Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
PKK ve IŞİD’e düzenlenen operasyonlar köşe yazarlarının gündeminde.  Ali Bayramoğlu-Yenişafak Yenişafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu bugünkü köşe yazısında “Ne yapmalı?” başlı...
EMOJİLE

PKK ve IŞİD’e düzenlenen operasyonlar köşe yazarlarının gündeminde. 

Ali Bayramoğlu-Yenişafak

Yenişafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu bugünkü köşe yazısında “Ne yapmalı?” başlığını kullandı. 

Bayramoğlu’nun bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

İŞİD’in Türkiye sınırları içinde yaptığı eylem, devleti hedef alan saldırısı, bunu takip eden çatışma sıradan hadiseler değildir.

Bu saldırıları nasıl açıklamalı?

IŞİD-PYD çatışmasının Türkiye’ye taşınması, intikam vuruşları gibi hususlar yanında, akla en yakın açıklama, Türkiye’nin “uluslararası koalisyon-PYD ve ÖSO” ittifakına aktif destek politikasına IŞİD’in verdiği tepkidir.

Bu tepkinin bir savaş ilanı olup olmadığını, İncirlik üssünün açılmasından sonra gerginliğin nasıl seyredeceğini bilmiyoruz.
Tek bildiğimiz Türkiye ve IŞİD arasındaki dengenin eski nötr haline geri dönmeyeceğidir.
IŞİD Türkiye için her geçen gün daha yakın bir tehlike haline geliyor.

Türkiye’de hiç hafife alınmayacak bir tabana sahip olduğu anlaşılıyor. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve bu örgüte göre “tağut” (Allah’a isyan eden) ilan edilen rejimler arasında yer alması, dergileri ve yayınlarında İstanbul’un fethinin hedef gösterilmesi, örgütün geçiciliği ve sınırlı gücü konusunda yapılan tüm değerlendirmelerin yanlış çıkması ne tür bakış ve sorunla karşı karşı bulunduğumuzu gösteriyor.

Peki bu sorun nasıl ortaya çıktı?
O noktada bir tashihe ihtiyaç var.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Ali Saydam-Yenişafak

Yenişafak gazetesi yazarı Ali Saydam’ın gündeminde IŞİD operasyonu var. Saydam’ın ‘Şeamet tellallarının’ sesi kesilmeli…’ başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Türkiye nihayet masaya yumruğunu vurdu… Ve tabii ki DEAŞ’a da… IŞİD’i desteklediği için AK Parti ve Hükümete uzunca bir süredir ağır eleştiri getiren taraflar şimdi ne diyecekler acaba?

Şöyle bir şey diyebilirler mesela: “Silahlı Kuvvetler IŞİD’i değil dağı taşı vuruyor. Numara yapıyorlar, şov yapıyorlar…”
Ya da “Türkiye ABD emperyalistlerine İncirlik’i peşkeş çekti!” gibi galiz bir tespit…

İddialar kulağınıza müthiş ‘absürd‘ (saçma sapan) geliyor değil mi? Hiç mühim değil… Bunun kadar ‘absürd’ pek çok konuya inanmak isteyen az vatandaş çıkmadı Türkiye’de. “Türkiye 24 saat sonra Suriye’ye girecek” diyen CHP’li Gürsel Tekin’in yanıldığını ve böyle bir bilgiyi neye dayanarak ortaya attığını ısrarla söylememesine rağmen; hâlâ partisinde duruyor olması ‘absürd’ değil midir, mesela?…

Türkiye’nin bu durumunda memlekete ve insanımıza yapılacak en büyük kötülük, koalisyon veya erken seçim konusunda belirsizliğin sürmesine izin verilmesidir… Algılama Yönetimi’nde belirsizlik (müphemiyet) kadar hasarlayıcı başka bir etken bulmak zordur…

‘Şeamet tellallarının’ sesi DEAŞ operasyonu ile nasıl kesilmişse; koalisyon veya erken seçim konusunda hızlı yol alarak da kesilmelidir. Yoksa ekonomideki durgunluğa son verilmesi zorlaşabilir…

Bir de tabii kriz iletişimi konusunun ciddiyetle ve süratle yeniden tasarlanması ve halkın birinci elden en hızlı şekilde bilgilendirilmesi sistematiğinin yeniden devreye sokulup refleks haline getirilmesi, hükümet ve üyeleri için kritik başarı faktörüdür.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Mahmut Övür-Sabah

Sabah gazetesi yazarı Mahmut Övür’ün ‘Mesele Kürt Meselesi Değil’ başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Şu garip duruma bakın, PKK’ye göre Türkiye DAEŞ’i, DAEŞ’e göre de PKK ve PYD’yi destekliyor. Ve ne hikmetse ikisi birden neredeyse aynı tarihlerde Türkiye’ye karşı savaş ilan ediyor. 

Bu tezgâhı, bu yalanlar üzerine kurulu tuzağı artık Türkiye toplumu görmeli. Özellikle de Kürt halkı… Çünkü PKK’nin savaşı başlatmasının çözüm süreciyle, Kürt haklarıyla bir ilgisi olmadığı çok açık. Diyarbakır’da askeri, Suruç’ta polisleri katletmenin Kürtlerin demokratik haklarıyla nasıl bir ilgisi var? 
Şu çok açık, bu savaşın Kürt meselesiyle ilgisi yok. Kürtler belki de son yüzyıllık tarihlerinde ilk kez siyaseten en güçlü oldukları dönemi yaşıyor. 6 milyonu aşan oy alan bir partileri var. Büyükşehir belediyeleri de dahil 100’ü aşkın belediye ellerinde. Farklı medya mecralarında da hatırı sayılır bir karşılıkları var. Siyasetle elde edemeyecekleri hiçbir hak yok. 

İlginçtir, HDP bu gücünü, 13 yıl sonra AK Parti’yi tek başına iktidardan etmekte kullanıyor ama silahları susturmakta kullanamıyor. Sivil siyasi bir parti olarak öncelikle onların”savaş” yalanlarına karşı çıkmaları gerekiyor. Çünkü hepsi yalan. 
KCK’nin gerekçelerine bakın. Barajlar ve yollar “askeri”dir. Peki, Yüksekova Havaalanı’na neden karşı çıkıldı? Bu kadar gayriciddi bir yaklaşım olabilir mi? Bütün bunlar gözümüzün önünde olurken, bir daha çatışma olmasın diye oy veren Kürt halkının ne yapacağı önemli. 

Benim adıma öldürme 

Artık Kürtler, Kürtlerin kanaat önderleri, sivil toplum örgütleri bu durumu sorgulamak zorunda… Birkaç yıl önce “Kürt Siviller”in başlattığı bir eylem vardı: “Benim adıma öldürme…” Bu kez bırakın Kürt meselesinde atılan demokratik adımları, sadece son iki yılda çözüm sürecinin getirdiği barış ortamının yüzü suyu hürmetine Kürtler bu çıkışı yapmalı. 
Bu sorgulama yapılmazsa, bu akılla daha çok ölümler olacak ve yalanlar yeni ölümlerin gerekçesi yapılacak. O yalanlara şimdi DAEŞ eylemleri de eklendi. PKK, Suruç’ta DAEŞ denilen kirli örgütün eylemini gerekçe gösterip asker ve polis öldürüyor. Onlara göre, Türkiye DAEŞ’in giriş çıkışına, hatta ülkede canlı bombalı eylem yapmasına göz yumuyor. Yalan bu… PKK’nin kendi tarihi bile bu yalanı çürütüyor. Güvenlik zafiyeti denebilir ama bu “göz yumuluyor” anlamına gelmez. Gelmediğini en iyi PKK biliyor. 
PKK kuruluşundan beri o sınırları kullanıp Suriye’ye gidip gelmedi mi? Öcalan yakalandıktan sonra da onlarca canlı bombayla kanlı eylemlere imza atmadı mı? Güngören’deki kanlı eylemin izleri hâlâ unutulmadı. Peki, o zaman PKK’yi Türkiye mi destekliyordu? 
Bu asılsız iddialara ve yalanlara ancak Kürt halkı karşı çıkabilir. 7 Haziran’da kaos olmasın diye HDP’ye oy veren milyonlar bu kirli savaşı durdurmak için ayağa kalkmalı. Şimdi tam zamanı… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Ahmet Kekeç-Star

Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç bugünkü köşe yazısında dün Star Medya Grubu’nun bahçesine konulan zaman ayarlı bombayı ele aldı.

Ahmet Kekeç’in ‘Bu rezillerle aynı havayı soluyoruz’ başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Dün basın bayramıydı… Star ve 24 medya kuruluşuna “zaman ayarlı”  bomba konuldu. 

Zamanında müdahale edilmeseydi, büyük bir facia yaşanabilirdi

Medya kuruluşlarını terör örgütlerine hedef gösteren Selahattin Demirtaş’tan beklemiyoruz ama meslek kuruluşları ve gazeteler olayı kınayan, yapılan saldırının “basın özgürlüğüne yönelik” olduğunu bildiren açıklamalar yayınlayabilirdi.

Sustular.

105 sene önceki Abdülhamit sansürüne takılmış ve her yıl bozuk plak gibi aynı lafları tekrarlayan arkadaşlar, dün sabah meydana gelen olayı görmediler bile…

Çünkü bakmadılar.

Saldırı amacına ulaşsaydı, kayıplar verseydik, onu da görmeyeceklerdi.

Onların tek mesaisi var: Yalancılara “basın özgürlüğü ödülü” vermek.

En son, “Gezi Parkı yalancısı” ve “gönüllü paralel” Can Dündar’ı ödüllendirdiler.

Suskunlar arasında, teröre mazeret üreten Doğan Medya Grubu da var. Hadiseyi, yasak savar gibi, kuru habercilik diliyle geçiştirdiler. 

Tehdit altında yaşıyoruz, tamam da…

Bu rezillerle de aynı havayı soluyoruz!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Kurtuluş Tayiz-Akşam

Akşam gazetesi yazarı Kurtuluş Tayiz bugünkü köşe yazısında ‘Sahi, ateşkesi niye bozdunuz?’ başlığını kullandı.

Tayiz’in köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Suruç’taki feci katliamdan bir hafta önceye gidelim. KCK “ateşkes”i bozduğunu ilan etmişti. Gerekçeler komikti. “Askeri baraj” kamuoyunda günlerce alay konusu yapıldı. Silaha sarılmak için elle tutulur bir gerekçe bulamayan örgüt barajların “askeri amaçlı” olduğunu ileri sürerek iki yıldan fazla bir zamandır süren “çatışmasızlık” sürecini bozdu. Ama ellerinde sadece böyle uyduruk bir bahane olduğundan bir süre şantiye basıp, araçları ateşe vermekle yetindiler. Kan dökmek için daha ciddi bahanelere ihtiyaçları vardı ki, o da Suruç katliamıyla kendilerine sunuldu. “Üst akıl” örgütün silaha sarılmak için sahici bir gerekçe bulamadığını görmüş olmalı ki, PKK’ya altın tepside Suruç katliamını sundu. “Askeri baraj” diyerek etrafta komik demeçler veren HDP eş başkanları da bu katliamdan sonra medya karşısına geçerek Kürtleri silahlanmaya çağırdı. PKK, Suruç katliamıyla birlikte şantiye basma yerine kanlı eylemlere başladı. Adıyaman’da bir asker, Diyarbakır ve Urfa’da üç polis, Adana ve İstanbul’da ise iki sivili katletti. 
Son bir haftada yaşadığımız olaylar dizisi aslında yakın tarih Türkiye’sinin birebir kopyası. Türkiye’de siyasete müdahale “ihtiyacı” duyulduğu her seferinde, el altında tutulan Kürt kartı ve PKK masaya sürülüyor. “Askeri baraj” gibi uydurma bahaneler tutmayınca sahici katliamlarla örgütün şiddet üretmesinin önü açılıyor. 1990’larda bahane JİTEM ve Hizbullah’tı, bugün IŞİD ve AK Parti’nin “askeri barajları!” 
Meclis’e 80 milletvekili taşımayı başaran partinin eş başkanlarının da Türkiye’yi iç savaşa sürüklemesi için “gerçekçi” bahanelere ihtiyacı var. Bu gerekçe dün Kobani’ydi, bugün Suruç. Dağdaki de, şehirdeki de aynı oyunun parçası. Ne Cemil Bayık’ın, ne Demirtaş’ın birbirinden farkı var.  

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Mehmet Şevket Eygi-Vahdet

Vahdet gazetesi yazarlarından Mehmet Şevket Eygi gününkü köşe yazısında “İslam’a ve Ümmet’e Hizmet Edebilmek için” başlığını kullandı.

Eygi’nin köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Bu devirde İslam’a ve Ümmet’e üst seviyede doğru dürüst gerçekten hizmet edebilmek için şu üç lisan aletine sahip olmak şarttır:

Birincisi: Mükemmel Osmanlıca, yazılı edebî Türkçe  bilmek.  Ölçüsü şudur: Fuzulî Divanı’nı Osmanlıca orijinal metninden kolayca okuyacak ve metin şerhi yapabilecek. Özel notlarını Latin/Frenk yazısıyla  değil, Osmanlıca yazabilecek.

İkincisi: Mükemmel Arapça bilmek. Arapça din, fikir, edebiyat, kültür kitaplarını okuyup anlayabilmek. Arapça kompozisyon, makale, kitap  yazabilmek. Arapça konferans verebilmek.

Üçüncüsü: Mükemmel İngilizce bilmek.

Vasıflı hizmetkar iki şeyi yakalamış olacaktır:  (1) İslam’ı yakalamış, anlamış olmak. (2) Çağ kültürünü sahip olmak.

Çağ kültürüne sahip olmak için dünyanın on güçlü lisesinin seviyesinde eğitim görmüş olmak gerekir.

Medreselerde okutulan âli  (elifle) ve ‘âli (ayn ile) ilimleri okumuş ve icazet almış olmak.

Vasıflı ve güçlü hizmetkârın en az on bin, orta derecede yirmi bin, ileri derecede otuz bin kültür referansına sahip olması gerekir.

İslama doğru dürüst hizmet edebilmek için şu şartlar gerekir:

Ehl-i Sünnet itikadı… 2) Beş vakit namazı dosdoğru kılmak… 3) İhlâslı ve ahlaklı olmak… 4) Yüksek karakter sahibi olmak. Vasıflı hizmetkârın iki icazeti olmalıdır:

Şer’î zahir ilimlerinde, kopuksuz bir silsile ile ucu Resulullah’a (Salat ve selam olsun ona) ulaşan  icazet.

    Tarikat ve tasavvuf icazeti veya ona benzer bir icazet.

İslam’ın ve Ümmetin has hizmetkarları ücret ve maaş almazlar.

(İmamlar, müderrisler, hademe-i hayrat ruhsat ve fetva ile ücret alabilirler. Lakin din ve hizmet yoluyla zenginleşemezler.)

Has hizmetkarlar, dünya geçimlerini sağlamak için  ticaretle, sanatla, zanaatla  meşgul olabilirler. 

Para sevgisi ve aşkı ile hizmet birlikte yürümez.

Nefs-i emmâre derekesinde bulunanlar din hizmeti yapamaz. En az, nefs-i levvâme derecesinde bulunmaları gerekir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Taha Özhan-Star

Star gazetesi yazarı Taha Özhan bugünkü köşe yazısında “PKK ve siyasal mitomani” başlığını kullandı.

Özhan’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

PKK’nın yıllar içerisinde inşa ettiği ‘Kürt Meselesi dünyası’nı tek bir dinamikle açıklamak doğru olmaz. Lakin bu dünyanın dinamiklerine dair genelleme yapılması gerekirse, karmaşık bir sol siyasal teolojiden bahsetmek yanlış olmaz. 

Yıllar içerisinde farklı paydaşların eklemlenmesiyle ciddi anlamda metamorfoza uğramış olan bu dünyanın içerisindeki en belirgin eksenin ise bitmez tükenmez bir ‘komplo mantalitesi’ olduğu söylenebilir. Zira bu durum modern ‘sol(cu) Weltanschauung’un da büyük ölçüde temelini oluşturmaktadır.

1960 darbesi sonrasında Türk siyasi hayatına yerleşen marazların içerisinden ve Soğuk Savaş’ın oldukça ilkel atmosferinde, büyük ölçüde yerli/yabancı manipülasyonlarla yeşertilen PKK’lı ‘elitlerin’ inşa ettiği siyasal teoloji, bugün kendilerinin de yönetemediği bir karmaşaya dönüşmüş durumda. Bu durumun en trajik ve sorumsuz hali, her gün kamuoyunun önünde hareket etmek zorunda olan HDP’de arz-ı endam etmektedir.

Özellikle 2005’ten bu yana, PKK’nın bütün demokratikleşme ve çözüm fırsatlarını ya murdar etmesi ya da elinin tersiyle itmesine rağmen, en ufak bir özeleştiri sürecinin ortaya çıkmamasında, katı ve kanlı örgüt yapısı kadar, inşa ettiği siyasal teolojinin oluşturduğu hegemonik dil bulunmaktadır.

Özellikle son bir yılda, Demirtaş’la birlikte sahne performansına varacak düzeyde zirve yapan, rezil olamayan, doğru söyleyemeyen, bitmez tükenmez bir komplonun içerisinden konuşan, Fethullahçılığa rahmet okutacak kadar çoğul kişilik bozukluğu gösteren bir kriz büyüyordu. Suruç’la birlikte bu krizin en sefil hali ortaya saçıldı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Okan Müderrisoğlu-Sabah

Sabah gazetesi yazarı Okan Müderrisoğlu bugünkü köşe yazısında “Türkiye’nin Kaderini Tayin Hakkı” başlığını kullandı.

Müderrisoğlu’nun köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Gerçekçi, soğukkanlı ve akılcı değerlendirme yapılması gereken günlerden geçiyoruz. Ülkenin tüm ayarları ile oynanan, ertelenmiş taleplerin, bastırılmış duyguların dışa vurduğu zorlu bir viraja süratle giriyoruz. Tek başına iktidar yıllarının -şimdilik- kapandığı, geçiş hükümeti algısının yerleştiği, askerin yeni komuta kademesine hazırlandığı, polisin paralize olduğu, istihbaratın konsolidasyon beklediği, yargının parçalı görünüm arz ettiği, ekonominin dayanıklılık gücünün denendiği bir süreç bu. Devletin ve milletin bağışıklık sisteminin zayıfladığını düşünen tüm odaklar, marjinal çevreler, silahlı unsurlar, yerli ve yabancı işbirlikçiler “intikam hissiyle” yükleniyor da yükleniyor! Gelinen nokta “kamu düzeninin tesisi” ve “ulusal güvenliğin temini” açısından geri dönülemez eşikte olduğumuza işaret ediyor. Yeniden “güvenlikçi politikalara” dönüldüğü izlenimi verilmeden, milli birliği, ülke bütünlüğünü, toplum huzurunu garanti altına alan, demokratik kazanımları koruyan oldukça hassas bir aşamadayız! 

***

Terör üzerinden Türkiye’yi vuran, bölgesel güç iddiasını felce uğratan, karamsarlık pompalayan, siyasi dinamiklere hiza vermeyi amaçlayan bu karmaşık dönemin yönetimi, “kararlılık” ve “hukuk” gerektiriyor. Adı ne olursa olsun… PKK, DEAŞ, DHKP-C… Terörü; kimliğine, inancına, gerekçesine bakmaksızın reddetmek yerine, geçmişle veya iktidarla hesaplaşmak için fırsata çeviren kitleler, terör örgütleri arasında ayrım yaparak birini diğerine göre şirin göstermeye çalışan sözde siyasiler… Tarih her beyanı, her duruşu unutulmaz hafızasına not ediyor!

***

Güncel olarak, milli güvenlik eksenli iki önemli meydan okuma ile karşı karşıyayız.
1- 
Çözüm Süreci’nin yarattığı iklimi, mülki idaredeki basiretsizliği, askerdeki tutukluğu, polisteki ikili yapıyı konjonktürel şans gibi yorumlayan HDP-Kandil çizgisi… Kamu düzeninin zafiyet kaldırmayacağını bilerek değişmek zorunda. Silahlar elden bırakılmadan, yeni ve ileri adım atılması mümkün olmadığı gibi silahı savunan, silaha yaslanan kişi ve kuruluşların etkinliğinin kırılacağı günler başladı bile. Buna, teröre yardım yataklık yapanlar kadar Kandil’deki lider kadro da dahil. Kan ve barut kokusuyla yaşam alanı bulan anlayışla, samimi demokratik entegrasyon isteyen anlayış artık ayrışmak durumunda. Bunun için sadece 4 partinin teröre karşı ortak deklarasyonu da yetmez. Batıdan doğuya sivil toplumun tüm aktörleri dalga dalga “barış umudunu” yaymakla mükellef. Gönül bağı koptu mu, bir arada yaşama arzusu azalır, siyaset alanı da daralır. Aman dikkat!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Mustafa Özcan-Vahdet

Vahdet gazetesi yazarlarından Mustafa Özcan’ın gündeminde IŞİD var. Özcan’ın “Türkiye’yi IŞİD Çarmıhına Germek!” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

IŞİD’i üretenler ve IŞİD kartını kullananlar nedense sadece Suriye rejimine muhalif olduğundan dolayı Türkiye’ye çamur atıyor,  IŞİD ile aynı yatakta göstermeye gayret ediyorlar. Hatta hayret verici bir biçimde ünlü Arap gazeteci Abdulbari Atvan Türkiye ile IŞİD arasında çatışmanın yaşanmasından sonra bir makale yazarak ‘örgüt ile Türkiye arasında yazılı olmayan centilmenlik anlaşması bozuldu mu?’ tarzında garip ve suçlayıcı bir soru ortaya atmıştır. PKK terör örgütü olduğu halde kara para aklamak gibi terör geçmişini, mazisini silmek, gözden kaçırmak, aklamak için IŞİD kartını kullanıyor. 

Adeta Türkiye’yi terör hamisi olarak göstermeye yelteniyor. Lisan-ı haliyle şöyle diyor: Ya benimle olursun ya da IŞİD’cılıkla itham ederim! ABD alçakça bir biçimde PKK’yı terör kampında ve kapsamında görmesine rağmen dönemlik kıvırtmalarda yaptığı gibi terör örgütü PKK’yı bir diğer terör örgütüne (IŞİD) karşı kullanmaya kalkışmıştır. Bu da göstermektedir ki, tanımında olduğu gibi terör örgütlerinin kullanımında ve onunla ilişkilerde de keyfilik vardır. İran ve benzeri ülkeler terör örgütlerini kullanırsa terör hamisi olurlar lakin ABD kullanırsa Nobel ödülü alır. Hatta hala Amerikan basını İran’ın terör hamisi olduğunu göstermek için Hamas ile bağlantısını işliyor. 

Halbuki, Hamas İran ilişkilerinde köprünün altından çok sular aktı. Ne İran eski İran ne de Hamas eski Hamas! Ayrı kampların insanları! İslami Cihad da öyle. 

Burada bir algı operasyonu var.  Hizbullah’ı öne çıkaracağı halde hala Hamas ile İran’ı bağlantılı olarak gösteriyor.  İsrail ve Sisi idaresinin Hamas ile IŞİD arasında bağlantı kurmaya çalışması gibi. ABD terör tanımı üzerinden bir taşla çift kuş vurmak istiyor.  Hem İran’ı kontrol altında tutuyor hem de Hamas’a çamur atıyor!

***

  PKK, IŞİD faktörünü ve kartını yayılmak, genişlemek ve büyümek için kullanırken Batı da bölgeyi karıştırmak için Kobani olaylarını kullandı ve büyüttü. O sıralarda Türkiye PKK yandaşlarının taleplerine karşılık vermedi. İstiyorlardı ki, Türkiye kendi cephelerinde yer alsın ve kendi zemVinine zarar versin.  

Kısaca, Türkiye IŞİD oyunu, manipülasyonu karşısında PKK veya PYD’nin redifi ve kolluk gücü olmak istemedi.  
Bu PKK’cıların kükremesine neden oldu. Sonunda baskı üzerine baskı icra ederek Türkiye’nin 
sınırlarından Peşmerge güçlerinin Kobani’ye geçmesine izin vermesini sağladılar .

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Yasin Aktay-Yenişafak

Yenişafak gazetesi yazarı Yasin Aktay son günlerdeki gelişmeleri değerlendirdi ve bugünkü köşe yazısında “Kürt sorununda demokratikleşme ve şiddet paradoksu” başlığını kullandı.

Aktay’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Demokratikleşmede yol alındıkça toplumda gerilimin azalacağı, haklar ve özgürlükler tanındıkça toplumun farklı kesimlerinin siyasete dahil olacağı ve toplumsal barışın daha kolay tesis edileceği varsayımı demokrasi sosyolojisinin en genel geçer yaklaşımlarından biridir. Doğrusu bu yaklaşım, Türkiye’de cumhuriyet rejimiyle birlikte ve onun siyaset tarzı dolayısıyla var olan bütün gerilimleri açıklayan ve bu gerilimleri gidermek için önerilen çözüm yollarına da yol veren bir varsayım olagelmiştir.
Türkiye’de din sorununun demokratikleşme ve hak ve özgürlüklerin temin edilmesiyle birlikte büyük ölçüde giderilmiş olması bu varsayımı pekiştiren bu varsayım muvacehesinde geliştirilen tezleri doğrulayan bir durum. Dünyanın bir çok yerinde de bu tezin işlediğini gösteren bir çok örnek bulunabilir.

Ancak bu tezin her zaman işlememe ihtimalinin de olduğunu kabul etmek gerekiyor. Misal, dini özgürlüklerin ileri derecede sağlandığı bir ortamda pekala radikal dini hareketler de ortaya çıkabiliyor. İsrail’de ve Avrupa’da aşırı sağ hareketler, faşizan taleplerle tam da bu demokratik ortamlarda neşvu nema bulabiliyor. Türkiye’de DAEŞ benzeri yapılar da alabildiğine marjinal kalsalar da Türkiye’nin gelmiş geçmiş hükümetleri arasında din özgürlüğünü en ileri derecede sağlamış bir hükümeti zamanında var olması da ilginç bir örnektir.

Aslında demokratikleşmenin şiddeti veya radikalizmi gidermek yerine, gelişmesine daha fazla imkan ve hız ve kazandırdığına dair en çarpıcı örnek Türkiye’deki Kürtçülük hareketinde kendini göstermektedir.

Kürt hareketinin demokratik siyaset ortamında kendini ifade edememesi dolayısıyla şiddete yöneldiği, dolayısıyla onunla baş etmenin yolunun daha fazla demokratikleşme olduğu yıllardır benimsenen, hatta ezberlenen bir tez oldu. PKK’nın hedef kitlesine seslenirken kendine mazeret olarak dillendirdiği bu tez, demokrasiye ve siyasete inanan insanlar arasında da güçlü bir taraftar kitlesine sahip oldu. Daha fazla demokrasi, daha fazla tanınma, daha fazla insan hakları, kaçınılmaz şeylerdi. Ancak bütün bunların sağlanmasının şiddeti gereksiz kılacağı ve kendini siyaset yoluyla ifade edenlerin şiddet yoluyla ifade etmeye zaten ihtiyaç duymayacakları tezinin ne kadar naif bir yaklaşım olduğu, sanırım çözüm süreciyle birlikte yaşanan gelişmelerde iyice anlaşılmıştır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

Şeref Oğuz-Sabah

Sabah gazetesi yazarlarından Şeref Oğuz bugünkü köşe yazıısnda son günlerdeki gelişmeleri değerlendirdi.

Oğuz’un köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Suruç katliamı, DAEŞ’in bölgesel değil, küresel boyutta projeler alan çokuluslu şirket gibi davranan örgüt olduğunu bir kez daha kanıtladı. Bu çokuluslu şirketin CEO’sundan ziyadeyönetim kurulunda kimlerin olduğu, daha da önemlisi paydaşlarının kimliği, daha da önem kazanıyor.
Bu süreçte iki polisimizin şehit edildiği Ceylanpınar infazını PKK’nın üstlenmesi, çokuluslu DAİŞ ile “çözüm ortağı” gibi davrandığını gösteriyor. Tam da bu noktada dağ ile kent arasında sıkışmış kimliğiyle HDP’nin yeniden tanımlanma ihtiyacı ortaya çıkıyor.
Seçimden önce “PKK’ya silahı, AK Parti değil HDP bıraktıracak” diyen Eşbaşkanı şimdi “gücüm yetmez, beni dinlemezler” çaresizliğinde görüyoruz. Seçimden önce bütün Türkiye’nin partisi olmaya soyunan HDP’nin, gerek PKK’ya silah bıraktırma tavrı ve gerekhalkı silahlanmaya daveti, bırakın Türkiye partisi olmayı, bölge partisi dahi olamayabileceğinin işareti…
İnsan kaynağı sıkıntısı çeken PKK’nın kaçırdığı çocukların anneleri, örgütten evlatlarını istiyor, uyuşturucu ve silah ticaretinden yoksun kalınca finansal sıkıntı çekmesi de cabası… Hal böyle olunca yeni kontratlar almaya başlayan Kandil’in ülkeyi istikrarsızlaştırmak isteyenlerin hizmetine girdiği aşikâr.
Burada benim dikkatimi çeken, yeni terör konseptinde davranan çokuluslu şirket DAEŞ ve çözüm ortağı PKK’nın eylemlerine karşı devletin yeni bir yaklaşıma ihtiyaç duyduğu fakat bundan haberdar olmadığımızdır. Varsa, kendimizi güvende hissetmek için bunu bilmeliyiz. Yoksa da bir an önce var edilmelidir.

Köşe yazısının tamamını okumak işçin tıklayınız

Abdurrahman Dilipak-Yeni Akit

Yeni Akit gazetesi yazarı Adurrahman Dilipak’ın bugünkü köşe yazısının bölümü şöyle;

Sanırım asıl sorun bu.. “El emin” miyiz.. Değilsek cahil ve zalim bir topluluğuz demektir.. Sonuç belli, Allah cahil ve zalim bir topluluğa hidayet nasib etmez.. O zaman içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden acı çekebiliriz.. O bozgunculara gelince onlar, “biz ancak ıslahedicileriz” diye dolanıp dururlar..

Hep diyorum: Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmedikçe Allah bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek.

Siz ne yaparsanız yapın dünyaya gelecek olanlar gelecek, gidecek olanlar gidecek ve bir gün herkese yaptıklarının hesabı sorulacak..

Akacak kan damarda durmaz..

Kimileri tanrıyı kıyamete, kimileri kendilerine siyasi coğrafyada yer açmaya zorluyor ama, kimsenin böyle bir gücü yok.. Hüküm Allah’ındır.. Herkes yapıp yapmadıkları ile ya kendi cennetine kendi sırtında tuğla taşır, ya da kendi cehennemine kendi sırtında odun..

Bakıyorum da ne kadar çok insan kendi cehennemine kendi sırtında odun taşıyor.. Ebu Leheb soyundan bunlar.. Onların elleri kurusun..

Esed’e baksanıza, Netenyahu’ya ya da Sisi’ye.. Kendi içimize dönüp bakalım.. ne büyük bir cehennem bu, ne yakıcı bir mekan.. Yeryüzünde bir cennet hayali ile dillerinde barış şarkıları ile kendi cehennemlerine doğru koşuyor yığınlar..

Şeytan onları güzel sloganlarla aldatıyor, kimilerimizi de Allah’la aldatıyorlar!

Kiminin kafası liderine, kiminin örgütüne, kiminin kafası şeyhine kiralanmış.. Onlar, onların kaderlerini değiştirecek.. Onlar, onlara uğrunda can verecekleri yeryüzünde bir gelecek vaad ediyor.. Ne çok ilah var piyasada, ne çok put, ne çok Rableri var insanların..

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5