Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz sonuçlanan koalisyon görüşmeleri var. İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK “Koalisyon olmadı, hadi asılın tetiğe!” Parti ile CHP arasındaki koalisyon görüşmelerin...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz sonuçlanan koalisyon görüşmeleri var.

İBRAHİM KARAGÜL-YENİŞAFAK

“Koalisyon olmadı, hadi asılın tetiğe!”

Parti ile CHP arasındaki koalisyon görüşmelerinden sonuç çıkmadı.
Özellikle AK Parti tabanının kabullenemediği, hazmedemeyeceğiniaçıkça ortaya koyduğu, iki siyasi partinin temel kavramlardauzlaşmalarının çok zor olduğu, kurulsa bile uzun süre devam edemeyeceği belli olan bir koalisyon görüşmesi yürütüldü. Sanki birimkansıza ulaşılmak istendi.

Koalisyon kurulsa mucize olacaktı, kurulan koalisyonun devamı damucize olacaktı. Kamuoyu da, siyasi karar mekanizmaları da görüşmelerin başında hangi noktada ise sonuç ta öyle çıktı. 8 Haziran sabahı Türkiye kamuoyu “bu işin tek çözümü yeniden seçim” dedi. Geldiğimiz noktada, koalisyon görüşmelerinin başarısız olduğu gün de kanaatler 8 Haziran sabahından farklı değil. İmkansızızorlamanın anlamı yoktu ve Türkiye, normal yoluna, yeniden seçime gitmekten başka bir seçeneğe sahip değildir.

Terörü şantaj olarak kullandılar

Ama işin bundan sonrası önemli. Önümüzdeki tek gündem seçim değil. Her ne kadar koalisyon görüşmeleri olgunlukla yürütülmüşse de,olgun olmayan, çirkinleşen, Türkiye’nin üstünde çıkarların çatıştığı, bu çıkarlara göre iç politikayı dizayn etmeye girişen bir irade var.

Bu irade, seçim öncesi bir proje başlattı ve Türkiye’yi böyle bir noktaya sürükledi. Tayyip Erdoğan’ı harcama ve AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırma esasına dayanan proje, dışarıdan milli iradeyemüdahaleydi ve onlar kaldıkları yeden hükümeti de şekillendirme çabalarına girdiler.

Seçim sonrası koalisyonu zorlamak için terörü nasıl tahrik ettiklerini, bütün ülkeye karşı nasıl şantaj unsuru olarak kullandıklarını gördük. Günlerdir AK Parti’yi bir şeylere zorlamakiçin kan üzerinden bir senaryo uyguladılar. Terörü tahrik ettiler, “bunu ancak AK Parti-CHP koalisyonu durdurur” mesajı verdiler. Zaten HDP’nin seçim kampanyasını da onlar yapmıştı. Seçim sonrası da HDP’nin pozisyonunu onlar belirliyordu.

Şimdi intikam saldırıları başlatacaklar

Peki ya şimdi?
AK Parti-CHP koalisyonu sağlanamadı ya, bunlar şimdi intikam saldırıları başlatacaklar.
Terör, kan, ekonomik kriz, toplumsal kaos, sokak hareketlerimüthiş operasyonlara girişecekler.
AK Parti’den intikam almak için yola çıkacaklar ama Türkiye’den intikam alacaklar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı vuralım derken bütün ülkeye kurşun sıkacaklar.

Türkiye için felaket senaryoları servis edecekler. Ortadoğu’daki kaos fırtınısını içeri davet edecekler. Türkiye karşıtı ne kadar örgüt, emperyal güç, kalem tetikçisi varsa, onlarla iş tutacaklar, onlaraihaleler dağıtacaklar.​

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

“İstikamet seçimler…”

Beklenti dört siyasi arasında bir tür, bir yolla, bir şekilde bir uzlaşma imkanının bulunması, bir koalisyonun kurulmasıydı.

Olmadı…
Türkiye (büyük bir ihtimalle) seçimlere gidecek.
Meclis’te temsil edilen dört parti arasında kağıt üzerinde bir çok koalisyon formülü ve hükümet seçeneği vardı. AK Parti-CHP, AK Parti-MHP, AK Parti-HDP, AK Parti-CHP-MHP, CHP-MHP-HDP koalisyonları bunlar arasında yer alıyordu. Ancak, malum, alan ilk günden daraldı, daraltıldı. MHP’nin HDP’yi gayri meşru ilan etmesi, bu partiyle dolaylı, dolaysız tüm işbirliğini reddetmesi geriye iki formül bıraktı. Bunlardan AK Parti-MHP koalisyonu da MHP tarafından ilke olarak reddedilince, geriye tek seçenek, AK Parti-CHP koalisyonu kalıyordu.

Bu iki görüşmeler hiç beklenmedik biçimde, alışılmadık ölçüde yumuşak, yapıcı ve uzlaşmacı bir atmosferde yürüdü. Kabul etmek gerekir ki, bu tablo bile yerleşik çatışmacı siyasetin bir ölçüde normalleşmesine, gerginliğin kısmen azalmasına, uzlaşma umutlarının doğmasına neden oldu, hatta katkıda bulundu.

Ancak “gerçek bir normelleşme sürecini” tamamlamak için bunlar yeterli olmuyor. Siyasi partilerin karşılıklı tavizler vererek, kimliklerinin ötesine geçen bir yönetim mekanizması oluşturmayı kabul etmeleri, buna ilişkin riski almaları, katılımcı ve uzlaşmacı adımları öne almaları gerekiyor.

Kamuoyunun bu iki parti arasındaki umutla, iyi niyetlerle, yüksek beklentilerle izlediği temaslarda bunlar gerçekleşmedi ne yazık ki koalisyon arayışları başarısızlıkla sona erdi.
Kim ne derse desin, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası, siyasi aktörlerin ilk demokrasi ve uzlaşma sınavını başarıyla verdikleri söylenemez.

Üç nedenden söz edebiliriz.
İlki ülkedeki uzlaşma kültürünün zayıflığı ve iki siyasi ana damar arasında işbirliği geçmişinin fakirliğidir. Dış politika, milli eğitim gibi konularda, reform anlayışında ve koalisyon süresi konusunda ciddi farklar içeren bakış açıları ve angajmanlarıdır.
İkincisi blokaj halinde erken seçime gidilecek olması, bunun yüzde 41 oy alan ve tekrarlanacak seçimlerde tek başına iktidara gelebileceğini düşünen AK Parti çevrelerinin varlığı ve etkisidir.

Üçüncüsü AK Parti ve CHP dışındaki, Meclis’in milletvekillerinin üçte birini kapsayan iki siyasi partinin, uç eğilimde, talepleri yüksek, uzlaşma şartları sınırlı siyasi partiler olmasıdır. Ve bunun siyasi ittifak alanını sınırlamasıdır.

Başbakan Davutoğlu dün, CHP Genel Başkanı’yla yaptığı görüşmeden sonra, iki hususun altını çizdi.
Önce yeni ve beklenmedik bir gelişme olmadığı (örneğin MHP’yle yeni bir temas ve uzlaşma) takdirde, koalisyon alternatiflerinin tüketildiğini ve erken seçim aşamasına geldiklerini söylüyordu.

Davutoğlu’nun altını çizdiği diğer husus, erken seçim kararını, siyasi partilerin anlaşarak, cumhurbaşkanına bırakılmadan parlamentoda almaları yönündeki AK Parti tavrıydı.
Anayasa’nın siyasi partileri hükümet kurmak için verdiği süre, en azından cumhurbaşkanının devreye girmesine kadar geçecek süre 23 Ağustos’a uzanıyor. Davutoğlu’nun önümüzdeki günlerde, aldığı hükümet kurma görevini iade etmeyeceği, yapacağı görüşmeleri ise temel olarak bu çerçevede yürüteceği anlaşılıyor.

AK Parti’nin kendi hükümetiyle ya da bir azınlık hükümetiyle gitmek istemesi tabidir. MHP ise cumhurbaşkanının görevlendirmesiyle kurulacak zorunlu bir hükümette HDP’nin varlığına duyacağı tepki nedeniyle bu tür formüllere destek vermesi beklenir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HAYRETTİN KARAMAN-YENİŞAFAK

“Modernistler geçidi”

Geniş manada Batı’nın Doğuyu medeniyet ve kültür bakımından iki büyük meydan okuması olmuştur: 1. Emeviler zamanında, 2. Batı’daki büyük değişimden sonra (18. Yüzyıldan itibaren).

Birinci harekette Müslümanlar bu çetin meydan okumaya beyan, irfan ve bürhan okullarıyla mukabele ettiler, büyük bir İslâmî birikim ve manevi servet oluştu. Sonuç olarak Müslümanlar kendi özgün medeniyetlerini kurdular, Batı’yı da büyük ölçüde (Rönesans, reform ve aydınlanmaya kadar) etkilediler.

İkinci ve halen devam etmekte olan meydan okuma karşısında da İslam alimleri ve düşünürleri farklı usuller ve hedeflere ayrılarak
mücadele veriyorlar.

Eskiyi tekrar edenler ve yaşadıkları dünyanın dışında kalanları bir yana bırakırsak iki ana damardan söz edebiliriz: Modernist İslamcılar ve muhafazakâr İslamcılar. Bu iki damarı farklı isimlerle anmak da mümkündür.
Modernist İslamcılar din ve medeniyet olarak İslam’dan vazgeçmiyorlar, ama bilerek bilmeyerek o sonuca gidiyorlar; çünkü İslam’ı doğru anlamanın anahtarı olan klasik usulü terk ediyorlar, Batı kaynaklı tefsir yöntemlerini kullanıyorlar, medeniyet, insan ve düzen olarak Batılı’dan farklı olmayan bir yapıyı İslam adına takdim ediyorlar.

Muhafazakâr İslamcıların “muhafazakâr” tarafı klasik usule sadık kalmalarıdır. Bu usulü kullanarak çağımızda, insanlığın muhtaç olduğu farklı bir medeniyeti, çağın dilini de kullanarak insanlığa takdim etmek üzere tecdid ve ictihada yolundan yürüyorlar.
Eğer “Müslüman toplumlar”ın problemlerini çözmek, tıkanan yollarını açmak, Müslüman kalarak dünya hayatında var olduklarını dünyaya kabul ettirmek istiyorsak –ki, İslamcılık budur- bunun yolu modernistlerin yolu değildir; çünkü bunların usulleri yanlış olduğu gibi yıllar boyu uğraşmalarına rağmen bir sosyal tabanları da oluşmamıştır.

Doğru yolda ve doğru usul ile hareket eden İslam bilim adamları dışlanarak varılacak “İslâmî” bir hedef yoktur.
Bana doğru adres diye isimleri yazılan birkaç kişi hakkında bilgi verecek ve değerlendirme yapacağım. Peşinen şunu söyleyeyim: Bunlar da demokrasiden yana oldukları halde hiçbiri batılı manada laik demokrasiyi savunmuyorlar.
Doğru adres başlıklı yazımda şöyle demiştim: “Mezhepçilik ve mezhebî siyaset ümmeti parçalar, birbirine düşürür ve tüketir. Mezhepçilik yerine -her grubun farklı mezhep inançlarını kendilerine bırakıp- ortak İslam imanında kardeş olmaya bakmak gerekiyor.”

Bu yazıyı eleştiren bir yazar benim adresimin yanlış olduğuna işaret ederek doğru adresin Ahmed el-Katib, Hüseyn Fazlullah olduğunu yazmıştı. Dünkü yazımda bunlara Türabi, Gannuşi ve T. Ramazan’ın da ilave edildiğini gördük.
Ahmed el-Katib’den başlayalım:

Ahmaed Kâtib Şîî-Ca’ferî medreslerinde okumuş, Irak, Kuveyt ve İran’da Şîî medrselerde (havze) hocalık yapmış, Lonrda’daki Medeniyetlerarası Diyalog Cemiyeti’nin başkanlığını yapan bir zat. Gelenekleşmiş Şîî mezhebi kurallarını eleştirdiği için birçok meşhur Şîî-Ca’ferî alim tarafından sert bir şekilde eleştirilmiş, ‘cahil, sapkın hatta münkir’ olduğu ileri sürülmüştür.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

TAMER KORKMAZ-YENİŞAFAK

“Tuzak bozuldu”

Sürpriz yok: AK Parti ile CHP koalisyonu gerçekleşmedi. Bir başka deyişle, Olmaz’ın Mesaisi sona erdi. Günlerdir iki parti arasında süren koalisyon görüşmeleri beklendiği gibi menfi sonuçlandı.
Küresel Baronlar ile onların içerideki mümessili olan İstanbul Baronları’nın, AK Parti’ye ve Türkiye’ye kurduğu “CHP ile Koalisyon” tuzağı berhava oldu.
Neticede, AK Parti yönetimi işbu derin tuzağa düşmedi. Üstelik AK Parti’de “CHP ile koalisyonu arzu edenler” de vardı…
Bu bağlamda, AK Parti’de konuşlanmış “Truva Atı” isimler özellikle dikkat çekti!
*
CHP yönetimi, “AKP ile koalisyon için” hayli istekliydi; pek hevesliydi.
“Kurnaz Tilki” gibi beklemedeydiler. Kendilerine sufle edilen, biçilen “siyasi rol” buydu.
*
CHP, “Restorasyon Hükümeti” için bastırıyordu. Bu tabir bile tek başına AK Parti ile muhtemel bir koalisyonun “asıl mecrasını, gizli gayesini” açık etmeye yetiyordu.
AK Parti’nin on üç yıllık tek başına iktidar döneminde Türkiye’nin elde ettiği temel kazanımların geriletilmesi, dahası “yok edilmesi” amaçlanıyordu.
CHP ile koalisyona sürülerek, AK Parti’nin (dahası Bağımsız Türkiye’nin) dizginlenmesi hesaplanıyordu.
Yeniden Batı Kulübü’ne eklemlenmek suretiyle milli menfaatler doğrultusunda seyreden “dış politika”nın boşa çıkarılması…
Paralel Casusluk, Telekulak, Suç ve Terör Örgütü ile mücadelenin “zaafa uğratılması, zayıflatılması, bitirilmesi” planlanıyordu.
*
CHP ile koalisyona girmiş bir AK Parti’nin uğrayacağı muhtemel siyasal zararın da derin senaryoda yer aldığına kuşku yoktur.
Böyle bir koalisyonla, erken seçimde veya ilk genel seçimde AK Parti’nin Yüzde 41’lik oy yüzdesinin önemli ölçüde gerileyeceğini; bunun da son tahlilde, AK Parti’siz bir hükümeti “çantada keklik” misali kolaylaştıracağını düşündüler.
*
Çok yönlü hesapları böyleydi; ne var ki, tutmadı…
Derin mahfillerdeki hesap, siyaset çarşısına uymadı.
*
Başbakan Davutoğlu, Kılıçdaroğlu ile nihai koalisyon görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada “Başta eğitim ve dış politika olmak üzere bazı konulardaki derin görüş ayrılıklarının” koalisyon ortaklığını mümkün kılmadığını işaretledi.
CHP, koalisyonun bir “onarım hükümeti” ekseninde olmasını istiyordu; AK Parti ise “Reform Hükümeti”nden yanaydı. İşte bu yüzden de “Olmaz’ın Mesaisi” idi.
*
Başta Doğan Medyası olmak üzere içerideki Baronsal işbirlikçilerin, CHP ile koalisyon alternatifinin elenmesi ile birlikte “karalar” bağladıkları açıktır.
Çünkü “ümit bağladıkları” tuzakları bozulmuştur.
“Temenni” ile çalışan barometreleri iflas etmiştir.
*
Şimdi, geriye koalisyon seçeneği olarak sadece “AK Parti-MHP” formülü kaldı.
Devlet Bahçeli’nin menfi tavrı devam ettiğine göre, erken seçim “çok kuvvetli bir ihtimal” olarak kapıdadır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORAL ÇALIŞLAR-RADİKAL

“Bir imkândı…Dünyanın sonu değil”

Keşke koalisyon gerçekleşseydi” diyenlerdenim. Ama dünyanın sonunda da değiliz. Şimdi ileri bakma zamanı.

AK Parti-CHP koalisyonu, iyi bir seçenekti. Kutuplaşmış, sorunları ağırlaşmış, bölgesel krizin içine çekilme ihtimali artmış, çözüm sürecini buzdolabına kaldırmış ve başka binbir türlü sorunla başetmeye çalışan Türkiye için; geniş tabanlı koalisyon, bir soluk aldırabilirdi.

Diğer taraftan; özellikle AK Parti tarafındaki bazı çevrelerin, “büyük koalisyon” fikrine sıcak bakmadığı, en baştan belliydi. “Tek parti iktidarını sürdürme” düşüncesi, daha cazip ve heyecan verici olabilir, bu normal.

“İntikam koalisyonu”ndan uzlaşmaya

CHP tarafında yaşanan sürece gelirsek: “AK Parti ile koalisyon ihtimali”ne yönelim; diğer seçenekler ortadan kalktıktan sonra gelişti. Hatırlayalım: Haziran’da, seçimin hemen ardından; CHP yönetimi, AK Parti’yi dışında bırakan bir “üçlü koalisyon” önerisiyle ortaya çıktı. “Tayyip Erdoğan’dan hesap sorma” fikri, CHP tabanına cazip geliyordu. Kılıçdaroğlu, bu öneri uğruna, Bahçeli’ye “Başbakanlık teklifi” bile yaptı.

MHP, (bazı kesimlerde “intikam koalisyonu” olarak da yorumlanan) bu konseptin dışında kaldı. MHP, “AK Parti’yle bir koalisyon”a da, olumlu bakmadı. AK Parti ve CHP’nin önünde iki seçenek kalmıştı: “Büyük koalisyonu denemek” veya “erken seçim”…

Başından beri, iki büyük partinin yapabileceği bir koalisyonun, bugünün koşullarındaki en iyi seçenek olduğunu savunuyorum. Toplumun çok geniş bir kesiminin de, kendi sorunlarının çözümünü, burada gördüğünü düşünüyorum. Ancak, umulan olmadı. İki siyasi akımının temsilcileri,  “Türkiye’nin sorunlarını birlikte çözebilmek için uzlaşmaya henüz hazır olmadıklarını” gösterdiler.

Zorlukları da anlamak gerekiyor. Yakın siyasi tarihimizde; çok sert kutuplaşmalar, darbeye varacak siyasi kavgalar yaşandı. Yaralar taze, dolayısıyla da uzlaşmak kolay değil.

40 saatlik kazanç 

İki siyasi akımın önde gelen temsilcilerinin (geçmişteki kötü tecrübeleri de dikkate alırsak) uzlaşmak ve birlikte bir hükümet kurmak amacıyla yürüttükleri sabırlı görüşmeler; siyasi geleceğimiz adına bir ilerlemedir. 40 saati aşan ve saygılı bir ortamda açık yüreklilikle yürütülen görüşmelerde, hemen hemen tüm temel meseleler ele alındı. Normalde hızla kavgaya dönüşebilen birçok konu; sakin bir ortamda konuşuldu, görüşüldü, karşılıklı farklılıklar dile getirildi.

Henüz güçlü sentezler ve ciddi perspektifler gelişmiş olmayabilir, ama bir başlangıç var. Davutoğlu ve Kılıçdaroğlu, uzun zamandır alışık olunmayan bir “iletişim performansı” gösterdiler. Saygılı ve düzeyli bir tartışma geleneği adına (şimdilik yüzeysel algılansa ve şekille sınırlı kaldığı düşünülse bile) bir “ilk adım” atıldı. 

Konuşabilmek geleneği

Şunu  önemli görüyorum: Türkiye’nin çok temel meselelerinin, masada konuşulabileceğinin, karşılıklı saygı temelinde iki tarafın birbirini dinleyebileceğinin görüldüğü, bir aylık bir “uzlaşma arayışı” yaşadık. Bu yeni iletişim biçimini, tüm eksiklere rağmen önemsemeliyiz. Her iki parti başkanına da teşekkür etmeliyiz.

Seçimde yeniden sertlik olmasın

Artık, erken seçim, çok yüksek ihtimal… Partiler, erken seçime kadarki süreci; birbirlerine saygılı şekilde, kışkırtıcılıktan ve hakaretten uzak bir tarzda geçirebilirler mi? Son iki ayda denenen yeni iletişim biçimi, bu süreçte de kendini hissettirebilir mi? Hep birlikte göreceğiz. Zorlukları ve toplumdaki çelişkileri küçümsemesem de, beklentileri yüksek tutmaktan yanayım.

Çatışma ve gerginlik

Çözüm süreci kırılmaya uğradı. Çatışma giderek yaygınlaşıyor. Türkiye’nin özellikle Güneydoğu’sunda, alışık olmadığımız bir atmosfer yaşanıyor. Bazı kentlerde, “artık kendimizi biz yöneteceğiz, devletin kurumlarını tanımıyoruz” açıklamaları dikkat çekiyor. KCK, bu açıklamaları destekleyen bildiriler yayınlıyor. Eski öngörülerden farklı bir ortamın içindeyiz.

Görünen o ki, sorunlar büyüyor ve karmaşıklaşıyor. Geçmiş “devlet aklı”; bu durumlarda, “güvenlikçi anlayışla” karşılık veriyordu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ASIM YENİHABER-VAHDET

“Savaş Suçsuzları!​”

Ne oluyor son günlerde? Yollar kesiliyor, tırlar-kamyonlar yakılıyor… Yollara mayın döşeniyor, askerî araçlar tahrip ediliyor… Hendekler kazılıyor, patlayıcı döşeniyor… Bomba yüklü araçlarla karakollara saldırılıyor… İki polis uykudayken şehit ediliyor…Ve her gün şehit haberleri geliyor…

Kim bunların failleri? Terör örgütü mensupları…

Dünyanın neresinde olursa olsun bunlar suç ve cezası da asla hafif değil…

Peki bunlar suçsa, bu fiillerin önlenmesi için tedbir almamak ne olur? O da suç olur! O yüzden devlet güçleri, hem suçluları yakalamak için gerekeni yapıyor hem de tekerrürünü önlemek için tedbir alıyor. 

Eğer suça “suç” demezseniz, diyemezseniz; meşru işleri suç kategorisine sokarsınız. 

Bir yerde fuhuş suç olmaktan çıkarılmışsa, fahişeler bu fiili işlemeyenleri suçlu olarak görmeye başlar.

Namussuzluk değil, namusluluk suç olur. Ahlâksızlık değil, ahlâklı olmak suç sayılır. 

Tam da bugünlerde olan bu!

Terörist örgüt uzantısı siyasi parti terör suçu işleyenleri lanetleyerek engellemeye çalışacağına, onların suç işlemesini önlemeye çalışan, suçu sabit olanları cezalandıranları suçlu sayıyor. 

Biraz önce dedik ya, azgın fahişe namuslu kadınları görünce haykırıyor: “Bu kadınlar ahlâksız, çünkü o…luk yapmıyor!”

İşte bu minval üzere, HDP’liler Birleşmiş Milletler’e başvurmuşlar. “Türkiye Cumhuriyeti Devleti yürütme makamlarındaki en üst yetkili konumda yer alan yetkililerin savaş suçu ve insanlığa karşı suçlardan soruşturulmaları için Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılığı’nın harekete geçirilmesini” istemişler.

Türkçe’nin işlek bir eki var…-sız, siz, suz, süz…Olumsuzluk yapar, yokluk belirtir. Ahlâk-sız, haysiyet-siz, namus-suz…vs.

Bugünlerde bu kelimeler olmaksızın konuşmak, yazmak mümkün değil…Çünkü ortalık bunlardan geçilmiyor. Son yazım bunların en haysiyetsizi hakkında idi. Ona artık kirlettiği ismi ile değil, “Tintin” diye sesleneceğimi yazmıştım.

Bir okuyucum başka bir isim teklif etti: “Rintintin”!

Bunlara söyleyeceğimiz şu: Adam gibi adam olun! Özünüz sözünüz bir olsun. Özerk olmadan sözerk olun! Barış şampiyonluğuna soyunmadan terörist ağababalarınızla alâkanızı kesin. 

Diyeceksiniz ki, daha doğrusu diyorsunuz ki, “bizim zaten onlarla alâkamız yok!” Demek ki sizin utanmanız da yok!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BURHANETTİN DURAN-SABAH

“Ortaklık olamazdı çünkü… “

7 Haziran seçimleri üzerinden altmış yedi gün geçti. Türkiye hâlâ hükümetini arıyor. Dünkü Başbakan Davutoğlu-Kılıçdaroğlu görüşmesi ile AK Parti-CHP koalisyonu kurulamadığı netleşti… 
Görüşmeler “nitelikli bir süreç” olarak yürüdüyse de masa devrildi… AK Parti’nin “kısa süreli reform hükümeti” ile CHP’nin “uzun süreli restorasyon hükümeti” önerileri örtüştürülemedi. Şimdi medyamız masanın devrilmesinin sorumlularını arayacak… Parti temsilcileri koalisyonun neden olamadığını karşı tarafı suçlayarak açıklayacak… Davutoğlu erken seçime gidilmeden önce son bir kez daha MHP’nin kapısını çalacak muhtemelen… 
İki parti arasından koalisyon kurulamamasının en büyük müsebbibi olarak muhalefet Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “vesayetine” işaret edecek. Hem de Erdoğan ve Davutoğlu ayrışması yaratmak isteyen bir kampanya eşliğinde… Bu iddia, olası erken seçime malzeme hazırlığı mahiyetinde daha da köpürtülecek… Serinkanlı analizlere ihtiyaç var… Mesele Erdoğan ve Davutoğlu siyasi farklılaşması değil… 

***

Birbirine zıt iki gelenekten gelen siyasi partinin koalisyon kurmasının Türkiye’yi kutuplaşmadan, terörle mücadeleden yeni anayasa yazılmasına kadar birçok alanda rahatlatacağı yolunda argümanlar sergilendi. İş dünyasından aydınlara kadar elit kesimlerin arzuladığı böylesi bir koalisyonun AK Parti ve CHP tabanlarında yeterli destek görmediği hepimizin malumu. Bu yüzden koalisyon kurulmamasının ortak açıklayıcısı tabanların onay vermemesi olacak. Ancak AK Parti-CHP ortaklığının önünde iki kritik engel bulunuyor; birisi konjonktürel diğeri ise ideolojik. 

***

İki parti arasında koalisyon kurulamamasının konjonktürel sebebi 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşanan “normalleşmenin” henüz bir koalisyon kurulabilecek seviyeye gelmemesidir. Bu da aktörlerin iktidarı paylaşabilecek bir uzlaşmaya varamaması demektir. Aktörler, üzerlerindeki siyasi yükü omuzlarından indirebilecek bir durumda değil… 
Kılıçdaroğlu, “13 yıldır bu ülkeyi tek başına yöneten tek parti, ortak istemiyor” diyerek AK Parti’ye bu yönde eleştiri getirdi. Aynı eleştiri tersinden CHP’ye yöneltilebilir. CHP de hem Kemalist geleneğin getirdiği “laikçi” mirasın hem de on üç yıldır AK Parti’ye yaptığı eleştirilerin etkisinden kurtulamadı. “Restorasyon” hükümetinde ısrar etmesi bu durumun bir göstergesi… Bu da ikinci ideolojik engele götürüyor bizi: farklı Türkiye tasavvurları. 
AK Parti için “restorasyon” Türkiye’yi dönüştürme politikalarının sadece başarısızlığını değil aynı zamanda yanlışlığını kabul etmesi anlamına gelecekti. AK Parti’nin “Yeni Türkiye” hedefinin taşıyıcı teması ülkenin uluslararası sistemde kendine yeni bir yer aramasıdır. Son on üç yıldaki komşularla sıfır sorun politikası da Arap Baharı sonrası uygulanan iddialı Ortadoğu dış politikası da bu arayışın sonucudur. Bu yüzden CHP “restorasyon” talebi ile AK Parti’nin ideolojik koordinatlarını radikal bir şekilde dönüştürmek istiyor. 
Üç yıldır iç siyasette yaşanan türbülansların da dış politikamız ve bölgesel güç denklemlerdeki gelişmelerle yakından alakalı olduğu da hatırlanmalı. İşte bu sebeple AK Parti- CHP arasında koalisyon kurulmasının önündeki en belirgin engel, siyasetçilerin kişisel istekleri ve görüşleri değildi… Ne Erdoğan’ın ne Davutoğlu’nun ne de Kılıçdaroğlu’nun şahsi tercihleri belirleyici oldu. Kritik husus, AK Parti ve CHP’nin farklı “Türkiye” vizyonlarına ve dış politika anlayışlarına sahip olmalarıydı. 
Nitekim Erdoğan da CHP ile koalisyon ortaklığının Başbakan Davutoğlu’nun “kendi ilkeleri ve düşünceleri ile örtüşmesi” gerektiğini söyleyerek bunun altını çizdi. Hatta “herhalde intihar edecek hali yoktur” diyerek ilkelerin örtüşmemesinin yaratacağı sıkıntıları ima etti. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Acaba “Batı” bu konularda ne düşünüyordur?”

Koalisyon mu kuracağız, erken seçime mi gideceğiz? Girdiği her seçimi kazanan ve yüzde 52’lik halkoyu ile Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan mı, yoksa PKK terörü örgütü mü meşru siyasetin dışına itilsin? Önce terörle mi mücadele edeceğiz, yoksa terör örgütlerinin siyaset üzerinde ipotek koymalarını görmezden mi geleceğiz? 

Batı ne der? 
Bütün bu tercihler arasında yol haritamızı belirlerken “Acaba Batı ülkeleri ve Batı medyası ne diyor” sorusuna endeksli arayışlara takılırsak, geleceğimiz karanlık olabilir. Bakarsınız Türkiye’nin Avrupalı olduğunu bir türlü kabul etmeyen Brükselliler, PKK’yı bağırlarına basarlar… Asya’da İran etkisine karşı örgütlenmekle görevlendirilen ama bu arada Türkiye’de polise, yargıya sızıp devleti ele geçirmeyi planlayan bir örgütün şefi, Amerika’da sığınak bulur… 

Avrupalı olduk mu? 
Acaba bu “Batılılaşmak”, “Avrupalılaşmak” ya da “Modernleşmek” gibi kavramları biraz abartarak mı benimsedik? Örneğin Lübnanlı yazar Amin Maalouf da bu konuya takılmış… Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Çivisi Çıkmış Dünya” kitabında, Atatürk’ü yorumlarken özetle şöyle diyor:
– Atatürk Türkiye’yi ve Türkleri yeniden biçimlendirmek için, Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalılaşmasını ister, Arap alfabesi yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmalarını zorunlu kılar.
Batı tarzı şık bir şapka kullanmaya başlar. 

Onlar kabul etmiyor 
– Atatürk’ün elde ettiği meşruiyet onun ölümünden sonra da devam etmiştir ve bugün de Türkiye onun adına yönetilmektedir…
Avrupalılar onlara günde üç kez Avrupalı olmadıklarını ve aralarında yerlerinin olmadığını söylerken, Kemalistler halklarını nasıl Avrupalılaşmaya ikna edebilirler? 

Hangi üst değerler? 
Bütün bu gibi durumlardan ve benzer yorumlardan çıkartılacak ders ortada… “Batı” ya da “Avrupa” kendi siyasal coğrafyasında “Üst değerler” olarak kabul ettiği olgular, Batılılaşmaya çabalayan coğrafyalarda çiğnendiği zaman umursamaz oluyor. Mısır’daki darbeye “Darbe” diyemiyorlar… Türkiye’yi kana bulayan terör örgütü adına Brüksel’e gidip “Türk Hükümetine dur deyin” diyerek başvuranlara “Hadi oradan” diyemiyorlar.
Amerika “Demokrasi getireceğim” gerekçesi ile Irak’ı işgal ediyor ve sonuçta bu ülke hem mezhep kavgalarına, hem de milyonlarca hayata mal olan bir kargaşaya sürükleniyor. Ve bu durum sonunda Amerika’yı değil Türkiye’yi etkiliyor. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“İpoteği koyan rahmetli babandır”

İşte kendileri söylüyorlar: 
“Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’na danışarak seçimlerin yenilenmesine karar verebilir.”
Bunu nereden mi çıkarmışlar? Çünkü Anayasa’da öyle yazıyor.
Ve de “danışarak” diyor, “mutlaka onun lafına uyar” demiyor…
Yani TBMM Başkanı “hayatta olmaz” dese bile o kendi kafasına göre bir karar verebilir. “Çok kötü yazılmış Anayasa” derken kastettiğimiz buydu. (“TBMM başkanıyla ikili ve ortak bir karar alır” dese konu netleşecek.) Anayasa’yı yazan Profesör Doktor Orhan Aldıkaçtı’nın dili de bozuktu, “hukuk anlayışı” da. (Profesör deyince…
Biz bu memlekette “kurtuluş savaşında Ankara’yı Yunan ordusuna yaktırıp yıktıran” profesör de gördük, üstelik bu ikincisi başbakandı!) Kenan’ın “has adamıydı”… Hani, Kenan’ın konseyinden ilham alıp o günlerde hemen kendisi de bir konsey kuran bir basın zartzurtçusu gibi canım…
Bu Anayasa halkoyuna sunuldu, evet propagandası serbest, hayır propagandası yasaktı. Zarflar saydamdı, kimin ne oy verdiği kabak gibi görünüyordu.
Ve de “ezici bir çoğunlukla” kabul edildi.
Yani cumhurbaşkanı seçime gider mi?
Gider. Halk kabul etmiş.
O zamanlar başbakan olan şimdiki cumhurbaşkanı, “bu Anayasa’yı değiştirelim” dedi.
CHP “hayır,” dedi, “değiştirmeyelim!”
Encümende herşeyi engelledi, iktidar partisini bezdirdi, konuyu rafa kaldırttı.
Bu memlekette öyle arsız, öyle yüzsüz herifler var ki, şimdi cumhurbaşkanını hem değişmesini istemedikleri o Anayasa’yı uygulamakla, hem de Anayasa’ya uyan cumhurbaşkanını onu çiğnemekle suçluyorlar.
Bakın kimisi de ne diyor:
“Cumhurbaşkanı bir kez daha TBMM’nin iradesine ipotek koyuyor, milli iradenin meliste tecelli etmesine set çekiyor.”
Danışacağı başkan nerenin başkanı peki, Kanarya Sevenler Derneği’nin mi yoksa sizin patronun yönetim kurulunun mu?
Cumhurbaşkanı Anayasa’nın amir hükmünü uyguluyor, ama milli iradenin tecelli etmesini önlemiş oluyor…
Oyları dağıtıp hiçbir partiye hükümet kuracak çoğunluğu vermeyen kim? Aziz millet.
Demek ki öyle “tecelli” etmiş işte…
Ama İstanbul sermayesinin çıkarları doğrultusunda CHP bir koalisyona kapağı atamazsa, sorumlusu cumhurbaşkanı…
Lan oğlum, bu gibi koftiden “argümanlarla” o çok istediğiniz Yüce Divan’a gitmeye kalkmayın, ağır laf işitirsiniz!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HAŞMET BABAOĞLU-SABAH

“Berrak bir kırgınlık ve kızgınlık ne güzeldir!

Ne siyaset ne toplum hayatı ne de kişisel hayatlarımız açık sözler ve vitrindeki jestler üzerinden yürüyor. 

İmalar, ifadelerden daha güçlü; kanaatler bilgilerden daha baskın.

Anlam hep kaçak, gerçekler genellikle bulanık.

Nezaket gibi şahane bir şey bile arkasına sinsi ve sert bir şiddet saklayabiliyor.

Hele o modern gülümseme neredeyse hep yalan söylüyor.

Mutluluk coşkusu mutsuz hınçları örtüyor.

İşte bu yüzden dün giriş yaptığım meselenin peşini bırakmaktan yana değilim.

Biliyorum, şu sıra kimse dönüp böyle yazılara bakmıyor ama “poz kültürü”nü biraz daha kurcalamakta yarar var. 

***

 

Berrak bir kızgınlık ve kırgınlık gündelik hayatta insana yakışıyorsa, siyasetçiye niye yakışmasın!

Neden sinsilikten şikâyet edenler yapmacık gülümsemelere bu kadar prim veriyorlar?

Bu sahte nezaketin bir demokratlık nişanesi olarak piyasaya sürülmesine itiraz etme hakkımız yok mu?

Geçen yıl “Artık gülümsemeyin, çekiyorum” başlıklı yazımda demişim ki, “Nezaket falan değil bunlar, karanlık ve şüpheli ifadeler.”

Hâlâ aynı kanıdayım.

Böyle bir ortamda tercihim öfkelenecek şeye öfkelenenler; kalp kırıcı şeylere üzülenler, hayal kırıklığını dile getirenlerden yana.

Fakat istiyoruz ki, başkalarıyla ilişkimiz kaygan bir zeminde hoş vakit geçirmekten öteye geçmesin, hiç arıza çıkmasın, hiç keyfimiz kaçmasın!

Birtakım köşeciler de şöyle kızıyor: Siyasetçiler böyle kızgın olur, öfkeli konuşursa toplum ne yapmazmış!

Toplumu çocuk sanıyorlar.

Bana sorarsanız, siyasetçi öfkelendi diye öfkelenen, siyasetçi neşelendi diye neşelenen bir toplumdan söz etmek ya kendini ya da okuru kandırmaktır! 

***

 

Gündelik hayatta da durum farklı değil.

Mesela bir laf özellikle kadınlar arasında çok tutuluyor: “Sabah uyanınca aynada kendinize gülümseyin, gününüz güzel geçsin!”

İç açıcı, üstelik ikna edici geliyor ilk başta.

Fakat şapşal mıyız yahu!

Zihnin berbat, için kuruntularla dolu fakat yüzüne şoklanıp dondurulmuş bir gülümseme kondurunca günün de sana gülümseyeceğini mi sanıyorsun?

Anlayacağın, kandırmaya kendinle başlıyorsun, sonra başkalarıyla devam ediyorsun.

Bütün bunlar… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Ülke büyük bir felaketin kapısından döndü”

Boş verin “suret- hak”tan görünmeye çalışan soytarılara…

Bu işi CHP bozmuştur… 

Bir “TÜSİAD-Doğan Medya Grubu-Beyaz Türk dayatması” olan, sırf bu yüzden bile kuşkuyla karşılanması gereken koalisyon hükümeti, CHP’nin yersiz kaprisleri yüzünden kurulamamıştır.

Nasıl mı?

Başbakan Davutoğlu ve CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun son görüşmelerinde, daha çok, “hükümetin niteliği” üzerinde duruldu ve elbette (doğal olarak) anlaşma sağlanamadı.

CHP’nin (dolambaçlı ifadelerle gündeme getirdiği) tezi şuydu:

Mevcut hükümet başarısız oldu. Ekonomi berbat. Dış politika felaket… Eğitim sistemi çökmüş durumda… Dolayısıyla, Türkiye’yi düze çıkaracak bir “restorasyon hükümeti” kurulmalıdır.

Restorasyon hükümetinin hayata geçireceği “güzellikler” ise şunlar:

Eğitim meselesi yeniden düzenlenmeli. “Tevhidi Tedrisat” uyarınca laik eğitim sistemine geçilmeli. İmam Hatiplerin orta kısmı kapatılmalı. Üniversiteye girişte katsayı uygulamasına geri dönülmeli. İmam Hatipler sadece “İmam ve müezzin”yetiştirmeli. İşsizlik önlenmeli (Herhalde “CHP’lilere kadro açılmalı” demek istiyorlar.) Derhal ve hiç vakit sektirmeden “laik dış politika”ya dönülmeli. Komşularla iyi ilişkiler kurulmalı. Esat’la barış yapılmalı. Mısır’daki “Sisi darbesi” tanınmalı. İsrail’e “gözünün üstünde kaşın var” denilmemeli. Gazze edebiyatından vazgeçilmeli. Sağlam bir “adalet sistemi” kurulmalı. HSYK yeniden yapılandırılmalı. Zorunlu dün dersi uygulaması rafa kaldırılmalı.

İrticayla mücadele edilmeli ama “paralel oluşum” olarak bilinen Cemaate hiç dokunulmamalı. PKK kınanmalı ama DHKP-C gibi örgütlerin cinayetleri gündeme bile getirilmemeli.

Daha da önemlisi, Cumhurbaşkanı eski statüsüne dönmeli, Beştepe Külliyesi’nden dışarı çıkmamalı, “Bakanlar Kurulu”nu toplamaya yeltenmemeli. Sık sık dış gezi düzenleyip “icra gaspı” yapmamalı.

Söylemeye çalıştıkları şey (özetle) şu: “Siz bozdunuz, müsaade edin biz düzeltelim. Biz restore edelim. Kuracağımız hükümete de ‘restorasyon hükümeti’ adını verelim.”

Başbakan Davutoğlu’nun bu taleplere (eleştirilere) ne cevap verdiğini, bilmiyorum. “Hadi oradan!” dememiştir. Nezaketi buna elvermez. Ama mutlaka, “Hangi alanlarda başarısız olduk Sayın Kılıçdaroğlu? Son 13 yılın rakamları ortada. Yaptığımız reformlar ortada. Ekonominin nereye geldiği ortada… Bunları nasıl söyleyebiliyorsunuz? Ayrıca, siz Esat’ı ve Sisi’yi kurtarmayı bırakın, önce kendi ülkenizi kurtarmaya bakın!” demiştir.

Başbakan Davutoğlu’nun kafasındaki hükümet modeli ise şuydu:

Belli bir takvim içinde görev yapan (bu süre, duruma ve anlaşmaya göre 4 yıla yayılabilir, 2 yılla da sınırlandırılabilir), iki partinin uzlaştığı konularda “hızlı anayasa” değişikliği dâhil, her türlü tedbiri alan, seçim ekonomisi uygulamayan, terörle mücadelede zaaf göstermeyen, paralel oluşuma taviz vermeyen bir “reform hükümeti…” 

Reformdan korkan CHP’nin buna “evet” demesi beklenemezdi.

Beklenen oldu.

Koalisyon görüşmeleri “başarısızlıkla” sonuçlandı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

SİBEL ERASLAN-STAR

“Tanklar Kabe’ye dayanmadan evvel…”

Yenişafak’tan İbrahim Karagül Bey’in son yazısı, 100 yıllık bir Ortadoğu hesaplaşmasının son kıyılarını güncelliyordu. İran ile Türkiye’nin Suriye Krizi sonrasında yaşadıkları uyuşmazlıkların “tehlikeli biçimde derinleşmesi”ni kritik eden önemli bir yazıydı. Derinleşen tehlikenin sonucunu,kopuş bu şekilde giderse, tankların Kabe’ye dayanması gibi bir kabusla resmeden yazısı İbrahim Bey’in… Belki kötümser bulunabilir ama uyarılarla yüklüydü. Her birimiz için…   

Hatırlayalım…

1- Kızıl Kuşağın Sovyetik yükselişinin tükenip, Doğu Blokuna has duvarların tek tek yıkılmasından itibaren, yeni düşmanın rengi “yeşil” olarak belirlenmişti. İslam toplumlarını, yeni ve nihai “öteki” olarak işaret eden bu son refleksin, kendisine dövüş mekanı olarak seçtiği mekan; “Ortadoğu”merkezli ve fakat Afrika ve Asya uzantılı, enerji kaynaklarını, deniz ve hava ulaşım istikametlerini de takip eden bir seyirdedir.

Ama bu kadim coğrafyayı yeniden kalp atışları mesabesine taşıyan başka bir kader daha var.

2- Harran/Şam/Filistin/Hicaz/Fırat/Dicle/Nil üzerinden gerilmiş bu bereketli ve esnek yay, dünyanın ve insanlığın medeniyet tarihine has ilahi sahnenin kendisidir. Yerlerle gökleri birbirine bağlayan “kutsal”a dair “ana eksen” buradan boy atmıştır. Burası “ana harita”dır. İbrahim Peygamberinkendisi gibi peygamber olan oğullarının yurdudur bu coğrafya. Merhameti, alçakgönüllülüğü ve teselli vericiliğiyle namlı Son Elçi (s) buradan konuşmuştur…  

***

Karagül ve dış politika mütehassısı pek çok yazarın stratejiler bağlamında dünya dengelerinin ritmini takip eden, bir kısmıyla gazetecilik, istihbarat, bir kısmıyla diplomatik uzmanlık bağlamında “inşa”ya yönelik öngörüleri, politikanın içindeki işlevselliğini deneyerek göreceğimiz meselelerdir…

Benim bu tartışmadaki çekincelerime gelince, siyasetin bir şekilde “kutsal” ile temasında ortaya çıkan/çıkacak yüksek gerilimle ilgilidir.

Daha evvelki yazılarımda Amerikan dış politikasına hakim Neo-con inşaatın ve Evanjelist tavrın, Ortadoğu’da yol açtığı ağır ve kanlı bilançodan defalarca kere şikayetle bahsetmiş birisi olarak… Mistik, anjelik zırhlarla tahkim edilmiş bu politik miğferleşmenin aslında tam tersine ne kadar da dünyevi hırslarla dolup taştığı gerçeğine dikkat çekmek istiyorum… Allah ondan ve annesinden razı olsun, Meryem oğlu İsa Peygamberi, petrol savaşı için ikon düzeyine indirgemek, onu kutsamak değil, kolunu kanadını kırarak belki yeniden çarmıha germeye kalkmaya denktir… Hz. İsa’yı rahat bırakmaktan söz ediyorum.

Karagül’ün yazısına dönecek olursak, hepimizin de içinin titreyerek, gerçekleşmemesi için dua ederek, bin destur’la uzaklaştırdığımız halde öngörmekten de imtina edemediğimiz mezhepler, meşrepler kavgası hadisesi mühimdir. Ortadoğu’ya 100 yıl aradan sonra yeniden dizayn vermeye azmetmiş dünya muktedirlerinin, İslam’ı İslam’la savaştıracak ve üstelik bunu kutsal giysisine büründürülmüş bir mantelite ile teklif ediyor oluşları, ciddiyetle ele alınması gereken bir meseledir. Bu konuda Neo-conların Ortadoğu yerli halklarını domine edici tasarruflarına karşı uyanık olmak gerekiyor elbette…

Ama Karagül’ün mezkur yazısında resmettiği kaos, sadece Amerikan yeni mistiklerinin çabalarından ibaret bir diplomasi inşaatına mı işaret ediyor? Biz kendi hallerimize bakmak, kendimizi de gözden geçirmek zorundayız.

Diplomasiye, siyasete giydirilmiş kutsiyetler, sadece Hıristiyan/İslam, Tevrat/Kur’an karşıtlığını kurgulayan, baş edilmez epikliğiyle bu karşıtlığı görkemli, şerefli bir savaşım haline getiren süreçleri tetiklemiyor… Giderek Sünni/Şia karşıtlığı üzerinden kurgulanan hatta kutsanan, benzeri bir gerilimin, “ana harita”yı kan revan eyleyecek bir fay hattına gittiğini görmek zorundayız…

Başrollerini Suudi Arabistan ve İran’ın çektiği bu tehlikeli restleşme anaforuna hızla yaklaştırılmak istenen Türkiye, bunca ağır yükünün altında dalgakıran rolünü üstlenebilecek mi? Üstelik Suriye vahşetine pervasızca katılan mevcut İran yönetiminin tüm sabrı zorlayan siyasetine rağmen… Suudi Arabistan’ın Mısır’daki darbecilere verdiği açık ve feci desteğe rağmen…       

Çıkış yolumuz nedir? Diplomasi uzmanı değilim. Ama kutsal ile olan temasımızın keyfiyeti hepimizin sorumluluğudur. Kutsalı reddetmeden ve onu kendi menkulümüz haline de getirmeden… Onu rahat bırakarak. Dünyevileştirmeden. Metalaştırmadan. Kan dökücü ve bozgunculuk çıkartıcı işlerimize alet etmeden… Yeniden tevhidi bir çağrıyı güncellememiz gerekiyor. Bu işi günlük siyasetin ve dönemsel diplomasinin ötesinde, daha temelden, itikaden ciddiye almamız lazım…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BERİL DEDEOĞLU-STAR

“Avrupa’nın göçmen sorunu”

Türkiye’nin Ege kıyıları Yunanistan’a geçmek için bekleyen sığınmacılarla dolarken, bir biçimde kendisini karşı kıyılara atanlar da diğer ülkelere gitmek için bekliyorlar.

Çoğunluğunu Suriye, Irak ve Afganistan’dan gelenlerin oluşturduğu sığınmacıların ülkelerini neden terk ettikleri sorusunu sormaya gerek yok; on dakika haber bülteni dinlemek yeterli. Ancak nereye kadar göçecekleri belli değil. İzmir’de kendilerini götürecek gemiden haber bekleyen kişilerle yapılan bir röportajda, sığınmacılardan birinin dedikleri oldukça dikkat çekiciydi. Kendisine neden Yunanistan’a gitmek istediği sorulduğunda, “orada bize daha iyi bakacaklar” yanıtını verdi. 

Ne yazık ki evlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan bu insanlar, birilerinin kendilerine bakması umudunu taşıyorlar. Zavallı Yunanistan, kendi yurttaşlarına bakamazken, binlerce göçmene nasıl baksın? Ancak bu noktadaki temel sorun, Yunanistan ya da başka bir ülkenin nasıl bakacağında değil. Birçok ülke “neden biz bakalım ki” tavrı içinde. Diğer bir ifadeyle, nasıl olsa Türkiye bakıyor, bize sıçramadığı sürece mülteci, sığınmacı ya da göçmen olan bu insanların dramı görmezden gelinebilir deniyor.

Yakından bakmak

Kabul etmek gerekir ki Türkiye devlet olarak elinden gelen en iyi “bakımı” yaptı ve yapıyor. Her ne kadar ülkemize gelen bu insanlar daha da iyi bakılma arzusu taşıyor gibi gözükseler de muhtemelen gittikleri başka yerlerde Türkiye’de bulduklarını da bulamayacaklar.

Ancak Türkiye’de devlet değilse de toplumun bu insanlara hiç de kucaklayıcı davranmadığı gerçeğini kabul etmek gerekiyor. Avrupa ülkelerinde çok daha dışlayıcı muameleler görecekleri aşikar; aradaki fark Türkiye’de bu insanların kullanılmaları. Avrupa ülkelerine bir biçimde ayak basan ve geri iade edilemeyen insanları mülteci kamplarına tıkmak ve yıllarca oralarda hapsetmek mümkün. Ancak bir biçimde Avrupa ülkelerine yayılmayı başaranların en azından kaçak çalıştırılma olasılığı düşük. Kayıtsız, düşük ücretlerle ya da yasa dışı işlerde çok sayıda sığınmacı çalıştırılıyor ülkemizde; bu da bir gerçek.

Neresinden bakılırsa bakılsın, hem gelen hem de kabul eden için çok büyük bir sorun göçmen sorunu. Onu biz yaşıyoruz. Ancak bir de kabul etmeme sorunu var ki, bunu da şu sıralar AB ülkeleri yaşıyor.

Uzaktan bakmak

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin açıklamasına göre son altı ayda Akdeniz üzerinden Avrupa’ya 224 bin mülteci gelmiş, bunların yaklaşık yarısı da Yunanistan’dan giriş yapmış. Bu, geçen senenin 7 katıymış. Bunlar resmi rakamlar. Son bir kaç ayda özellikle Kos adasını seçen göçmenlerin en az 2 bin kadarının aşırı sıcakta aç ve susuz günlerdir bekledikleri not edilmiş. Yüksek Komiserliğin Avrupa direktörü, ömründe böyle göç görmediğini ifade etmiş.

Gelsin Türkiye’yi görsün.

Kos adasındaki insanlık dramı ve artan göçmen sayısı, AB ülkelerinin hemen önlem almasına yol açmış. Önlem altı yıl için, göç mağduru AB ülkelerine 2.4 milyar Euro yardım yapmak. Bunun 473 milyonu sadece Yunanistan’a verilecek.

Yunanistan’ı kurtarma planlarıyla bu yardımın bir bağlantısı var mıdır bilinmez, ancak “devede kulak” miktardaki bu yardım, parayı alan ülkelerin bu insanların diğer AB ülkelerine gitmesine engel olacak biçimde onları kendi ülkelerinde çevrelemeleri için.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

CEM KÜÇÜK-STAR

“Oyun Teorisi ve AK Parti’nin elindeki büyük fırsat!”

Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. 7 Haziran seçimlerinin ne söylediği ya da söylemediğini de herkes biliyordu. Sadece seçmene “Biz hükümet kurmak istiyoruz” mesajı vermek için görüşmeler yapıldı ama geldiğimiz sonuç ortada. Seçim gecesi MHP lideri bir koalisyon içinde olmayacaklarını açıkça ilan etmişti. 

Hatta işi daha da ileri götürüp Bahçeli, “AK Parti ile CHP ya da HDP hükümet kursun” dedi. Tavrını hiç bozmadı MHP. Sonra CHP ve HDP yüzde 60 bloktan bahsedip hükümet kurabiliriz dedi. Böyle bir ihtimal hiç yoktu. Çünkü MHP ile HDP’nin yan yana gelmesi mümkün değildi.  Nitekim öyle de oldu. Temmuz ayında başlayan PKK terör örgütünün eylemleriyle HDP, Kandil’le beraber hareket ettiğini cümle aleme göstermiş oldu. Bu saatten sonra hiçbir parti -belki CHP -HDP ile koalisyon kurmaz. MHP ile HDP de yan yana gelmeyeceğine göre erken seçim kaçınılmaz hale geldi.

Büyük bir ihtimalle Kasım ayında yeni bir seçime gidiyoruz. Bu seçimde ortaya çıkacak tabloyla her şey sil baştan hesaplanacak. Ancak o seçim sonrası da eli en güçlü parti AK Parti. Nasıl mı? Ünlü matematikçi John Nash Jr’ın meşhur bir oyun teorisi var. Teori çok basit bir ilkeye dayanıyor: “Eğer bir oyunda rakipsek, benim kaybım senin kazancındır.” Birçok seçeneğin olduğu durumlarda, birçok sonuç da vardır ve John Nash, istenilen sonuç için doğru seçeneği bulmanın stratejilerini oyunlarla inşa etmiştir.

Oyun teorisini anlatan en iyi örneklerden biri “Prisonner’s Dilemma” (Mahkumun İkilemi) olarak bilinen örnektir. Vatan gazetesinden Uğur Koçbaş 28 Temmuz 2012’de bunu izah etmişti:  “Polis, bir hırsızlık vakasından dolayı iki kişiyi gözaltına alıyor. Her ikisinin de soyguna karıştığı biliniyor ancak yeterli delil yok. Bu nedenle şüpheliler ayrı hücrelere konularak her birine ayrı ayrı şu seçenekler sunuluyor:

– Eğer soygunu arkadaşınla birlikte yaptığını itiraf edersen ve arkadaşın sessiz kalmayı seçerse sen hiç ceza almayacaksın, arkadaşın ise 4 yıl hapse girecek.

– Eğer sessiz kalırsan, arkadaşın da sessiz kalırsa ikiniz de delil yetersizliğinden sadece 1 yıl hapis yatacaksınız.

– Eğer ikiniz de itiraf ederseniz o zaman 2’şer yıl hapse gireceksiniz.

Nash öncesi teori, herkesin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi gerektiğini söylüyordu. Bu durumda en az cezayı almak isteyen mahkumlar, kendilerine yapılan bu teklifte sessiz kalmayı seçip 1 yıl hapse razı olmalıydı. Ancak Nash işte bu noktada devreye girdi. ‘Ya o beni ele verirse! O zaman 4 yıl hapis yatarım’ korkusu nedeniyle bu hikayenin sonunda her zaman her iki mahkumun da suçu itiraf ederek 2 yıl hapis yattığını görüyoruz. İşte bu noktaya da Oyun Teorisi’nde ‘Nash dengesi’ (Nash equilibrium) adı veriliyor.”

Buna siyasete uyarlarsak AK Parti’nin elinin ne kadar güçlü olduğunu görürüz. Bir erken seçimde eğer 7 Haziran’daki bir sonuç çıkarsa, herkes AK Parti ile koalisyon kurmak zorunda. HDP devre dışı. AK Parti’siz de olmuyor. O zaman herkes AK Parti’yle bu koalisyonu kurmak mecburiyetinde. AK Parti bunun idrakinde olursa elinin ne kadar geniş ve güçlü olduğunu görür. Hem yüzde 41 oyun olacak hem de herkes seninle koalisyon yapmak zorunda. Tabii ki MHP ya da CHP ile ortaklık yaptığında Oyun Teorisi’ne göre karşı tarafın da kendini kazanmış sayacağı bir formül vermeli.

Ha diyelim ki, iki parti de AK Parti ile koalisyona yanaşmadı. Millet o zaman der ki, “Tamam 7 Haziranda koalisyon kurulmamasını anlarım ama ikinci bir seçimde artık hükümet kurulsun.” CHP ve MHP yanaşmazsa millet nezdinde büyük itibar kaybederler. Yani özetlersek, 7 Haziran benzeri bir sonuç çıkarsa, oyunu kuracak olan AK Parti’dir.

Bu durumu bozacak yegane ihtimal ise AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesidir. Rasyonel olursak, bunun da pek ihtimal dahilinde şimdilik olmadığı araştırma şirketlerinin raporlarında görülüyor.

Yeni bir seçim bizi mahveder, ekonomiyi olumsuz etkiler diyenlere de şunu sormak lazım. Siz ne zamandan beri Türkiye’de işlerin yolunda gitmesini, ekonominin iyi olmasını arzu ettiniz? AK Parti gitsin de, ekonomi batsın diyen çok kişi gördük biz. Her türlü darbe girişiminde bulunup sonra da seçim bizi mahveder diyenlere en fazla gülünür. Zaten son üç yılda FETÖ, PKK, DHKP-C, eski Türkiye kalıntılarının bu ülkeye verdiği zararı manen ya da madden ölçmeye kalksak terazi bulamayız. Öyle de vicdansız, öyle de ikiyüzlü bunlar.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5