Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK “AK Parti kucaklaşmalı” AK Parti kongresi, seçimlere giderken kritik bir eşikte toplandı. Kongreye Cumhurbaşkanı Erdoğan damgasını vurdu. Başbakan Davutoğlu, 9 E...
EMOJİLE

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“AK Parti kucaklaşmalı”

KöşeAK Parti kongresi, seçimlere giderken kritik bir eşikte toplandı.
Kongreye Cumhurbaşkanı Erdoğan damgasını vurdu.
Başbakan Davutoğlu, 9 Eylül gecesinden itibaren yaşanan dalgalanmada ülkenin kritik bir dönemeçten geçtiği düşüncesiyle sorumluluk bilinciyle hareket etti.

Şehit cenazelerinin geldiği, ekonomide küresel kriz beklentisinin piyasalarımız üzerinde etkili olmaya başladığı ve Türkiye’nin erken seçime gittiği bir konjonktürde, Davutoğlu farklı bir tercihte bulunsa, bugün başka şeyleri konuşuyor olabilirdik.

10 Eylül Perşembe günü Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasında varılan uzlaşma, Türkiye’nin Sezer-Ecevit restleşmesinde benzer bir tabloyu yaşamasını engellemiş oldu.
Eğer uzlaşma sağlanamasaydı AK Parti büyük bir yara alırdı.
Türkiye sırat köprüsünden geçiyor. Böylesine kritik bir süreçte liste krizi yaşanması seçim öncesinde AK Parti’nin birkaç puan kaybetmesine yol açabilirdi.

AK Parti Türkiye’nin ana omurgasını oluşturuyor. Tek başına güçlü siyasi istikrarlar aynı zamanda ülkenin istikrarının da sigortası işlevini görüyor.
1950-60 arasında Demokrat Parti
1965-71 arasında Adalet Partisi
1983-1991 arasında ANAP
2002-2015 arasında AK Parti

Bunu sağladı. İstikrarın sembolü olan partiler istikrarlarını kaybettiklerinde Türkiye’nin istikrarı kayboluyor.
Süleyman Demirel, “En büyük siyasi hatam AP’nin bölünmesini önlememek, Demokratik Partililerin ayrılmasına engel olmamaktı” demişti.

1971’de Demokratik Partililer ayrılarak AP bölününce, ardından 12 Mart müdahalesi ve 12 Eylül 1980 tarihine kadar devam eden koalisyonlar dönemi başlamıştı. Sancılı ve çalkantılı dönemin düğmesine AP’nin bölünmesiyle basılmıştı.

AP genel sekreterliği görevinde bulunan Nahit Menteşe’den dinlemiştim. Sadettin Bilgiç’in, Ferruh Bozbeyli’nin, Menderes ve Bayar’ın çocuklarının bulunduğu grup, Meclis’te bir salonda AP’den ayrılmayı tartışırken, kopmayı engellemeye çalışan iki taraftan ortak isimler o sırada Meclis Genel Kurulu’nda görüşmeleri takip eden Süleyman Demirel’e geliyorlar. Demirel’e taleplerini iletip, görüştüğü takdirde bölünmeyi önleyebileceğini anlatıyorlar. Demirel’in kafasına yatıyor. “Peki öyleyse görüşelim” diye yerinden doğruluyor. O sırada Demirel’in etrafında Genç AP’lilerden oluşan, ”Yeminliler Grubu” üyeleri ise Demirel’i, ”Giderseniz liderliğin biter. Onların ayaklarına gitmeyin” diye itirazda bulunuyor. Demirel geri oturuyor ve belki önlenebilecek bir bölünmenin önüne geçilemiyor.

“Yalnız Demokrat” kitabının tanıtımı nedeniyle Türk Demokrasi Vakfı’ndaki bir sohbet sırasında Ferruh Bozbeyli’ye “AP’den ayrılarak istikrarsızlığa neden olmanız Türkiye’nin 12 Mart’a sürüklenmesinde etkili oldu diye düşünüyor musunuz” diye sorduğumda rahatsız olmuştu.

ANAP, dört eğilimi birleştiren bir partiydi. Özal’ın partinin başında olduğu bir dönemde ANAP kongresinde Milliyetçiler ve Mukaddesatçılar ayrı liste çıkarmıştı. Halil Şıvgın ile Mehmet Keçeciler’in kongre salonunda omuzlarda taşınmasını dün gibi hatırlıyorum. O tarihe kadar dört eğilimin partisi olan ANAP, bu olaydan sonra liberaller, milliyetçiler ve mukaddesatçılar arasında kıran kırana bir mücadelenin yaşandığı bir partiye dönmüştü. AK Partililerin, ANAP’ın tarihini çok yakından incelemelerine ihtiyaç var. Bu konuda eski ANAP’lı Cemil Çiçek ve Abdulkadir Aksu yardımcı olabilir.

CHP için, ”Hizipler Partisi” derler. Hizip kavgalarının yaşandığı bir parti ülke sorunlarına çareler üretebilir mi? CHP yıllarca bundan kaybetti. Kavgalı bir eve kız verilir mi? Seçmen hizip kavgalarının yaşandığı bir partiye oy verir mi?
Hizipçilik, liste savaşları bir virüs gibidir. İçine girdiği partiyi iflah etmez.

AK Parti Erdoğan-Davutoğlu uzlaşmasıyla böyle bir tehlikenin eşiğinden döndü. En azından “iki liste”, ”İki aday” virüsünün bünyeye girmesine izin vermediler.

Ama keşke AK Parti, geleneğinde yeri olmayan böyle bir olay yaşamasaydı.

Köşe yazsınının tamamını okumak için tıklayınız

 

FATMA BARBAROSOĞLU-YENİŞAFAK

“Kör muhaliflerle kör taraftarlar arasında… ​”

KöşeÇöküş dönemlerine eşlik eden en kötü partner lükstür.
Yoksulluk ile lüks acıdır ki aynı dönemin iki ürünüdür.

Şaşırtıcı bir şey yoktur aslında, başkalarının hakkını gasp edenlerdir kendisini en ziyade lüksün tuzağında kıvranır bulanlar.
Başkalarının hakkını gasp etmek sadece paralarını pullarını ele geçirmek, kolay yoldan para kazanmak ile alakalı değildir. Aynı zamanda başkalarının ilgisini ele geçirmeye çalışmak da bir hak ihlalidir.

Toprağı bol olasıca Schopenhauer, lükse düşkünlük ile özgüven eksikliği arasında bağlantı kuran şu cümleleri ile yaşadığımız günlere erken bir dipnot düşmüş adeta:

“Bizim hastalıklı bir hassaslıkta olduğu için sık sık hastalanan tüm özgüvenimizin, tüm kibirliliğimizin ve iddialarımızın ve aynı zamanda da tüm gösterişimizin ve böbürlenmemizin temelinde başkalarının görüşü yatmaktadır. Lüks, bu endişe ve düşkünlük olmadan, olduğu şeyin onda biri bile olmazdı.”(Aforizmalar,s 55)

Az gelişmiş ülkelerin bireyleri “desinler” kültürünün taşıyıcılarıdır.
Özgüveni tam olanlar “alemin ağzı torba değil ki büzesin“ diyerek yolunda yürümeye devam ederken, başkalarının bilincinde yer işgal etmeye çalışanlar “desinler”, arzusuyla her şeyin en iyisini, en pahalısını tüketmeye, kullandığı her nesneyi başkalarının gözüne sokmaya çalışır.

II-
Suriyeli mülteciler için kılını kıpırdatmayan ama her gün lüks tüketiminin kucağında insanlığını kaybeden dindaşlarımızın çürümüş insanlığını anlamak için hanelerinde/hanelerimizde kayıtlı duran özgüven eksikliği ile yüzleşmemiz gerekiyor.

İzlanda gibi küçücük bir ülke Suriyelileri misafir etmek için seferber olurken Körfez ülkelerinin kılını kıpırdatmamasını nasıl izah edeceğiz!

Danimarkalı polisin küçük mülteci kız ile oyun oynadığı bir anlık kare, Batılı insan portresinin imaj yönetimi olarak elden ele dilden dile dolaşırken; bizde de tersinden dikkat çekmeye çalışan DİVA’lar var.

“Fevkaladenin fevkinde” konuştuğu abartılı ağdalı dili ile ekranlarımızı işgal eden “sanatçımıza” AVM çıkışı muhabirler
“Son günlerde neler yapıyorsunuz?” diye soruyor.
Cevap kahkahalar eşliğinde geliyor:
«Hiçbir şey yapmıyorum, durmadan para harcıyorum.”
“Durmadan para harcayana” muhabir tekrar soruyor:
“Ülkemizdeki Suriyeli göçmenlere yardım etmeyi düşünüyor musunuz?”
(Bu sorunun tam zamanı ve yeridir. Çünkü Suriyeli mülteciler AVM kapılarında boyun büküyor. Parası olanlardan insanlık payı istiyor.)

“HAYIR!!!” diye cevap veriyor harcamalara doyamayan.
Neden sebep?

Çünkü zatı devletlerine sorulmamış. Acaba savaştan, katliamdan kaçan bu insanlar sizce Türkiye’ye gelmeli mi diye.
“Ben onların gelmeleri taraftarı değilim. Yanlış anlaşılabilir ama ne anlaşılırsa anlaşılsın. Bizim aç insanlarımız, bizim sefaletle boğuşan insanlarımız var. Ne bileyim ama yukarıdakiler doğrunun bu olduğuna karar vermişler. Yapmışlar. Bunlar tabii ki hassas konular. Benim kanım, canım, vatandaşlarım dururken zannetmiyorum ki oraya yardım edeyim. İsteyen kızsın isteyen söylensin ama benim görüşüm bu.”

Rol çalıyor DİVA!

İnsani şeyler söylese dikkat çekemezdi. Ama bizim de fakirlerimiz var. İsteyen kızsın derken hadi bana birileri kızsın, bu vesile ile dikkatleri üzerime çekeyim derdinde.

İmaj yönetimini yapanlar pek başarılı değil herhalde. Dikkat çekmek istiyorsa dünyanın dört bir tarafından kadınlar Danimarkalı polise evlenme teklif edip uğruna sınırları aşmaya göze alıyor. Diva da bu yola başvurup “dünyanın” dikkatini üzerine çekebilirdi.

III-
Ekranlara sığmayan “Diva”nın ne söylediğinin çok da önemi yok deyip şu okuduğunuz satırları yazmayabilirdim.
Lakin yazdım.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

“Bak şu Erdoğan yalakasına

KöşeNurlar içinde yatası atalarımız böylesi durumlar için, “köpeksiz köy buldu, değneksiz geziyor” derdi.
Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın durumu da böyle.

Geçen gün, “Türkiye uzun zamandan beri sığınmacı trajedisi konusunda muazzam şeyler yapıyor. Farklı siyasi düşüncelerden bağımsız olarak biz Avrupalıların her hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan için ayin yapmamız lazım” dedi ya, onu diyorum.

Bu sözleri Macaristan Başbakanı değil de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herhangi biri söyleseydi görürdü gününü.
Küfür hakaret gırla giderdi…

Hiçbir şey demezlerse, “bak şu Erdoğan yalakasına” diye başlar, “kömür makarna yardımı mı aldın, ihale mi kaptın” yollu çemkirirlerdi.

Sayın Orban, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil diye şansını fazlazorlamasın; böyle giderse, Cemal Hasan’ın biri çıkar, “Sarayın başbakanı” der, haberi olsun.

Gelgelelim…
Bu ülkede hiç kimse Sayın Erdoğan’a hâşâ “ayin yapalım” falan demedi.
Hakkı teslim edildi sadece.

Suriyeli sığınmacılardan (biz buna muhacir diyoruz) Myanmar’daki mazlumlara kadar yeryüzündeki ezilmişlerin umudu olması, “yüzyıllık rüya” Marmaray gibi birçok dev eseri Türkiye’ye kazandırması, anadilde eğitimden başörtüsüne kadar özgürlükler getirmesi, Gezicilerin önde giden işvereni Cem Boyner’in, “borçlarımızı ödemek içinGüneydoğu’dan toprak satalım” dediği günlerinden Türkiye’yiIMF’ye borç verebilecek düzeye ulaştırması hakkaniyetli olanların inkâr edebileceği şeyler değildir zaten!..
Lakin bu hakkı teslim edenlerin de bu ülkede uğramadığı hakaret, yemediği küfür kalmadı.
Hakkaniyetli olmak vicdan sahibi olmanın gereğidir.

Vicdanı kaybettin mi kazanacağın hiçbir şey yoktur. Hayır, kazanırsın da, Allah indinde hiçbir kıymeti yoktur.

***

AK Parti, 7 Haziran seçimlerinden tek başına iktidarla çıksaydı New York Times belki yine NATO’yu müdahaleye çağıracaktı.

Zira…
“Batılılaşmamış yoksul Müslümanların kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez” diyorlardı.

İzin vermemek için, yani, bu milletin iradesinin özgürce tecelli etmemesi için “iç savaş” dahil her türlü melanetle tehdit ediyorlar.

Hülasa, Türkiye emsali görülmemiş korkunç bir psikolojik harple karşı karşıyadır.
Paralel medya ve Aydın Doğan’ın adamları (hepsine birden paralelsevici diyelim) da bu harbin “militanıdırlar.”

Kardeşlerim, bu elemanların yazıp çizdiklerini veya televizyonlarını mevzuya Fransız bir insan takip etse, Türkiye Cumhuriyeti’ni azılı bir terör örgütü, PKK’yı da demokratik bir devlet sanır.

Kandil’le aynı dili kullanıyorlar.
PKK terör örgütü liderlerinden Cemil Bayık, “Bu savaş ordunun da savaşı değil. Ordunun bunu bilmesi gerekir. Ordunun da Erdoğan’ın bu oyununa gelmemesi önemlidir” dedi.
Peki…

Paralelcilerin Can Dündar insanı üzerinden kapattıklarıCumhuriyet gazetesinin manşeti neydi? “Ordu soruyor, neden savaşıyoruz” değil miydi?

O halde biz de soralım:
“Paralelsevici medya” mı Kandil’i yönlendiriyor, Kandil mi “paralelsevici medyayı?”
Yoksa ikisini birden “merkez efendi” mi yönlendiriyor? (Kimin kimi nasıl yönlendirdiğini paralelcilerin Süleyman abisi, 26 Ekim 2013’te Sözcü gazetesinin muhabirine gayet açık seçik anlatmıştı.)

Hayır yani, PKK’lı Cemil Bayık Kandil’den, “Bu savaş ordunun da savaşı değil…” diyor, “paralelsevici medya” içinden tek bir vicdan sahibi çıkıp da, “Yahu 80’li 90’lı yıllarda Erdoğan mı vardı da binlerce askerimizi katlettiniz?” diye sormuyor.
Vicdan önemlidir…

Vicdanın köreldi mi, Kandil şeflerinden Duran Kalkan’ın, “PKK silah bırakmaz, devlet silah bıraksın” sözünü bile karartır, işi 400 vekile bağlarsınız.

***

Washington merkezli düşünce kuruluşu Woodrow Wilson’ın Orta Doğu Programı Direktörü Henri Barkey daha geçen gün, “Ya seçimlerden aynı sonuç çıkacak ya da HDP Meclis’e giremeyecek ve şehirler havaya uçacak” dedi.

Hatırlarsanız, benzer tehdidi, HDP Eşbaşkanı da 7 Haziran öncesi yapmıştı.

Yanlış anlaşılmasın, HDP sadece araçtan ibaret. Maksatları, Sayın Cumhurbaşkanımız ve AK Parti’yi durdurmak.

Bunun için 7 Haziran seçimlerinin ardından Batı’da, “Yeni bin yılın Selahaddin Eyyübi’si son metroda durduruldu” narasını attılar.

Öylesine sevindiler ki, bu ülkeden kovduğumuz IMF’den “one minute” ayarı yiyen çocuk katillerine kadar alayı birden “şak” yaptılar.
Selahaddin Eyyübi’nin kabrinin başına gelip ayaklarını mağrurca yere vurarak, “Yine geldik Selahaddin“ diyen İngiliz Mareşal Allenbygibiydiler.
Onlar geldiyse, bize de yakışan, “biz de buradayız” diye haykırmaktır.

Tiranlara, firavunlara, nemrutlara, yezidlere, müstekbirlere karşı Sayın Erdoğan’ın yanında olmak, harici ve dahili tüm fitne girişimlerine karşı dimdik durmaktır.

Sayın Erdoğan’a karşı topyekûn saldırıya geçildiği bu günlerde falanca saçlarını şöyle tarıyor ne işi var Erdoğan’ın yanında demek veya “damat” lagalugası yapmak marifet değildir.

Berat Albayrak her şeyden evvel bir devrin cefasını çeken ve hepimizin yetişmesinde emeği olanlardan Sadık Albayrak’ın oğludur.

Öyle birileri gibi seralarda değil; düşüncelerinden dolayı mahpus damlarına atılan babasının yollarını gözlerken büyümüştür.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Bakarsınız ABD de yaptığı hataların farkına varır”

KöşeHep Batı’ya giderek Hindistan’a varmaya çalışırken Amerika’yı keşfeden ama bunun da farkında olmayan bilinçsiz Kristof Kolomb keşfi ile ileri tarihlerde Ortadoğu’nun başına ne tür belalar açılacağını bilseydi, yüzü Batı Hint Adaları’nın güneşinden değil utancından kızarırdı. 

Hatalar zinciri 
Evet… Şu anda Türkiye dahil tüm Ortadoğu ülkeleri, 2’nci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ABD’nin bölge siyasetine dönük olarak yaptığı hataların yükünü taşıyor. Bölgede emperyalizm nöbetini İngiltere’den devralan Amerika, İran’da Musaddık’ın devrilmesinden başlayan eylemleri ile, Filistin sorununun çözümünü İsrail’in kararına terk etmesi ile, Mısır’ı zorla Sovyet Bloku’na itmesi ile, son olarak da Irak’ı işgal edip mezhep savaşına yönlendirmesi ile o kadar çok çözümsüz sorunun mimarı oldu ki…
Tabii ki Kolomb’un farkına varmadan keşfettiği Amerika kıtasından söz etmiyorum… Sözünü ettiğim Amerika, Avrupa’da barınamayan Avrupalıların kurudukları ve sonunda Avrupa’yı da yörüngesine sokan Amerika Birleşik Devletleri’dir. 

Hepsi lafta kalır 
Bu ülke için “Demokrasi”, “Hukukun üstünlüğü”, “Temel hak ve özgürlükler” en üst değerlerdir… Ama bunlar sadece bu ülke için bir anlam taşır. İlişkide bulunulan ülkenin demokrasi ya da teokrasi olması ayrıntıdır. Çeşitli çıkar grupları ağır bastığı zaman ve mesela petrol şirketleri devreye girdiğinde, üst değerler ayak altına alınır… Humeyni’ye karşı Saddam’ı desteklerler, sonra da azdırdıkları Saddam’ın ipini çekerler.
Söze sadakat sadece laftadır… Kıbrıs’ta Türkler katledilirken Türkiye duruma müdahale edince ABD Başkanı Türk Başbakan’a mektup yazıp “Kıbrıs yüzünden Sovyetler size saldırırsa NATO Antlaşması işlemez” diyebilir… Sonra Türk Başbakanı bir bütçe oylaması ile devrilebilir. 

Geç fark ederiz 
İşin en kötü yanı her Ortadoğu ülkesinde bunların adamları vardır… Neyi ne zaman ve ne için yaptıkları yıllar sonra anlaşılır… Öcalan’ı Kenya’dan alıp Türkiye’ye teslim ettikleri yıl ile Fethullah Gülen’in ABD’ye sığındığı yılın aynı olmasının farkına çok geç varılır.
Şimdi yine birileri arkalarında ABD’nin olduğu inancı ile ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanına karşı komplolar kurmaktalar… Ve aynı anda Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere tüm devlet mekanizması, ABD’nin Irak’taki, Suriye’deki hatalarının Türkiye’deki yansımaları ile mücadele etmekte. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ

Adamı madam da eder misiniz?

KöşeHayır, edemezsiniz, dedi İspanya.

Hayır, edemezsiniz, dedi Sırbistan.
Hayır, edemezsiniz, uçmayın, dedi Fransa. Uh ah.
Ancak İzlanda’yı birşeyler ettik, Almanya’yı eh işte, İtalya’yı da ucundan.
Orta halli bir basket takımımız var. Uh ah.
Gerçek anlamda ortadan gidiyor, üç maçı kazanıyor, üç maçta yeniliyor.
Beş oyuncumuz var, üst tarafı dolgu malzemesi, saha kenarı boş kalmasın diye bankta oturtulan havlulu çocuklar.
Beş dev adam, yedi de orta boylu vatandaş. Uh ah.
Yatıp kalkıp Cedi Osman’a dua edin, o çocuğun ismi o kadar tuhaf olmasaydı bu ilgiyi bile toplayamazdınız. (Beren Saat’in ismi Ayşe Öztürk olsaydı bugünkü şöhretini bulabilecek miydi?) Evvelce de “uh ah” sesleriyle milli takıma gaz üstüne gaz vermiştiniz, Amerikalı bir zenci çocuk çıktı anamızı ağlattı. Adım atar gibi “üçlük” atıyordu.
O şampiyonada Tayyip Erdoğan’a da hakaret etmiştiniz, seyirci bulamadığınız stadın açılış töreninde ettiğiniz gibi, İstanbul sermayesinin lumpenleri… (Neyse ki Konya halkı sizden çok daha bilinçli, çok daha insan!) O zaman ne oluyor o şişinmeler, o cafcaflanmalar, o böbürlenmeler, o Türk’e Türk propagandası?
O sloganlar milli takıma destek olması için mi atılıyor, televizyon seyircisini kanalda tutmak için mi?
Duyan o bankaya koşup parasını mı yatıracak yoksa?
Canı sıkılan başarılar diliyor, bayram gazetesinde “sayın dost ve müşterilerinin” hatırını sorar gibi.
Tabii milli maçta “her iki tarafa da başarılar dileriz” gibi bir çakallık yapılamıyor.
Onun yerine, biz bilmemneyi bilmemne ederiz…
Edin o zaman, edin de alkışlayalım.
Niçin etmiyorsunuz?
Oysa “adamı madam ederiz” deseniz lumpenler daha kolay anlayacaklar ve daha çabuk gaza gelecekler!
Nedir bu, “edebiyat dünyasında dikiş tutturamamış, kapağı reklam sektörüne atmış da aç karnı doymuş metin yazarı” ağızları?
Biz kılıcı kın ederiz… Ne demek bu?
İstersek dağları un, demiri yün…
Dağları delip, yüreği ezip (kiminkini?), nefreti kül, yüreği tül ederiz (hangisini?)… “Sevdayı düğün”ü, “geceyi gün”ü anladık da, “bugünü dün” ne demek?
Değişen zamana ayar biziz, şayet Sırbistan ile Fransa bize ayar vermezse…
Bizde kış yok, dört mevsim bahar biziz, ne sıcak ne soğuk, hep ortadan…
Hele bir de hiçkimsenin, maçı anlatanın bile Ali Muhammed demediği Bobby Dixon isimli “devşirme” vatandaşımız, yarım yarım ve şirin Türkçe’siyle reklama katılırsa, Cedi’nin kepek sorununu bile çözeriz. Bir de yaşlı teyze koyun, basketten çok anlar. Uh ah.
Öte yandan her gelenin yarım düzine çektiği Andorra’ya zorlana zorlana iki gol atmak da, Hollanda’yı yenip İzlanda’ya yenilmek de bizim işimizdir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

VEDAT BİLGİN-AKŞAM

“AK Parti neyi temsil ediyor?”

KöşePartiler siyasi organizasyonlardır ve toplumsal varlık temelinden mahrum iseler sadece tabela partisi olarak kalırlar ki bunun bu ülkede de çok sayıda örneğinin bulunduğunu sanırım bilmeyen yoktur. Siyasi partiler, sadece dayandıkları sosyal grubun, sınıfın, zümrenin veya cemaatin çerçevesinde, sınırlarında kaldıklarında da büyük parti olmaları zorlaşır, imkânsız hale gelebilir. Büyük partiler toplumun çeşitli unsurlarını, farklı kesimlerini, dahası yeni eğilimlerini bir araya getirmeyi başaran siyasi varlıklardır. 

AK Parti 5. Büyük Kongresi’ni geçtiğimiz cumartesi yaparak, yeni bir başlangıç yapmaya hazır olduğunu ortaya koymuş oldu. Peki kurulduğu günden itibaren bu partiyi büyüten, iktidara taşıyan,  yeni bir seçim öncesinde hâlâ birinci durumda tutan ve yapılacak seçimleri kazanmasına kesin gözüyle bakılmasına sebep olan hususlar nelerdir? 

Bir siyasi parti olmak 

AK Parti’de toplumun her kategorisinden, her tabakasından, neredeyse sivil alanın her grubundan, her cemaatinden farklı insanları bir araya getiren şey nedir? Partinin çeşitli söylemlerini, siyasi metinlerini analiz ettiğimizde bu sorunun cevabını vermeye yarayacak ipuçlarını elde edebiliriz. 
‘Partinin kurucu genel başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsiyetinin, liderlik özelliklerinin bu siyasi hareketin doğuşunda, şekillenmesinde belirleyici rolü olduğunu, siyasi lider ve söylem etkileşiminin, siyasette adeta bağımsız bir değişken olarak işlev gördüğünü, bunun da bir siyaset anlayışı oluşturduğunu, moda tabirle algı yarattığını anlamak gerekmektedir.’ Bu sürecin karizmatik otorite diye Weber’den bu tarafa bilinen, bir liderlik anlayışına tekabül ettiği ayrıca hatırlanmalıdır. Demokratik süreçlerde karizma kavramı, liderin toplumsal rızayı alması ve inandırıcı özellikleriyle onu harekete geçirmesiyle, daha da önemli hale gelir. Bunu şunun için vurguluyorum, AK Parti’nin siyasal kimliğinin oluşmasında bu liderlik kurumunun önemli bir yeri bulunmaktadır. 
AK Parti’nin kurumsal olarak Türk siyasal hayatında konumlandığı yer, bu siyasi hareketin dayandığı geniş toplumsal kesimlerle bağ kurmasını sağlamış bulunan ve bunu sürdüren bir yerdir. Türkiye’de siyaset sürecinin devletten farklılaşma, devlet karşısında bir alan yaratma ve sivil unsurların devlet üzerinde talepleriyle etkili olma gibi girişimleri oldukça yeni sayılabilir. 

Değişim nereden gelir? 

“Devlet-ideoloji ve bürokrasi tahakkümüne dayanan yapının bu tür talepleri yok edecek şekilde örgütlenmiş olması, siyaset yapmayı uzun yıllar boyunca imkânsız hale getirmiştir. Çok partili, hayata geçişten sonra dahi siyaset etmeyi ‘suçlu bir davranışa’ sokan çelişkiler hep bu bağlamda üretilmiştir ve devlet içinde örgütlenmiş bulunan kadroların ideoloji üzerinden sivil alanı tahrip etmesi sorunu süregelmiştir.” 
AK Parti’nin Türkiye siyaset sürecinin içinde doğru konumlanması dediğim yer; devlet/ideoloji/militer ve siyasal bürokrasi karşısında sivil alana dayanmış olmasıdır. Menderes’in Demokrat Partisi ile başlayan tek parti geleneği karşısında yer alan bütün siyasi partiler, bu ‘karşı oluşlarını’ hep ‘resmi çizgi’ içinde yani devlet/militer-sivil bürokratik yapının ideolojik bağlamı içinde izah etmeye çalıştıkları için ne yapıyı değiştirecek gücü bulabildiler ne de kalıcı olabildiler. Bunun ise ki neticesi olmuştur; birincisi bu tavırlarıyla verili durumun meşrulaştırılmasına hizmet etmişlerdir, ikincisi; sivil alanı siyasetin temel aktörü-dayanağı yapacak sahiciliği kazanamamışlardır. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

“AK Parti’de bölünme devleti sarsardı”

KöşeTayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından AK Parti’nin Turgut Özal’ın ANAP’ına veya Süleyman Demirel’in DYP’sine dönüşüp dönüşmeyeceği merak konusuydu. AK Parti’nin 5. Olağan Kongresi bu açıdan kritik bir önem taşıyordu. Oluşacak bir ikilik, AK Parti’yi hızla ANAP’laşma sürecine sürükleyebilirdi.  

Ne var ki muhalefetin beklentilerinin aksine AK Parti, kongreye tek yönetim listesiyle giderek birlik ve beraberliğini güçlendirdi. Başbakan Ahmet Davutoğlu’dan bir Mesut Yılmaz performansı bekleyenler ise hayal kırıklığına uğradı. Kongre konuşmasında “dava adamlığının” altını birkaç kez çizen Davutoğlu, parti içinde ayrılığa müsaade etmeyeceğini gösterdi. Davutoğlu’nun bu tutumu, partinin diğer ileri gelenlerinin de şahsi davranmalarını engelledi. AK Parti yöneticileri, kongre sürecinde büyük bir olgunluk sergiledi.  
AK Parti kongresinde ikili bir görüntü oluşsaydı, seçimler öncesi partiye büyük bir zarar verirdi. 1 Kasım’da tek başına iktidar olma iddiası zora girerdi. Bu zarar AK Parti’yle de sınırlı kalmazdı, ülkeye yansırdı. 
AK Parti karşıtları, kongrede ciddi bir yarılmayı veya AK Parti’de büyük bir çatlamayı bekliyorlardı. Doğrusu bunun için az çaba harcamadılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu arasında ihtilaf çıkarmak için çok uğraştılar… Medya üzerinden uzun süredir zaten AK Parti’yi ANAP’laştırma projesi yürütülüyordu. Batı medyasında bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı durdurmak için partili arkadaşlarını göreve davet eden çağrılar yayımlandı. Ancak önceki gün gerçekleşen kongrede, AK Parti’yi ANAP’laştırma projesinden sonuç alınamayacağı görüldü.  
AK Parti’de çatlak yaratma girişimlerinin bundan sonra da pek sonuç vereceğini düşünmüyorum. Bunun nedeni AK Parti’nin kaderiyle ülkenin kaderi arasında oluşan sıkı bağ. AK Parti’de oluşacak bir çatlak, devleti de çatlatır. Bunu AK Parti kadrolarının da gayet net bir şekilde gördüğü kanaatindeyim. AK Parti’deki dağılma devletin dağılmasına ve ülkenin bölünmesine gidecek kadar bir domino etkisi yaratır. 
Belki tam da bu yüzden muhalefet, aylardır AK Parti’de ikilik oluşturabilmek için var gücüyle yükleniyor. Etrafımızdaki komşu devletler neredeyse dağılmış halde. Siyasi bütünlüğü bozulan devletlerin toplumsal bütünlüğü de kalmıyor. Türkiye’de farklı olarak 13 yıldır yönetimde bütünlüklü bir siyasi irade var. 7 Haziran’da bu siyasi bütünlük zarar gördü; ama bu siyasi parçalanmışlık şimdilik devletin bölünmesine yol açacak boyutlarda değil. Eğer bu siyasi tabloya AK Parti’nin de bölünmesi eklenirse o zaman Türkiye için dağılma süreci başlar.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET ŞEVKET EYGİ-MİLLİ GAZETE

“Bir İslâm Şehri”

KöşeYüz veya yüz elli bin nüfuslu tarihî bir taşra şehrimiz… Son maddî ve şeytanî zenginlikten nasibini almış ve eski kültür ve mimarî dokusunun tamamı veya bir kısmı tahrip edilmiş, yerine iğrenç ve çirkin beton bloklar dikilmiş. Haddinden fazla otomobil var.

Bizim kendi medeniyetimize göre bu şehirde neler eksiktir, neler fazladır?

1. Eskiden bu şehirde İslam medreseleri ve İslam mektepleri varmış, artık onlar yok. İmam-Hatip mektebi onların yerini tutamaz mı? Kesinlikle tutamaz. Bu şehrin bir İslam şehri olması için mutlaka İslam medreseleri ve İslam mekteplerine sahip olması gerekir. Nasıl medreseler ve mektepler? Gerçek kaliteli medreseler ve mektepler.

2. Eskiden bu şehirde tasavvuf tarikatları ve tekkeleri varmış, onların yerinde de yeller esiyor. Şehrin İslam şehri olması için mutlaka tarikat, tekke olması gerekir. Nasıl tarikat? Şeriata uygun tarikat.

3. Bir şehrin İslam şehri olması için orada yaşayan Müslümanların bahçeli, müstakil İslam evlerinde ikamet etmesi gerekir. Üst üste sefertası gibi katlar halindeki dev bloklar İslam yaşayışına uygun değildir.

4. Şehrin İslam şehri olması için Müslümanların en az yüzde doksanının beş vakit namaz kılması gerekir.

5. Farz namazların camilerde ehliyetli, liyakatli, icazetli imamların ardında cemaatle kılınması gerekir.

6. Şehirde yeterli miktarda icazetli, ulema, fuqaha, meşayih ve ziyalı kimseler bulunması gerekir.

7. Cuma günleri öğle ezanı okununca işyerlerinin, dükkanların, büroların kapatılması, ticarete ara verilmesi ve halkın camilere gitmesi gerekir.

8. İslam mimarisinin ve şehirciliğinin hakim olması gerekir.

9. O şehirde en az yirmi çeşit geleneksel İslam sanatı faaliyeti olunması, ürün verilmesi gerekir.

10. İslamın yaşanması gerekir.

11. Fuhşun, hırsızlığın, dolandırıcılığın, suçların, azgınlıkların çok az olması gerekir.

12. İnsanlar günah işleyebilir ama büyük günahların açıkta, açıkta, küstahça, kuduzca işlenmemesi gerekir.

13. Bırakın insanların, orada sokak kedi ve köpeklerinin bile güvende olması, korunması gerekir.

14. Bu İslam şehrinde sadaka taşları olmalı, parası olanlar içine para atmalı, olmayanlar ellerini sokup bir miktar (hepsini değil) para almalı.

Gerçek bir İslam şehri dillere destan bir yerleşim merkezidir.

Orayı ziyaret eden yabancılar oradaki huzura, sükuna, saadete, yardımlaşmaya, ahlaka, fazilete, iyiliklere, güzelliklere, insaniyete hayran kalır.

O şehirde yeterli miktarda ziyalı insan vardır. Âlimler, ârifler, zarif ve kibar insanlar vardır. O şehir bir ilim, irfan, kitap, sanat şehridir.

Orada kötülüklere, çirkinliklere izin verilmez.

Türkiye’de eskiden böyle şehirler vardı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ARDAN ZENTÜRK-STAR

“Selahattin’e tek sorum var…”

KöşeAslında soru çok basit ve net: PKK terör örgütünün demokrasimize dönük saldırı kampanyası için bi’tek neden söyle…

Haftalardır PKK’yı perdelemek için ellerinden geleni yapan meslektaşlar, yakınındalar, bunu soramıyorlar, ben buradan sorayım…

Dur… İşini kolaylaştırayım… Diyebilirsin ki…

Kürtçe üzerinde ağır baskı var, yasakladınız, insanlar haklarını arıyor.

Kürtçe TV istiyorduk, bunu bile yapmadınız, sizler ırkçısınız.

Yolda yürüyen gençlerimiz yaka-paça beyaz Renault’lara bindiriliyor, sonra onlardan hiç haber alamıyoruz.

Sistematik işkence uyguluyorsunuz, halk büyük ıstırab çekiyor.

Yargısız infazlar var. Devlet faili meçhuller peşinde.

Desene… Diyemezsin…

Ama dürüst ol, misal, şunu de: Arkadaş, biz, Suriye’deki gibi Türkiye topraklarında da kantonlar kurup, öz yönetim işlerine kalkıştık, anladık ki, burası Suriye değilmiş…

De bunu, hepimiz seni anlayalım.

PKK: Kontra-gerilla…

Bu ülkede düzenli işleyen bir seçim sistemi  var mı, var. Sandık ortaya konulduğunda yüzde 13.5 oyla 80 milletvekili çıkardın mı, çıkardın. Yerel seçimlerde elde ettiğin 102 belediyeye İller Bankası’nda ödeneği düzenli geliyor mu, geliyor.

Arkanda seni destekleyen, yıkayıp-aklayan medya duruyor mu, duruyor.

Arkadaş sen ne istiyorsun? Lafı geveleme, açık söyle, millet duysun, herkes ona göre kararını versin.

Yine işini kolaylaştırayım. De ki, “Biz sizin bu demokrasinizden memnun değiliz, bu işler bize göre değil, biz Suriye’de olduğu gibi kendi kantonlarımızı kuracağız, yalnız devleti değil, bizim gibi düşünmeyen Kürtleri de oradan süpürüp atacağız…” Bunu “sırtınızı dayadığınızı” söylediğiniz PYD Suriye’deki Cezire, Afrin ve Rojava kantonlarında yaptı. Yok, ben söylemiyorum, Uluslararası Af Örgütü söylüyor.(https://www.amnesty.nl/nieuwsportaal/pers/syria-arbitrary-detentions-and-blatantly-unfair-trials-mar-pyd-fight-against-terr)

O raporlarda, Tel Abyad’da “etnik temizlik” yaptığınız da yer alıyor. Kimin desteğinde? ABD Hava Kuvvetleri ve “batılı” askeri uzmanların…

Sakın, nereden çıkardın bunu deme… PYD’nin “asayiş komutanı” Ciwan İbrahim açıkladı. Meğer, “batılı uzmanlar”, Suriye’de PKK’ya bağlı 450 militana SWAT eğitimi veriyorlarmış. Biz de Dağlıca baskınında silahlı örgütünün gösterdiği “özel kuvvetler düzeyinde” eğitilmiş askeri kimliği merak ediyorduk. Cevabı aldık. (http://www.dailystar.com.lb/News/Middle-East/2015/Sep-10/314732-western-states-train-kurdish-force-in-syria-forces-leader-says.ashx)

 PKK’nın son yıllarda, CIA’nın 80’li yılların başlarında Nikaragua’daki devrimci Sandinist yönetime karşı örgütlediği faşist kontra-gerillaların durumuna evrildiğini de anlamış olduk.

“Sol” bir ağızla “Rojava Devrimi” diyorsun, sen, Amerikan emperyalizminin desteğinde gerçek bir devrim yapıldığını gördün mü? O tür bir destekten ancak, idam mangaları ve kontra-gerillalar çıkar. Bilmiyorsan bil, bu ülkenin aslan gibi Kürt gençlerini emperyalizmin maşası yapma.

Bu bir milli mücadeledir…

Hayır, PKK’dan söz etmiyorum. O, emperyalizmin demokrasimiz üzerine saldığı bir kukladır, canımızı yakar, aşarız. Asıl, bu örgütün arkasındaki küresel güçler önemlidir. Onlar kararlı. Türkiye’yi kontrol edilebilir bir ülke haline getirmek istiyorlar, tüm cephelerden saldırıyorlar. Emperyalizmin içimizde kurumsallaştırdığı medya organları,  sesleri yüksek çıkan kanaat önderleri, sosyal medyada algı operasyonu uzmanları, işbirlikçi sermaye grupları var. PKK, saldırının yalnız “militer” adıdır, oysa, saldırı çok geniş bir cepheyi oluşturuyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AZİZ ÜSTEL-STAR

Hedef ülke Türkiye (I) İsrail’in Kürt kartı

KöşeMilliyet gazetesinin Washington muhabiri rahmetli Turan Yavuz’un “ABD’nin Kürt Kartı” adlı kitabını bir kez daha okuduktan sonra masanın üstüne, Ali Kuzu’nun olağanüstü çalışması, “MİT Mossad CIA Gladio—Dünyasnın En Büyük İstihbarat Servisleri” ‘nin yanına bıraktım. Gerek Yavuz’un, gerek Ali Kuzu’nun, gerekse de Richard Deacon’ın “The Israeli Secret Service” adlı yapıtını dikkatlice okuyunca, Tel Aviv’in  çözüm sürecinden ne denli tedirgin olduğunu, hele de bu tasarımın Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde gerçekleşebileceği düşüncesinden nasıl rahatsız olabileceğini çok daha iyi anladım. Özetle, son günlerde yaşadıklarımızın mimarlarından biri belki de en  önemlisi,  Kürt kartını ikide bir masaya süren İsrail’dir.  ABD kimi zaman gizli kimi zaman da açıktan Kürt ayrılımcı harteketini desteklerken, İsrail aynı desteği sessiz ve derinden vermiştir. Nasıl mı? Buyrun size kanıtlar: 

İsrail Araplarla uzun yıllar savaştıktan sonra, bu ülkelerle savaş alanında karşılaşmaktansa o ülkelerde var olan etnik ve dini azınlıkları kışkırtmanın en kolay yol olduğu kanısına vardı. İsrail’li yazar Benjamin Hallahm “The Israeli Connection-Who Israel Arms and Why?” (İsrail Bağlantısı—İsrail Kimi Neden Silahlandırıyor?) adlı incelemesinde, İsrail Devletinin 1950’li yılların sonunda Kuzey Irak’ta palazlanan rejim karşıtı Kürt hareketine vemeye başladığı desteği anlatıyor:

Mossad’ın Kürtlere desteği 1958’de başladı. Büyük miktarda silah ve cephane yarıdımı 1963’de iyiden iyiye arttı. Derken 1965’de İsrail’li askeri uzmanlar Kürt ayrılıkcıları için Kuzey Irak dağlarında eğitim kampları kurdular. Başbakan Levi Eshkol Kürt liderleriyle bir araya geldi ve 1967 savaşı sıasında, İsrail’in isteği doğrultusunda Kürtler, Bağdat yönetimine karşı saldırılar düzenlediler ve Irak ordusunun diğer Arap ülkelerine yardımını engellediler. Bu arada silah ve cephanenin  yanısıra, Mossad her ay 500 bin dolar gönderiyordu ayrılıkçılara. “

Döneminin en ünlü gazetecilerinden Jack Anderson, Washington Post gazetesine (18.91972) yazdığı bir yazıda Mossad’ın her ay Molla Mustafa Barzani’ye 50 bin dolar gönderdiğini, bu parayla da Bağdat’a karşı faaliyetlerin sürdürüldüğünü ayrıntılarıyla anlatıyordu. Mossad-Mustafa Barzani ilişklerini başka yazanlar da oldu.

İngiliz The Guardian gazetesinin yıllarca muhabirliğini yapan  Ian Black  İsrail Gizli Servislerinin Tarihi adlı kitabında, Mossad-Mustafa Barzani ilişkilerini uzun uzun anlatır. Rahmetli Uğur Mumcu’da, öldürülmeden tam 17 gün önce  bu kitabı kaynak göstererek “Mossad-Mustafa Barzani”  ilişkisini yazmıştı. Bu yazının devamı da gelecekti ancak ömrü yetmedi; alçakca bir saldırı sonucu öldürüldü!

İsrail’in hedefi salt Irak’ı zayıflatmak mıydı peki? Hayır! Gerçek hedef, Molla Mustafa Barzan’ye de söz verildiğince, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasıydı. Bu hedef bu gün de değişmedi; hele Davos’daki “One Minute” çıkışından sonra ivedilik bile kazandı.

İsrail Dış İşleri eski Müsteşarı Oded Yinon, Dünya Siyonist Örgütü’nün Kivanium adlı dergisine, 1982 yılında “İsrail İçin Strateji” başlıklı bir yazı yayınladı. Bu yazı aslında Yinon’un eski çalıştığı bakanlığı için hazırladığı bir rapordan derlenmişti. Rapor İsrail’in Nil’den Fırat’a uzanan coğrafya üzerinde yayılmacı hedeflerini ve kullanılması tasarlanan yöntemi ortaya koyuyordu. Kullanılması tasarlanan, daha doğrusu kullanılan  yöntem bölge ülkelerde etnik ve dini çatışmaları körüklemekti. Yinon Irak’ın geleceği konusunda şunu açıkca söylemekten çekinmiyordu: 

“Irak etnik ve mezhepsel temellere dayalı bir biçimde bölünecektir. Kuzeyde bir Kürt Devleti, ortada bir Sünni, güneydeyse Şii devleti kurulacaktır.” 

Israil Kürt ayaklanmasını salt Bağdat’a karşı bir koz olarak kullanmayı düşünmüyordu. Bunun çok ötesinde, bütün Orta Doğu’yu , özellikle Türkiye’nin Güneydoğu’sunu kapsayan bir Kürt devleti istiyordu. Bunun bir hayal ürünü olduğunu savunanlar herhalde Türkiye’nin 1983 yılında gerçekleştirdiği sınır ötesi harekatla ilgili olarak dönemin İsrail Dış İşleri Bakanı İzak Şamir’in Brüksel’deki açıklamalarını duymadı. Şamir Türkiye’yi “Kürdistan’ı işgal altında tutan devletlerden biri” olarak tanımladı ve devam etti: 

“İşgalci devletler Kürt halkının bağımsızlık mücadelesini baltalamaktadır. Dolayısıyla  Kürt halkının bu soylu çabası başarıya ulaşamamaktadır.” 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORHAN MİROĞLU-STAR

“Cizre ve özerklik”

KöşeDevlet, Şırnak ve Lice’ye doksanlı yıllarda, PKK’yı bahane ederek girmiş, çok sayıda sivil hayatını kaybetmiş, ama çok sonraları, bu iki operasyonun da , aslında ‘PKK baskınıyla’ bir ilgisinin olmadığı ortaya çıkmıştı. Yani iddia edildiği gibi, Lice ve Şırnak’a operasyonun gerekçesi Lice ve Şırnak’ı basan PKK’den halkı kurtarmak değil, halka gözdağı vermek, devletin askeri ve psikolojik üstünlüğünü ve gücünü ispattan ibaretti..

90’lı yıllardan bu yana, her şey gibi  roller de değişti. Devlet, 90’lı yılları unutmaya çalıştıkça, PKK hatırlatmaya çalışıyor, hatta devletin rolünü çalıyor, 90’lı yılların devleti olmak istiyor. İktidar alanını, sandıktan çıkan gücüne göre değil, silahların gücüne bağlı olarak koruyabileceğini düşünüyor.

PKK’nın legal alanda iki siyasi partisi var: DBP ve HDP. Ayrıca DTP adıyla bilinen geniş katılımlı ‘ulusal çapta’ ve  Kongre tarzı çalışan bir örgütlenmesi daha var. KCK bütün bu örgüt ve partilerin en üst organı.

KCK ve HDP’nin siyasi söylemleri, bir biriyle örtüşse de, bu örtüşme, gelip, Türkiye’nin siyasi sistemine çarpıyor ve çatışma da böylelikle başlıyor. Çünkü HDP sonuç olarak bir sistem partisi. Sistemi ne kadar zorlarsa zorlasın, bu zorlamanın nihayetinde dayanacağı bir sınır var ve o sınıra gelip dayandığı zaman, HDP meşruluğunu büyük oranda yitirme riskiyle karşı karşıya kalıyor. Bu yüzden, HDP’nin Parti Meclisi toplanıp, elindeki belediyelerde özerklik ilan ettiğini açıklasa, bu karar HDP’yi bir anda sistemin dışına iter.

Çünkü bu talep, mevcut siyasi sisteme bir meydan okuma ve tanımam tavrı olarak anlaşılır. Demokratik özerklik, aslında, HDP’nin program ve söylemlerinde yer alıyor, ama gündeme gelmesi, hep PKK’nın ateşkesi bitirdiğini ilan ettiği dönemlerde oluyor. 13 asker Silvan’da şehit edilip Oslo süreci bittiğinde, DTK (Demokratik Toplum Kongresi) aynı gün Diyarbakır’da toplandı ve demokratik özerklik ilan edildi. Şimdi de 80 milletvekili mecliste, ama PKK , yine ateşkesi bitirdiği için, demokratik özerklik ilanları yapılıyor. Ama bu ilanları yapan,  ‘şahıslar’ belediye başkanları. Herhangi bir siyasi kurum hele HDP hiç değil. Yani özerklik ilanını, anayasanın güvencesi altında siyaset yapma hakkı olan bir parti olarak HDP yapmıyor, HDP’nin seçilmiş belediye başkanları, partilerinin resmi bir kararı olmadan yapıyor. Bu resmi karar, tek taraflı alınabilir mi? Mümkün ama, o zaman da HDP’nin Türkiyelileşme iddiasının bir aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıkar. HDP’ye oy veren Kürt seçmen bu kararın arkasında durmaz. Türk/Kürt siyasi ilişkileri henüz o safhada değil. Kürtler’in ezici çoğunluğu bu karara karşı çıkar.

Avrupa’da değil özerklik, bağımsızlığı talep eden halklar bile var. İngiltere’de referandum oldu. İskoçlar, bağımsızlık ve ayrılma talebini  çıkarlarına uygun bulmadılar ve bağımsızlığa hayır dediler. Bugün Türkiye’de, böyle bir referandum için sandık kurulsa, özerklik veya bağımsızlık yanlıları, %10-15 oranında oy bile alamazlar. PKK ve HDP bu gerçeğin farkında. Ama hem HDP’ye hem PKK’ya farklı bir iktidar alanı da lazım.

O zaman devreye de-fakto siyasi kaçamaklar giriyor. Cizre çözüm sürecinin toleranslarından yararlanılarak, bu de-faktö siyasi kaçamağın, yaşandığı bir ilçemizdi. Ama bu de -faktö hali halkın desteklemediği ortaya çıktı.

Cizre’de demokratik özerkliğin bayrağını asmak ve bu bayrağı silahlı gruplarla korumak isteyen bir parti, Batı’da yakılan binalarından birine Türk bayrağı astı. Bundan daha öğretici bir durum olmaz diye bir tweet attığımda, gençlerden biri, ‘sömürgeci bayrağına karşı olmadıklarını, hendek sevdiklerini’ yazdı. Türk bayrağını sömürgeci bayrağı olarak görüyorsanız, Cizre’de asmanız gereken bayrak özerklik bayrağı değil, bağımsızlık bayrağıdır. Çünkü sömürgeci bayrağı olarak görülen bir bayrağın aynı üniter sınırlar içinde özerklik bayrağıyla beraber dalgalanması mümkün değildir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız