Ölenle, elbette biraz birileri de ölür

Medya
İşte o yazı… Ölüm son derecede felsefî bir kavram. Felsefi düşüncenin her dâiresinde kendine özgü bir yeri var. Meselâ metafizik onun en esaslı açılımlarından birisi. Ama, eskiden beri, beni en ...
EMOJİLE

İşte o yazı…

Ölüm son derecede felsefî bir kavram. Felsefi düşüncenin her dâiresinde kendine özgü bir yeri var. Meselâ metafizik onun en esaslı açılımlarından birisi. Ama, eskiden beri, beni en çok, ölümün bu dünyâdaki yeri; yâni hem ontolojik hem de epistemolojik tarafları daha çok ilgilendirmiştir. İlki, yâni ontolojik tarafı, ölümün varlığa ne söylediğiyle alakalıdır. Diğeri, yâni epistemolojik tarafı ise daha çekicidir. Yâni ölümü nasıl, nereden, ne kadar bilebildiğimiz; ya da daha önemlisi bunu bilerek ne yaptığımızla ilgilenmeyi, bu konularda düşünmeyi çok önemserim.

Görebildiğim kadarıyla ölüm tek başına anlamlı bir şey değil. Ölüm hayât üzerinden anlamlı hâle geliyor. Modern düşüncenin en büyük meselelerinden birisi ölüm ile hayât arasında bir karşıtlık kurmasıdır. Yâni modern dünyâda ölüm ve hayât analitik olarak ayrıştırılmış ve zıtlaştırılmıştır. İnsan modern dünyâda ya necrophilian, yâni ölümsever olarak kalacak ve yok olacak; ya da biophlian, yâni yaşamsever birisi olarak dünyâya tutunacaktır. Modern dünyânın hakkını vermek ikiden seçmeli sınavda ikincisini seçmektir.

Hayât-Ölüm karşıtlığı kurmak, aslında her ikisine de ayrı birer varlık alanı kazandırmaktır. Hayât ile ölüm arasındaki kategorik ayırım, giderek ‘aşırılaşmış’, hayât ile varlık; ölüm ile yokluk arasında bir özdeşlik kurmayı doğurmuştur. Oysa ölüm ile yokluk ilişkilendirmesi sâdece empirik bir kofluktur. Ölenlerin beş duyu alanımızdan çıkması onların yok olduğuna bir karine oluşturmaz ki… Öleninin yokluğa karıştığını iddia etmek anlamsızdır. Onların başına ölüm sonrasında neler geldiğini bırakalım. Ölenler hatıralarıyla ve bıraktıklarıyla bizlerin, yâni kalanların hayâtında yaşamaya devâm ederler. Yâni ölüm ile yokluk düşüncesi birleşmiyor. Zâten insan aklının gerçek sınırları yokluk düşüncesini kavramaktaki neredeyse mutlak aczi değil midir?

Eski dünyâda ise bu işlere böyle bakılmazdı. Ölümü varoluşun hallerinden birisi olarak görüp hayât ile birleştiren bir bakıştır bu. Zâten şehirlerde kabirlerle evlerin iç içe geçtiği bir yaşayıştan, kabristanları şehir dışına atan bir yaşayışa geçiş modernleşmenin en baskın alâmet-i fârikalarından birisi değil midir?

Ama benim en çok ilgimi çeken modern insanın ölüm bilgisi ile kurduğu ilişkidir. Herkes öleceğini biliyor. Ama daha önemlisi bu bilgiyle ne yaptığı, ya da bu bilgiyi nereye koyduğudur. Ben doğrusu bilmek ile inanmak arasında birbirini besleyen ilişkilerden çok, birbirini dışarıda bırakan ilişkilerin hüküm sürdüğünü düşünüyorum. Modern dünyâda bu daha da keskin görülebilecek olan bir şey bu. Hayyam astronomi bilgisi ile semanın şiirini birleştirebiliyordu. Ama NASA bunu sağlamıyor. Bir bakıma daha iyi bildiğimiz şeylerden inanç türetmekte zaafa düşmektir modern olmak. (Daha iyi bilmek, daha ayrıntılı bilmektir çoğu kez). Şöyle de söyleyebiliriz: Bir şeyi bilmek, ona inanmamak içindir çoğu kez. İnanmamak çoğu kez bilginin fonksiyonudur. Nietzsche; ‘(İ)nanmak gerçeği bilmemek isteğidir’ derken bunu tersten okumaktadır. Bâzı durumlarda böyle bile olsa, daha çok; bence daha çok, ‘bilmek hakikate inanmamak isteğidir’.

Ölüm de böyle. Biliyoruz, ama daha az inanıyoruz. Ölüm modern için en azından hayâtı sürdürmek için hem bilinmesi, hem de uzak durulması, taca atılması gereken bir bilgidir. İnanmak sürekliliğin içinde anlamını bulur. Bilip de uzağımıza koyduklarımız zâten artık inanmadığımız bir şey hâline gelir. Ölüme çektiğimiz modern muamele de budur. Bu muâmelede ölüm, uzakta olup bir gün, bir şekilde, o da maalesef tesâdüf edeceğimiz bir olasılık mertebesindedir. Bu çok garip bir bakıştır. Garipliği şurada: yaşadığımız her gün, hayâtı kesinleyen ve ölümü bizden uzak tutan bir kazanımdır. Yaşanmış her gün, ölüme atılmış bir çalım gibi gelir bizlere.

Yazının devamını okumak için tıklayınız!