içinde olduğu 1700 kişi yerini aldı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / Stalin’in paralel askerleri

Aradan aylar geçti. Gezi Olayları sırasında yaşanan Kabataş’taki çirkin saldırı yeniden gündeme geldi. Biliyorsunuz, İstanbul Kabataş’ta başörtülü bir bayan, eylemci bir grubun saldırısına uğramıştı. 

“Uğramıştı” diyorum, çünkü bu yönde Adli Tıp Raporu var. Ayrıca, olaydan sonra gazeteci Balçiçek Pamir de o bayanın vücudundaki morlukları “bizzat gördüğünü” söylemişti. 

Şimdi de birtakım kamera görüntülerinden yola çıkarak deniliyor ki: 

-Böyle bir olay gerçekleşmedi. O başörtülü bayan yalan söylüyor. 

Kim bunu söyleyenler? 

Geziciler! Normaldir, söyleyecekler. Cam çerçeve kıran, araç yakan, alt geçitleri talan eden, taş ve sopalarla sağa sola saldıran, günlerce vatandaşa hayatı zindan eden bu Geziciler, kendilerini aklamaya çalışacaklar. 

Ortada yadırganacak bir durum yok. Burada yadırganması gereken, “Geziciler” ile “Paralelcilerin” el ele tutuşması. Birbirlerine alabildiğine destek vermesi. Can ciğer kuzu sarması olması. 

***

Geziciler kimlerdi? 

Taksim’e astıkları bayrak ve pankartlarla kim olduklarını Türkiye’ye ilan etmişlerdi. İçlerinde Marksist ve Leninist TKP’liler vardı. Onların dışındaki gruplarda da Marksist kimliği öne çıkıyordu. Bu devirde bile “Komünizm” diyen marjinal bazı sol partiler Taksim Meydanı’ndaydı. İçlerinde DHKP-C gibi Leninist ve terörist gruplar da yer alıyordu. 

Şimdi sakın ola “Ama onlar küçük bir gruptu” demeyin… 

Hayır, hiç de öyle değildi. Pek çok meydana, özellikle de Taksim’e onlar hakimdi. 

Hatırlarsınız, DSP’nin PM üyesi Prof. Hikmet Sami Türk, Taksim’de Gezicilere destek vermek istedi. Canını zor kurtardı. Meydanda saldırıya uğradı. 

Niye? 

Çünkü Hayata Dönüş Operasyonu sırasında Adalet Bakanı’ydı. Cezaevlerini yolgeçen hanına çeviren yasadışı sol örgütlere savaş açmıştı. Solcuydu ama onlar gibi marjinal değildi. 

Hikmet Sami Türk’ü anında tanıdılar… 

Geçmişin faturasını ödetmek istediler! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Murat Kelkitlioğlu / Paralel yapı, sosyal medyayı izliyor

Önce Zaman gazetesinde dün yayımlanan “TİB sosyal medyayı takibe alıyor” başlıklı habere bakalım: 

“Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na önümüzdeki günlerde sosyal iletişim ağları ve telefon hatlarının takibi için bir izleme merkezi kurulmasına yönelik talimat verildi. Sosyal İzleme Merkezi adını taşıyan birim, Twitter, Facebook, Gmail gibi sosyal paylaşım siteleri ve GSM operatörlerini takip altına alacak. Bununla birlikte aynı sistem üzerinden GSM operatörleri de takip altında tutulacak. İddialara göre özellikle Emniyet Genel Müdürlüğü ve savcılıklardan bilgi sızmalarına karşı görevden alınan bürokratların telefonları ve ağ bağlantıları anbean takip edilecek. Hat üzerinden iletişim kurulan, Line, Viber ve WhatsApp gibi iletişim araçlarından bilgi sızmalarına karşı önlem alınacak. 

TİB Başkanlığı’na MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın yardımcısı Ahmet Cemalettin Çelik’in atanmasının ardından kurumda bazı kritik çalışmalar için düğmeye basıldı. Çelik, öncelikli olarak göreve gelir gelmez stratejik noktalarda görev yapan daire başkanlarını ve şube müdürlerini görevden aldı. Yerlerine ise MİT’te ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nda görev yapan bürokratların atamasını yaptı.” 

Şimdi baştan sona yalan ve yanlış yönlendirmelerle dolu bu haberle ilgili gerçekleri açıklıyorum: 

– TİB’de iddia edildiği gibi Sosyal İzleme Merkezi diye bir merkez kesinlikle kurulmuyor. 

– Şu anda başkan olan Ahmet Cemalettin Çelik, MİT Müsteşar Yardımcılığı yapmadı. Çelik, göreve geldiğinden itibaren MİT’ten tek bir bürokrat dahi TİB’e alınmadı. 

Dışarıdan tek bir atama yapılmadı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Erdoğan’sız Türkiye istiyorlar, neden?

Hedefleri açık: “Gerekiyorsa memleket yıkılsın ama Erdoğan gitsin!”

Bunun için sağcısıyla, solcusuyla uğursuz bir ittifak oluşturdular.

İlginçtir; farklı ideolojilere inanıyorlar ama aynı deney laboratuvarında zihin kontrolünden geçirilmiş gibiler.

Erdoğan’ın adı anılınca akıl yürütme yetilerini bir yana bırakıp öfkeyle titriyorlar.

Eleştirel bakış yerini dizginlenemeyen bir nefrete bırakalı çok oldu.

En çok daha birkaç yıl önce 

“Gül benim Cumhurbaşkanım olamaz!” diye kendini yerden yere atan CHP’lilerin “Gül’ü göreve çağırma”larına şaşırıyorum. Bu kadar çılgın bir projeyi tahmin etmemiştim! 

***

Peki basit biçimde “lideri hedef alırsan, parti de biter” stratejisiyle mi karşı karşıyayız?

Hayır!

Bütün partilere ve tabii ki hâlâ AK Parti’ye de ağızları sulanarak bakıyorlar.

Sürekli tetikte bekleyen “Eski Türkiye” koalisyonları sever. O nedenle malum yüzde 50’den elde tutulacak yüzde 25’e ihtiyaçları var. Üstelik AK Parti’nin sosyal ve politik dokusunun Erdoğan’ın hayallerinden daha geride durduğunu düşünüyorlar. 

Burada kilit nokta, barış sürecidir. 

Hatırlayın…

Sosyolojik bakımdan sürekli yenilgiye uğrayan anti-AK Parti siyasetinin birden ve şiddetle anti-Erdoğan kampanyasına dönüştüğü dönem Oslo sonrasıdır.

Geçen kasımdaki 

“Diyarbakır buluşması” onlar için bardağı taşıran son damlaydı.

İttifak medyasına bakınca anlaşılıyor zaten. 

Kandil’i pek seven ama barış sürecine sırtını dönen kalemler aynı zamanda Erdoğan nefretinin en heveslisi ve yüksek sesli sözcüleri değil mi?

Meşum bir beklenti içindeler: 

“Erdoğan olmazsa, devlet süreci terk eder; İmralı olmazsa Kandil savaşa devam eder!” 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdurrahman Dilipak / 15 Şubat sendromu

Evet 15 Şubat da geçti. Değişen bir şey yok..

Anlaşılan evdeki hesap çarşıya uymuyor. Aza koyuyorlar dolmuyor, çoğa koyuyorlar almıyor..

Şunun şurasında seçimlere 45 gün bile kalmadı.. Bu hafta YSK’ya adaylık başvurusunun yapılması gerekiyor..

Türkiye’yi dolaşıyorum, hiç bu kadar garip bir seçim yaşanmadı.. Muhalefet ortalıkta gözükmüyor. AK Parti’de ise olağanüstü bir hareketlilik ve dayanışma sözkonusu.. Tek konuşulan konu var, o da Cemaat konusu!

MİT operasyonu geri tepti, olmadı.. Bu işin Milli bir operasyonun engellenmesi olarak görüldü.. Hele işin Bosnalı Müslümanlara finansal destek sağlanmasının engellenmesi anlamına gelen bir takım suçlamalara dönüştürülmesi, bu tertibin gerçek niyetini ortaya koyan bir gelişme olarak ifade ettiği değer büyüktü..

Bosna olayı ile ilişkili olarak Ziraat Bankası’nı suçlayanlar bu çabaları Halk Bankası olayını gündeme getirdi. Musul Petrolleri ve İran’ın Türkiye’deki Petrol parası ile ilgili olarak Halk Bankası’na karşı yürütülen operasyonda toplumun hafızasında çok farklı bir yer edindi.. Toplum nezdinde suç duyusunda bulunanlar suçlu hale geldi.. Halk Bankası Genel Müdürünün evindeki ayakkabı kutusundaki 4 milyon doları birileri gözünüze dayarken, arasındaki 100 Milyar dolarlık ekonomideki kaybı gizlemeye çalışıyorlar aslında.. Bu komplonun sahipleri şecaat arzederken sirkatini söyleyen adamın durumuna düştüler..

Bu işi gündeme taşıyanların, devam eden İş Bankası davası konusunda sessizliklerini korumaları da ilginç değil mi?

Kaset olayı da geri tepen bir silah. Toplum bu tür iddialara itibar etmiyor. Özellikle de zamanlaması bu işin içindeki “art niyet”i göstermeye yetiyor zaten! Hem kaset savaşı başlayacak olursa bu işten en zararlı çıkacak parti AK Parti olmaz herhalde!

Bana kalırsa yolsuzluk dosyaları ile ilgili iddialar da büyük ölçüde inandırıcılığını ve ciddiyetini kaybetti. Halk artık bu işlerin seçim malzemesi yapılmasını istemiyor.. Yolsuzluk iddialarının arkasına saklanmaya çalışılan tehdit ve şantaj girişimleri, en az yolsuzluk kadar toplumda nefret uyandırıyor. İşte camia bunu hesaba katmamıştı!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / Kürt barışı, yeni Türkiye demek

‘Gündelik çatışmalar’ın hengamesine kapılmadan baktığımız zaman, esas olan barıştır.

Askeri vesayetin tasfiye edilmesi son on yılımızın temel meselesiydi. Bu noktada; AK Parti, Cemaat ve “seküler demokratlar”ın önemli bir kesimi ortak hareket etti. Askeri vesayetin temizlenme sürecinde; “militan faaliyetin sürükleyici gücü”; Cemaat’in yargıdaki, polisteki, bürokrasi içindeki ağırlığıydı. Hükümet, siyasi irade olarak, sürecin arkasında durdu. Demokrat sekülerler de, medyadan, etkili bir psikolojik destek sağladılar. 

“Askeri vesayetin bitirilmesi”nde, dönüm noktası, 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliği referandumu oldu. Askeri vesayetin bir ölçüde halledilmesiyle birlikte, Türkiye’nin önüne, temel bir mesele olarak, “çözüm süreci” geldi. Militarizmin etkisizleştirdiği koşullarda, “Kürtlerle yapılacak büyük barış projesi”; demokrasinin yerleşmesi ve derinleşmesi bakımından, kaçınılmaz bir dönemeç olarak karşımızda duruyor. 

“Çözüm süreci” başladığında, iki bakış açısı vardı: Birinci bakış açısı, “AK Parti hükümeti ile barış projesi yapılamaz” şeklindeydi; Erdoğan, dikatatördü bu nedenle çözümde bir rol oynaması mümkün değildi. İkinci bakış açısına göreyse; bugünkü siyasi tablo içinde, “Türklerin çözüme ikna edilmesi” açısından, Erdoğan ve AK Parti bir olanak olarak görülebilirdi. 

Bu noktadan itibaren, 12 Eylül 2010 tarihinde oluşan blok, parçalandı. Cemaat, “Tayyip Erdoğan’sız bir siyasi tablo” için düğmeye bastı. Seküler demokratlar, kendi aralarında bölündüler. Bir kesim, “Bu Erdoğan›la hiçbir şey olmaz” diyerek, “çözüm süreci” konusunda da şüphe içine girdi. Kürtlerin Erdoğan›la “çözüm noktasında olan ilişkileri”nden hoşlanmadılar. Erdoğan’a karşı tavırları, bir süre sonra, Kürtlerle olan ilişkilerine de yansıdı: Öcalan’a yönelik, “kullanılan adam”, “Türkleri satıyor”, “demokrasiyi satıyor” gibi ağır suçlamalar başladı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…