Lice’den İstanbul’a neler oluyor?

Medya
Ali Bayramoğlu, Fehmi Koru, Leyla İpekçi, Nazif Gürdoğan, Ahmet Taşgetiren, Oral Çalışlar, Burhanettin Duran, Mehmet Barlas ve Mahmur Övür gündemdeki konuları değerlendirdi. Leyla İpekçi / İlahi benli...
EMOJİLE

Ali Bayramoğlu, Fehmi Koru, Leyla İpekçi, Nazif Gürdoğan, Ahmet Taşgetiren, Oral Çalışlar, Burhanettin Duran, Mehmet Barlas ve Mahmur Övür gündemdeki konuları değerlendirdi.

Leyla İpekçi / İlahi benlik, toplumsal benlik ve ‘biz’

Dün olduğu gibi bugün de barışa giden kanlı yol çeldiricilerle, provokatörlerle, sol gösterip sağ vuranlarla dolu. Böyle bir gündemde biraz geri çekilip, son beş altı yazıdır yaptığım gibi ‘biz’ ruhuna dokunabilme çabasıyla sosyolojik terminolojinin sınırlarını tevhidin diliyle genişletmenin imkanları üzerine düşünmeye devam edeceğim.

Tevhidî bakışı bugünün sosyolojik diline tahvil edebilmek için ‘biz’in yapıtaşlarını tasavvuf kültürümüz üzerinden döşemeye yönelik bir ilk adım olarak Yunus’un dizeleriyle başlamıştım. Kesreti vahdette, vahdeti kesrette yaşamanın ‘biz’i gerçekleştiren anlamlarını yine Yunus’la aralamayı sürdüreyim. Buradaki ‘biz’ kuşkusuz sosyolojinin kavramlaştırdığı ‘biz’ olgularından çok daha katmanlı bir anlam ihtiva ediyor çünkü.

Kesreti vahdette vahdeti kesrette yaşamak derken bunu topluma uyarladığımızda somut olarak ne bulabiliriz? Örneğin bir toplumdaki onlarca farklı unsurun tüm çeşitliliğiyle ve sonsuz değişimiyle bir arada o toplumun duyarlılığını veya duygusal arka planını oluşturduğunu yakinen gözlemlemeye başlayabiliriz. Kendini ‘biz’den seyredeni bilebildiğimiz ölçüde…

Sosyolojinin çok sevdiği ‘öteki’ kavramını bir ‘ayırt edici nitelik’ bağlamında kullanmak durumunda olsak bile ikiliği meşrulaştıran anlamına yaslanma gereği duymayabiliriz artık. Hiçbir alt kültürü veya topluluğu ‘yabancı’ ilan etmeye gerek duymayacağımız gibi. Yine Yunus’un dizeleriyle: ‘Eğer ayine bin olsa bakan bir / Gören bir görünen bin bin göründü.’

Siyaset ne kadar hakikati ‘çoklu’ gösterirse göstersin, ne kadar bizi kutuplaştırırsa kutuplaştırsın, duygu birliği fikri düzlemden daha derine çapalamıştır gerçeğinin köklerini. Birbirinden farklı ideolojilerin, kimliklerin, etnik unsurların ve yaşam tarzlarının birbirini tahakküm etmeden iç içe yaşayabilmelerini sağlayan ana madde kuşkusuz bu duygu birliğinden yayılan bir simyada saklı. Aynı dinden, hayat tarzından, kökenden, ideolojiden, sınıftan gelmeyen insanların birbiriyle ilişkisini hakkıyla sürdürecek olan bu simyanın özü ise adalet duygusu.

Bir topluluk isterse padişahlıkla yönetilsin, adaletle hükmetmek / hükmedilmektir aslolan. Ve bu iki kişilik ilişkilerde başlıyor, küçük dünyamızda. Yaptığımız her işi Hakk yolunda, nefsimizin rızası için değil, kişisel yararcılık ve çıkar için değil, ilahi rıza için yapabilme gayretinden bahsediyorum. Bu halis niyet, kasti olarak kötülük yapmaktan insanı korur. Kötülüğün görünür ve görünmez şiddetinde bölen ve parçalayan duygular dış çeperde kaldıkça, ‘iç içe geçişler’in izleğinde iyiliğin, merhametin, diğergamlığın, dayanışmanın öne çıkmaya başladığını görürüz.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Lice’den İstanbul’a neler oluyor?

Bir yanda ışık ve umut var.

Herkes meşrebine göre yorumlasa da barış sürecinin, en azından görüşmelerin yoğunlaştığı ve yeni bir raya oturduğu çıplak bir gerçek. Öcalan’la görüşen heyetin aynı zamanda devletin üç bakanından oluşan karşı bir heyetle görüşüyor olması, Öcalan’ın olumlu açıklamaları, Başbakan Yardımcısı Atalay’ın yeni bir dönemi tanımlayan beyanları bu açıdan yok sayılamaz…

Öte yanda artan gerginlik ve kısmi çatışmalar var.

Dağa çıkan gençler, tepkili aileler, ailelere verilen tepkiler, kalekol yapımlarına karşı sivil kesimin de seferber edildiği örgüt direnci, yol kesme ve kimlik kontroluyla örgütün güç gösterisi, çatışmalar, ölümler, takip eden protestolar. İstanbul’da, Kocaeli’nde olaylar, HDP ve örgütten gelen, barış sürecini tehdit eden sert açıklamalar bambaşka bir resme işaret ediyor.

Neler oluyor?

Bu tür süreçlerle benzetme Türkiye için de geçerli:

‘Bisiklete binmişseniz pedalı sürekli çevirmek zorundasınız, aksi halde düşersiniz…’

Olan biraz budur: Bisikletin üzerinde pedallara yeteri kadar güç vermeden durmaya çalışıyor ve sallanıyoruz.

Bu çerçevede üç tespit yapmak mümkün.

1.Çözüm sürecinde yaşanan ‘donma hali’, daha doğrusu ‘tarafların karşılıklı güvensizliklerine dayalı ilk aşama tıkanması’ olumsuz sonuçlarını veriyor.

Barış sürecine rağmen hükümetin PKK’lıların çekildiği yerlere askeri tahkimat yapması, çekilme adımlarına yönelik güvensizliği, katı dili; buna karşılık örgütün çekilme konusundaki isteksizliği, ilk ciddi krizde çekilmeyi durdurduğunu ilan etmesi, kalekol yapımları karşısında adım adım silahlı seferberlik görüntüsü vermesi bu olumsuz sonuçlar arasında. Bu çerçevede bakıldığında Lice olayları bir anlamda, barış sürecinin yürüme tarzı ve hızına örgüt tarafından gösterilen tepki, ancak aynı zamanda, barış sürecinin içinde yer alan bir güç gösterisidir.

2. Barış sürecine ilişkin mevcut ‘ikili hali’ üreten diğer bir faktör de ‘mutabakat ve müzakerelerin muğlak kalması, yerinde sayması’dır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / ‘Lice’de miydin, be adam!’

Barış yolculuğu kolay değil. Biraz, çaba, biraz sabır. Barış, bu ülkenin hakkı. Süreç yürüyecek.

Bir okurum (ismi bende saklı) Lice olaylarıyla ilgili yazıma tepki göstererek şunları yazmış: “Sayın Çalışlar, gösteriler sürerken Lice’de miydin? Göstericilerin silahsız olduğunu mu hissettin? 

Lice’de görev yapan Mehmetçik, lunaparklarda art arda dizilmis vurulmayı bekleyen ördekler değildir. Ateş açana misliyle ateş açarlar. Mehmetçiğin anası babası yok mu? Onlara bir şey olduğunda ciğerin mi soğuyor?” Resmin bir tarafı meseleye böyle bakıyor. 

Diğer tarafa yöneldiğimizde ise manzara şöyle: Lice’de güvenlik güçlerinin silahından çıkan kurşunla yaşamını yitirenlerden bir gencin cenaze törenini ekranlardan izliyorum. Öfkeyle yürüyen topluluğun elinde kocaman bir pankart var, üzerinde ‘İNTİKAM’ yazıyor. Başka da bir pankart yok. Atılan sloganlardan birisini gazeteciler şöyle aktarıyor: “Savaş! Savaş! Savaş! Barışa Hayır!” 

İşte iki Türkiye fotoğrafı. Mail gönderen okurumun sorusuna cevap: Direnişçilerin de silah kullandığına ilişkin haberler var. Tabii ki bunun onaylanması mümkün değil. Güvenlik güçleri de kendisini koruyacak, düzeni sağlamak üzere müdahalede bulunacak. Ancak! Her gösteriden sonra bazı göstericilerin güvenlik güçlerinin silahlarından çıkan kurşunla yaşamlarını yitirmesi, olağan kabul edilemez. 

Polis ve asker, adam öldürmeyi sıradan bir iş olarak gerçekleştiremez. Son zamanlarda devlet şiddeti süreklilik kazanmaya başladı. Bunun savunulacak bir tarafı olduğu söylenemez. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / ‘Kürtler arası barış’ tema’sı

“Kürtler arası barış” ifadesini, Orhan Miroğlu’nun STAR’daki dünkü yazısından ödünç alıyorum. 

Miroğlu’nun “Diyarbakır Çalıştayı’nın düşündürdükleri” başlığı altındaki yazısı, her çevreye, belki özellikle Hükümet’e gerçekten çok hayati uyarılar getiriyor.

Okuyanlar bir kere daha ve altını çizerek okusunlar, okumayanlar ise muhakkak okusunlar diye yazının, altını özenle çizdiğim bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. 

“Çalıştay’a diğer Kürt siyasetçi ve aydınlarının davet edilmemesi bir eksiklikti. Kürtlerarası iç barış bugün ciddi manada risk altında. Çözüm süreci bu iç barışın nasıl tesis edileceğine cevap aramadan, başarıya ulaşamaz. Kürtler birbiriyle kavga edip dururken, daha doğrusu bir grup kendisi gibi düşünmeyen hemen herkese şiddet temelinde yaklaşırken, devlet Kürt barışı yaptım diyemez. Böyle bir barış da olmaz zaten. PKK’yle alakalı sorunlar, silahsızlanma ve başka gruplara karşı şiddet kullanma salt PKK/BDP’yle konuşarak çözülecek bir sorun değildir……. Kürt toplumunun PKK/BDP’yle özleştirilmesi ve çözüm deyince akla başka bir şeyin gelmemesinin doğurduğu sonuçlar, çözüm sürecini yürüten aktörleri yeniden düşündürmelidir. Nasıl olacak, ya da olacak mı, bilmiyorum ama bugünkü anlayışlar korunacak sa, yarın çözüm olduğunda, PKK/BDP dışında kalan Kürt siyasetçi ve aydınlara ve hatta nüfusun önemli bir kesimine Batıda kalacakları yer aramak gerekebilir. Bölgeye giden herkes bu gerçeği görebilir. Barış, Kürtleri anahtar teslimi PKK/BDP’ye emanet etmek olmamalıdır. Tam tersine Kürtlerarası barışın inşa edileceği bir süreç olmalıdır. Kürtlerarası barış dendiğinde, Türkiye Cumhuriyeti devletine yakışan, ağabeylik yapmasıdır. HÜDA-PAR’a saldırılar devam ediyor. Mesut Barzani’nin bir CIA ajanı olduğunu ispat için yazılan yazılar tam sayfa çıkıyor. Kürt siyasetinin hedefinde Mesut Barzani ve Başbakan Erdoğan aynı oranda yer alıyorlar. Sertaç Bucak’ın başkanlığını yürüttüğü Kürt demokratlar platformuna saldırılar oldu. Kürtlerarası barış bugün ciddi bir sorun..” 

Siz de Orhan Miroğlu gibi sorunun içinde yoğrulmuş ve hayatının imtihanını vermiş bir Kürt aydınının kaleminden şu cümleleri okuduğunuzda irkilmez misiniz?

“…yarın çözüm olduğunda, PKK/BDP dışında kalan Kürt siyasetçi ve aydınlara ve hatta nüfusun önemli bir kesimine Batıda kalacakları yer aramak gerekebilir. Bölgeye giden herkes bu gerçeği görebilir. Barış, Kürtleri anahtar teslimi PKK/BDP’ye emanet etmek olmamalıdır.”

Bunlar sürecin yönetimi adına gerçekten sarsıcı uyarılar.

Şu soru üzerinde düşünülebilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / İnsan hayatı elbette önemlidir

“Lice’de iki kişinin ölümü önemli değil mi?” diye soran çıkıyor…

Ne kadar abes bir soru. Elbette önemli. İki kişinin ölümü bir yana, tek kişinin başının gereksiz yere ağrıması bile önemlidir. Hele insanlar ‘Kürt sorunu’ yüzünden hayatlarını kaybediyorsa, onlardan önce ölen onbinlerce başka insanın aynı sorun yüzünden kaybı da aklımıza geldiği için, acıları daha da fazla içimizi yakar…

Yakıyor da…

“Sorunu çözecek süreç devam ederken kalekol yapılır mı, hem de sınırdan 100 küsur kilometre uzaktaki bir yere?” diye de soruyorlar. Tek anlamsız şey bu olsa keşke. Onlarca başka anlamsız devlet uygulaması daha sayılabilir; devlet geçmişte yüzlercesini yapardı, anlamsız uygulamaların sayısı gitgide azaldı. Ama demek ki, hâlâ yapmaya devam ediyormuş…

İyi de, anlamsız işleri yalnız devlet mi yapıyor? Yapımı yüzünden olaylar çıkan ve şimdiye kadar hayatını kaybedenlerin sayısının üçe ulaştığı Lice’deki kalekolun, fotoğraflarına bakılırsa, inşaatı yeni başlamamış; eylemler neden şimdi çıktı? Bu da bir soru…

Bir başka soru da şu: Madem sorunu çözecek sürece önem veriliyor ve kalekol yapımına bu yüzden karşı çıkılıyor; öyleyse örgüt neden çözüme verdiği önemi göstermek için Türkiye içerisindeki militanlarını sınırdışına çıkarmıyor, neden hâlâ dağa —bazısı çocuk yaşta— yeni militan götürmeye devam ediyor, neden silâhtan vazgeçildiğine dair en küçük bir jest bile yapmıyor?

Çözüm geldiğinde bugün yapılmakta olduğunu öğrendiğimiz kalekolları halkın yararına işlerde —meselâ okul olarak— kullanmak pekâlâ mümkün; ancak kalekolların yapımını bahane ederek eyleme sürüklenen insanlardan hayatlarını kaybedenleri geri getirmek mümkün mü?

Galiba “Lice’de iki kişinin ölümü önemli değil mi?” gibi sorular sorarken önünü arkasını düşünmekte yarar var. Aksi halde…

Aksi halde, maruz kalınacak karşı-sorularla samimiyet sınavında çakabilirsiniz…

Nitekim şimdi olan da bu: Lice’de insanları eyleme sevk edenler samimiyet sınavında çakıyor…

Oyuna gelinmesi de cabası…

Evet, oyuna geliniyor… Türkiye’de silâhların konuştuğu, silâhla sonuç alınabileceğine insanların inandırılabildiği dönemlerde, isimlerini tek tek saymam gerekmeyen başka ülkelerde de benzer çatışmalar vardı. Bugün var mı? Çatışma alanına dönüşmüş hemen her ülkede silâhlar sustu, siyaset devreye girdi; çoğu ülkede kalıcı çözümlere ulaşıldı, bir-ikisinde çözüldü-çözülecek gibi…

Bir dönem kapanıyor ve ‘çözüm süreci’ ile Türkiye de kanlı çatışmalar tarihini geride bırakma çabasında diğerlerine uyuyor. Silâhla sonuç alınabileceği direnci bugünün dünyasında çağdışı bir yaklaşımdır.

Kaldı ki, süreç henüz yeni bir aşamaya girmişken yaşatılıyor bu direnç ve amacının devleti eski reflekslerine geri döndürmek olduğu da belli.

Yeni süreçte, daha en başta yapılması gereken, örgütün anlamsız zorlamasıyla kendilerini kenarda tutmuş siyasilere süreci yürütme görevi verildi. Siyaset sonuca ulaşma peşindeyken silâhı hatırlatmak hangi akla (oyun kurucuya) hizmettir?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nazif Gürdoğan / Nuri Pakdil’den mektup var

Kötülüklerden iyiliklere, yanlışlıklardan doğruluklara, çirkinliklerden güzelliklere doğru, tarih içinde büyük ve uzun bir yürüyüşe çıkan Anadolu insanına, edebiyatın sultanları, yol ve yön gösteren kutup yıldızları oldular. Edebiyat yüzyılların içinde oluşan, yüzyılların içinden süzülerek, Yirmibirinci yüzyıla gelen Mekke kültürünün, en önemli ve en değerli hazinesidir. Edebiyatla düşünce hayata, hayat düşünceye yansır.

İnsan hayatını anlamsızlaştıran seküler dünyanın, savaş yüzyılları, yaşı ve işi ne olursa olsun, bütün insanları askerleştirdi. Arnold Toynbee’nin Daisaku Ikeda ile yaptığı nehir söyleyişide, vurguladığı gibi: ‘Bir asker için insan öldürmek, sivil olduğu dönemde cinayet sayılacakken, savaşta bir görev olmaktadır. Bu temel ahlak kuralının böylesine tersine çevrilişi, dehşet verici ve ahlak bozucudur.’ Gökten ölüm yağdıran savaşlar, her genci bomba yüklü bir ölüm makinasına dönüştürdü. Bir ‘İsyan Ahlakı’ da olmalıdır.

Dünyayı dehşete düşüren, çevresine ölüm saçan, hayata düşman insanın karşısına, hayata dost insanı çıkarmak, edebiyatın ve edebiyatçının görevidir. Edebiyatı hayat için bilen edebiyatçı, çağından sorumludur. Savaş yüzyılından barış yüzyılına edebiyatçılarla geçilecektir. Hayatı yaşanır kılmanın sırları edebiyatta gizlidir. Edebiyat Tanrı’nın insana bilgi ve bilgelik kazandıran, eşsiz ve gizemli ilham atölyesidir.

Rasim Özdenören, Akif İnan, Erdem Bayazıt ile birlikte Edebiyat dergisini kuran, Nuri Pakdil günlükleri, denemeleri ve oyunlarıyla Anadolu insanının bilgi ve bilgelik dünyasına yeni boyutlar kazandırdı. Pakdil’in, edebiyat dostu Hüseyin Su’nun hazırladığı, ‘Her yere serptiğim tohumlar’ dediği, düşünce ile eylem arasında köprüler kuran mektupları, üç güzel kitap olarak, ‘Edebiyat Dergisi Yayınları’ arasında, okuyucularıyla buluştu. Mektuplarında Pakdil, ‘İnsanı insana karşı’ Edebiyat ile savunuyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Burhanettin Duran / İran ve yeni bölgesel denklem arayışı

Ortadoğu’nun bu haftaki gündemini İran meşgul ediyor.

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani 1996’dan sonra ilk defa cumhurbaşkanlığı seviyesinde resmi bir ziyaret gerçekleştirmek için iki gündür Türkiye’de.

İki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısı yapılarak ikili anlaşmalar imzalanıyor.

Ticaret hacminin 15 milyar dolardan 30 milyar dolara çıkarılması hedefleniyor.

Yine haftanın ilk iki gününde Cenevre’de önemli bir toplantı yapıldı.

İran ve ABD’li diplomatlar, 35 yıl sonra ilk kez doğrudan nükleer görüşmelerde bulundular.

Mısır yönetiminin Ruhani’yi yeni cumhurbaşkanı Sisi’nin yemin törenine çağırdığı ve İran’lı yetkililerin dışişleri bakan yardımcısı seviyesinde de olsa bu törene katıldığı biliniyor. Suudi Arabistan’ın olumlu bakışı olmadan bu tür bir davetin yapılmayacağı konuşuluyor.

Hatırlanacağı üzere Ruhani, 29 Nisan 2014’de verdiği bir mülakatta Suudi Arabistan ile bir detente (yumuşama) arayışında olduklarını belirtmişti.

Bu bilgileri bir arada değerlendirdiğimizde İran’ın yeni cumhurbaşkanı Ruhani’nin Ahmedinejat döneminde İran’ın bozulan imajını ve ilişkilerini toparlamaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Ruhani eski cumhurbaşkanı Hatemi gibi Batı ile ilişkileri yeniden kurmaya yönelerek bölgesel güçlerle de yeni bir denklem arayışı başlattı.

Nükleer enerji konusunda müzakerelerin yeniden başlaması Suudi Arabistan’ı rahatsız etmişti.

Dini iddiaları ve Körfez bölgesindeki emelleri yüzünden rekabet halinde olan bu iki ülke Ortadoğu’nun önemli sorunlarında sürekli karşıt kutuplarda bulunuyor.

Körfez’deki güç rekabetinin yanında Mısır, Irak, Filistin, Suriye ve OPEC’e kadar farklı ve çoğu zaman da çatışan çıkarlara sahipler.

Bu rekabetin temelinde Ortadoğu düzenine yönelik farklı algılarının çatışması yatıyor. İran klasik olarak ABD’nin ve İsrail’in bölgedeki varlığını sorunsallaştıran anti-statükocu bir anlayışa sahipken, Suudi Arabistan statükoyu korumayı hayati çıkar olarak addediyor.

Arap Baharı’nın getirdiği demokratik dalga bu yüzden en çok Suudi Arabistan’ı rahatsız etmişti.

Nitekim Riyad’ın desteğiyle Mısır’da Mursi yönetiminin yıkılması karşı-devrim sürecini başlattı. Suudi Arabistan’ın bu siyaseti sonucu İhvan bölgede terör örgütü ilan edildi. Benzer şekilde ABD-İran uzlaşısı bölgesel denklemlerin değişmesi anlamına geliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Beyin özürlülere yardımcı olacak bir aygıt var mıdır?

Bacağınız zayıfsa baston, görmenizde aksaklık varsa gözlük, iyi duyamıyorsanız işitme aygıtı kullanırsınız… Peki ya olup bitenleri beyniniz doğru algılamıyorsa ne tür bir aygıt kullanmanız gerekir?

Türkiye’de siyaseti sadece “Tayyip Erdoğan takıntısı”na endeksleyerek algılayanlardan söz ediyorum. Düşünün ki bu yaklaşım Adnan Menderes’e, Turgut Özal’a dönük olarak da vardı… Şimdi 2014 yılında bulunduğumuza göre, takıntının şekli ve seslendiricilerinin sosyolojik konumları aynı olsa bile, bazı diğer koşullarının değişmiş olması gerekmez mi? Halkın seçimi ile iktidar olanlara karşı nefrete varan öfkelerle tepki koyan kesimleri, kendilerini bu ülkenin asıl sahipleri zanneden “Cumhuriyet Muhafızları” şeklinde niteleyelim.

Herkes figürandı 

Kendilerini ayrıcalıklı ve üstün gören bu kesimler “Oligarşi egemendir” demek çok ayıp kaçacağı için, “Azınlık çoğunluktur” veya “Sandık teferruattır” benzeri safsataları “Uzlaşma kültürü” adı altında oldum olası demokratik sisteme yamamaya çalışırlar. Seçilmiş siyasetçileri aşağılarlar… Seçilmiş siyasetçilere tanınan “İktidar Alanı”nın ne kadar dar olduğunu ve kendileri dahil tüm toplumun, “Derin Devlet”in gözünde figüran konumundan öteye bir anlam taşımadığını görmezler…

Son dönemde “Derin Devlet”in seçilmişlere karşı en etkili müdahale araçlarından biri olan “Askeri Vesayet” devre dışı bırakıldı. Ama Derin Devletin siyasete müdahale araçlarından bir diğeri olan “Yargı Vesayeti” ise, özünde nitelik değiştirerek etkinliğini sürdürmekte… Ve “Derin Devlet”in yerinde de “Paralel Devlet” var.

Eli silahlı kuvvetler 

Kemalist ideolojinin sahipleri yerine Gülen örgütüne bağlı figürler, şu anda yargı erkinin kilit noktalarındalar… Kısacası kendilerini Kemalist, solcu, milliyetçi veya ayrıcalıklı kentsoylu olarak gören ve “Tayyip Erdoğan olmasın da ne olursa olsun” diyen “Cumhuriyet Muhafızları Koalisyonu” içindeki kesimler, şu anda Pensilvanya’dan yönetilen “Paralel Devlet”in güdümündeki figüranlar konumundalar… Bu “Paralel Devlet” yapılanmasına destek veren eli silahlı kuvvetler ise, Kürt Barışı’nı sabote etmeye çalışan PKK’nın Öcalan karşıtı kanatları ile, kentleri şiddete boğmaya çalışan DHKPC benzeri örgütlerdir…

Yazının devamını okumak için tıklayın…