Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları var. AHMET KEKEÇ-STAR Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç bugünkü köşe yazısında liberellare seslendi ve “İstediğiniz bu muydu liberaller?” başlığ...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları var.

AHMET KEKEÇ-STAR

Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç bugünkü köşe yazısında liberellare seslendi ve “İstediğiniz bu muydu liberaller?” başlığını kullandı.

Kekeç’in bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

PKK’ya, “Erdoğan’la yapacağınız dar çerçeveli barış size bir şey kazandırmaz, daha büyük düşünün, Kobani direnişiyle dünyanın hayranlığını kazandınız, bunu fırsata çevirin, bölgenin liderliğine oynayın” diye akıl veren Profesör Mehmet Altan, Türkiye’yi yeniden şiddet sarmalına sokan hadiselerden bahisle şöyle bir mesaj atmış: “Gülümseyerek ‘Kobani düştü, düşüyor’ diyenlerin, terör merkezi yaptıkları ‘ustalık dönemi’ eseri Yeni Türkiye… Gurur duyun!”

Kim gurur duyar bilmiyorum ama profesörün yazdıklarından dolayı biz utanç duyduk.

Erdoğan’a karşı olabilirsiniz…

Hatta ondan nefret edebilirsiniz…

AK Parti hükümetinin “başımıza gelmiş en kötü şey” olduğuna inanabilirsiniz…

Yapılan hiçbir olumlu icraatı görmeyebilirsiniz…

Haklıya hakkını teslim etmeyebilirsiniz…

Hepsine eyvallah!

Ama gerçeği çarpıtıyorsanız, bile bile yalan söylüyorsanız, yalan söylediğiniz defalarca yüzünüze vurulduğu halde arsız bir pişkinlikle bunu devam ettiriyorsanız ve üstüne bir de “yüksek siyaset” bina ediyorsanız, orada başka bir “halet” aranır… “Kötülük” bile hafif kalır yaptığınız işi tanımlamaya…

Mehmet Altan, kavrayışı yüksek bir bilim adamıdır.

Hassa sahibidir.

Birlikte çalıştığımız dönemlerden biliyorum; körü körüne karşı çıkmak ve hüküm vermek yerine, araştırmayı, anlamayı, doğru nakletmeyi tercih eder. Ya da bizde bıraktığı izlenim böyleydi.

Fakat artık duygularını aklının önüne geçiriyor.

Üstelik “kötücül duygular” bunlar.

Hiç perva göstermiyor.

Perva göstermeden yalan söylemeyi akademik titrine ve ahlakına yakıştırabiliyor.

Erdoğan, Gaziantep’te yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Havadan bombalamak suretiyle bu sorunlar çözülmez. İşte IŞİD terör örgütü çıktı. Bu Suriye’de güç buldu. Bunlar İslam adına Allah-ü ekber diyerek, Allah-ü ekber diyenleri öldürüyorlar. Müslüman müslümanı bu şekilde öldürebilir mi? Müslümanın müslümana kanı, canı, malı, ırzı haramdır. Kardeşlerim şunu çok iyi bilmemiz lazım. Sadece havadan bombalamak suretiyle bu terörü sona erdiremezsiniz. Aylar geçti herhangi bir netice yok. Şu anda Kobani de düştü düşüyor. Uçuşa yasak bölge ilan edilmesi lazım. O bölgeye paralel güvenli bölge ilan edilmesi lazım. Suriye’de ve Irak’ta ılımlı muhalif kesimin hem eğitilmesi hem donatılması lazım…”

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

AHMET TAŞGETİREN-STAR

Star gazetesi yazarlarından Ahmet Taşgetiren bugünkü köşe yazısında “Kullanılanlara…” ayırdı.

Taşgetiren’in köşe yazısının bir bölümü şöyle;

O işin sonu hüsrandır baylar. Kullanılır ve bir gün çöpe atılırsınız. Önce PKK’ya ve “küresel odaklar bizim önümüzü açıyor” diyen teorisyenlere söyleyeyim. 

“Amerika PKK’yı kara ordusu gibi kullanıyor” diye yazıldı değil mi?

Aman aman, nasıl da sevinmiş olmalısınız.

Çözüm sürecini onun için tahrip etmiştiniz.

Kimbilir belki de Suriye’de olduğu gibi Türkiye’de de “Amerika’nın ya da bilmem hangi Avrupa ülkesinin kara gücü olabilme”yi hedeflemiştiniz. Kaoslarla alan bulmaktaydınız ve Condelezza Rice’ın ifade ettiği “Yaratıcı kaos” teorisi herhalde en çok sizi heyecanlandırmıştı.

Türkiye bölgede Amerika ile uyumlu davranmıyordu. Filistin’de, Mısır’da, Irak’ta, hatta sonraları Kuzey Irak’ta ve son olarak Suriye’de farklı politikalar izleniyordu.

Amerikan politikalarına monte oldunuz mu, fırsat doğardı.

PYD ile başlayıp Türkiye’ye uzanma hesabı etrafında ne düşler görülmüştü kimbilir.

N’oldu?

Bir başka kombinezon oluştu, Türkiye ile ABD görüşmeleri bir başka noktaya geldi ve Amerika tabii olarak bölgenin en tayin edici ülkesi olan Türkiye ile birlikte oyun kurmayı tercih etti.

DAİŞ mevzilerinin yanında PKK kampları da vurulur böyle zamanlarda ve Washington “Biz Türkiye’nin kendini savunma hakkına saygı duyuyoruz” diye açıklama yapar baylar!  

Siz de o zaman yeniden emperyalist politikalara isyan eden açıklamalar yaparsınız da kimsenin umurunda olmaz.

Türkiye sığ sularda boğulur diye düşündünüz değil mi?

Hafife aldınız Türkiye’yi.

Ama bu Kandil aklıdır.

Bir ara “Türkiye Kürtlerle büyür” teorisi vardı. Bir anlamda doğru bir teoriydi o. Stratejik derinlikle, sıfır sorunlarla ilerleyen Ak Parti felsefesi de, Türkiye’nin tüm kardeş halklarla çağdaş bir büyüklük yakalayacağı inancındaydı. Aslında bir yandan iç barışın, diğer yandan bölgesel stratejik derinliğin inşası bunu amaçlıyordu.

Bu yürüyüşten rahatsız olan küresel odaklar oldu.

Belki iktidar açısından da güç dengelerinin daha iyi hesaplanması gibi bir hassasiyet gerekliydi.

O küresel odaklar içeriyle oynadı, dışarıyla oynadı ve Mısır, Suriye, Filistin, Irak vs’de olanlar oldu.

En kötüsü içerden bu oyuna katılanlar oldu.

PKK, kendi hesaplarıyla küresel odakların aynı amaçta buluştuğunu sanan, ama gerçekte kullanılan bir enstrümandı.

Dediğim gibi şimdi Türkiye, Amerika ile farklı bir buluşma noktası gerçekleştirdi ve PKK açık düştü.

***

Kullanılma noktasında PKK yalnız değil.

Şu anda böyle bir kullanılma alanında en başat role soyunmuş diğer bir yapı var.

Paralel yapı. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

TAHA ÖZKAN-STAR

Star gazetesi yazarı Taha Özkan’ın “PKK çıkmazı” başlıklı bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

‘Örgüt aklı’ müstakil bir ekosisteme tekabül eder. İnşa edilen bu dünyanın içerisinde nevi şahsına münhasır bir dil, kavram setleri, özel fobiler ve telmihler, jargon, referanslar ve meşrulaştırma mekanizmaları bulunur. Yine kendine özgü bir ‘kurtulmuşluk illüzyonu’ içerisinde, misyoner bir hareket olarak varlığını sürdürür. Bu ekosistemin zamana, tarihe ve hakikate karşı oldukça güçlü bir zırhı vardır. Zira inşa edilen siyasal teoloji, neredeyse tamamen dogmalardan oluşur. Kendi kehanetine öylesine müptela hâle gelir ki, yaptıklarının dışarıdan ‘nasıl göründüğü ve ne olduğuyla’ ünsiyetini tamamen kaybetmeye başlar. Bu bir taraftan da siyasalın tükenişi anlamına gelir. İroniktir ki, siyasallaşma ve ideolojik anlamda doz aşımına uğradığı düşünülen bu yapılar, anti-siyasal bir dünyaya tam anlamıyla ram olurlar. Çoğu kez siyasetin değil, belki de antropolojinin birer konusu haline gelmekten kendilerini alıkoyamazlar.

Farklı düzeyler ve formlarda olsa da, bambaşka yapılar olduğu farz edilen Fetullahçılıktan IŞİD’e, PKK’dan El-Kaide’ye hemen hepsinin benzer sıkıntıları ürettiğini görürsünüz. Kapalı sistemlere mahkûm olmanın tabiî bir neticesidir bu. Birisi darbe yoluyla ülkeyi ele geçirmeye çalışır, diğeri küresel terör dalgası yaratarak nihilist bir zaferin peşine düşer. Birisi kanton, diğeri devlet kurmaya kalkar. Bu yapıların en zor durumda kalan unsurları ise kamuoyu ile belli bir meşruiyet zemininde muhatap olmaya kalkanlardır. Onlar ne Musa’ya ne de İsa’ya yaranamayıp, sürekli arafta kalmanın sancısını rasyonelleştirmekle ömür tüketmek zorundadırlar. Bitmez tükenmez bir tutarsızlığa ram olurlar. Yalan söylemek, dezenformasyonun ucuz birer askeri olmak ve müfteri mevziinde sürekli nöbet tutmak zorunda kalırlar.

Örgüt aklı, kendine özgü bir ahlâk da inşa etmek durumundadır. Organizasyonun içerisinde oldukça katı ve muhkem bir şekilde işleyen adalet ve ceza sistemi de mevcuttur. Açık sistemlerde bütün hukuki mevzuata ve cezalara rağmen engellenemeyen suçların çoğu, bu yapılarda neredeyse görülmez. Ama bu durum, örgütün kendi ekosistemi dışındaki dünya ile kurduğu ilişkilerde sıfırlanır . İzmarit atmanın yasak olduğu dünyadan çıkanlar, oldukça rahat bir şekilde uykusunda uyuyan insanları katledebilirler. ‘Vicdanî reddi’ seçim beyannamesine alacak kadar ‘vejetaryen siyaset’i öngörenler de, bu katliam karşısında dut yemiş bülbüle dönerler. Hatta daha ileri giderek bu durumu rasyonalleştirir, dikkatleri başka yöne çevirmek için kendilerini telef eder ve terörü meşrulaştırmak için olabilecek en sefil pozisyona savrulurlar. 

Zamanın, tarihin ve hakikatin tesir ve nüfuz etmediği örgüt aklından sıyrılmadıkları sürece, ikna çabaları ve çözüm önerileri de çaresiz kalacaktır. Çünkü feci bir ‘tarihsel jetlag krizi’ yaşayan bu aktörlerle, aynı zaman içerisinde, aynı vakıalardan ve herkesin malumu olan hakikatlerden konuşmak imkânsız hale gelmiş durumdadır.

İş makinalarıyla devrimci savaş yürüten, yatak odasında uyuyan insanı öldüren, vesayet rejiminin irtica kurgusuna rahmet okutacak bir Türkiye-IŞİD kurgusuna iman eden, kerameti Amerikan jetlerinden menkul bir emperyalizmle savaştan kanton çıkarmaya çalışan, yüz binlerce Suriyeli’nin ve Kürtlerin de katili ile oldukça konforlu bir şekilde örgütçülük oynayan, kendi zindanına her gün başka bir duvar daha ören bir akıl var karşımızda.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

Sabah gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu’nun gündeminde “Burjuva süprüntüler ve kurbanları!” var.

Babaoğlu’nun bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Toplumun canının yandığı, insanların birbirini kırdığı; sükûnetin rafa kalkıp nefretin dolu dizgin koştuğu ne çok dönem görüp yaşadım.
Ta 70’lerden beri…
Hepsi zihnimde derin izler bıraktı.
Üstüne bir de medyada geçen 30 yıla yakın meslek hayatım var.
Memleket gemisinin defalarca çarpıp battığı aysbergin suyun altında kalan kısmını da bilmenin yorgunluğu yani…
Sonuç olarak şunu öğrendim: İstanbul burjuvazisi ve bu kesimin eteklerine yapışan süprüntü tayfa “solculuk” oynamaya başladı mı, eyvah! 
Ne zaman böyle bir gelişmeyle karşılaşsam bütün tadım kaçar, içim acımaya başlar, gelecekten korkarım.
O zaman bilirim ki..
Pek entel, pek dünyalı, pek modern bu tayfa canı hiç sıkılmasın, doymak bilmez iştahı hiç kapanmasın diye milleti ateşe atmayı göze almıştır.

***

Epeydir vur patlasın çal oynasın yaşayıp kazançlarına kazanç katmakla meşguldüler.
Derken, Gezi‘de ortaya çıkıverdiler.
Sosyetenin en “mermer” temsilcileri bile parktaydı.
Parkta iki gün yatınca sırtlarının nasıl tutulduğunu, biber gazının astımlarını nasıl tetiklediğini anlata anlata bitiremediler.
Tatil kasabalarında hep bir ağızdan “Tayyip gidecek, halk gelecek” diye haykırarak avuçlarını şaklattıklarını da bilen biliyor. 
Yalıkavak Che’leri, Alaçatı Fidel’lerinden bahsediyorum. 
Tamam! İlk bakışta gülünçtüler.
Ama benim gibi bu filmi defalarca izleyen biri için gülmek zordu.
Tersine, midem bulanmış ve tedirginliğim artmıştı.
Tabii o sırada Taksim ve Dolmabahçe’de ortalığı altüst edenlerin parktaki burjuva yoldaşlarından(!) haberleri yoktu. 
Büyük patronların küçük kurbanları olmayı seçtiklerinin hiç farkına varamadılar. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

EMRE AKÖZ-SABAH

Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz’ün “Bombardıman ve siyaset” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Edebiyatı bir yana bırakıp, olaylara gerçekçi biçimde bakalım mı? Mademki savaş, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir… O halde uçakla bombalama da bir siyaset biçimidir.

Olay, Başkan Obama’nın, “askerlerimizi araziye sürmeyeceğim” sözüyle başladı. Bu sebeple, IŞİD ortaya çıktığında, havadan saldırmayı tercih ettiler.

Karşıda altyapısı (barajlar, köprüler, fabrikalar) düzgün bir devlet olduğunda… O zaman uçaklarla saldırmak çok zarar verir. Ancak bu strateji her zaman çalışmıyor.
Dünya savaş tarihi, saldırı ve savunma arasındaki ölümcül diyalog olarak da yazılabilir. Havadan gelen bombalara karşı ne yapması gerektiğini artık her tecrübeli militan biliyor.
Bu yüzden ABD’nin kurduğu koalisyonun sortileri çok da etkili olamıyor. Arazide savaşarak IŞİD militanlarını durduracak ve temizleyecek kara gücüne ihtiyaç var.
Kara gücünün önemini Kobani muharebesi apaçık gösterdi. Evet, ABD bombardımanı olmasaydı PYD militanları IŞİD’e karşı fazla tutunamazdı. Ama Kürt savaşçılar olmadan da bombalar bir işe yaramazdı. 
Kıssadan hisse: Türkiye eğer gerçekten (ama gerçekten!) IŞİD’in komşusu olmak istemiyorsa… Bunu sadece uçaklarla yapamaz. ABD denedi, olmuyor işte (Vietnam’da da olmamıştı)… ABD bombalarını savuşturan IŞİD militanları, Türk bombalarından da kaçar. 

Asıl işaretler başka 
Bu sebeple, “Asker göndermeyeceğiz” açıklamasını başka açılardan okumakta fayda var.
Çünkü IŞİD’in geriletilmesi… Tanklarla ve piyadeyle karadan girmenin ötesinde, ancakkanlı muharebeleri göze alarak mümkün olabilir. Bu durumda her şehit cenazesi, sert rüzgârların esmesine yol açacaktır.
Ama yok, Mehmetçik, IŞİD militanlarıyla kafa kafaya gelmeyecekse… Yani karadan girilmeyecekse… 
 O zaman ya IŞİD’in komşuluğuna razı olacağız… (Ki razı olmadığımızı sadece uçaklarla bombalayarak değil, daha önemlisi Türkiye’deki militanlarını yakalamakla da gösterdik)… 
 Ya da IŞİD ile -bizim yerimize- savaşması için PYD’yi destekleyeceğiz demektir.
Peki ama PKK ile PYD’nin, abi-kardeş gibi olduğunu söylemiyor muyuz? Söylüyoruz. O halde Ankara’nın keskin bir karar vermesi gerekecek.
Başta ABD olmak üzere, Batı ülkelerinin IŞİD’e karşı ihtiyaç duyduğu kara gücünün önemli bir bölümünü oluşturan PKK’ya saldırmaya devam edecek mi, etmeyecek mi?
Bence etmeyecek… Bombardımanlar giderek azalacak. Hem zaten baksanıza; Kandilbombalandığında, Batı’dan hemen “Çözüm Süreci devam etmeli” açıklaması geldi.
Niye? Çünkü IŞİD’le arazide çarpışması beklenen adamları bombalamak, Batı’nın (ve onunla anlaşan İran’ın) nasırına basmak demektir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

BURHANETTİN DURAN-SABAH

Sabah gazetesi yazarlarından Burhanettin Duran’ın “Hırs aklın önüne geçince…” başlıklı bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Türkiye’nin DAİŞ ve PKK’ya yönelik eşzamanlı operasyonları sayısı bine ulaşan gözaltılarla ve Kandil’in günlerdir bombalanmasıyla devam ediyor. Unutmak istediğimiz günler geri geldi sanki. Gün geçmiyor ki ajanslara PKK’nın yeni terör eylemleri düşmesin. Bombaların dumanı şehit cenazelerinde dökülen gözyaşlarına dönüşmesin.
Kimilerinin gözünde bu yeni tehlikeli süreç AK Parti’nin muhtemel erken seçimlerdeki tek başına iktidar arayışının sonucu. Müzmin muhalifler için durumu tespit etmek çok kolay: “Erdoğan’ın kirli iktidar savaşı.” Temmuz ayını yaşamamış olsak ve PKK’nın ateşkese son veren eylemlerini ve silahlanma çağrılarını bilmesek, hadi neyse. PKK daha önce de saldırılarda bulunuyordu, ateşkesi bitireceğini söylüyordu. Ne oldu da Türkiye devleti geçici bir hükümet sırasında ve koalisyon arayışında iken bu kadar kapsamlı operasyonlar dizisine başladı? Cevabı basit: Çözüm süreci bitmesin diye gösterilen “müsamaha ve sabır denizi” bitti. PKK hesap hatası yaptı. Nasıl mı; anlatayım. 

***

Otuz yılı aşkın süredir silahlı mücadele yürüten PKK zor dönemlerde ayakta kalmayı başardı. Ortadoğu’daki dengeleri gözeterek Suriye’den İran, Rusya ve Avrupalı güçlerin istihbarat örgütlerine kadar herkes ile iş tuttu. Ve sağ kaldı. 1999’da lideri Öcalan tutuklandığında bir dağılma yaşasa da toparlandı. Bölgedeki her konjonktür değişiminde kendini yeni ittifaklarla ve ideolojik dönüşümlerle tazelemeyi becerdi. Arap Baharı kışa döndüğünde ise bölgedeki kaosun kendisine açtığı fırsat alanını sonuna kadar kullanmayı tercih etti. Altın bir şans duruyordu önünde: Çözüm sürecinin (2013) sağladığı barış ortamı ile Türkiye’nin güneydoğusunda hâkimiyetini sağlayacaktı.
DAİŞ ile mücadele çerçevesinde de ABD ile ilk kez yakaladığı partner olma imkânını değerlendirecekti. Nitekim Kuzey Suriye’de “PYD kuşağının” tamamlanmasına az kalmıştı. Üstüne üstlük AK Parti karşıtlığı da HDP’nin güçlenmesi için paha biçilmez bir sermaye sağlıyordu. İçte “demokrat” HDP ülkeyi AK Parti’nin tek başına iktidarından kurtarıyordu, dışarıda da DAİŞ ile mücadele eden “seküler” güç olarak PKK terörist örgüt olmaktan çıkmak üzere idi. PKK için 7 Haziran sonrası Hükümetin kurulamadığı bir dönem tam da stratejik hedeflerin maksimize edileceği bir dönemdi. PYD Kuzey Suriye’de DAİŞ’e karşı yeni kazanımlar elde ediyordu ve içte de geçici Hükümetin kapsamlı bir terörle mücadele yapmaya mecali olamazdı. 

***

Ancak bölgesel iktidar oyununa hırslı giren PKK hesap hatası yaptı. Aklı hırsına yenildi. Ayakta kalmak için kullandığı stratejik aklı bölgesel aktör olmanın hırsına mağlup oldu. Hükümetin Kuzey Suriye’deki gelişmeler ve iç siyasetteki koalisyon görüşmeleri sebebiyle sıkıştığı ve harekete geçemeyeceği tespitini abarttı. Türkiye’nin NATO müttefiki olarak DAİŞ’le mücadele bağlamında ABD ile yeni bir döneme girebileceği ihtimalini azımsadı. Suriye denklemine Türkiye’nin yeni bir misyon ile dahil olmasının PYD ve PKK’yı sınırlandırabileceğini göremedi. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, bugünkü köşe yazısında “Kopan ip bağlanabilir mi?” başlığını kullandı.

Bayramoğlu’nun bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Bundan bir süre önce siyasi iktidar Kuzey Suriye’de Türkiye açısından iki riskin altını oldukça güvenlikçi bir dille çizmişti.

İfade edilen ilk risk, Kürt kantonlarının birleşme ihtimali, buralarda etnik yapının Kürtleştirilmesi ve Türkiye’nin kontrolü dışında, PKK’ya yakın Kürt ünitesinin oluşması riskiydi. Bu risk değerlendirmesi Türkiye’nin Kürt sorununa bakışından kaynaklanıyordu. Özetle, “Türkiye sınırı içindeki ve dışındaki Kürtleri ve meseleleri özenle birbirinden ayırma, içerideki sorunu demokratik entegrasyon ve silahtan arındırma politikalarıyla (çözüm süreci) çözme, dışarıda ise Türkiye’nin talep ve koşullarını yerine getiren Kürt yapılanmalarını kabul etme stratejisi”nden ileri geliyordu…

İkinci risk, IŞİD’in saldırılarının Kuzey Batı’ya kayarak, 4 milyon civarında insanı barındıran bu bölgeden Türkiye’ye yeni ve ciddi bir göçmen akışına yol açması ihtimaliyle ilgiliydi. Böyle bir durumun ve IŞİD’in temsil ettiği yakın tehlikenin önünü almak için Türkiye Cerablus’ta güvenli bir tampon bölge oluşturulması gerektiğini söylüyordu.

Ankara bu istikamette adımlar attı.

ABD’nin IŞİD’e karşı İncirlik Üssü’nü kullanma talebi tekrar masaya yatırıldı. Son temaslarda bu talep Türkiye’nin talepleriyle birlikte ele alındı ve uzlaşmaya varıldı. Türkiye tüm hava üslerini ABD’ye açtı, ayrıca askeri sortilere Türk ordusunun da katılacağını açıkladı. Davutoğlu’nun açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla güvenli bölge talebi ve OSÖ hava yardımı arzusu kabul gördü.

Sonuç olarak Türkiye, uzun süredir peşinde koştuğu, stratejisine uygun politik hedeflere kısmen ulaştı.

Bu gelişmelerin üç sonucundan söz edebiliriz.

İlki IŞİD’in tepkisidir, Suruç’taki saldırı, ardından sınırdaki Türk birliklerine ateş açılmasıyla ortaya çıkmıştır. Türkiye verdiği karşılıkla ve girdiği angajmanla bir savaşa girmiş bulunuyor.

İkincisi Kürt Hareketi’nin tepkisidir. Türkiye’nin Suriye’de aktif bir konuma geçmesi PYD ve dolaylı olarak PKK’nın ABD’nin bölgedeki tek partneri olma konumunu sarsmış, istifade ettiği meşruiyeti tehlikeye sokmuştur. Öte yandan Türkiye’nin bölge ve özellikle Kuzey Suriye’ye ilişkin denklem belirleme kapasitesini artırmıştır.

Bu, Kürt hareketi tarafından özellikle istenmeyen, engellenmeye çalışılan bir durumdur. Nitekim Kürt hareketinin kurduğu “AK Parti eşittir IŞİD” denklemi temel olarak bu çerçevede bir işlev yerine getirmekteydi. Kürt hareketinin bölgede IŞİD’e karşı mücadelede tek “dost” güç olduğu, Türkiye’nin ise İslamcı bir çizgi izleyen ve “düşman” bir politika izlediği iddiaları temel olarak bu mantığa oturmaktadır. Bu mantık son gelişmelerle ciddi bir yara almıştır. Kürt Hareketinin kontrolsüz, imaj ve konum korumaya yönelik, zorlayıcı son eylemlerinin kökü burada yatmaktadır.

Üçüncü, en önemli ve en vahim sonuç, birbirine bağlı tepkiler zinciriyle ortaya çıkmış, son derece kırılgan bir evreden geçen “çözüm süreci”nin kopmasıyla sonuçlanmıştır.

Kürt Hareketi’nin, “AK Parti eşittir IŞİD” denklemi çerçevesinde Suruç saldırısını AK Parti’ye mal etmesi, HDP ve Kandil’in bu istikametteki meydan okuyan, kamuoyunu geren açıklamaları, örgütün misillemeleri, üç polisin öldürülmesi, kaçırma ve baskın girişimleri, en önemlisi bu dalganın, büyük şehirleri de harekete geçirerek 6-8 Ekim Kobani olaylarına dönme ihtimalini ortaya çıkarmıştır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi’in gündeminde koalisyon var.

Selvi’nin bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Koalisyon görüşmelerinde AK Parti ve CHP heyetleri bugün ikinci kez bir araya gelecekler. İlk görüşmede heyetler liderlere olumlu rapor sundu.

CHP heyeti, müzakerelerin gerçekçi bir zeminde ilerlediğini belirtti.
AK Parti heyeti ise ”Beklediğimizden daha pozitif bulduk” havasında.
İlk tur görüşmelerde Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu olumlu izlenimlerle ayrıldılar. Kılıçdaroğlu, geçen haftaki görüşmemizde, ”Ahmet beyle koalisyon kurabiliriz ama…” demişti.

Kılıçdaroğlu’nun Davutoğlu’na güven duymasında iki tavır etkili olmuş.

1-RTÜK Başkanlığı seçiminde, Meclis’te yeni üye seçilmeden önce başkanın istifa ederek AK Partili üyelerce yeni Başbakanın seçilmesi girişimi gündeme gelmişti. Kılıçdaroğlu’nun talimatıyla bunu önlemek için AK Parti’yle temas kuranlar başarılı olamamış. Kemal Bey, bir kanaldan Başbakan’ı haberdar etmiş. Davutoğlu çok net bir şekilde, “Böyle bir şeye izin vermeyeceğim” demiş ve gereğini yerine getirmiş.

2-İlk tur görüşmeler sırasında Kılıçdaroğlu, 2011 seçimlerinden sonra yemin olayını hatırlatıp, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in başkanlığında hazırlanan protokolü gündeme getirerek, ”Daha protokolün mürekkebi kurumadan, ne protokolüymüş, tıpış tıpış yemin edecekler. Bu bizi zor duruma bıraktı” deyince Davutoğlu, ”Ben Başbakan değildim” yanıtını vermiş.
Koalisyon görüşmelerinde iki liderin güven sorununu aşmaları önemli bir aşama.

Heyetlere gelince, iki liderin yine heyetlere verdiği bir talimat var: “Aşılamayan sorunlarla zaman kaybetmeyin. Liderlere bırakın.”
Heyetler, siyasi misyonları olmasına rağmen teknik bir çalışma yürütecekler. Koalisyona heyetler değil, liderler karar verecek.
AK Parti ve CHP heyetleri bugün ikinci kez bir araya gelecekler. İlk çıkış noktası Anayasa ve demokratikleşme olacak. İyi bir başlangıç. İlk tur görüşmelerde her şey çok açık bir şekilde konuşulmuş, eleştiriler, politika farklılıkları masaya yatırılmış. Öncelikle Anayasa konusunda düzeyli bir tartışma yaşanmış.

Bu arada iki partiyi yakınlaştıran birkaç adım atıldı. Başbakan’ın ortak deklarasyon çağrısına ilk destek Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Başbakan da konuşmasında CHP liderine teşekkür etti. CHP’nin Meclisi olağanüstü toplama girişimine Davutoğlu destek verdi. Böylece karşılıklı güven iklimi oluşturuldu.

Ama asıl büyük ilerleme Türkiye’nin içine girdiği yeni iklim nedeniyle yaşandı.
Suruç katliamı, Türkiye’nin DEAŞ ve PKK’ya yönelik sınır ötesi harekatları ülkenin olduğu kadar siyasetin kimyasını da değiştirdi.
Bundan bir hafta önce masaya oturduğunda Suriye politikası ve DEAŞ’la mücadeleyi bir sorun olarak gündeme getirecek olan CHP, şimdi tam aksine DEAŞ’la mücadeleye destek verme adına koalisyon ortağı olmak isteyecek. CHP kulislerinden edindiğim izlenim o yönde. CHP, Suruç’a giden gençlik kolları üyelerini geri çekti. Yasaklanan barış yürüyüşüne parti yöneticilerinin katılımına engel oldu. Tabii bunların Kılıçdaroğlu’nun bilgisi haricinde yapılması mümkün değil.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

İSMAİL KILIÇARSLAN-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarı İsmail Kılıçarslan bugünkü köşe yazısında “Peki şimdi ne olacak?” başlığını kullandı.

Kılıçarsalan’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

2010 yılıydı. Bir İslam medeniyeti tarihi belgeselinin ilgili bölümlerini ve bir televizyon programını çekmek için Şam-ı Şerif’te idim. Ekibimiz 8 kişiden oluşuyordu. 10 gün kadar kalacaktık Şam’da. Ucuz ve kötü bir otelde kalmaktansa bir ev kiralamayı önerdi bizi karşılayan rehberimiz. Makul geldi.

Yanlış hatırlamıyorsam Mezze denilen bölgede bir emlakçıya gittik. Selam, kelam faslından sonra yan yana iki daire için pazarlık etmeye başladık. ‘İkisi günlük 200 dolar’ dedi de başka bir şey demedi emlakçı. Serde Türklük var. Pazarlıksız bir şey aldığımız nerde görülmüş? Lakin emlakçı Hz. Nuh’un peygamber olduğunu kabule bir türlü yanaşmadı. Biraz da kızgınlıkla rehberimize ‘nereli lan bu’ diye sordum. ‘Kamışlı’ dedi emlakçı. ‘Şah-ı Hazne’ dedim hemen. Adamın yüzünde geniş bir gülümseme belirdi. Ardından ‘Zuber Salih’ dedim. Gülümseme daha da genişledi. Kahve yapmasını emretti çalışanlarından birine. Kalkıp ofisin kapısını kapattırdı. ‘Evlerin çiftini 150 dolardan verdim gitti’ dedi. Ardından anlatmaya başladı: “Kürt’üz biz. Ecanibiz. Suriye’de yerimiz hayvandan aşağı. Kimliğimiz yok. Başka milletten olan kadınla evlenme hakkımız, asker olma hakkımız, memur olma hakkımız yok. Kimlik olmayınca çocuklarımızı okula da gönderemiyoruz.”

Bunları hızlı hızlı anlatıp çevrilmesini bekledi. Sonra şöyle dedi: “İnşallah Türkiye konuşacak Esad’la. Bu işler düzelecek.”

Suriye’de yaşayan 1,5 milyon Kürt’ün 400 bini ‘ecanib’ statüsünde idi. Neredeyse hiçbir vatandaşlık hakları yoktu. Hatta iki ecanibin evliliğinden olan bir çocuğa ecanib bile değil ‘maktumin’ deniliyordu ve o çocukların ‘hiçbir’den de az hakları oluyordu. İlgilisi, o dönem Mazlum-Der başta olmak üzere konuyla ilgili olarak yazılan raporlara ve yapılan çağrılara bakabilir.

Türkiye mi konuştu Esad’la, yoksa o dönemde başlayan Arap baharının etkisi mi bilmem. Esad yönetimi, o yılın sonuna doğru ecaniblerin ve maktuminlerin haklarında bazı düzeltmeler yapmaya başladı. Yani, yaklaşık 70 yıl ‘insan dahi sayılmayan’ 400 bin Kürt, ilk kez ‘adam yerine’ koyulmaya başlandı Suriye tarafından.

PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in Al-Hayat gazetesine yaptığı “Suriye ordusunun Rojava’ya dönüşüne izin vereceğiz. Bu durumda YPG de ordunun bir parçası olacak” açıklamasını okurken aklıma geldi Mecze’deki o emlakçı. İster istemez bir ‘vay be’ çektim.

Salih Müslim’in ayrıca ‘Kürtlere saldıran IŞİD’in Türkiye hükümetiyle bağlantılı’ olduğunu söylemesini de manidar buldum. Manidar, çünkü bu Salih Müslim, Ankara’yı ziyaret edip yetkililerle her türlü pazarlığı yapan, bazılarından da sonuç alan bir isim. Şimdi, şu dakika ‘Türk hükümeti IŞİD’le bağlantılı’ diyen adam, çok değil 1 yıl önce Ankara’ya en sıcak mesajları veren adam.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

NAZİF GÜRDOĞAN-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarı Nazif Gürdoğan’ın “Türkiye’de çatışmacı paradigmadan uzlaşmacı paradigmaya geçmek” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

İster yerel, ister küresel düzeyde bakılsın, ülkelerin siyasal sınırlarla birbirinden ayrıldığı, dünyanın sonuna gelindi. Havaalanları ülkeler, çarşılar markalar, akıllı telefonlar insanlar arasındaki duvarları ortadan kaldırdı. Duvarsız dünyanın, yeni sınır kapıları havaalanlarıdır. Havaalanları bütün ülkeleri bir ülkeye, bir ülkeyi bütün ülkelere dönüştürdü. Duvarsız dünyada: “Her ülke bin ülkedir, bin ülke bir ülkedir.”
*
Bin ülkenin bir ülkeye, bir ülkenin bin ülkeye dönüştüğü yeni dünyada, havayolu şirketleri yeni kervanlar, havaalanları da yeni kervansaraylardır. Yeni kervanların, yeni kervansarayların yeni dünyasını, eski paradigmalarla anlamak ve anlatmak mümkün değildir.Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabında ele aldığı bağlamda; yeni bir paradigmaya, yeni bir kavramsal çerçeveye, yeni bir bütüncü bakış açısına, yeni bir şey söylemeye, duyulan ihtiyaç günden güne artıyor.
*
Yeni paradigma arayış dönemlerinde, gerilim yüklü toplumsal çalkantılar, büyük bir hız ve yoğunluk kazanır. Bilinen sorunlara bilinmeyen sorunlar eklenir. Ekonomik, siyasal, kültürel sorunlar katlanarak artar. Sorunları çözmede, bilinen yöntemler yetersiz kaldığından, karamsarlık, kötümserlik, ümitsizlik bir bulaşıcı hastalık gibi, bütün dünyaya yayılır. Çözümsüzlüğün doğurduğu krizlerin üstesinden gelmek için, bütün dünyayla birlikte Türkiye’nin çatışma odaklı paradigmadan, uzlaşma odaklı paradigmaya geçmesi gerekir.
*
Eski paradigma: “Çatışma olmadan gelişme olmaz” ilkesine dayanıyordu. Her sorunun silahla çözüleceğine inanılıyordu. Ülkelerin gücü ellerindeki silahlardan gelir deniliyordu. Yeni paradigma: “Uzlaşma olmadan gelişme olmaz” diyor. Ülkelerin gücü, ellerindeki savaş uçaklarından daha çok, yolcu uçaklarından kaynaklanır deniliyor.Duvarsız dünyada, çözümsüz sorunlara, savaş uçaklarıyla havaalanlarını bombalamakla değil, yolcu uçaklarıyla bir havaalanından bir havaalanına girişimci taşımakla, köklü çözümler bulunur.
*
Tek bir ülkeye dönüşen dünyada, ölüm saçan savaş uçakları ve askeri havaalanlarına ihtiyaç yoktur. Sivil uçakların zaman ve mekan farkını kaldırdığı bir dünyada, herkes dünyanın kaynaklarını en verimli bir biçimde değerlendirmek ve en adil biçimde de paylaşmak zorundadır. Kıtlıkla savaşmak, insanların temel ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak herkesin görevidir. Dünyada bir insan kıtlıktan ölüyorsa, bütün insanlar katildir. Bir insanın ölümü, bütün insanlığın ölümüdür. Kimse sorumluluktan kaçamaz.
*
Uzlaşmacı paradigmanın özü ve özeti: Paylaşılan her şey çoğalır, paylaşılmayan her şey azalır. Duvarların baştan sona yıkıldığı dünyada, bilinen ekonominin bilinen yasaları geçerliliklerini bütünüyle yitirdi. Her yerde, her zamanda, her insan, hem üretimin, hem tüketimin vazgeçilmez öznesi haline geldi. İnsan yoksa, hiçbir şeyin önemi yoktur.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ALİ SAYDAM-YENİŞAFAK

Ali Saydam’ın “Şaştım kaldım!..” başlıklı köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Pazarı Pazartesine bağlayan gece saat tam 01.00’da cep telefonuma mesaj düştü… Dünyanın en sempatik uyarı tonunu seçmiş olmama rağmen nefes nefese fırladım yerimden… Sonra yön değiştirip uyumaya devam etmeye çalıştım. Ama üst üste iki mesaj daha gelmez mi?… Mecburen kalktım. Gidip şarj aletine takılı cep telefonumu alıp mesajlara baktım.
Gönderen akrabalardan biriydi. Bizim kuşağın akrabayı talûkat içinde son temsilcilerinden biri olduğum için diğer yaşlı teyzeler üzerime titremeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.

-Aman canım, sakın dışarı çıkma. Çıkarsan da kalabalık yerlere gitme e mi!..
-Nereden çıktı bu Teyzeciğim?
-Bak sana da göndereyim. Bir yazı dolaşıyor ortalıkta…
-Sana nereden geldi?
-Benim alt katımda oturan Fatma Hanımdan… Ona da Bilgi Üniversitesi’nde okuyan oğlu göstermiş. Emniyet bu yazıyı bütün kurumlara gönderiyormuş…
-Allah rızası için her duyduğuna inanma. Sahtedir o yazı. Başbakan’ı duymadın mı, ne dedi? “Polis ve asker güvende değil havası yaratıyorlar ki, vatandaş kendisini güvende hissetmesin!” Buna teslim mi olacağız Teyzeciğim?
-Sen yine de dikkatli ol oğlum!
-Tabii Teyzeciğim. Olurum… Sen 12 Eylül öncesini yaşamış bir Türk kadınısın. Bugünler ne ki senin için…
Mesajlaşma burada bittiğinde saat 02.00 olmuştu. Kolay yazamıyordu kadıncağız… Ancak unutmadı yazıyı göndermeyi…
Önce gözlerime inanamadım. Bunun bir kara propaganda aracı olduğunu düşündüm. Sahte olmalıydı. Çünkü bir sürü Türkçe hatası vardı ve halk arasında panik yaratmak için daha iyi bir içerik düşünülemezdi.

Sanki Başbakan’ın dediğini doğrulayacak ve halkın güvenini sarsacak stratejinin bir parçasıydı o yazı. İşlenecek en hain cinayetten daha etkili olabilecek düzeyde bir ‘yumuşak güç’ (soft power) hareketi.
Nitekim işe gelene kadar internet yıkılıyordu bu yazıyla. Herkes birbirine yolluyordu.

İstanbul Valiliği Emniyet Müdürlüğü’nden çıkmıştı yazı ve tüm ilçe emniyet müdürlüklerine, tüm şube müdürlüklerine gereği için gönderilmişti. Benim şüphelenmeme neden olan ise her resmi başlığın yerli yerinde durmasına rağmen, Türkçesinin bir felaket olması ve ıslak imza bulunmamasıydı. Ben tam bu mutlaka sahtedir, provokasyondur, kara propagandadır diye hikâye yazarken,
Hürriyet gazetesi olayı manşetten duyurdu: “Uyarı Belgesi Doğru Çıktı.”

İnanamadım ve bizim gazetedeki polis muhabiri arkadaşları aradım: “Allah rızası için şunu bir araştırın. Hakikaten böyle bir yazı çıkmış mı emniyetten?”

“Araştırmamıza gerek yok ağabey. Bu yazı 25 Temmuz’dan beri elimizde. Bütün gazetelerde çalışan arkadaşlarla birlikte bunu servis etmemeye karar vermiştik. Hürriyet’teki manşeti görünce biz de şaşırdık. Ben yine de sorayım.”
Beş dakika sonra aradı: “Evet ağabey öyle bir yazı varmış!”

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM

Akşam gazetesi köşe yazarı Etyen Mahçupyan bugünkü köşe yazısında “PKK ergenlik tuzağında” başlığını kullandı.

Mahçupyan’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Kürt siyasetinin kaybettiği meşruiyeti Demirtaş yeniden sıfır noktasına dönerek yakalayabileceğini sanarak Dolmabahçe mutabakatını hatırlattı. Gerçekten de AKP’nin seçim kaygısıyla olsun olmasın, bu ‘fotoğrafı’ reddetmesi Çözüm Süreci’nin rafa kalkmasını ifade ediyordu. Ancak her siyasi karar gibi bedeli de ödendi ve AKP’nin yüzde 4-5 oyu HDP’ye gitti. Öte yandan temel ilkesel karar olan ateşkes durumu etkilenmedi. Hükümet Çözüm Süreci’ni duraklatma tercihinin parçası olarak Kandil’i bombalamaya kalkmadı. Oysa Kandil Çözüm Süreci’nin gereklerini yapmadığı gibi, karşı tarafın duraksaması karşısında ilkesel zemini sabote etmeyi tercih etti. Devrimci halk savaşı ilan ettiler ve somut eylemlere giriştiler. İki polisi uykuda öldürmenin sembolik anlamını herhalde bilmiyor değillerdi… Aksine bu cinayetlerin anında sahiplenilmesi ve hele Cizre katliamının intikamı olarak sunulması açık bir savaş ilanıydı. Hükümetin bu davete icabet etmemesi devlet olma vasfından feragat etmeyi gerektirirdi ve nitekim Kandil bombalandı… 

Peki, acaba Kandil hangi cesaretle bu adımı atmıştı? Muhtemelen ABD’ye ve İran’la olan anlaşmasına güvenerek… Ancak hayaldeki ABD gerçekçi bir ‘fotoğraf’ değildi. Tercih noktasına zorlandığı takdirde ABD’nin Türkiye’den yana tavır koyacağını öngörmemek basiretin ne denli psikolojik olduğunu hatırlatıyor. Bunu idrak etmeyerek o iki polisi katletmek herhalde PKK’nın bugüne dek yaptığı en akılsızca iş olmalı. Belki 6-8 Ekim olayındaki akılsızlığın kendi hanelerine artı yazmasından heveslenmişlerdir. Çünkü Kürt siyaseti kendi yanlışının bedelinin AKP tarafından ödenmesi gerektiği beklentisine sahip… Ancak bunun için karşı tarafın daha temel bir hata yapması gerek. Eğer böyle bir hata yoksa ve hele ‘üçüncü göz’ gerçekçi ve nesnel bakmaya hazırsa, Kürt siyasetinin o bedeli ödemesi kaçınılmaz olur. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız