Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde son günlerdeki PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve ‘Çözüm Süreci’ var. ORAL ÇALIŞLAR-RADİKAL Radikal gazetesi köşe yazarı Oral çalışlar bugünkü köşe yazısı...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde son günlerdeki PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve ‘Çözüm Süreci’ var.

ORAL ÇALIŞLAR-RADİKAL

Radikal gazetesi köşe yazarı Oral çalışlar bugünkü köşe yazısında “Çözüm Süreci Yanlış mıydı?” başlığını kullandı.

Çalışlar’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Ne olursa olsun; geçmişin kazançları, bir günde silinip atılamaz. Barış; Kürtlere ve Türklere, bir rahatlık getirmişti. Yeni bir iklim oluşuyordu. Şimdi, çılgınlık ve ölüm günleri yaşıyoruz. Her iki taraf da biliyor ki, bunun galibi yok.

Hükümet ile HDP arasında varılan bir anlaşmanın da ürünü olan “Akil İnsanlar Heyeti”nin kurulması, barış için bir adımdı. Taraflar, barışın kitlelere anlatılması ve benimsetilmesi için, bir grup aydını da devreye sokuyor; yeni bir dönemi başlatmaya çalışıyorlardı.

73 kişilik “Akil İnsanlar Heyeti”nin kurulması(2013); nasıl bir etki yapacağı önceden çok kestirilemeyen, yeni bir başlangıçtı. Bu projede yer alan bir insan olarak, izlenimlerimi defalarca dile getirdim. Toplumun barışı benimsemesi, beklenenden daha hızlı ve olumluydu. Heyetler, iki ayı aşkın bir süre boyunca, Türkiye’yi dolaştılar. Destek yüzdesi; toplantı ve temasların sonucunda, daha da yükseldi. Ülkede bir ivme oluşuyordu.

ÇÖZÜM SÜRECİ KARŞITLARI

Ancak… Bu olumlu havadan hoşlanmayanlar da vardı elbette. Gittiğimiz bir çok yerde; MHP’lilerle birlikte, CHP’liler de, aleyhte gösterilerde yer alıyorlardı. İlginç olansa şuydu: O güne kadar Kürtlerin özgürlük talepleri konusunda duyarlı davranan, kendini “özgürlükçü” diye tanımlamayı tercih eden, bazı kesimlerde de, bir telaş hissediliyordu.

Daha önce Öcalan’a ve HDP’ye sıcak yaklaşan bu kesimlerin; “Öcalan Erdoğan’la anlaşıyor” psikozu içinde, “Erdoğan’la barış olmaz”, “Basın özgürlüğü olmadan barış olmaz” değerlendirmeleriyle; Kürt hareketi üzerinde psikolojik bir hegemonya kurdular. HDP yöneticileri, kendilerini, bu kesime karşı savunmakta zorlandılar. Kürtlerin kendi içlerindeki uzlaşma karşıtı eğilim de bu durumdan güç aldı. Bu kesimlerin HDP yöneticilerine yönelik, “Siz bu sürece sarılarak, Erdoğan’ı yedirtmeyiz demek istiyorsunuz” sözlerinin bizzat tanığıyım.

GEZİ, 17-25 ARALIK 

Gezi olayları(Haziran 2013), 17-25 Aralık operasyonları(2013); HDP’liler üzerindeki manevi baskıların arttığı dönemlerdir. Onlardan “iç kamplaşma”nın bir parçası olmaları beklendi. Buna rağmen, Öcalan’ın da etkisiyle; HDP ve Kürt hareketi, çatışmasızlığa ve çözüm sürecine bağlı kalmayı sürdürdü.

Suriye Kürdistanı’nda başlayan çatışmalar, ufak ufak Türkiye’ye sıçramaya başladığında ise; hava değişti. PKK için, böylece, daha geniş bir alan ortaya çıkmıştı. Çözüm sürecinin başındakinden farklı koşullar vardı artık. Kandil, bölgede daha etkili bir aktör olabilmek için, daha geniş bir askeri güce gerek duyuyordu. Suriye’de savaşacak gençlere ihtiyaç artıyordu. Öcalan’ın silahları bırakma çağrısı geçmişte kalmıştı.

KOBANİ KIRILMASI

Kobani kuşatması, çözüm süreci için bir kırılma noktası oldu. AK Parti hükümeti, (Türkiye’deki Kürtlerle artık iyice kader birliği içine girmiş bulunan) “Suriye Kürtleri”ne, nasıl davranacağını, bilemedi. Süreci yönetemedi, çelişmeli kararlar aldı. Türkiye’nin güneyinde PKK’ye paralel bir özerk yapının ortaya çıkması, “kırmızı çizgi” olarak ilan edildi. Öte yandan sınırlar PYD’ye açıldı.

Kobani’de, AK Parti hükümetinin tutumunu protesto amacıyla, HDP’nin çağrısıyla Diyarbakır ve çevresinde örgütlenen gösterilerde, 50 civarında insan yaşamını yitirdiğinde; hükümet kendini farklı bir noktada bulmuştu. Çözüm sürecinin de etkisiyle, Türkiye’nin bölgedeki askeri varlığı hafiflerken; bölgede daha rahat hareket etme imkanına kavuşan PKK’nin alan hakimiyeti artmıştı.

7 HAZİRAN SEÇİMLERİ

Bu manzara, seçim kampanyasının da belirleyici temalarından oldu. Seçimler öncesi oluştuğunu sandığımız mutabakat (Dolmabahçe, 28 Şubat 2015), özellikle Erdoğan’ın etkisiyle rafa kaldırıldı. Seçimler, “Erdoğan/Erdoğan karşıtı cepheleşmesi” üzerinden şekillendi. HDP de bu cepheleşmenin kritik unsuru olarak, seçimlerde etkin bir rol oynadı.

HDP’nin 80 milletvekiliyle Meclise girmesi ve AK Parti’nin çoğunluğu kaybetmesi ile birlikte, yeni bir paradigma oluştu. AK Parti ile HDP arasındaki gerilim, tırmanışa geçti. Suruç katliamı, bir dönüm noktası oldu.

PKK HAREKETE GEÇTİ

PKK, seçim döneminde de, seçimlerden sonra da, çatışmasızlığı bitirmeye yönelik sinyaller de verdi. Defalarca “çözüm süreci bitmiştir” açıklamaları yapıldı. Seçimlerin hemen ardından, “barajlar, kalekollar” üzerinden, yeni bir saldırı kampanyası yükseldi. Mühendisler kaçırıldı, TIR’lar yakıldı. 

Suruç katliamıyla birlikte iki polisin gece yatağında öldürülmesi,  sonun başlangıcıydı. PKK, savaş bayrağını kaldırmıştı. AK Parti hükümetinin de, böyle bir işareti beklediği, söylenebilirdi.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

AHMET KEKEÇ-STAR

Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç bugünkü köşe yazısında “Sen Kendi Durumuna Ağla” başlığını kullandı.

Kekeç’in köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Paralel şebekenin yeni ‘geyik’ konusu şu: “Star yazarı Ahmet Kekeç, Demirtaş’ı vurayım derken, Akdoğan’ı vurdu.”

Demirtaş için “Dolmabahçe yalancısı” ifadesini kullanmıştım. Buradan “esprili gönderme” yapıyorlar, “İşte Akdoğan’a yalancı dedi” filan…

Hadi kendinizi uyanık zannediyorsunuz; “telmih”le, “ima”yla, hiçbir ahlaki ölçü tanımayan “gönderme”lerle güya politik tutum alıyorsunuz ama sizin durumunuz hiç espri kaldırmıyor…

Siz de Erdoğan’a ve hükümete vurayım derken, her gün kendi itibarınıza vuruyorsunuz.

İnsanlarda güven duygusunu yıktınız…

Hiçbir saygınlığınız yok…

Hiçbir “değer skalası”nda yeriniz yok…

Başkasının sözlerinden “tersinden” sonuçlar çıkarıp pozisyon belirleyeceğinize, oturup kendi durumunuza ağlayın… “Bir zamanlar parmakla gösterilen bir topluluktuk. Biricik güven adresiydik. Artık sadece birtakım kirliliklerle, birtakım ayıp cürümlerle, birtakım ahlak dışı tutumlarla anılıyoruz. Biz niye böyle olduk? Bizi kim bu hale getirdi?” diye sorun.

Şunları eklemeyi de ihmal etmeyin: “Türkiye aleyhtarı bütün faaliyetlerin altından bizim parmak izimiz çıkıyor. Ülkemizi zor durumda bırakmak için elimizden gelen her melaneti sergiliyoruz. Ülkemizi terör destekçisi ilan ederken utanmıyoruz. Perva göstermeden düşman çevrelerle iş tutuyoruz. Biz böyle olmamalıydık. Bize ne oldu?”

Size ne olduğunu, elbette siz daha iyi biliyorsunuz.

Size bir şey olmadı belki de.

Belki de hep böyleydiniz de, neşvü nema bulduğunuz “alan”ın hatırına (sonuçta “din”le irtibatlı bir alan üzerinden kendinizi meşrulaştırıyordunuz) bunları konduramıyorduk… “Dindar insanlardır, böyle fenalıklarla işi olmaz bunların” diyorduk

Fakat görülüyor ki, her fenalığa amade bir iştah içindesiniz ve hep böyleymişsiniz.

Hazır konu açılmışken, “Eyvah, 90’lı yıllara dönüyoruz!” feveranınızın samimiyetini de konuşalım bir…

Bu konuda onlarca manşet attınız.

Onlarca yazı yazdınız.

Onlarca televizyon programı yaptınız.

Binlerce sosyal medya mesajı paylaştınız.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

SİBEL ERASLAN-STAR

Star gazetesi yazarlarından Sibel Eraslan bugünkü köşe yazısında “Uyuyan Adamı Vurarak mı Devrimci Halk Savaşı” başlığını kullandı.

Eraslan’ın köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Ceylanpınar’ı gördünüz mü hiç… Tarım Dersi okutulurdu ortaokullarda biz çocukken. Ceylanpınar’ı anlatırken rahmetli Tarım Hocamız Hakkı Bey… Pembeye yakın kızıl, sırtı benekli, sürme gözlü ceylanlardan bahsetmişti, çok ürkek oldukları halde, ağaçların altında oturan insanların yanına kadar ilişebildiklerinden… Habur Çayı boyunca sürüler halinde koşuşup süzüldüklerinden… Bir masal gibiydi, ceylanların ve onları hiç ürkütmeyen güzel insanların dersini dinlemek… Yıllar sonra görebilecektim Ceylanpınar’ı… Saçlarını salmış bir geline benzettiğim Habur Çayı’nı da… Ama ne ağaçlarının altında oturabilmiştim gönlümce ne de ceylanlarına yetişebilmiştim Habur’un… Kim ürkütmüştü onları? 

***

22 Temmuz gecesi Ceylanpınar’da evlerinde uyurken, başlarından vurularak şehit edildi, Feyyaz Özsahra ve Okan Acar adlı polisler. Allah rahmet eylesin, ailelerine sabırlar yağdırsın. Vahşeti suç makinesi HPG üstlendi. Onun bağlı olduğu PKK ise; ‘’kontrolümüz dışındaki yerli fedailer’’ dedi… Akıl dışı bir laf olması ayrı iş, cinayetin uyuyan insanlara karşı işlenmiş olması, vahşeti ayrı iş… ‘’Uyuyana yılan bile dokunmaz’’ derler, demek “belhum adal” böyle bir şey, yılanı bile hayrete düşürecek kadar aşağıdadır bu vehameti kendinde hak görenler… Yok! Hak böyle olmaz! Adamlık, fedailik böyle olmaz! Savaşın bile kuralı, ahlakı, etiği vardır…

Kendisi de kurşun tehdidi altında hizmete devam eden Belediye Başkanı Menderes Atilla’nın feryat ettiği “etnik temizlik” hadisesi çok mühim. Ceylanpınar Resulayn’ın 200 binlerdeki nüfusunun %80 ekseriyeti Arap kökenli, %15 Kürt, %5 Çerkes nüfus var. Ve fakat örgütün yerli halk üzerinde kurduğu baskıyla birlikte, nüfus hızlı bir ‘’arındırma’’dan geçiyor. PKK’yı desteklemeyen Kürtler de alıyor bundan nasibini…

PKK’nın bahsettiği “yerli fedailer” kim? PYD ve PKK’nın silahlayıp halkın üstüne saldığı, uyuyan adamları bile ensesinden vuracak kadar gözü dönmüş, aklını, vicdanını, insanlığını yitirmiş suç robotları…

***

Bese Hozat, verdiği mülakatta; “Yeni süreç, devrimci halk savaşı sürecidir” diyordu. Kendileri gibi olmayanları uyurken enselerinden vurmak üzerine kurulu cinayetler klasöründen ne “devrimcilik” çıkar oysa, ne de “halk”…

Bir yanda her gün patlatılan bombalar, ailesinin gözü önünde Binbaşı şehit etmeler, sokak taramalar, yol kesmeler, dağa kaldırmalar… Diğer yanda utanmazlığı göndere çeken ihtiyar ve yalancı timsahların bağırtısı: “Savaşa Hayır!”‘… Herkes bıktı bu ucuz düzenbazlıklardan. Ama en çok da ‘’barış’’ bıktı sizlerden… Sizler sadece uyuyan adamları değil, umudumuz olan toplumsal barışı da vuruyorsunuz ense kökünden…

Ondan sonra da çıkıp, “çözüm sürecini bitirdiler” diyerek iftira yaygarasına geçiyorsunuz. Sevinin işte Cengiz Çandarlar, Hasan Cemaller, Can Dündarlar…  Ağarmış saçlarınıza kına yakın bilcümle tamtamlar…

***

“Çıma Ez Daye”… “Neden ben anne?”… 2013 Mayıs’ında Muş’ta bir kahvehanede bizlere çay tutan Hasan adlı gencin sağ pazusudaki dövmeydi bu… “Artık barış gelsin, ölmeyi, aşağılanmayı, umutsuzluğu değil, hayatı istiyoruz” demişti Hasan bize. Hasanlara çok görüldü barış!

Sadece asker, polis değildir ateşe verilen… Hepimizin… Özellikle Kürtlerin umutlarını da yaktıklarını elbette biliyor şiddet bezirganları…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

BERİL DEDEOĞLU-STAR

Star gazetesi köşe yazarı Beril Dedeoğlu bugünkü köşe yazısında “İran’dan Dost Ateşi” başlığını kullandı.

Dedeoğlu’nun köşe yazısının bir bölümü şöyle;

İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi, Türkiye’nin Kürtleri hedef almasını sert biçimde eleştirmiş. Firuzabadi’ye göre Kürtler alanda dünyanın en tehlikeli örgütü IŞİD ile mücadele ediyorlar, onların zayıflatılması demek IŞİD’in güçlenmesi anlamına geliyor. Türkiye sınırına yakın bölgelerdeki Kürtlere yönelik operasyonlar sonucunda IŞİD’e alan açılacağını, Türkiye’nin sınırında IŞİD’in güçleneceğini ve Türkiye’nin de daha fazla tehdit altında olacağını ileri sürüyor.

Uyarıları muhakkak ki sadece Türkiye’nin iyiliğini istediği için yapıyor.

Ancak ortada bazı ufak sorunlar var. Türkiye Kürtleri hedef almıyor, PKK’yı hedef alıyor. PKK, Türkiye’ye yönelik saldırıları kadar IŞİD’e saldırmış mıdır, bu konuda büyük başarılara imza atmış mıdır, orası zaten açık değil. Ayrıca eş zamanlı olarak İran’daki siyasi kesimlerden PKK karşıtı açıklamaların geldiğini de hatırlatalım.

İran’ın örgüt ismi zikretmeden eylemleri “Kürtlere” yönelik olarak tanımlaması, Türkiye’de olası Kürt kalkışmasını epeyce teşvik edici nitelikte. Bu açıklamadan bir kaç gün önce İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin İran Kürdistan’ını ziyaret ettiği, burada Kürdoloji Enstitüsü açılacağını, Irak Kürdistan’ı ile  iyi ilişkiler istediklerini ilan ettiğini de hatırlarsak, ortaya çıkan mesaj açık. İran, Kürtlere iyi davranan, Türkiye ise kötü davranan oyuncu.

İran kime söylüyor?

Karikatürize edersek, cici çocuk İran, Türkiye’nin kötü çocuk olduğunu; kendisi Kürtlere sahip çıkarken Türkiye’nin hala IŞİD’i kolladığını kime söylüyor diye düşünmek gerekiyor.

Muhtemelen İran’ın son dönemki davranışlarının muhatabı bazı Avrupa ülkeleri. Türkiye yerine, Türkiye’yi by-pass ederek İran ile yakınlaşmalarını öneren bir yaklaşım bu. Zira Avrupa’daki Kürt hassasiyetine sahip çıkarak aynı zamanda Avrupa ülkelerinin bazılarına Irak ve Suriye konularına Kürtler üzerinden dahil olama çabalarında adres gösteriyor; benim üzerinden bu “açılımları” yapabilirsiniz diyor.

Muhtemelen karşılığında da kalkan ve kalkacak ambargoların hızlandıracağı ticaret-yatırım anlaşmaları öneriliyordur. Stratejik olarak ise, Avrupa’nın Ukrayna üzerinden kapanan Rusya kapısının İran üzerinden aralanabileceği ima ediliyordur.

Her ne kadar İran’ı tek bir İran gibi değerlendirmek doğru değilse de, en azından İran’ın bir yakasının Türkiye ile olan rekabetin derinleşmesinden yana olduğu anlaşılıyor. Doğrusu PKK eylemleri bile tek başına bu olasılığı güçlendirmeye yetiyor.

Biz ne anlayabiliriz?

İran’ın tutumu, Türkiye’yi iki eğilime zorluyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin bölge ülkelerinden bazılarıyla ya da şu ana kadar açık işbirliği içinde olmadığı bazı Avrupa ülkeleriyle ister IŞİD ister PKK olsun terörle mücadele konusunda ittifak yapmaya zorlanması.

İran nedeniyle olmasa bile, Türkiye’nin ABD’den küçük, Lübnan’dan büyük, İran’ı dengeleyecek bir ya da bir kaç yakın müttefike ihtiyacı bulunuyor Bu yakın müttefiklerinden en az birinin de Avrupa ülkesi olması gerekiyor. Bazıları İran’a ya da İran üzerinden hareketle başka yerlere yöneliyorsa, başka bazıları da bunu Türkiye üzerinden yapabilir; dolayısıyla İran’ın güç arayışları sınırlandırılabilir.

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarlarından İbrahim Karagül bugünkü köşe yazısında “Geriye En Çirkin, En Kirli Senaryo Kaldı” başlığını kullandı.

Karagül’ün bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Türkiye, sadece terörle mücadele etmiyor. Sadece PKK veya İŞİD’e karşı operasyon yapmıyor. Son yirmi beş yıldır, adım adım kendisine yaklaştırılan, bölgesel ayrıştırma projesinin son aşamasına karşı bir direnç geliştiriyor.

Harita taslaklarının Türkiye’ye yönelmesine karşı savunma hattı inşa ediyor. Türkiye’nin dönüşümünü, yükselmesini, güçlenmesini, bölgesel ve uluslararası etkinliğini sabote etmeye dönük rüzgârı tersine çevirmeye çalışıyor, doğal refleksini gösteriyor.

İçeride şekillendirilen “şer ekseni” üzerinden bir “iç işgal” ve dışarıda, yakın çevresinde etkinliği artırılan örgütler üzerinden uzunca bir süredir devam ettirilen “hırpalama”ya, zaafa düşürmeye, felç etmeye dönük kampanya, 7 Haziran öncesi işte bu yerli savunma hattını kırmak için bir siyasi dizayn projesine dönüştürüldü.

Örgütler cephesİ ve olağanüstü durum

Seçim sonuçları itibariyle bu mühendislik ciddi ölçüde başarılı oldu. Seçimden hemen sonra ikinci aşama, çatışma aşaması başlatıldı. İçeriye servis edilen kimlik siyaseti, bu yeni çatışmanın altyapısını oluşturacaktı. Bu yüzden seçim sonrasında çözüm sürecine yönelik sabotajlar güçlendirildi, PKK saldırıları başlatıldı.

DHKP-C ve MLKP gibi örgütler yeniden sahaya sürüldü ve PKK ile dirsek teması sağlandı. Terör üzerinden bir ortak cephe inşa edilmek istendi. Bu örgütler Kandil’de, Kobani’de üsler kurmaya başladı. Aynı anda üçü de şehirleri teröre boğacak hazırlıklara girişti.

Seçim sonuçları itibariyle koalisyon formüllerinin zorluğu oyun kuruculara geniş bir hareket alanı sağlıyordu. İstedikleri siyasi formül başarıya ulaşırsa AK Parti’yi bu yolla rehin alacaklardı. Ulaşmazsa, örgütler üzerinden ülkeyi felç edip “olağanüstü durum” için ortam oluşturacaklardı.

Pijamayla Başbakan karşılama hesapları

Terör ve şiddet üzerinden şer ekseni için örgütler üzerinden içeride bir cephe kuruldu. İç işgal dediğimiz bu şer eksenini yönetenler ise eskinin iktidar kurucu merkezleriydi. Onlar, Türkiye’yi yeniden görünürde bir demokrasi ama gerçekte oligarkların yönettiği bir ülkeye dönüştürmeye, vesayet altına almaya, pijamalarla Başbakan karşılamaya hazırlanıyorlardı.

Belki son on beş yılda ilk kez böyle bir fırsat oluştu ve bu fırsat harcanmayacaktı. Nasıl olsa bu tezgahı kamufle etmek için bölgesel kaos yeterince örtü sağlıyordu. İntihar saldırıları olunca nasılsa IŞİD vardı, PKK saldırıları olunca nasılsa PKK suçlanacaktı. Nasılsa Erdoğan ve AK Parti düşmanlığını uzun süredir servis ederek zihinleri bulandırmışlardı, her karşı çıkışı bu yolla sulandırabileceklerdi. Bütün bunlar olurken onlar yine dokunulmaz kalacaktı, hiç kimse onları sorgulamayacak, onlarla bir bağlantı kuramayacaktı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

Yenişafak gazetesi köşe yazarı Ali Bayramoğlu bugünkü köşe yazısında “Geriye Dönüş Mümkün mü?” başlığını kullandı.

Bayarmoğlu’nun bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Devlet ve siyasi iktidar keskin. Kararlılık gösterisi kesin. Yapılan her açıklama seferdeki komutan dilinde. Ve hedefte PKK’dan çok HDP var.

Bu yaklaşım ve dil, sadece siyaset ve güvenlik cihazlarının yer değiştirmesine işaret edip, kamuoyu nezdinde bu durumu doğrulamaya çalışmıyor. Aynı zamanda güvenlik politikalarının siyaset imkanlarını ve alanını kuşattığını, bunları daraltabileceğini gösteriyor.

Bu, demokratik bir sistem için tehlikeli bir durumdur.

Çözüm sürecine son vererek, son verdiğinizi ilan ederek “bir siyaset sayfası”nı kaparsınız. Seçilmiş bir siyasi partiyi, liderini, mensuplarını terörle, terör örgütüyle tam eşleştirerek, şiddetten onu sorumlu tuttuğunuz, hareket alanını sınırladığınız an bir sayfayı değil, siyasete, dolayısıyla demokratik imkanlara dair “bir kitabı” kapamış olursunuz, geri dönüşleri çok zor kılarsınız.

Bu husus, içinde bulunduğumuz çatışma ortamında, kabahatin ve sorumluluğun kimde olduğu, kusurların hangi oranda kime ait bulunduğu meselesinden görece bağımsızıdır ve ondan daha önemlidir.

Bir an için, hükümetin ithamlarında ve açıklamalarında tümüyle haklı olduğunu varsayalım (ki dün örneklerini verdiğim tam öyle değil, sorumluluk çeşitli biçimlerde taraflara dağılmış durumda), şu sorular yine de ortada kalır: Bu yöntemle nereye varılmak istenmektedir? Nereye varılacaktır?

Devlet ve hükümet Kandil’e bomba yağdırarak, Kürt meselesine yönelik fiili bir sıkıyönetim haline geçerek, HDP’yi ve siyasetçileri sanık sandalyesine oturtarak PKK sorununu ortadan kaldırabileceğini mi düşünüyor?

Bu mümkün olabilir mi? 30 yıldır Türkiye bu yolla bir sonuç alamadığı için çözüm sürecine başvurmadı mı? Oslo görüşmeleri bunun için yapılmadı mı? PKK’yla organik ilişkisi olduğu iddia edilen HDP’ye bunun için ve bu çerçevede el uzatılmadı mı? Bu siyasi partiyle ve şimdi suçlanan aktörleriyle bunun için saatler, günler süren müzakereler yapılmadı mı?

Başbakan, dün, “gazamız mübarek olsun” havasında konuşuyordu.

Güç, kararlılık, irade gösterisi, şiddet ve terör karşısında devletin varoluşsal meselesine dair dik duruş, tavır tamam. Ancak bunlar PKK saldırılarının her geçen gün artmasını engellemiyor. Hayatını kaybeden görevli, asker, polis sayısı her geçen gün çoğalıyor. Deneyimli, soğukkanlı, Kürt hareketine mesafeli bir yazar dostumuz, dün sohbet ederken, “PKK eski PKK değil, Suriye eski Suriye değil, bölgedeki milliyetçi dalga eskisinden çok keskin, bu politika süreklilik kazanırsa 90’lardan beter bir çatışmaya gideriz, savaşa sürükleniriz diye endişe ediyorum” diyordu. Haklıdır. Hükümet paradigmasını mutlak anlamda değiştirdiyse, durumu Kürt sorunu değil PKK meselesi gibi algılamaya ve tedaviyi asayiş tedbirlerinde görmeye başladıysa, ciddi bir geri dönüş yaşıyoruz ve işimiz zor demektir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

YUSUF KAPLAN-YENİŞAFAK

 Yenişafak gazetesi köşe yazarlarından Yusuf Kaplan bugünkü köşe yazısında “Türkiye, İngilizlere Esaslı Bir Osmanlı Tokadı Aşketti!” başlığını kullandı.

Kaplan’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

İki büyük sanayi devrimini İngilizler yaptı. Açgözlü kapitalist düzenin temellerini İngilizler attı. Modern insanı, “homo economics” / “ekonomik insan” olarak İngilizler tanımladı.

İNGİLİZLERİ ANLAYAMAZSANIZ, HAPI YUTARSINIZ!

Önce “üreten makina” oldu insan. Sonra post-fordist ekonomiyle ve postmodern dalgalarla birlikte “tüketen hayvan”a dönüştü.
Tükettikçe özgürleştiği ayartısına yenik düştü. Tükettikçe tükendiğini, tükettikçe ruhunun çölleştiğini göremedi; tükettikçe özgürleştiğini zannetti ve sonunda “özgür köle” diye bir tür türedi. Türedi bir tür. Hiçbir şeyi göremeyen “bakar kör”!
Bu resim, 200 yıldır yaşananların bir yüzü. Yaşananların bir yüzü daha var. O da pek görülemiyor postmodern “pornografik” algı “operasyonlar”ından ötürü.

Şöyle bir “şey” bu: Yaklaşık 200 yıldır, Afrika’nın içlerinden Malay havzasına kadar dünyanın -en azından en temel- sorunlarının altında İngilizlerin imzası var. 0 yüzden Sultan Abdülhamid Han, bunun acısını iliklerine kadar yaşamış olacak ki, aynen şöyle demişti: “Hangi taşı kaldırsam, altından İngiliz parmağı çıkıyor!”
Şu yani: 200 yıldır oyunları kuranlar, kuralları koyanlar, kuklaları oynatanlar İngilizler!
O yüzden İngilizleri anlayamazsanız, hiçbir seyi anlayamazsınız ve hapı yutarsınız, diyorum.

KRALLAR VE SOYTARILARININ “ÖLÜM DANSLARI”

En az 100 yıldır, coğrafyamızda, “krallar ve soytarıları”nın “ölüm dansı”nı izliyoruz.
Krallar: Batılılar.

Soytarılar, önce, Batılılar tarafından kurulan, kurgulanan, “oynatılan” petrodoIar Arap rejimleri, Ortadoğu’daki bilumum piyon diktatörlüklerdi.

Şimdi onlara uzaktan kumandayla, postmodern sinsi yöntemlerle yönetilen PKK, PYD, IŞİD gibi piyonlar eklendi!
Sonuç iyi görünmüyor krallar için de, soytarıları için de! İkisi de maskeli! İkisi de ölüm dansının maskeli / sahte kahramanları!
Tam bir maskeli balo bu! Maskeler düşecek, kelleri görülecek!
Ve final, sahte krallar için de, soytarıları için de Shakespeare’in trajedilerini aratmayacak kadar acıklı olacak!

“PORNOGRAFİ” ÇAĞI: SAVAŞ’IN ADI, ALGI OPERASYONLARI

Şunu iyi bilelim, derim: Tam bir “pornografi” çağında yaşıyoruz: Pornografi çağı’ndan kastettiğim şey şu: Gerçek’le görüntü’nün birbirine karıştırılması, görüntü’nün, medyalarda gösterilen, çizilen resmin gerçeğin yerine ikame edilmesi: Kitlelerin algı kapılarının kapatılması, ayartıcı medyatik görüntülerle algı operasyonlarının yapılması.

Sonuçta, ayartıcı, baştan çıkarıcı (“pornografik”) görüntülerle, kitlelerin istenilen şekilde yönlendirilmesi.
Bu postmodern süreç, çok tehlikeli bir süreç. Postmodern süreçte, savaşlar, “asaleten” (bilfiil Batılı aktörler tarafından) değil, vekaleten (proxy olarak, piyonlar ve piyonlara sonuna kadar açılan medyalar tarafından) yürütülüyor!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

Akşam gazetesi köşe yazarlarından Kurtuluş Tayiz bugünkü köşe yazısında “Eşbaşkanlıktan Cemaat Trollüğüne” başlığını kullandı.

Tayiz’in köşe yazısının bir bölümü şöyle;

Suruç katliamını kim/kimler veya hangi örgüt yaptı? Patlamanın hemen ardından neredeyse bütün HDP’liler IŞİD konusunda hemfikirdi. Faturayı süratle AK Parti hükümetine çıkardılar. Ancak devlet IŞİD ve PKK’ya yönelik operasyon düğmesine basınca hemen ağız değiştirdiler. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, birdenbire Suruç katliamını “Erdoğan’a bağlı Gladyo’nun gerçekleştirdiğini” öne sürdü. Erdoğan’a daha önce MİT üzerinden birtakım suçlamalar getirilmesine şahit olmuştuk; ancak Cumhurbaşkanı’na bağlı bir Gladyo yapılanmasının varlığından ilk kez Demirtaş sayesinde haberdar olduk!  

Suruç’ta katledilen gençlerin anılarına azıcık saygısı olan biri asıl katilleri bir yana bırakıp sahte failler yaratmakla uğraşmazdı. Demirtaş, Suruç katliamını değerlendirirken maalesef önce hakikati vurdu. 31 gencin katillerinin faillerinin peşine düşme yerine siyasi hasımlarını hedef gösterme kolaycılığına saptı.  
Gerçekleri bu kadar kolay eğip bükme, saptırma özelliği Gülen’in istihbaratçı kalemlerine özgüydü. Yıllarca gerçekleri ters yüz ederek siyaseti manipüle ettiler. Arşimed hayatta olsaydı eminim şöyle derdi; Cemaat’e bir yalan verin, size dünyayı yerinden oynatsın. Demirtaş’ın Cemaat’ten fazlasıyla etkilendiği görülüyor. Adana ve Mersin bombalarını IŞİD üzerinden rahatlıkla Erdoğan’a bağladılar. Diyarbakır bombasını da keza öyle; Cumhurbaşkanı’nın seçim mitingini bombalattığını tereddüt etmeden savunabildiler. Cemaat’in istihbaratçı trollerinin her şeyi Erdoğan ve MİT’e bağlaması gibi Demirtaş da ülkede olup biten olumsuz her gelişmeyi Erdoğan’a ihale etmeye çalışıyor. Bunu paralel yapının desteğiyle yapıyor elbette. Demirtaş’a “Suruç-Erdoğan-Gladyo” suçlamasının kaynağı sorulsa, eminim “Bize gelen bilgilere göre” diye söze başlayacak. Evet, doğrudur, kendisine gelen bilgilere göre konuşuyor Demirtaş; ama bilgilerin paralel yapı kaynaklı psikolojik harp bilgileri olduğundan da kuşku yok. Zaten bunu en iyi bilenlerden biri Demirtaş. 
Paralel yapının/Gülen çetesinin, Erdoğan’ı itibarsızlaştırmak için son yıllarda ürettiği argümanların neredeyse hepsini Demirtaş ve HDP kullanır oldu. Öyle ki insan düşünmeden edemiyor; Emre Uslu eşbaşkan olsaydı HDP’de farklı ne olabilirdi? Demirtaş, Emre Uslu’dan farklı bir şey mi yapıyor?  
Tekrar vurgulamakta fayda görüyorum: Suruç’ta katledilen 31 gencin anısına saygı duymak asıl katillerin peşine düşmekle mümkün olabilir. Katilleri bırakıp Erdoğan’ı hedef göstermenin ancak tek bir açıklaması olabilir; o da gençlerin bilerek ve planlı şekilde ölüme götürüldüğü…  

AHMET TAŞGETİREN-STAR

Star gazetesi köşe yazarı Ahmet Taşgetiren bugünkü köşe yazısında “Zihin Kimyası Bozulunca” başlığını kullandı.

Taşgetiren’in bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

“İki polisimiz şehit oldu diye neden Kandil bombalanıyor?” Cevabı mı merak ettiniz. İşte: 

“İki polisin şehit olmasını bahane edip Kandil’i bombalamanın bence iki sebebi var:

PKK’yı tahrik etmek, çatışmaya çekmek, çıldırtmak, bu bir.

İkinci gerekçe olarak Selahattin Demirtaş’ın karizmasını çizmek, onu itibarsızlaştırmak, Demirtaş üzerinden HDP’yi itibarsızlaştırmak.”

Bu değerlendirmeler kime ait, bildi-niz mi?

Kolay bilemezsiniz.

Nerden bileceksiniz Ali Bulaç’ın, bir cemaat televizyonunda bunları söyleyebileceğini?

İki polisin şehadeti ne ki?

Bahane, öyle mi? PKK kışkırtılmış öyle mi?

Selahattin Demirtaş’ın ve HDP’nin itibarı öyle mi?

Ve Ali Bulaç.

Ve sözümona Cemaat (!) medyası.

Bunun adı kimya bozulmasıdır.

Hayır, Ali Bey’in PKK’yı masumlaştırma çabasına girdiğini ya da Demirtaş’ın ve HDP’nin itibarını korumaya soyunduğunu söylemek istemiyorum. Sözleri öyle bir muhteva taşısa bile, bunun, asıl niyetin bozduğu kimyanın ürünü olduğunu söylemek istiyorum.

Asıl niyet iktidarı eleştirmektir ve onu ne pahasına olursa olsun eleştirme moduna girdiğiniz takdirde, zihin kimyası da allak bullak olabiliyor.

Bu sadece Ali Bey’in yaşadığı bir olgu değil son zamanlarda, bir kere Camia’nın bütün verilerinde böyle bir kimya deformasyonu açık seçik gözleniyor.  

Gazetesinin manşeti ya da TV programlarının konuk formatları hep “iktidara nasıl vurulur?” mantığı ile kurgulanıyor.

Ben şahsen, iktidarın eleştirilmesinden rahatsız değilim. Zaman zaman ben de eleştiriyorum iktidarı. Ama bunun bir kimya bozucu etkiye dönüşmesi ve ondan sonra, bütün yaklaşımların hastalık boyutunda bir savrulma haline gelmesinden rahatsız oluyorum.  

Her gün Camia medyasına ve hele onun internet siteleri ve sosyal medya bataklığında debelenen elemanlarının ürünlerine baktığımda “Bu kadar mı çamura batacaklardı?” demekten kendimi alamıyorum.

Yani şimdi, yılların teorisyeni Ali Bulaç’a ne diyeceksiniz?

Ali Bulaç ki, Camia’nın göbeğinde de değildir, hani biraz “Akil Adam” pozisyonundadır, oraya biraz nizam vermesi beklenir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH

Sabah gazetesi yazarı Hasan Bülent Kahraman bugünkü köşe yazısında “Pat Durumu” başlığını kullandı.

Kahraman’ın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

“İki polisimiz şehit oldu diye neden Kandil bombalanıyor?” Cevabı mı merak ettiniz. İşte: 

“İki polisin şehit olmasını bahane edip Kandil’i bombalamanın bence iki sebebi var:

PKK’yı tahrik etmek, çatışmaya çekmek, çıldırtmak, bu bir.

İkinci gerekçe olarak Selahattin Demirtaş’ın karizmasını çizmek, onu itibarsızlaştırmak, Demirtaş üzerinden HDP’yi itibarsızlaştırmak.”

Bu değerlendirmeler kime ait, bildi-niz mi?

Kolay bilemezsiniz.

Nerden bileceksiniz Ali Bulaç’ın, bir cemaat televizyonunda bunları söyleyebileceğini?

İki polisin şehadeti ne ki?

Bahane, öyle mi? PKK kışkırtılmış öyle mi?

Selahattin Demirtaş’ın ve HDP’nin itibarı öyle mi?

Ve Ali Bulaç.

Ve sözümona Cemaat (!) medyası.

Bunun adı kimya bozulmasıdır.

Hayır, Ali Bey’in PKK’yı masumlaştırma çabasına girdiğini ya da Demirtaş’ın ve HDP’nin itibarını korumaya soyunduğunu söylemek istemiyorum. Sözleri öyle bir muhteva taşısa bile, bunun, asıl niyetin bozduğu kimyanın ürünü olduğunu söylemek istiyorum.

Asıl niyet iktidarı eleştirmektir ve onu ne pahasına olursa olsun eleştirme moduna girdiğiniz takdirde, zihin kimyası da allak bullak olabiliyor.

Bu sadece Ali Bey’in yaşadığı bir olgu değil son zamanlarda, bir kere Camia’nın bütün verilerinde böyle bir kimya deformasyonu açık seçik gözleniyor.  

Gazetesinin manşeti ya da TV programlarının konuk formatları hep “iktidara nasıl vurulur?” mantığı ile kurgulanıyor.

Ben şahsen, iktidarın eleştirilmesinden rahatsız değilim. Zaman zaman ben de eleştiriyorum iktidarı. Ama bunun bir kimya bozucu etkiye dönüşmesi ve ondan sonra, bütün yaklaşımların hastalık boyutunda bir savrulma haline gelmesinden rahatsız oluyorum.  

Her gün Camia medyasına ve hele onun internet siteleri ve sosyal medya bataklığında debelenen elemanlarının ürünlerine baktığımda “Bu kadar mı çamura batacaklardı?” demekten kendimi alamıyorum.

Yani şimdi, yılların teorisyeni Ali Bulaç’a ne diyeceksiniz?

Ali Bulaç ki, Camia’nın göbeğinde de değildir, hani biraz “Akil Adam” pozisyonundadır, oraya biraz nizam vermesi beklenir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

EMİN PAZARCI-AKŞAM

Akşam gazetesi köşe yazarı Emin Pazarcı bugünkü köşe yazısında “Çözülmedik, Bölünmedik” başlığını kullandı.

Pazarcı’nın bugünkü köşe yazısının bir bölümü şöyle;

“Çözüm Süreci” denince yıllardır belli çevrelerden gelen eleştiriler hep aynı. Onlara bakılırsa “çözüm” ile “bölünme” ve “parçalanma” kelimeleri eşanlamlı. Süreçten yana yer alanların tamamı da “vatana ihanet” içinde. 

Suçlamalar ilk günden bu yana devam etti, gitti… 
Ülkenin birlik ve bütünlüğü için “acaba işe yarar mı?” düşüncesiyle Öcalan’ı kullanıp devreye sokmaya çalışanlar “Apocu” ilan edildi. PKK’yı silahsızlandırma çabaları “Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne kastetmek” olarak değerlendirildi. 
Meclis’te siyasi parti grup toplantılarının yapıldığı her salı günü “Ülke bölündü, bölünüyor, bölecekler” iddiaları tekrarlanıp durdu. 
Söylenmedik söz bırakılmadı… 
Edilmedik hakaret kalmadı 
* * *
Gelinen nokta ortada. Çözüm Süreci tek taraflı da olsa devam ediyor; ama PKK’nın da başına bomba yağıyor. 
Ülke bölündü mü, parçalandı mı? 
Üstelik, çatışmasızlık sürecini sonlandıran, Çözüm Süreci’ni baltalayan da terör örgütü PKK oldu. Ucuz siyasete devam edip şimdi de şunu mu söylemek gerekiyor: 
-Çözüm karşıtları, nasıl da PKK ile aynı noktada buluştunuz! 
Boşa demedim “ucuz siyaset” diye! Yıllardır sürüp giden “Katil Öcalan’la kol kola ne güzel de anlaşıyorsunuz” türünden saçma sapan ve sığ değerlendirmelere verilecek cevap ancak bu olabilir! 
* * *
Oysa Türkiye yıllardır ciddi bir sorunla karşı karşıya… 
Kimine göre “terör”, kimine göre “bölücülük”, kimine göre de “Kürt” sorunu… Yılardır huzur ve barışı tehdit ediyor. Ülke kaynaklarını öğütüyor, kan ve gözyaşı üretiyor. Üstelik, her an alevlendirilmeye müsait bir biçimde yerinde duruyor. 
İşte “Barış ve Kardeşlik” ya da “Çözüm Süreci” denilen proje, bu ciddi sorunu çözmeye yönelikti. 
O ya da bu istediği için yapılmadı. Milli bir proje olarak uygulamaya konuldu. Sorunun çözülmesi gerektiğine inanıldığı için adım atıldı. Siyaseten de son derece büyük riskler alındı. 
Kısacası… 
Birileri elini taşın altına koydu. 
* * *
Sen misin bunu yapan?.. 
Birileri eli taşın altında ciddi bir mücadele verirken, elini taşın altına koymayanlar, bu süreç içinde sadece laf ürettiler. Şimdi kimse kusura bakmasın ama bu büyük sorundan siyasi rant elde etmeye de çalıştılar. Sadece eleştirdiler, buna karşılık herhangi bir reçete ve proje ortaya koymadılar. Her fırsatta milli olmakla övünmelerine rağmen, milli bir projeyi yerden yere vurdular. 
Sorumluluktan çekindiler… 
Mücadeleden kaçtılar. 
Tıpkı seçim sonrası yaptıkları gibi! Sanki bu ülkenin meseleleri onları ilgilendirmiyormuş ve adeta onların hiçbir görev ve sorumlulukları yokmuş gibi davrandılar. Her türlü formüle kapılarını kapattılar. 
“Karşıyız karşı, her şeye karşı” diyorlar, “Biz iş yapmaya yanaşmayız, ama çok güzel eleştiririz” tavrını devam ettiriyorlar. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5