Politik tezgahlar ve muhalefetteki algı boşluğu

Medya
Fehmi Koru, Beril Dedeoğlu, Fadime Özkan, Ahmet Taşgetiren, Ali Bayramoğlu, Markar Esayan, Elif Çakır, Kurtuluş Tayiz, Melih Altınok, Fuat Keyman ve Emin Pazarcı gündemdeki konuları değerlen...
EMOJİLE

Fehmi Koru, Beril Dedeoğlu, Fadime Özkan, Ahmet Taşgetiren, Ali Bayramoğlu, Markar Esayan, Elif Çakır, Kurtuluş Tayiz, Melih Altınok, Fuat Keyman ve Emin Pazarcı gündemdeki konuları değerlendirdiler…

Fehmi Koru / Yeter Artık

Hayret bir şey: Daha düne kadar Ak Parti’yle yediği içtiği ayrı gitmeyen bir çevrenin yazarları şimdilerde cumhurbaşkanlığı seçimi için CHP nâmına formül üretmekle meşguller… 

Müthiş bir savrulma bu.

Önce ‘seçimi boykot’ fikri ortaya atılıp savunuldu; sonra katılımın az olmasıyla sonuç alınamayacağı fark edilince yeni bir formül geliştirildiği anlaşılıyor: Seçimi referanduma çevirmek… Birinci tur aşıldığında, ikinci gelen aday “Benden buraya kadar” deyip çekilecek ve Tayyip Erdoğan yalnız bırakılacakmış…

Anayasa (m. 102) ikinci oylamaya tek adayın kalması durumunda seçimin referandum şeklinde yapılacağını öngörüyor; Tayyip Erdoğan’ın yalnız katıldığı bir seçimde alacağı oyların yüzde 50’nin altında kalması bekleniyor…

Evet, aynen bu hesap…

CHP ile MHP tek aday üzerinde anlaşırlarsa mümkün olabilirmiş bu…

Formülün yine de küçük bir zaafı var: BDP/HDP de aday gösterebileceği için, yine anayasaya göre, ikinci tura kalan aday çekildiği taktirde daha az oy alanın önü açılacağı için, referandum şıkkı gerçekleşemiyor…

Önemli olan, formülün uygulanıp uygulanamaması değil… Önemli olan, Tayyip Erdoğan ve Ak Parti karşıtlığının o çevrede bulduğu akıl almaz seviye…

Artık CHP ile birlikte hareket edilmiyor, CHP için formüller de üretiliyor…

Her siyasi hareketin, her partinin muhalifleri vardır ve bizim gibi ülkelerde muhalefetin dili hayli keskin olabiliyor. Kanıta ihtiyaç yok: İktidar partisi lideriyle muhalefet partileri liderleri bu sebeple sıkça mahkemelik oluyor ve yargıçlar cezaya hükmedebiliyor…

Ancak o çevrenin yazarları son zamanlarda muhalefet partilerinin hakaret jargonuna yeni malzemeler kazandırmakta yarış halindeler. Kullandıkları incitici sözcükler kalemlerine hiç yakışmadığı için onların bu durumu daha da sırıtıyor. Bir siyasetçi söylediğinde kulağa o kadar yadırgatıcı gelmeyen ifadeler, çevre yazarları tarafından sarf edildiğinde, dinleyen —veya okuyan— şöyle bir irkiliyor…

Unutmayalım: Yaralayıcı ifadeleri daha düne kadar iltifatlarını esirgemedikleri kişilere karşı kullanıyorlar…

Bir güne kadar övgü, ertesi günden başlayarak sövgü…

Hayret ki, ne hayret…

O çevrenin feyz aldığı kitaplarda, çevre adına konuşan ve yazanların şimdilerde büründükleri kimlikle ilgili ciddi uyarılar bulunduğunu biliyoruz. Hadi, o kadar sık dokuyup ince elemeyelim, genel ahlâk kuralları bile insandan insana ilişkilerde bazı hassasiyetlere riayet edilmesini öngörür… Bir de tabii ‘birilerine olan öfkenin onlara karşı haksızlığa sevk etmemesini’ tavsiye eden evrensel kural var…

Demek ki, hiçbirinin zerre kadar değeri bulunmuyor… ‘Kavgada yumruk sayılmaz’ ya, işte o hesap…

‘Kavga’nın tek taraflı olmadığını biliyorum elbette; ancak yıllarca en etkili ağızlardan dinleyegeldiğimiz ‘vurana elsiz / sövene dilsiz gerek’ ölçüsünü nereye koyacağız? O ölçüye uyulsun diye geçmişte nelere katlanıldığını biliyorsak özellikle? Küslüğün tülbent kuruyuncaya kadar süreceği beklentisi ne oldu?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / Nihayetinde ne olacak?

Çözüm sürecinin nihayetinde yani.

Doğu – Güneydoğu’da yani. 

İstanbul ile Diyarbakır’ın farkı olacak mı?

Diyarbakır’da yaşayanla İstanbul’da yaşayan farklı statülere mi tabi olacak?

Örgüt ne olacak?

Örgüt, silahlı mücadele sürdürmüş olmanın bedelini mi ödeyecek, rantını mı elde edecek? Nasıl bir dönüşüm geçirecek, ya da geçirmeyecek?

Bölge halkının örgütle ilişkisi ne olacak? Korku mu, endişe mi? “Ohh, iyi ki bitti” mi?

Acaba bu soruların Ankara’daki cevabı ile Kandil’deki, İmralı’daki cevabı ne? Bu cevaplar arasında bir uyum var mı, yoksa her şey süreç içinde mi belirlenmiş olacak?

“Süreç ne kadar önemsense de herkesin bir kırmızı çizgisinin, özellikle Ankara’nın bir kırmızı çizgisinin olması kaçınılmaz” ise sürecin akış seyri o çerçevenin gerçekleşmesi istikametinde mi?

Şu andaki görüntü, evet, kanın durması anlamında çözüm sürecini kabule şayan hale getiriyor, ama yine şu andaki görüntü, devletin göz yumduğu alanda, örgütün hakimiyetinin sürdüğü hatta derinleştiği izlenimi veriyor.

Önceki gün, Hüda Par’dan (Hür Dava Partisi) bir grup ziyaretime geldi ve bölgeye ilişkin sıkıntılarını anlattı. Yoğun olarak bölgede çalışıyorlar ve bölgedeki her gelişmenin nereye doğru seyrettiği ile ciddi anlamda ilgileniyorlar. Başından beri seslendirdikleri şikayet, çözüm sürecinin PKK’yı tek temsilci gibi görerek yürütülüyor olması. Hüda Parlılar, şu anda da örgütün bölge halkı üzerinde tahakküm oluşturduğunu, özellikle de kendi tabanlarına yönelik tehditlerde bulunduğunu ifade ediyorlar. Onların anlattığına göre cinayet, adam kaçırma, köyleri tehdit bu örgüt terörünün farklı boyutları. İfadelerine göre, Mustazaf -Der, Hüda Par gibi legal dernek ve partileri olsa bile, Hizbullah yapısı, belli bir ölçekte illegal alanda hala varlığını sürdürüyor ve tehditler ağırlaşırsa devreye girebileceği belirtiliyor. Hüda Par, Batman’da yüzde 8, Diyarbakır’da yüzde 5, Bitlis’te yüzde 7 oy almış. Yani taban potansiyeline sahip bir yapının PKK – KCK ya da BDP ile geriliminden…

Son günlerde bir de “Anneler” boyutu girdi devreye. Çocukları dağa götürülen anneler, babalar… Belli ki Diyarbakır’da başlayan bu “Anneler isyanı”, İstanbul, İzmir, belki Mersin, Adana, Antalya gibi Kürt çocuklarının dağa götürüldüğü başka şehirlerde de boy salacak.

Anneler hareketi de, belli ki çözüm sürecinin getirdiği nisbi barış ikliminde ortaya çıkabildi. Bu annelerin oralarda daha önce de bulundukları, her evladı elinden uçarken derin acılar içinde kıvrandıkları, her ölüm haberinde yüreklerinin on kere yerinden koptuğu muhakkak. Daha önce sesleri çıkmıyordu, çıkamıyordu, kendilerinin veya çocuklarının başına geleceklerden endişe etmekteydiler. Şimdi, önce orada, Gültan Kışanak ve Ferit Anlı’nın karşısında oturdular, sonra “Çocuklarımızı verin” dediler, Kürt siyasi hareketi sıkıştı, daraldı, bunaldı, annelere bir şey diyemediler, örgüte bir şey diyemediler, en sonunda “Öcalan’a götürelim, o dağa bir şey desin” noktasına gelindi. Ama bu arada da Örgüte selam babında Annelerin üzerine buldozer sürdüler.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Beril Dedeoğlu / İran ve sınır ihlali

Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinden yapılan açıklamaya göre, bir kaç gün önce İran’a ait bir keşif uçağı 1 dakika 20 saniye boyunca Iğdır’ın güneydoğusunda Türkiye hava sahasını ihlal etmiş. O sıralarda Türkiye’ye ait dört F-16 ile dört bot, Suriye sınır denetimini gerçekleştiriyormuş, iki F-16 Iğdır bölgesine intikal edince, İran uçağı Türkiye hava sahasını terk etmiş.

Bu haberin normal bir durum gibi verilmiş olmadığını düşünmek mümkün. Iğdır, Nahcivan, Ermenistan ve İran ile komşu bir il ve sadece bu üçgen bile ihlalin yapıldığı bölgeyi kritik olarak tanımlamaya yetiyor. İhlal, belirtildiği gibi Iğdır ile sınırlıysa, ki bu yaklaşık 50 km’dir, uzun sürmüş denebilir. Neredeyse sınırdan yaklaşık 75 km içeride olan Iğdır merkeze kadar gidip gelecekmiş bu keşif uçağı.

İran keşif uçağının ne keşfetmek için Türkiye sınırını ihlal ettiğini kestirmek kolay değil. Bununla birlikte bazı tahminler yürütmek mümkün ve muhtemelen sınır ihlalinin Iğdır’la fazla bir ilgisi yok; mesele ihlalin yapılmış olmasında ve Suriye sınırındaki F-16’ların bölgeden ayrılmasını sağlamakta.

İran, Türkiye’nin sadece Suriye sınırındaki askeri faaliyetlerinden değil, Suriye içindeki faaliyetlerinden de son derece rahatsız. Ancak Türkiye-İran ilişkilerinde gerginliklere neden olan tek konu Suriye olsa iyi, bir de Irak konusunda anlaşmazlık var ki, bu Türkiye açısından daha sorunlu bir konu.

Barzani yönetiminin Irak yönetimine rağmen Türkiye’ye petrol satma kararı, muhtemelen anlaşmazlıklar listesinin uzamasına yol açtı. Bağdat yönetimi, yasadışı ithalat yaptığı gerekçesiyle Türkiye’yi mahkemeye verdi. Bu, açıkça Türkiye kaçakçılık yapıyor iddiasında bulunmak anlamına geliyor.

Buradaki temel sorun, Türkiye’nin aldığı petrolün parasını kime ödeyeceği ile ilgili aslında. Para Bağdat’a ödenir, Bağdat da Erbil’e kendisinin öngördüğü kadarını aktarırsa o kadar fazla sorun olduğu söylenemez. Ancak Türkiye ödemeyi doğrudan Erbil’e yaparsa, o zaman Bağdat’ın Erbil gelirlerini denetleme imkanı daralır. Muhtemelen Barzani’yi de merkezden aktardığı parayı kısarak, mesela memur maaşlarını ödemeyerek cezalandıracaktır. Ancak temel sorun, Türkiye’nin Kürdistan’ı bağımsızlığa yaklaştıracak adım attığının ileri sürülmesinde.

Terör sorunu

Türkiye’nin Irak Kürdistan’ının bağımsızlığına çalıştığını ileri sürmek fazla ileri bir adım olur. Anlaşıldığı kadarıyla Türkiye, elini Kürdistan’dan çekmeyerek Bağdat rejiminin İran ile olan yakınlığına ve hatta Suriye ile ilişkilerine tehdit oluşturmakla yetiniyor.

İran, Türkiye’nin politikasını anladığını göstermek için sınır ihlali yapmış olabilir. Ancak, bununla sınırlı kalmayabilir. Türkiye’nin Kürt açılımını sabote etmeye meraklı Kürt gruplarını teşvik edebileceği gibi, bazı provokasyonlarda da yardımlarını esirgemiyor olabilir.

Söz konusu ihtimaller, doğal olarak iç siyasette etki yaratacak türden. İran, Türkiye’deki iktidarı en fazla zora sokacak konunun PKK eylemleri olacağını bilmiyor olamaz. Ancak Türkiye sadece PKK terörüyle değil, aynı zamanda Afganistan’da olduğu gibi başka grupların terör saldırılarıyla da tehdit edilmeye başladı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Elif Çakır / Adamım meçhulüm benim

Başbakanlık’ta 17 Aralık operasyonunun akabinde ivedi bir şekilde ‘özel bir ekip’ oluşturulmuş. Bu ekibin başında da Başbakan’ın danışmanlarından Mustafa Varank varmış. Bu özel ekibe “Başbakan Erdoğan’ı savunacak argümanlar geliştirmek”, “halk nezdinde masum/mağrur algısı oluşturmak” gibi ve ‘PDY (Paralel Devlet Yapılanması) hakkında yasadışı örgüt damgasının vurulmasını ve yargılanmalarını sağlamak” gibi özel görevler ‘tevdi’ edilmiş.

Bu “özel ekibin” en yakın çalıştığı kurum ise TİB’miş.

Zaten “TİB, son zamanlarda üzerinden delil oluşturma noktasında önemli bir kurum” haline gelmişmiş. 

Bu “özel ekip” 2000 kişilik bir ‘telekulak’ listesi oluşturmuşlar!

Bu listeyi de STAR ve Yeni Şafak gazetesine servis etmişler! (Sayı örtüşmüyor ama STAR ve Yeni Şafak’ın 24 Şubat 2013 tarihli tarihi telekulak skandalı manşetleri)

Bu listelerle ‘toplumun tüm kesimleri cemaate düşman haline getirilmek’ hedeflenmiş!

Dahası, 17/25 Aralık’ta yapılan ‘soruşturmanın’ ‘darbe girişimi olduğu’ algısını pekiştirmek için ‘camia lehinde değerlendirilen siyasilerin desteğini ortadan kaldırmak için Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşi, Deniz Baykal, Muharrem İnce” gibi isimleri de dinlemişler gibi listeye eklemişler.

Hatta… Hatta…

Kemal Kılıçdaroğlu’nun eşini listeye eklerken aralarında “Görsün bakalım pis Alevi, seçimde cemaatin kucağına oturmak nasılmış?” gibi çok adice, çirkince şeyler söyleyenler bile çıkmış!

Bağbozumunda yapılacak HSYK üye seçiminde Gülen Örgütü’ne karşı ittifak sağlamak için Emine Ülker Tarhan’ı da eklemişler dinlenenler listesine… Vesaire vesaire…

Uzun lafın kısası ‘tevdi’ edilen ‘çok özel görevler’ karşılığında özel-güzel-yüksek makamlar vaat edilmiş ki birileri de ‘yüksek yüksek’ yerlere getirilmişler!

Meçhul bir kişilik tarafından yazıldığı iddia edilen, garip, tuhaf, çelişkilerle dolu mektup bu şekilde uzayıp gidiyor.

Mektup, Ekrem Dumanlı’nın söylediğine göre ‘tüm medyaya’ gönderilesiymiş!

Ama Eyüp Can dâhil, Ekrem Dumanlı’dan başkaca da kimse mektubun zarfını açmamış anlaşılan.

Meçhul adamla Ekrem Dumanlı arasında tuhaf benzerlikler var; içleri kan ağlıyor, vicdanları sızlıyor, yapılanlar karşısında kahroluyorlar. Misal ikisi de Erdoğan’la Çevik Bir’i Çetin Doğan’ı Erol Özkasnak’ı aynı kefeye koyarak, dönem 28 Şubat’tan daha ağır diye höykürüyorlar.

Öyle görünüyor ki; meçhul adam, Ekrem Dumanlı’nın 14 Kasım’dan bu yana yazdıklarını masasına koymuş Dumanlı’nın bütün argümanlarını haklı çıkartacak ‘delilleri’ bir bir yazıvermiş, tane tane sıralayıvermiş.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fadime Özkan / Annelere ‘dağ’ dayanamaz!

Çocukları dağa çıkarılmış annelerin Diyarbakır’da başlattığı o yürekli eylem, Çözüm Süreci’nin hiç tartışmasız en mühim olaylarından biridir. 

Çok değerli bir milattır.

23 Nisan’da pikniğe giden 14 yaşındaki oğlunun dağa çıkarılmasına isyan eden bir annenin feryadıyla başlayan bu çok haklı ve hakikatli eylem, sürecin yolunda gittiğini, Kürtlerin bu sayede PKK’ya hesap sorabildiğini ve tüm sıkıntılara rağmen bölgede hayatın normalleşmekte olduğunu da gösteriyor.

Unutulmamalı ki ailelerin PKK ile ilişkisi ikincil bir ilişkidir. Bölge halkının PKK ile kurduğu o dolaylı bağ, çok acılı geçen son 30 yılda çocuklarının çeşitli gerekçelerle dağa çıkması, cezaevine düşmesi yahut çatışmalarda ölmesiyle doğrudan “kan bağı”na dönüştü. 

Dağ’ın anlamı

Bundan dolayıdır ki bölgenin nabzı hep ‘dağ’da attı.

Ovanın şehrin bölgenin göğünü boydan boya kapladı dağ.

Moral değerleri ve siyaseti belirledi. 

Bölge halkının ‘dağ’ ile kurduğu ilişkiyi dikkate almayan her çözüm arayışı da baştan ölü doğmuş oldu.

Askeri yöntemler yarayı deşti, siyasi yöntemler yetersiz kaldı.

Neticede sorun büyüdü ve 30 yılda 40 binden fazla gencini toprağa, acısını bağrına gömdü bu ülke.

Çözüm Süreci’nin bugün başarıyla yürüyor olmasının temel çıpalarından biridir, dağ ile ova ilişkisinin doğru okunması. 

Dağ, ada ve ova arasında iç içe geçmiş bir mekanizma işletildiği, her adım ince elenip sık dokunduğu için kalıcı barış hedefine doğru temkinle yol alıyoruz. 

Bu süreç sayesinde ovanın değerlerini ve siyasetini dağ belirlemiyor artık.

Siviller belirliyor ve dağı etkiliyor.

Oyalanmayın!

IRA-İngiltere barış sürecinin gösterdiği üzere, sürece ne kadar çok taraf katılırsa süreç o kadar sağlamlaşır ve yol almak kolaylaşır.

Annelerin inisiyatifi sayesinde Türkiye’de de bundan böyle profesyoneller, siyasiler ve üçüncü kişiler kadar sürecin akıbeti kendilerini doğrudan etkileyenler de yer alacak süreçte.

“Sürece katılım çoğalmalı” çabasının içermeyeceği kimse olmayacak mı peki?

Eh zaruretten -ve en azından şimdilik olacak.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Politik tezgahlar ve muhalefetteki algı boşluğu…

MİT’in İstihbarat’tan sorumlu eski müsteşar yardımcısı Cevat Öneş’i PKK’nın parçası olduğu iddiasıyla dinleyen birileri var.

Havelsan, Aselsan, İHA, Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nı benzer şekilde dinleyen birileri var.

Ne var ki kimileri için bu sadece AK Parti’nin meselesi…

Bu tür hadiseler, devlet içi paralel örgütlenme, otonom yapı üzerine, sorularla giden hiç bir muhalif unsur bulunmuyor. Yargı ve emniyetin ele geçirilmesinin demokrasinin geleceği açısından işaret ettiği sorunları gören muhalif siyasi parti, kişi, gazeteci yok.

Yaşanan kutuplaşma o kadar keskin, o kadar aptalca, o denli şahsileşmiş durumda ki bu konuda sorulan sorular bile onlar tarafından hoş karşılanmıyor.

Oysa kimilerinin sandığının tersi geçerlidir.

Bu soruları sormak, bu gayri meşru dokunun üzerine gitmek, onunla mücadeleyi bir demokrasi sorunu olarak tanımlamak yolsuzluk ve otoriterleşme iddia ve tartışmalarını ortadan kaldırmaz.

Tersine demokratik ortamı, denetimi pekiştirerek derinleştirir.

Ancak yeminli muhalifler haklı ve meşru bir çizgide durmak yerine, 28 Şubat’ı, askeri doğruladıkları zaman yaptıklarını tekrar ediyorlar, (nitekim pek çoğu aynı aktörlerden, andıç tezgahçılarından oluşuyor) istemediklerini bertaraf etmek için ölümcül halleri görmezden geliyorlar. Gezi dalgasının, yeni muhalefetin arkasına saklanıyorlar.

Oysa kral çıplak durumda…

Öneş örneğiyle anlatalım…

2010 öncesi ve sonrasıyla Kürt sorunu açısından ‘üç kritik gelişme’ye tanıklık yaptı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Markar Esayan / Kim bu Beyaz Türkler…

Bir entegrasyondan bahsederken, ‘dışarılıklı’ bir toplumsal unsurun ‘içeridekiler’ veya ‘evsahipleri’ ile ‘uyumu’ ima edilir. Bir evvelki yazıda ‘Beyaz Türklerin halka entegrasyonu’ meselesini sorunsallaştırmaya çalıştım. Bunun için bazı gözlemlerimi aktardım. Şahsıma ve arkadaşlarıma uzun süredir yapılan linç yeni değil ve pek umurumuzda da değil. Bu linç daha büyük bir sorunun sadece bir semptomu, ama bunun bu ülkede neredeyse çoğu ailede yaşandığını biliyorum. Bir okuyucum sürekli Ulusal TV’yi izleyen 84 yaşındaki annesinin nasıl çıldırdığını, kendi ailesi içinde de ‘hacı amca’ muamelesi gördüğünü ifade ediyordu.

‘Beyaz Türkler’ sıfatı bence isabetli, ama içeriğinin iyileştirilmesi gerekiyor. Beyaz Türk derken, gayrımüslimlerin malları ile zenginleşmiş, devlet bürokrasisinin tepe noktalarını ele geçirmiş, medyada söz sahibi İttihatçı elitlerden bahsetmiyoruz sadece. Yani mesele birkaç yüz aile değil. Öyle olsa, sorun nispeten daha kolay halledilirdi. Bu anlamda Erdoğan’ın Koç ailesinin fabrika açılışına gitmesi de çok yerinde, olgun bir davranış olmuştur. Bizim ötekileşmeye, ötekileştirmeye ihtiyacımız yok, bizim sorun çözmeye, kucaklaşmaya ihtiyacımız var.

‘Beyaz’ kendisini üstün görmekle ‘Siyah’ı tanımlar veya ‘Siyah’ın eşitlik talebi ‘Beyaz’ı belirginleştirir. Türkiye, bir yarı sömürge mantığı ile kurulmuş, böl-yönet taktiği ile idare edilmiştir. Devlet imkânları, şiddet veya özendirici önlemler ile (Ötekilerin, sonra da devletin yağmasından küçük paylar) toplum mühendisliği yapılmış, ‘siyahlardan’ bir ‘beyazlar’ topluluğu ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu kolonyal stratejidir ve tüm sömürge coğrafyalarında yıkıcı bir sosyolojik çelişkiye neden olmuştur.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kurtuluş Tayiz / Analar ve oğulları

Diyarbakır’da, dağa çıkarılan çocuklarını geri isteyen annelerin başlattığı oturma eylemi devam ediyor. İlk günden refleks gösteremeyip annelerin sorunlarına çözüm üretemeyen BDP, giderek annelerin karşısında yer almaya başlıyor. Bu hatayı düzeltmeye çalışacaklarına şimdi de oturma eylemi yapan aileleri zabıta zoruyla belediye önünden sürmeye çalışarak olayın büyümesine sebep oluyorlar.  

Ailelere karşı alınan bu yanlış tutum, sürdürülebilir değil ve sorunu büyüterek içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. BDP’nin bir an önce durduğu yeri değiştirmesi gerekiyor; annelerin karşısına değil, annelerin yanına geçmesi şart. Zabıtalara talimat vererek ailelerden kurtulmaya çalışmanın ahlaklı bir yanı olamaz.  

Bu saatten sonra yapılacak tek şey, evlatlarını isteyen ailelerle çocuklarını kavuşturmak olmalı.  

Abdullah Öcalan’ın çocuklarla ilgili gönderdiği talimatın özü de bir an evvel bu sorunun çözülmesi yönündedir. Çözüm süreci tarihi bir evreden geçerken, BDP ve KCK’nın çocukları dağa çıkararak yeni problemler üretmesi ancak büyük bir körlük, talihsizlik olarak değerlendirilebilir. Düne kadar BDP çevreleri belediye önünde toplanan ailelerin direnişini AK Parti’nin çözüm sürecini zora sokmak için organize ettiğini ileri sürüyordu. Ancak son İmralı görüşmesinden de anlaşıldığı gibi hükümetin bütün çabası, çözüm sürecini ilerletme yönündedir. Süreci zora sokan bir gelişmeden bahsedilecekse o da Lice çevresinde günlerdir “Kalekol” bahanesi adı altında üretilen provokatif olaylardır. Şunu kabul edelim ki barış isteyenler dağa çocuk çıkarmaz; dağdaki gençlerin eve dönüşü için çözüm sürecini ilerletmeye koyulur.  

Abdullah Öcalan’ın son mesajlarına bakılırsa Kürt barışında ikinci aşamaya geçiliyor. Hükümet belirli bir takvime göre yeni adımlar atacak. Beşir Atalay’ın duyurduğu bu gelişmeyi Abdullah Öcalan da teyit etti. Sırrı Süreyya Önder’in aktardığı bilgilere göre “Sürece ilişkin yasal çerçeve, PKK’nın dağ kadrosunun büyük bir bölümünü de kapsayacak şekilde, demokratik siyasetin önünü açacak yasal bir düzenleme olacak. Dolayısıyla hasta mahkûm ve hükümlülerin tahliyesine olanak tanıyan düzenlemeler ve Terörle Mücadele Yasası’nın yeniden ele alınması” konularında hükümet adım atmaya hazırlanıyor.  Ayrıca görüşmelerin niteliğinde de bir değişimin olduğu veya olacağı anlaşılıyor. Görüşmelere siyasi heyetler de katılacak.  

18 ay önce başlayan çözüm süreci, ilk günden itibaren itibarsızlaştırılmaya ve provoke edilmeye çalışıldı. Paris suikastı bunların ilkiydi; süreci başlamadan bitirmeyi hedefliyordu. Gezi ayaklanması ve 17-25 Aralık darbesi ise süreci başlatan hükümeti devirmeyi amaçlıyordu. Sürecin bozulması için dışarıdan ve içeriden iki tarafa da büyük baskı yapıldı. Abdullah Öcalan’ın çözüm sürecini Sırat Köprüsü’nden geçmeye benzetmesi boşuna değil; sürecin bu tip engellere ve kışkırtmalara maruz kalabileceğini ima ediyordu.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / MHP mi, nerede?

Başbakan Erdoğan, dünkü grup toplantısında MHP’ye yüklendi. Varlık sebebini inkâr eden politikalar izlediğini söyledi. 

Ben ise yıllardır yazıyorum… 

MHP’nin geçmişinden kopuk politikalar izlediğini, Türkeş’in MHP’si ile Bahçeli’nin MHP’si arasında ciddi uçurumlar olduğunu hep tekrarlıyorum. Üstelik, bunu geçmişte MHP yöneticilerinin yüzlerine de defalarca söyledim. 

57. Hükümet döneminde MHP iktidarının ilk günleriydi. Genel Merkez’in desteğiyle bir kitap hazırlanmıştı. Ülkücülere sözde “adap dersleri” veriliyordu. “Sarkık bıyıklardan” başlanıp, “yapmamaları gerekenler” sıralanıyordu: 

“Beyaz çorap kullanmayın, tespih sallamayın, yumurta topuk ayakkabı giymeyin, soğan ve sarımsak yemeyin…” 

“Ne yapıyorsunuz siz” dedim: 

– Bilmeden kendi tabanınızı aşağılıyorsunuz. Belki sonuçlarını düşünmeden yapıyorsunuz ama kamuoyuna kendinizle ilgili olumsuz bir algı pompalıyorsunuz. Son derece kaba ve çirkin bir ülkücü tiplemesi ortaya koyuyorsunuz. 

Dinleyen olmadı… 

Gazeteler ve televizyonlar da o kitabı aldı, ülkücüleri yerden yere vurdu. Sonuçta zarar gören ülkücü imajı oldu! 

***

Partinin iktidar olduğu dönemde MHP yöneticileri, Çin Büyükelçiliği’ndeki bir resepsiyona katıldılar. Çıkışta en yetkili ağızdan bir açıklama yapıldı: 

-Çin, Türkiye’nin dostudur. 

Doğal olarak Doğu Türkistanlılar ayağa kalktılar. Çünkü, MHP ve ülkücüler yıllarca “Türkistan’a hürriyet” diye bağırmışlardı. Bu gösterilerde cop yiyenler, gözaltına alınanlar olmuştu. 

“Yeni MHP” döneminde Alparslan Türkeş’in vasiyeti olan Türk Kurultayı rafa kaldırıldı. Bir süre Tuğrul Türkeş, babasının vasiyetini yerine getirmek için çabaladı. Hatta bu kurultaylardan biri geçmişte Başbakan Erdoğan’ın himayesinde gerçekleştirildi. Ama devam ettirilemedi. 

Türkeş’in büyük önem verdiği geleneksel Erciyes Zafer Kurultayı yasaklandı. 

Yetmedi, sırf Erdoğan karşıtlığı yüzünden “Ülkücünün el kitabı Dokuz Işık” rafa kaldırıldı. MHP, Türkeş’in hayatı boyunca savunduğu Başkanlık Sistemi’ne karşı tavır aldı. 

Kemal Kılıçdaroğlu’nun SSK Genel Müdürlüğü döneminde ülkücüler büyük ıstıraplar çekmişlerdi. Devlet Bahçeli ise “sınıf arkadaşımdır” diyerek, CHP Genel Başkanı seçildiğinde Kılıçdaroğlu’na övgüler düzdü. 

1997 ya da 1998’de Gülen Cemaati, Kuzey Irak’a bir gezi düzenlemişti. Bazı MHP milletvekilleri ve yöneticileri de davet edilmişti. Hepsi önce “evet” dediler, sonra iptal ettiler. Gerekçe olarak da Bahçeli’nin bu geziye sıcak bakmamasını gösterdiler. 

Ama aynı MHP, 17 Aralık 2013 sonrası cemaatle birlikte fotoğraf verdi. 

Gezi Olayları’nı hatırlarsınız. DHKP-C bayrakları ile bozkurt işaretleri birbirine karıştı. MHP’li bazı gruplarla yasadışı sol örgütler aynı kare içinde yer aldı. Oysa, o yasadışı sol örgütler, geçmişte pek çok ülkücünün kanına girmişti! 

TİKKO, 1980 öncesi Suriye Diktatörü Hafız Esad tarafından beslenen bir terör örgütüydü. Türkiye çapında pek çok kanlı olaya karıştı. Bu örgüt, o dönemde ülkücülerin kâbusuydu. 

O örgüt, Beşşar Esad döneminde yine ortaya çıktı. Türkiye’de kanlı olaylar sergiledi. MHP ise o örgütün uzantıları yerine Hükümet’e yüklendi. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Melih Altınok / Para için bir tek şey yapılmaz Sayın Demirtaş, elbette siyasetten bahsetmiyorum

15 aydır süren ve Türkiye’nin demokratikleşmeden ekonomiye tüm alanlarındaki kara delikleri kapatmaya muktedir Çözüm Süreci’nde harika gelişmeler yaşanıyor.

Çözüm Süreci’nin mimarlarından Beşir Atalay’ın Mehmet Acet’e yaptığı açıklamalara göre, 19 Mayıs’ta Başbakan Tayyip Erdoğan başkanlığında yapılan toplantıdan çıkan, sürece ivme kazandırılması iradesi hükümet tarafından kararlılıkla sahipleniliyor. 

Beşir Atalay “Çok samimiyetle yürüttüğümüz, Türkiye’nin şu andaki en önemli projesidir” diye tanımladığı Çözüm Süreci’nde yeni bir aşamaya geçildiğini belirtirken, “bir tıkanma olmadığı ve diyalogların devam ettiği” müjdesini de veriyor.

Bu umut verici gelişmeler, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yolladığı mesajlarla da teyit edildi. HDP’den yapılan açıklamaya göre Öcalan şunları söyledi: “En önemli realite sürecin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır. Gelinen noktada ciddi bir başlangıç için önemli bir umut vardı ve bu umut korunarak geliştirilmelidir.”

Elbette bu olumlu tabloya dair umudumuz, sürecin yalnızca hükümet ve egemen Kürt siyasal hareketi tarafından sahiplenilmesinden kaynaklanmıyor. Tüm Türkiyelilerin yanı sıra, bölge halkının olağan üstü koşullardan çıkışı içselleştirdiğine ve normalleşmeye sahip çıkacağına dair tepkileri de hayati önemde.

Bunlardan en önemlisi de, Çözüm Süreci’nin çatışmasızlık ortamına tezat oluşturacak şekilde henüz reşit bile olmayan çocukların PKK’ye “alınmasına” Diyarbakır’daki oturma eylemleriyle tepki gösteren annelerimiz.

Öyle ya, barış yanlıları olarak yılardır bu savaşı Türk ve Kürt annelerinin atacağı beyaz yazmalar bitirecek demiyor muyduk?

İşte yapıyorlar. Talepleri net. “Savaş bitti, barışı yaşıyoruz, o halde artık çocuklarımızı bize verin!”

Annelerin bu son derece haklı ve meşru tepkisi aslında yalnızca PKK’ye değil, savaş kozunu masada tutan “herkese” açık bir mesaj. Zira gencecik Türk ve Kürt çocuklarının canıyla yürütülen bu savaşa artık herkes “evet” dese de kendilerinin cesurca karşı duracaklarını ilan ediyorlar!

Ne var ki, Cemaati’n ve ulusalcıların, annelerin aslında Çözüm Süreci’nin meyvesi olan bu tepkilerini savaşı yeniden başlatmak için provoke etmeleriyle mücadele ederken, bir yandan HDP’den gelen açıklamalarla sarsılıyoruz.

Sağduyularına, vicdanlarına güvendiğimiz isimler sessiz. Leyla Zana, Fırat Anlı, Sırrı Sakık, Osman Baydemir…

Gültan Kışanak, annelerin Diyarbakır Belediyesi önündeki barışçı ve sessiz eylemini, bahçeye köpük sıktırarak ve zabıtalar vasıtasıyla engelliyor. Sabahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü, eylemi savaşçının el kitabından klişelerle savuşturmaya çalışıyorlar.

CNN Türk’te katıldığı bir programda “dünyanın her yerinde çocuk meselesi çocuk meselesidir kardeşim” diye defalarca tekrar ettiği halde mevzuu siyasetten bir adım ötede yorumlayamayan Sırrı Süreyya Önder ajitasyonun dibine vuruyor.

Önder Kandil’e gidip gördüğünü ve 15-16 yaşında çocukların dağda kendi istekleriyle kaldığını söylüyor. Ne harika değil mi? Çocuk istismarı konusunda savunma hazırlayan hukukçular kulaklarını açsın. Önder’in açıklamaları, mevzuu “PKK çocukları tiner koklatıp bayıltarak kaçırıyor” yavanlığında tartışanlara cevap da olabilir. Ama bizim “dağılmaya” hiç niyetimiz yok.

Son olarak, annelerle görüşmesini ve hatta ellerini öpüp taleplerini dağa ileteceğini söylemesini takdir ettiğimiz Selahattin Demirtaş da ne yazık ki akla ziyan sözleriyle hepimizi hayal kırıklığına uğrattı. Selahattin Demirtaş “Bazı aileler aldıkları paralar karşılığında o eylemi yapıyorlar” dedi.

Vah vah! Aynı sözleri yıllardır çocuklarının akıbetinin peşine düşüp meydan meydan oturan Cumartesi Anneleri için 90’larda devletlülerin söylediğini hatırlıyorum.

Siz siyaseti ne için yapıyorsunuz bilmiyorum ama dünyada para için yapılacak son şey olsa olsa anneliktir.

Dağdaki evladından gelecek haberi beklemekten başını yastığa koyamayan annelerle mücadeleyi bırakıp, artık ne için yapıyorsanız, siyasetinizi konuşturun.,

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yıldıray Oğur / Hamasete karşı ehliyeti savunmak…

13-14 Haziran tarihlerinde İstanbul, uluslararası akademik bir konferansa ev sahipliği yapacak. Konferansın başlığı: Gelişmekte Olan Piyasalarda Parasal Politikalar ve Finansal İstikrar. Harvard, MIT, Princeton, Berkeley gibi dünyanın en top üniversitelerinden ekonomistlerin ve IMF yetkililerin, çeşitli ülkelerden Merkez Bankası başkanlarının isimlerin katılacağı konferansın düzenleyicilerinden biri  Amerikan The National Bureau of Economic Research (NBER) 100 yıla yakın mazisi olan merkezin üyeleri arasında Milton Friedman, Joseph Stiglitz, Paul Krugman’ın olduğu Amerikalı Ekonomi Nobel’i almış 22 isim de var. ABD’nin resesyona giriş ve çıkış habercisi NBER’in şimdiki yönetiminde eski FED Başkanı Bernanke, yine Stigltiz, Obama ve Bush’un ekonomi ekibinde yer almış isimler var.

NBER’in bu uluslararası akademik konferanstaki partnerı ise Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası.

Başkan Erdem Başçı ve Merkez Bankası uzmanları da konferansın konuşmacıları arasında.

Erdem Başçı’nın adını Türkiye 2006 yılında duydu.

Aslında Ankara Çıkrıkçılar Yokuşu’nda babaları esnaflık yapan çocukluk arkadaşı Ali Babacan’la birlikte AK Parti’nin iktidarının 2003’den itibaren (Babacan’ın Dışişleri Bakanlığı haricinde) ekonomik başarısının arkasındaki isimlerden biri Başçı.  2003’te Bilkent’teki öğrencilerini bırakıp Merkez Bankası’na başkan yardımcısı olarak gelen Başçı’yı, Başbakan Erdoğan 2006 yılında Merkez Bankası Başkanlığı’na getirmek istemiş, hatta Başçı başkanvekili olarak basın toplantısı bile yapmıştı. Ama atama kendisi gibi akademisyen olan eşinin başörtüsü yüzünden, kitap fırlatarak ekonomi batırma dalında uzman  Çankaya’daki Sezer’e takılmış ve veto yemişti.

Fakat Başçı, eşi başını babaannelerimiz gibi bağladığı için vize alan Durmuş Yılmaz’ın yardımcısı olarak Merkez Bankası politikalarına yön verdi. Hem de yerli ve küresel piyasalara ve analizcilere karşı bir savaş vererek.

Başçı’nın piyasalara karşı ilk sınavı 2008’de küresel krize karşı geliştirdiği para politikasıyla oldu. Tüm dünya resesyona doğru giderken, 2008 kışında Merkez Bankası, piyasanın “faizi artır” baskısına karşı durup, böyle bir resesyona karşısına diğer “normal” ekonomilerin yaptığını yaptı ve faizleri düşürdü. Her kriz tehdidine karşı kırılgan Türkiye’den beklenen her zaman faizleri artırmaktı. Resesyon tehdidi olsa bile, öncelik ağır sermaye çıkışlarını engellemek, dövize dönüşle büyümenin alacağı hasarı durdurmaktı. Ekonomik durgunluğa karşı, faizi artırmak normal bir ekonomide anormal bir cevaptı ama anormal bir ekonomide bu anormal önlem normal hale gelmişti. Merkez Bankası buradaki tarihi bir kırılmaya imza attı. 2010’a kadar faizleri indirme politikasına devam eden Merkez Bankası, çok eleştirildi ama haklı çıktı ve ilk savaşı kazandı.

2010 yılında ise yeni bir tehlike baş gösterdi. Küresel likitide artmış, Türkiye’nin aralarında olduğu Gelişmekte Olan Piyasalar (GOP)da  akan para faizlerin düşük kalmasına destek olurken, yerel para birimlerinin değeri artmakta ve bu da dış ticaret açıklarını artırmaktaydı. GOP ülkeleri bir ikilemle karşı karşıya kaldılar: Hem aşırı yüksek büyümeyi (enflasyon, aşırı ısınma, balon..)  hem de dış açığı büyüten paranın değer kazanmasını durdurmaları gerekliydi. Klasik iktisata göre faizler artırılıp büyüme soğutulabilirdi.  Ama bunu yaptığında yerel para cazip hale geliyor, sermaye girişleri artıyor ve dış açık büyüyordu.  Faiz düşürülüp sermaye girişleri azaltılıp, paranın değeri düşürüldüğünde  ise düşen maliyetler tüketim ve yatırımı artırıp ısınmayı daha da artırabilirdi.

Teorideki iki çözüm de bu durum karşısında çaresiz kalmıştı.  İşte bu noktada Erdem Başçı’nın mimarı olduğu klasik, ortodoksi bütün yöntemlere ters politika paketi Faiz Koridoru ortaya çıktı. Bu sıradışı çözüm başta uluslararası finans çevreleri, Financial Times, Wall Street Journal gibi gazetelerde dalga konusu oldu, sert ifadelerle eleştirildi. Tabii ki Türkiye’deki finans çevreleri ve ekonomi yazarları arasında da…

2012 yılına kadar başarıyla uygulanan bu politika sayesinde Financial Times grubuna ait prestijli ekonomi dergisi The Banker Erdem Başçı’yı 2012 yılının Merkez Bankası başkanı seçti. Stiglitz Başçı’nın bu buluşuyla ekonomi Nobel’i alabileceğini bile söyledi.

Küresel krizin bitip faizlerin normalleşmesine kendini hazırlayan Merkez Bankası, istediği zaman artırdığı ama düşük tuttuğu faizle ve esnek politikalarla varlık fiyatlarında beklenenden daha şiddetli bir şok olarak yaşanan Gezi’yi bile göğsünde karşıladı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fuat Keyman / CHP ‘köşk’ seçimlerini boykot mu edecek?

Sadece Erdoğan odaklı ve anti-Erdoğan ekseninde geliştirilmiş bir boykot, CHP için ‘siyasi intihar’ olur. AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayı Başbakan Erdoğan. 12 yıldır başbakan olan Erdoğan, artık Türkiye’nin halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olmak istiyor. 

Dahası Erdoğan, 10 Ağustos’u, bir ‘milat’ olarak görüyor; cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, belki de ‘parlamenter demokrasiden bir tür başkanlık sistemine geçişin’ ilk aşamasını yaratacak. Başbakan, yapacağı balkon konuşmasında, “Bu gece, başkanlık sistemine geçişin düğün gecesini yaşıyoruz” demek istiyor. 

Başkanlık sistemi, AK Parti içinde de seslendiriliyor. Ama AK Parti’nin, bu konuda tam olarak ne düşündüğünü bilmiyoruz. AK Parti içinde, parlamenter sistemden ayrılma konusunda bir uzlaşmanın olduğunu düşünmüyorum.

Aksine, bu konuda farklılaşma, uzlaşmanın önüne geçmiş gibi. 

AK Parti’de tartışılan soru şu: Erdoğan’dan sonra başbakan kim olacak? Erdoğan sonrası dönemde, hangi isim, AK Parti’nin gücünü devam ettirebilir ve 2015 genel seçimlerini açık ara kazanabilir? 

Bu soru, başkanlık sistemine geçişten çok daha önemli görülüyor. Ama hâlâ bir isim üzerinde uzlaşma yok. AK Parti, cumhurbaşkanı adayını belirlemiş, geleceğe dönük hesaplar yapıyor. BDP’nin de adayı belli gibi. BDP iyi siyaset yapıyor; hem siyasi etkisini hem de çözüm sürecindeki müzakere gücünü arttırmak istiyor. CHP ve MHP ise hâlâ adaylarını arıyor. MHP, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, bugün %16-17’ye çıkmış oylarından daha az oy almak istemiyor. Toplumdaki ‘yükselmekte olan parti algısını’ sürdürmek istiyor. Bu nedenle de kendi adayı yerine, CHP ile ‘çatı aday’ arayışında. 

MHP, çatı adayı projesinin çalışmayacağını biliyor ama bu projeyle seçimlerde oy kaybetmiş parti durumuna düşmeyi engelleyebileceğini düşünüyor. 

AK Parti ve BDP ve de MHP, kendi çıkarlarına dönük bir ‘cumhurbaşkanlığı seçimleri stratejisi’ne sahipler. Peki, aynı durum CHP için geçerli mi? CHP, Başbakan Erdoğan’ın bir milat olarak gördüğü cumhurbaşkanlığı seçimleri için nasıl bir stratejiye sahip? CHP’nin kendi çıkarlarına dönük bir stratejisi var mı? 

CHP, MHP ile ortak ‘çatı aday’ formülüne sıcak bakıyor; bir taraftan da kendi adayını saptamak için CHP’li seçmenlere dönük kamuoyu araştırmaları yaptırıyor. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki eğer en yüksek oy alan adaya gidilirse, Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olacak. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…