Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz sonuçlanan koalisyon görüşmleri var. SALİH TUNA-YENİŞAFAK Transfer edilecek 65 milletvekili Memleketi seller götürsün veya yağmur hiç yağmasın kuraklık her tarafı ...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz sonuçlanan koalisyon görüşmleri var.

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

Transfer edilecek 65 milletvekili

Memleketi seller götürsün veya yağmur hiç yağmasın kuraklık her tarafı kavursun; 17 Ağustos’tan daha büyük depremler olsun, fırtınalar kopsun, ozon tabakası nah şu kadar delinsin, yeter kiErdoğan ve AK Parti zevale uğrasın, bin parça olsun, yok olsun, mağlup olsun!

Paralelci takımının arzusu üç aşağı beş yukarı bu!
Orta ölçekli bir depremin ardından attıkları tweetlerle, “bu var ya, büyük depremin habercisi, taş üstünde taş kalmayacak” yollu sevinenler de oldu, “mülâaneyi yediniz, çarpıldınız, daha başınıza neler gelecek göreceksiniz” diyenler de!

Adı lazım değil genel yayın yönetmenlerinden biri de “Malatya’ya gittim, kayısıları don vurdu” demişti, hatırladınız mı?
Biliyorum, bunları biliyorsunuz, dahası, sen bize transfer edilecek milletvekillerinden bahset, diye de sabırsızlanıyorsunuz.
Birazdan oraya geleceğim merak etmeyin, şimdi devam ediyorum:
Sayın Erdoğan’ın ve AK Parti’nin yönettiği Türkiye muhasara altına alınsa, hatta NATO’dan çıkarılsa, hatta Ankara, maazallah, bombalansa sevinecekler!

Zaten bunu da “terörist Türkiye” algısının yerleşmesi için yaptıkları lobi faaliyetleriyle açık ettiler.
Türkiye ekonomik olarak 5 sente muhtaç hale gelsin, dolar alsın başını gitsin, esnaf yazarkasa fırlatsın, Gezi’nin önde giden işverenlerindenCem Boyner’in, “Borçlarımızı ödemek için Güneydoğu’dan toprak satalım” dediği Türkiye geri gelsin, IMF’den 1 milyar kredi dilenmek için sömürge valisi edasıyla arzı endam eden Kemal Derviş’in arzusu doğrultusunda bir gecede Meclis’ten bilmem kaç yasa çıksın yeter ki Erdoğan ve AKP gitsin!..

Depremlerden ekonomik krize, yangınlardan Ankara’nın bombalanmasına kadar felaketimiz için “dua” ediyorlar.
Şayet felakete duçar olursak “keramet” sahibi olduklarını, mülâanelerinin tuttuğunu, “fırka-i naciye” olduklarını (güya) kanıtlamış olacaklar.
Bu kadar husumet duymalarını, deşifre edilmelerine veya Sayın Erdoğan’ın ifadesiyle “inlerine girilmesine” bağlayabiliriz.

Peki…
CHP’ye ve özellikle de HDP’ye ne oldu?
Ne oldu da, CHP ve HDP’de “paralel yapı”yla nerdeyse aynı derecede kin, öfke ve nefret peydahlandı.
Irkçı Siyonist networkun domine ettiği dış medyada son günlerde28 Şubat döneminden daha ağır yazıların çıktığını biliyoruz.
Mahut networkun “Paralel yapıyla” ilişkisi de malum, Erdoğan ve AK Parti’siz bir Türkiye isteği de!

Seçimde başaramadılar!
Lakin, 7 Haziran’ın hemen ardından HDP, “AKP’yle koalisyon kurmayız” açıklaması yaparak neyi yapmak istediğini, daha doğrusu, “çözüm sürecini” feda edercesine neye koşulduklarını gösterdi.

Zaten çok geçmeden de Kılıçdaroğlu vekaletiyle Bahçeli’yebaşbakanlık (rüşveti) teklifinde bulunuldu.
Sayın Bahçeli kabul etmeyince de malumunuz AKP – CHP koalisyon görüşmeleri başladı.
CHP koalisyon kurmak yerine “vesayet” kurmak isteyince de haliyle olmadı.

Olmayınca da CHP Genel Sekreteri sevgili dostum Gürsel Tekin, Erdoğan görevi Kılıçdaroğlu’na versin, “3 günde hükümeti kurar, 6 günde de dünyayı kurtarır” falan dedi.

Sayın Bahçeli, HDP’nin desteğini hiçbir şekilde (içerden veya dışardan) kabul etmediği için sevgili dostumu ciddiye almadılar.
Fakat bir yol daha var.
Zannedersem sevgili dostumun dilinin altında da kuvvetle muhtemel bu yol var. Ne ki bu yol biraz (ne birazı?) ahlaksız olduğundan açıkça dillendiremiyor. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

TAMER KORKMAZ-YENİŞAFAK

“Hiçbiri Partisi!”

Bahçeli, Davutoğlu’nun dört önerisini de reddetti: AK Parti-MHP koalisyonuna da; süresi sınırlı seçim hükümetine de; azınlık hükümetine de; erken seçime de “Hayır” dedi. Yani? e) Hiçbiri şıkkını işaretledi.
“Gövdesi” ne kelime; “elini” dahi taşın altına koymadı.
PKK terörünün yoğunlaştığı bir dönemde, MHP’nin AK Parti ile koalisyonu kafadan reddetmesi dikkat çekici bir tavırdır. Bu durumun izah edilebilir bir yanı yoktur.
*
MHP mi, “koalisyondan kaçan parti” fotoğrafı vermiştir…
Erken seçimi istemediğini de beyan etmiştir.
İşin enteresan tarafı, erken seçimi “mecburi istikamet” haline getiren de MHP’nin kritik tercihidir!
Bahçeli’nin partisi, siyasette ne zamana kadar “Hiçbiri” diyebilecektir?
Türkiye, şimdi doludizgin erken seçime daha doğrusu “tekrar seçime” gidiyor.
Önümüzdeki bu seçimde, şayet sandıktan 7 Haziran’dakine benzer bir tablo çıkarsa; MHP yine aynı “Alayına hayır!” tavrını sürdürebilecek midir?
*
Cumhurbaşkanı’nın, en başından beri; AK Parti’nin de en azından son tahlilde erken seçimden yana “konuşlandığı” hususu öne çıkarılıyor.
Bu değerlendirmeler, bir yere kadar tamam da; netice itibarıyla erken seçime gidiliyor olmasında MHP’nin “Hiçbiri” kararı “belirleyici” olmuştur.
Kırılma anı veya püf noktası buradadır.
Meclis Başkanlığı seçiminde de görüldü ki; anahtar parti MHP’dir.MHP, AK Parti ile koalisyon seçeneğinin kapısını hiç aralamadı, dahası kapıyı itina ile kilitledi. Çözüm sürecinin rafa kalktığı bir siyasi atmosferde MHP böylesi bir koalisyonu reddetmeseydi veya istekli olsaydı; AK Parti hiçbir yere kaçamazdı.
*
2002’nin o uzun sıcak yazında; Türkiye’yi erken seçime götüren fevkalade kritik kararı veren Devlet Bahçeli idi…
Bahçeli’nin, partisinde en yakınındakiler dâhil hiç kimseyi haberdar etmediği bu kararını müteakip gidilen seçimde MHP az farkla barajın altında kalmış; AK Parti tek başına iktidara gelmişti.
Tekrar seçimde; AK Parti, 7 Haziran’da MHP’ye giden oylarını telafi edip de tek başına iktidara gelirse…
MHP liderinin şimdiki “Koalisyona hayır!” tavrı hatırlanacak ve muhalifleri tarafından da “kulakları çınlatılacaktır!”
Böyle bir durumda AK Parti’nin Devlet Bahçeli’ye “bir defa daha müteşekkir olacağına” kuşku yoktur.
*
Koalisyon turlarından hiçbir hükümet modeli çıkmadı. Tekrar seçim zaruri oldu. Anayasa gereği Cumhurbaşkanı öne çıkıyor ve ülkeyi seçime götürecek olan süreci başlatacak.
Koalisyon şartları arasında ısrarla Erdoğan’ın “Anayasal sınırlarına çekilmesi” hususuna yer vermiş olan Devlet Bahçeli değil midir?
Bir başka deyişle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevcut konumuna en çok karşı çıkan siyasi lider de kendisidir.
Hal böyleyken; ne yapması beklenirdi?
Davutoğlu ile görüşmesinde; kısa süreli seçim hükümetine “evet” diyebilirdi ya da seçime kadar azınlık hükümetine engel çıkarmayabilirdi…
Ne var ki, böyle olmadı…
Davutoğlu’na “hayır” diyerek, işbu süreçte belirleyici olma bağlamında Tayyip Erdoğan’ın öne çıkmasının yolunu açmış oldu!
*
7 Haziran sonrasında, henüz koalisyon görüşmeleri başlamamışken; “Şu işe bak!” adlı pek muzip filmden hatırladığımız Mustafa Koch sahne almış ve “Türkiye erken seçimi kaldıramaz” demişti!
Paralel Medya’nın iki numaralı gazetesi, oğul Koch’un bu sözlerini manşete çekmişti!
Bu örnek; erken seçimden kimlerin, neden korktuğunu göstermeye yetiyordu.
“Yüreğimiz bir kez daha tek başına AKP iktidarını kaldıramaz” diyemedikleri için “Türkiye erken seçimi kaldıramaz” diyorlardı…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Her genel başkan aynı zamanda lider de değildir”

“Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni hükümeti kurma görevini CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na vermeli” içerikli söylemler, Anayasa’nın hükümlerine de, siyasi geleneklere de, gerçeklere de dayanmıyor. Birincisi bırakın birbiriyle uzlaşmamaya kararlı partilerin koalisyon kurma çabalarının nakıs teşebbüs olmaktan başka anlam taşımamasını… Aynı zamanda bu partilerden bazılarının ve mesela CHP ile HDP’nin de, kendi içlerinde birer koalisyon olduklarını görmezden gelebilir miyiz? 

Genel başkan olmak 
Tabii ki AK Parti’nin içinde de “Kanat”lar var… Ama bu partinin doğal ve fiili bir “Lideri” de var… Kongre ve kurultay zaferleri ötesinde hiçbir siyasi başarıları olmayan bazı genel başkanların da “Erdoğan takıntılı” olmalarını bu açıdan da değerlendirmeli değil miyiz? Bir başka açıdan bakınca hepimiz “Acaba Cumhurbaşkanı Erdoğan Başbakanlığı kime verecek” sorusuna cevap ararken, “Genel Başkan” olmanın aynı zamanda “Lider” olmak anlamına da gelmediğini de görüyoruz. 

Baykal ya da İnce… 
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu yerine yeni hükümeti kurma görevini Deniz Baykal’a ya da Muharrem İnce’ye verse, bu çok yadırganacak bir tercih mi olur? Veya Türkiye’deki Kürt siyasal hareketinin lideri Öcalan mı, Karayılan mı, Demirtaş mıdır? Lider bir vizyonu olan ve bu vizyonu gerçeğe dönüştürebilen kişidir. Bir hareketin veya bir kurumun başında olan her kişi lider değildir. Yönetim kuramcısı Peter Drucker bu duruma örneği, 2’nci Dünya Savaşı’nın ünlü generali Patton’dan verir… Patton üstü olan bir komutanın emrinde çalıştığı zaman çok başarılı olur. Ama kendisi en üst komuta kademesinde bulunduğunda hata üstüne hata yapar… Drucker’e göre Patton “İdeal bir emir subayı”dır. 

Koyunlar ve aslanlar 
Büyük İskender de bu konuda “Komutanları bir koyun olan aslanlar ordusundan değil, komutanları aslan olan koyunlar ordusundan çekinirim” demiştir. Churchill de rakibi olan İşçi Partisi Genel Başkanı Atlee için “O kuzu postuna bürünmüş bir kuzudur” dememiş midir?
Kısacası unvanı “Genel Başkan” olan herkes lider değildir… Arkasında hiçbir seçim zaferi olmayan, ülkedeki hiçbir atılımda ve aşamada katkısı olmayan, aldığı her karar fiyasko ile sonuçlanan bir genel başkana kimse “Lider” olarak bakmaz. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR

Fiili duruma hukuki çerçeve?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rize’de STK temsilcileri ile yaptığı toplantıdaki konuşması “darbe suçlaması”na kadar uzanan uçuk yorumlara sebep oluyor. Konuyu bir de ben tahlil etmek istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı şunu söyledi Rize’de: 

“Cumhurbaşkanı elbette Anayasa’da sınırları çizilen yetkiler çerçevesinde ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır. Bu makamda kim oturursa otursun yapacağı budur. İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir. Hem buna engel olup hem de ‘Cumhurbaşkanı her şeye karışıyor’ demek, yağmur altında yürürken ıslanmaktan şikayet etmekten farksızdır.”

Önce buradaki bazı doğrulara işaret edelim:

– Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmiş olması yeni bir durumdur.

– Cumhurbaşkanı olan kişi açısından, halka bir şeylerin vaat edilmesi ve onların yerine getirilmesi gibi bir sorumluluk oluşmaktadır.

– Ayrıca anayasa Cumhurbaşkanına bazı yetkiler vermektedir ve bu yetkilerin kullanımı, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı ile Meclis’te seçilen Cumhurbaşkanının onları kullanma tercihlerini farklılaştırma potansiyeli taşımaktadır.

Diyor ki Cumhurbaşkanı, “burada kim olursa olsun fiili durum budur.” Bunlar yanlış mı? Değil.

Cumhurbaşkanı belli ki, burada bir sorun olduğunu da görmekte, çünkü ortada bir “fiili” durum, bir de “hukuki çerçeve eksikliği” bulunuyor. Oradan da “Cumhurbaşkanı her şeye karışıyor” suçlaması çıkıyor. Bu da Erdoğan’ı rahatsız ediyor.

Aslında konu çok önceden tartışılmaya başlandı. Hatta hatırlanırsa, “Anayasadaki yetkileri kullanması durumunda Başbakanlıkta Cumhurbaşkanının en yakını bulunsa bile yetki tartışması çıkar” yorumları yapıldı. Yine “Cumhurbaşkanı ile Hükümetin farklı siyasi kulvarlarda yürümesi durumunda ise kriz çıkmasının kaçınılmaz olduğu” ifade edildi.

Zaten onun için Cumhurbaşkanı ve Ak Parti sistemin “Başkanlık-Yarı Başkanlık” istikametinde değiştirilmesi önerisinde bulundu. Seçimlerde de onu sağlayacak bir anayasa değişikliği için halktan 400 sandalyelik oy istendi.

Ve seçim tartışmaları biraz da Erdoğan’ın başkan olması- olmamasına endekslendi.

Ortada sistem açısından bir sorun olduğunda ve bunun siyasi krizlere yol açacağında kimsenin şüphesi bulunmaması gerekir.

Bir çözüm aranması zaruretini de kimse inkar edemez.

Çözüm ne?

İki alternatif var:

Bir: Cumhurbaşkanı’nın dediği gibi madem millet seçmeye başladı, bu bir tür başkanlığa gidiştir, doğru olan da budur, öyleyse anayasa bu istikamette değişmeli.

İki: Parlamenter sisteme devam etmeli, bunun için de ya Cumhurbaşkanını halkın seçmesinden vazgeçmeli, ya da halk seçecekse bile Cumhurbaşkanı’nın yetkileri parlamenter sistem gereklerine uygun olarak sembolik hale getirilmeli. Bu da muhalefetin görüşü.

Çözüme hiç şüphesiz millet karar verecek.

Bir kere bilelim ki, bu böyle devam edemez. Devam etmesi sürekli kriz potansiyeli anlamına gelir. Bunun böyle devam etmesi Erdoğan-Ak Parti Hükümeti ilişkilerinde bile sorun üretme zemini demektir.

Ama sandıktan da sorun çözücü bir irade çıkmıyor.

Yeniden seçim yine bu eksende mi olacak, Ak Parti bu eksende mi propaganda yapacak bilmiyorum. Ben en başında bu konunun halkta heyecan uyandırmadığını yazmıştım, hala onu görüyorum. Bilmem belki Cumhurbaşkanlığı çevreleri, partinin bu alana yeterli ağırlık vermediğini, bu sebeple toplumda karşılık üretilemediğini düşünüyordur. Ben şahsen bu değerlendirmeye de katılmam.

Şöyle bir soru sorulabilir mi, onu da ihtiyatla not etmek istiyorum:

– Partinin başında Erdoğan olsaydı, Başbakan olarak topluma bir “Başkanlık sistemi önerisi”nde bulunsaydı, hem kendi karizması ile hem de “Kendisi için değil Türkiye için bir sistem öneriyor” imajını yüklenseydi, daha farklı sonuç çıkar mıydı? Sanki daha muhtemel gibi geliyor bu bana. O zaman en azından kendisine yönelik yoğunlaştırılmış negatif kampanyayı saf dışı bırakmış olurdu.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Kemal Bey hangi yüzle Beştepe’ye çıkacak?”

Devlet Bahçeli’ye Başbakanlık önerecek kadar yönünü şaşırmış Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan hükümeti kurma görevi bekliyor. 

Kolaymış…

Görecekmişiz, üç günde nasıl kuruyormuş hükümeti…

Siyasette 24 saat çok uzun süreymiş.

Görev CHP’ye verilsin, bakalım başarıyor muymuş başaramıyor muymuş?

Biz, CHP’li formüllerin tüketildiğini zannediyorduk. Çünkü MHP’nin kesin tavrı, bunu pek mümkün kılmıyor. Her şeye “hayır” diyen Devlet Bahçeli, HDP’nin içeriden ya da dışarıdan destekleyeceği olası koalisyon hükümetine de “hayır” diyor. Siyaseten rasyonel bulunmasa da kendi içinde tutarlı bir davranış…

O zaman nasıl olacak bu iş?

Olacakmış…

Çünkü ortada “yüzde 60’lık blok gerçeği” varmış. (Bir defa, o blok yüzde 60 değil, yüzde 54… Kemal Bey, milletvekili çıkaramayan küçük partileri de “anti-AK Parti cephesi”ne dahil ediyor.)

İyi de, MHP’nin başlangıçtan beri yürüttüğü negatif politika, bu bloku çatlatmadı mı?

Hayır, çatlattı zannediliyormuş ama öyle değilmiş. MHP de, HDP de bu koalisyona ikna edilebilirmiş.

Nasıl?

Orasını Kemal Bey’e bırakmalıymışız…

Tamam… Orasını Kemal Bey’e bırakıyoruz… Mutlaka elinde sihirli “ikna formülleri” vardır… Mutlaka bazı (legal yahut illegal) malzemelerle tahkim edilmiştir ve liderlere kolay kolay hayır diyemeyecekleri bir koalisyon teklifi sunacaktır. Dahası, belagatine güveniyordur. (Hatırlarsanız, MHP lideri Bahçeli’ye, “Gel başımıza geç, hükümeti kuralım, seni de Başbakan yapalım” demişti… Her şeye “hayır” diyen Bahçeli, buna da “hayır” demişti. Bu tavrını esnetir mi, bilemi-
yoruz…)

Orasını Kemal Bey’e bırakıyoruz ama Devlet Bahçeli pek istekli görünmüyor.

İknaya açık bir görüntü de vermiyor.

Bu durumda ne olacak?

Kolayı var:

Bir CHP azınlık hükümeti kurulur, MHP ve HDP’nin dışarıdan desteği istenir. Daha doğrusu, rica edilir. (Bu müthiş formül Haluk Koç’a ait…)

İyi de Haluk Bey, neden Devlet Bahçeli’yi duymak istemiyorsunuz? Adam açık açık, “HDP’li bir hükümeti desteklemem. HDP’li bir oluşumun içinde yer almam. HDP’nin dışarıdan destek vereceği bir hükümetin ortağı olmam. HDP’ye selam vermem. HDP’nin soluduğu havayı solumam. HDP’nin bulunduğu sokaktan geçmem!” diyor ve hiçbir açık kapı bırakmıyor.

Onun da kolayı varmış:

Bir “CHP azınlık hükümeti” kurulurmuş, bu konuda ellerlini taşın altına koyarlarmış. AK Parti de dışarıdan destek verirmiş. Böylece seçime gidilirmiş.

Bu gibi durumlarda, “Âlemin uyanığı sen misin?” diye sorulur ama biz bunu sormuyoruz.

Şunu soruyoruz:

Müthiş ikna kabiliyetine güvenen Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “samimiyetine” (becerisine) nasıl ikna edecek ve hangi yüzle “huzura” çıkacak?

Daha doğrusu, hükümeti kurma görevini hangi kanalla alacak?

Beştepe’yi tanımıyor.

Erdoğan’ı meşru Cumhurbaşkanı saymıyor.

Herhangi bir temas (yakınlaşma) kabul etmiyor.

Üstelik, “Hükümeti kurma görevi verilirse, Kaçak Saray’a çıkmam” demiş, kendini bağlamıştı.

O zaman Cumhurbaşkanı bu görevi nasıl tevdi edecek kendisine?

E-posta mı gönderecek?

Güvercin mi uçuracak?

Saray’ın mazgallarından duman mı salacak?

Elçi mi yollayacak?

Kemal Bey herhalde bu konuyu da düşünmüş, sihirli bir formül bulmuştur…

Bir CHP azınlık hükümetinin “icraat kalemlerinin” neler olabileceğini, Kemal Bey Kaçak Saray’a çıkarsa (Kaçak Saray’a çıkmak nasip olursa) konuşalım isterseniz.

Havuz medyasına el koyacaklardı. 
Bakan adaylarından Gürsel Tekin böyle diyordu…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BERİL DEDEOĞLU-STAR

“Basın üzerinden küresel diplomasi

Devletlerin basın yoluyla diplomasi yapmaları yeni bir durum değil. Bu yöntem genel olarak iki şekilde kullanılıyor. Ya, devletlerin atacakları bir sonraki adımın kamuoylarında yaratacağı etkiyi ölçmek için henüz gerçekleşmemiş bir girişim, olmuş gibi aktarılıyor ve bu yolla alınacak önlemler tespit ediliyor, ya da ikili ilişkilerin iyi ya da kötü olduğunu düşündürecek haberlerle aslında üçüncü ülkelere mesaj yollanıyor.

Söz konusu duruma dair en çarpıcı örnek, geçtiğimiz hafta sonundan verilebilir. Önce Almanya, Türkiye’deki Patriot sistemini yıl başında geri alacağını açıkladı, ardından da ABD.  Her iki ülkenin füze sistemleri de NATO bünyesinde konuşlandırılmıştı ve esasen hangi tür tehdide karşı yerleştirildiği de anlaşılamamıştı.

Resmi açıklamalar, artık Türkiye’nin tehdit altında olmadığı için füzelerin varlık nedeninin ortadan kalktığı yolunda. Demek ki Türkiye’yi IŞİD ya da PKK tehdit etmiyormuş; füzeler Rusya-İran-Esad üçlüsüne göz dağı için konmuş.

Mesajların anlamı

İran ile nükleer konusunda anlaştıktan sonra olsa gerek, tehdit kalkmış olmalı. Üstelik Obama ABD’sinin Rusya ile “doğrudan muhatap” olma arzusu doğrultusunda, bu girişim bir jest olarak bile görülebilir. Yani ABD, ‘NATO’yu az geri çekiyorum, sen de az geri çekil” demek istiyor.

Bu, Rusya’ya verilen mesaj. Bir de Almanya’ya verilen mesaj var ki o da açıkça “sen tamamen geri çekil” demek.

Basın yoluyla yapılan açıklamalardan anlıyoruz bunu. Almanya, Patriotları çeksek de, muhalifleri eğiten birliklerimiz göreve devam edecek diyerek “alanda” olduğunu vurgulama ihtiyacı duyduğuna göre bir rahatsızlık hasıl olmuş demektir. Üstelik, bir anlamda vuruşarak çekilme söz konusu, zira Almanya’dan gelen resmi seslerden biri Türkiye’nin PKK ile mücadelesinden rahatsızlığını ifade ederek aslında Almanya’nın Kürt hareketini, öyle ya da böyle destekleyeceğini ima ediyor; bir diğer ses de Almanya ile ABD’nin aynı şekilde düşündüğünü ama Türkiye’nin hiç de kendileri gibi düşünmediğini ifade ediyor.

Dünya kamuoyu üzerinde kalan tortu şu: Türkiye IŞİD’le değil, PKK ile savaşıyor, bunun için NATO olanaklarını kullanıyor, ABD ile Almanya da ittifak içinde buna karşı çıkıyor. Türkiye de ters köşede kalıyor.

Mesajların içeriği

Oysa olay bu değil. Kullanılması zaten mümkün olmayan Patriotları geri çeken Almanya, oyundan çekiliyor; ABD de tam istediği olduğu için bu gereksiz füzelerini söküp İncirlik üssüne asılıyor. Bu yolla Almanya’ya Rusya ilişkisini sadece kendisi üzerinden yapabileceğini bildirmiş olurken, aynı zamanda Rusya ile de görüşme kapısını zorluyor.

Suriye-Irak sorunlarına dair kurulacak bir masada yer edinmek için Almanya, ABD’nin gösterdiği yola razı oluyor. Ancak masada Türkiye bulunmasın diye de bir çaba olduğu anlaşılıyor. Anlaşıldığı yeri görmek için ise http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/08/150813_abd_turkiye_anlasmazliklar sayfasına bakmak yeterli.

Bu sayfadaki yazıları okuyanlar, ABD ile Türkiye arasında çok büyük sorunlar olduğunu düşünür. Olabilir; ancak esas büyük sorunlar ABD ile Avrupa ülkeleri arasında. Tabi sayfadan bunlar anlaşılmıyor; tam tersine Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde kendi kamuoyunu yanılttığı ima ediliyor. Halbuki haber “yanıltma” üzerine inşa edilmiş bir diplomasi örneği ve gerçekten başarılı. Bu başarı, haberi yapanın da ona kaynak verenin de hesabına yazılmalı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET DOĞAN-VAHDET

“Yakın Şark’tan Ortadoğu’ya ve Nihayet Büyük Ortadoğu’ya…

Avrupa’nın “Şark meselesi” bağlamında icad ettiği, görünüşte coğrafî, esasta siyasî kavramlar 19. yüzyılın sonundan itibaren yaygınlaştırılmıştır. Near east “Yakın Şark”, esas olarak Osmanlı Devleti’ni, onun sahip olduğu coğrafyayı ifade eden bir kavram olarak bizim “Lozan Konferansı” olarak bildiğimiz “barış konferansı”nın adında yer almıştır. 

1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere öncülüğündeki batılı emperyalistler Yakın Şark İşleri Konferansı ile Osmanlı mirasını paylaşmışlar, sınırları belirlemişler ve bölgede sürekli istikrarsızlık unsuru olacak İsrail’in yolunu açmışlardır. “Savaşa son veren barış” olarak tanımlanan “Lozan”, esasında bölge otoritesini yok ederek, yerine yeni bir bölge gücünün konulmasına da izin vermeyerek, büyük istikrarsızlıklara ve karışıklıklara yol açmış ve bu da bitmez tükenmez çatışmalara, savaşlara sebebiyet vermiştir. 

2. Dünya Savaşı sürerken yaygınlaştırılan Middle east “Ortadoğu” kavramı kısmen Osmanlı sınırları dışındaki İslâm coğrafyasını da içine alacak şekilde tanımlanmıştır. 

1. Dünya Savaşı’ndan sonra üç müstakil İslâm ülkesi vardı: Türkiye, İran ve Afganistan. Bunun dışında kalan İslâm ülkelerinin önemli bir bölümü sömürge olarak batılıların kontrolündeydi, geri kalanını da mandater olarak yönetiyorlardı. Bir taraftan manda yönetimleri sona erdirildi, diğer taraftan çok sayıda “bağımsız” ülke ihdas edildi. İngilizlerin “Yakındoğu”sunda Türkiye dışında Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan, Yemen, Umman ve Körfez emirlikleri siyaset açısından ciddi çeşitlilik meydana getirmeye müsaitti. Bununla yetinilmemiş, İsral’in devletleşmesi desteklenerek siyaset denklemi daha karmaşık hale getirilmiştir.  
Bütün bu ülkelerde sömürge/manda yönetimleri görünüşte sona ermiş fakat İngiltere, Avrupa nüfuzu devam etmiştir.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin bölgedeki nüfuzu ve varlığı artmış ve “Ortadoğu” adeta ABD’nin yaygınlaştırdığı bir kavram haline gelmiştir. 

1.Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılına yaklaşıldığında, 20. yüzyılın stratejisini belirleyen kapitalist/komünist bloklaşmasının sona ermesinden sonra değişen dünya dengeleri karşısında yeni bir dünya stratejisi oluşturma peşinde olan ABD, “Büyük Ortadoğu” kavramını ortaya atmıştır. Bu durumda İslâm coğrafyasının tamamının kastedildiğini, açıkça “İslâm dünyası” dememek için böyle bir kavramlaştırmanın tercih edildiğini tahmin edebiliriz. 
Büyük Ortadoğu projesi denildiğinde, İslâm dünyasının geleceğini şekillendirme yönündeki emperyalist iradeyi anlayabiliriz. Her geçen yıl biraz daha görünürleşen bu irade, İslâm’ın merkez toprakları yanında, hemcivar ülkelerde de kanlı çatışmalarla tanımlanabilmektedir. Afganistan, Pakistan’dan Fas’a kadar büyük bir Asya ve Afrika coğrafyası ABD’nin stratejik önceliklerine göre dizayn edilmektedir. Bu sınırların değişmesi, yeni mezhebî ve etnik çatışmalar ihdası ve en önemlisi radikal-terörist dinci örgütler öne sürülerek bir dünya düzeni dayatması olarak okunmalıdır. 

Radikal dinci-terörist örgütleri öne sürerek İslâm coğrafyası üzerinde kontrol hakkı iddiasının temellendirilmesi bağlamında büyük İslâm blokunun oluşumunu imkânsız hâle getirmek, Şii dünyayı ise İran etrafında bölgede etkili bir güce dönüştürmek orta vadeli bir hedef olarak görünürleşmektedir. İslâm dünyası Şii-Sünni güç blokları şeklinde tanımlanır hale gelirken, merkez coğrafyanın Arap-Türk-Kürt-Acem unsurları arasındaki müştereklikleri yok etmek yönünde ciddi çabalar dikkati çekmektedir. Irak işgaliyle sünniler cezalandırılırken, sünnilikle kuvvetli Arap bağı koparılarak diğer sünnî kavim Kürtler öne çıkarılmakta, böylece siyasî bölünme için güçlü bir unsur oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Türkiye Yakın Şark İşleri Konferansı ile kurulmuştu. Onun Yakın Şark’taki Osmanlı rolünü oynamaktan men edildiğini biliyoruz. Zaten yeni Türkiye’nin buna mecali de yoktu, fakat uzun vadede Türkiye’nin bu role sahip çıkabileceği de tahmin edilmez değildi. Nitekim geç de olsa Türkiye bu anlamda “ben de varım” dedi. Bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirdi, ekonomik ve siyasî hamleleri psikolojik etki de meydana getirdi. Bu sırada ortaya çıkan Arap baharının Türkiye modeline benzer bir demokratik İslâm dünyası ortaya çıkarma ihtimali, ABD ve batıya hoş gelmedi. Bölgenin yeniden yapılandırılmasında geniş kitlelerin oynayabileceği rolün Türkiye’nin güçlenmesine yol açacağı kuşkusu görünür görünmez müdahalelerle ortaya konuldu. 

Ortadoğu’yu kendini yönetemez, coğrafî bütünlüğü siyasî-kültürel-ekonomik bütünlüğe ulaştıramaz bir çerçevede tutmak Büyük Ortadoğu siyasetinin esasıymış gibi görünüyor. Türklerin bölge yönetiminden dışlanması 20. yüzyılın batı siyasetinin temelini teşkil etmekteydi ve bunun haklı sebepleri vardır. İslâm âlemi, 20. yüzyıla kadar Türklerin yönetimde belirgin rol sahibi olduğu bir coğrafya idi. Hindistan’dan Cezayir’e kadar geniş bir coğrafyada Türk hanedanlı devletler etkili idi. Bu tesir Hindistan’dan başlayarak İngilizler ve Cezayir’den başlayarak Fransızlar tarafından 19. yüzyılda kırıldı ve 20. yüzyılda tamamen yok edildi. Türkiye’nin bölgede güçlenmesi bir dönüş ihtimali ihtiva etmesi açısından rahatsızlık verici bulunmuş olmalıdır. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HASAN BÜLENT KAHRAMAN-SABAH

“MHP neden ‘hiçbir şeyin partisi’?”

Akparti-MHP arasında koalisyon gerçekleşmedi. Taktik nedenler, baştan beri sürdürülensiyaset oyunları bir yana bırakılırsa (ki, Davutoğlu bu dönemde samimiyetle koalisyondan yana olduğunu gösteren bir tutum sergiledi) MHP’nin neden değil bir koalisyona hiçbir şeye yanaşmadığı sorusu üstünde yeteri kadar durulmadı. Halbuki bu Türk siyasetinin yapısını anlamak bakımından önemli bir unsurdur. 
Öncelikle şunu belirteyim. Baştan beri MHP’nin yürüttüğü siyasetin, doğrusu- yanlışı bir yana, en az Akparti kadar ‘oyun kurucu’ bir karakter taşıdığını belirttim. Birçok bakımdankarşı olduğum, Türk siyasetinde sorunlu bir konuma sahip olduğunu daima öne sürdüğüm MHP’nin, şu son dönemdeki tutumundan ötürü şiddetle eleştirilirken, direnmesi ve kararlılığıyla belli bir pozisyon aldığını söyledim. Davutoğlu’nun CHP’den sonra bir kere daha MHP’nin kapısını çalması bunun bir göstergesiydi. MHP ne yapıyor da, bu konumunu oluşturup muhafaza ediyor sorusuna şimdi cevap arayalım. 
Bunun nedeni MHP’nin çift söylemli bir parti olmasıdır. Bu şu demektir. MHP bir yandandar anlamda bir muhafazakârlığı savunuyor. Bu MHP’nin Akparti’yle ‘yakın’ olduğu izlenimini yaratıyor. Neredeyse yapısal bir özelliği bu MHP’nin, dolayısıyla da çok doğal bir sonuç üretiyor ve onu muhafazakâr olduğunu belirten Akparti’yle aynı çizgiye yerleştiriyor. Elbette ki, muhafazakâr bir parti MHP ve o yanıyla da Akparti’yle uç noktalarda ilişki kurmakta zorlanmıyor. İdeolojik planda böyle yakın görünen uzak bir benzerlikten söz edilebilir Akparti ve MHP arasında. 
O noktada siyaset pratiği devreye giriyor ve asıl sorun orada ortaya çıkıyor. O düzeyde de MHP aslında Akparti’ye hayli uzak, onu şiddetle eleştirmekten kaçınmayan bir özelliğe sahip. Bir örnek vereyim. MHP, şehit cenazelerinin kaldırılması sırasında 1990’lardan beri önde görünen bir parti. O meyanda PKK’ya ve Kürt hareketine karşı. Bu onu milliyetçilik düzeyinde Akparti’ye yaklaştırıyor. Ama öte yanda, aynı milliyetçilik vurgusunun farklı tonlamaları MHP’yi Akparti’den bir o kadar da uzaklaştırıyor. 
İdeolojik planda iki parti arasında bana göre kapatılması hayli zor olan ideolojik açıklığa ve onun milliyetçi tonlamayla ilişkisine bir başka örnek göstereyim. MHP şiddetle devlet yanlısı, devlet öncelikli, devlet vurgulu bir partidir. Devleti kavramlaştırırken de romantik, idealist hatta zaman zaman da sembolik/ mitolojik bir anlayış içinde. Oysa Akparti siyasal pozisyonu itibariyle devlet söz konusu olduğunda gayet pragmatik bir tutum sergiliyor. 
Bu iki yaklaşım arasındaki fark, mesela Cumhurbaşkanlığı konusundaki çok zıt fikirlere zemin hazırlıyor. Yani, MHP devlete bütün kurumlarıyla teslim olan bir tarz sergilerken Akparti günü, yeri geldiğinde devleti değiştirmekten, dönüştürmekten kaçınmıyor. Gene bu da iki parti arasındaki uzlaşmazlıklarda önemli rol oynayan bir unsurdur. 
Kısacası, MHP, Türkiye’de büyük bir taban olan, çok yaygın bir ideoloji olan muhafazakâr -milliyetçi sağı çok geniş bir yaklaşımla değerlendiriyor. O nedenle de popülist sağ bir nitelik kazanıyor. Hiçbir şey yapmadan siyaset oluşturabileceğini düşünüyor ve bunu başarıyor. Çünkü popülizm MHP’nin aslında apolitik bir siyaset yapmasına yol açıyor. Bupopülist sağın en önemli özelliğidir. Politik olmadığınız zaman müthiş bir eleştirel kapasite kazanırsınız. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

HİLAL KAPLAN-SABAH

“Türkiye’ye karşı İran Birliği”

Mayıs 2010’da, Türkiye, Brezilya’yı da yanına alarak, İran’ın nükleer programı konusundaki anlaşmazlığın çözümünde arabulucu olmayı Tahran’a kabul ettirdi. Üç ülkenin birlikte yayımladığı 10 maddelik Tahran Deklarasyonu ‘endişeleri yeterince gidermediği’ sebep gösterilerek Batı tarafından reddedildi. Başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri, üç yıl sonra kendi şartlarıyla masayı kurdu. İran, bu gelişmeye ‘güler yüzlü’ Ruhani ve ABD eğitimli kabinesiyle karşılık verdi.
DAEŞ’in Nisan 2013’te artmaya başlayan alan hâkimiyeti de bu zamanlara denk düşüyordu. Bağdadi’ye biat etmeyen herkesi tekfir eden DAEŞ, olsa olsa ‘Harici’ diye tanımlanabilecekken Batı basını tarafından ‘Sünni’ olarak kodlandı ve yansıtıldı. Dünya tarihinde şiddetin pornografisini ve ‘PR’ını DAEŞ’ten daha ‘başarılı’ biçimde yapan bir terör örgütü görülmedi. Bu, Şii milislerin de Esed rejiminin vahşetinin de üstüne perde örtülmesine sebep oldu. Üç yıl öncesine kadar terör, Hizbullah ve benzeri örgütleri destekleyen Şii İran ya da El Kaide ve benzeri örgütleri destekleyen Selefi Suudi Arabistan’la özdeşleştirilirken, DAEŞ, özellikle Mısır darbesindeki hakkaniyetli duruşu ve Suriye davasına katkısı sebebiyle Sünni dünyanın dikkatle takip ettiği Türkiye ve Ak Parti’yle ilişkilendirildi. ABD, nükleer anlaşma müzakereleri sürdüğü dönemde İran’ın tüm hukuksuzluklarına göz yumdu, nerdeyse destekledi. ABD’nin başta Suriye olmak üzere tüm Ortadoğu politikasını İran’dan bağımsız okumak güçleşti. Gazeteci Josh Rogin, geçenlerdeki yazısında, “Suriye’ye dair Dışişleri Bakanlığı’na gelen tüm tasarılar/ teklifler, aynı zamanda İran’la nükleer anlaşmadaki başmüzakereci olan Wendy Sherman’ın onayından geçmek zorunda” olduğunu yazarak buna işaret etti. (http://www.bloombergview. com/articles/2015-06-11/ obama-s-next-envoy-to-syria-must-fightfor- relevance) 
İran, Ortadoğu’nun ve Müslümanların hamiliğine ısındırılıyor. Asla gerçekleşmeyecek, sadece silah zoruyla becerilemeyecek, tarihî arka planı olmayan bir hayal bu. Ama esas dert de zaten İran’ın bu amaca ulaşması değil. Vahhabi- Selefi çizgi ile Şii- Rafizî çizgi arasında İslâm coğrafyasının esas makul olan damarı Sünnilik yok edilmeye, bu çaba üzerinden de tüm İslâm coğrafyası tarûmar edilmeye çalışılıyor. Böylesi bir süreç gerçekleşirse Suriye ve Irak’ta sadece ‘fragmanı’nı izlediğimizi anlayacağımız bir kan deryasında hepimiz boğulmaya mahkûmuz.
Türkiye, nükleer anlaşmaya arabuluculuk etme teklifinden, BM’de İran’a yönelik yaptırımların artırılmasına ‘Hayır’ oyu vermesine dek Türkiye’nin İran’la beraber büyümesini hedefleyen bir strateji güttü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaptığı son Tahran ziyaretinde, “Birileri Şia olabilir, ülkemde ağırlıklı olarak Sünniler olabilir. Ancak inanç noktamızdaki geleceğimizi ne Sünnilik belirler ne de Şia! Bizim için esas olan İslam’dır” diyerek mezhepçi politikalara beraber karşı durma çağrısı yaptı. “Bizim Sünni Sisi’ye karşı durduğumuz gibi siz de Nusayrî Esed’e karşı durun” davetiydi bu aslında.
Irak, Suriye, Lübnan ve başkent San’a dahil Yemen’i yönetmenin verdiği gururla İran, tamamen mezhepçi ve hatta milliyetçi bir noktaya savrulmuş durumda. Bu milliyetçi ve ‘Neo-Persçi’ duruşun kurucu dışarısı ise Türkiye. Türkiye’deki Erdoğan karşıtlarının İrancı kesilmelerinin politik sonucuna bakmak isterseniz İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Yunusi’nin, “Büyük İranlı Kimliği Konferansı”ndaki sözlerine kulak vermelisiniz: 
“Bağdat, büyüyen imparatorluğumuzun başkentidir… Bölgede bizimle yarışmaya giren gerek Osmanlı nesli, gerek Roma’dan geri kalanlar, bizim şu an Irak’a verdiğimiz desteğe itiraz ediyor. Biz bu bölgede bunlara karşı İran Birliği kuracağız.”

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

KURTULUŞ TAYİZ-AKŞAM

“Rolleri Değişti”

Geçmişte askerin arkasına saklanarak orduyu müdahaleye kışkırtanlar, bugün aynı işi PKK’nın arkasına saklanarak yapıyorlar. Hürriyet ve Cumhuriyet buna çok iyi örnek. Dün “Orduyu göreve” çağıranların neredeyse hepsi bugün “PKK göreve” diyerek terörünün arkasına geçtiler. İsimler değişti, roller değişti ama işlevleri değişmedi. Askeri kaybedince PKK’ya sarıldılar. Askerden boşalan yeri PKK’yla doldurmaya çalışıyorlar. Seçilmiş hükümetleri hizaya sokmak için şimdi PKK’yı kullanıyorlar. Askerin siyasete yönelik müdahalesini meşrulaştırma işini üstlenen dönemin medya grupları şimdi de PKK terörünü aklama işlevi görüyor.   
PKK’yı da aslında en iyi bu işlevi tarif ediyor. PKK, kurulduğundan günümüze kadar vesayet güçlerinin ihtiyaçlarına cevap veren bir örgüt oldu. Talep olduğunda hiç sektirmeden devreye giriyor. Küresel sistem ona ihtiyaç duyduğunda silahları kuşanıp sahnedeki yerini alıyor.  
“Barış” ve “Ateşkes” dönemleri de benzer bir ihtiyacın ürünüydü aslında. 1999-2004 arası siyasal sistem içeriden kuşatılmak istendiğinde PKK’ya 5 yıllık bir ara vermesi sağlandı. Apo’nun Türkiye’ye teslim edilmesiyle Fethullah Gülen’in Amerika’ya alınmasının aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildi. Türkiye’ye ilişkin bir dizi hesapların sonucuydu. PKK geri çekilip yeni koşullara hazırlanırken, Gülen’in sisteme içeriden fethetmesi sağlandı. Başta TSK olmak üzere bütün milli kurumlar düşürüldü ya da içeriden fethedildi. Siyaset kurumu tam anlamıyla kuşatmaya alındı. PKK’nın 2009’dan sonraki pratiği de bu büyük planın uzantısında gelişti. Silahları susturması da silaha yeniden sarılması da hep dış ihtiyaçların gereğiydi. 
PKK ve HDP’yi kendi iç dinamiklerine göre hareket eden bir örgüt olarak görmek büyük bir hatadır. Gerçekleri görmemizi engeller. “Çözüm süreci” ile sivil siyasetin kapıları önünde sonuna kadar açılmasına rağmen PKK’nın terörü tercih etmesi yeterince kuşku uyandırıcı değil mi? “Askeri baraj” iddiasıyla bir örgütün devlet ile oturduğu müzakere masasını devirmesi akılcı mıdır? Elbette değil; zira PKK’nın kontrolüne verilen Kürt milliyetçiliğinin Türkiye ile barış içinde yaşaması öngörülmüyor. PKK ve HDP’nin misyonu seküler ve ayrılıkçı bir Kürt kimliği üretmek. Türkiye’deki Kürt milliyetçiliği ilk günden beri, yani PKK kurulduğundan bu yana dış güçlerin kontrolünde gelişiyor. Kürt milliyetçiliğini kontrol edenlerin amacı da Türkiye’yi kontrol edebilmek. HDP’yi, AK Parti ile uzlaşma ihtimali varken düşman bir çizgiye çeken, PKK’yı da yeniden teröre sevk eden iç dinamikler değil aksine dış etkilerdir. Bugünkü kanlı tablo, PKK eliyle Kürt milliyetçiliğini kontrol eden güçlerin müdahalesi sonucunda ortaya çıkmıştır.  

Köşe yazısının tamamını okumak iiçin tıklayınız

 

MURAT YETKİN-RADİKAL

“IŞİD gözünü İstanbul’a dikmişken, Diyanet’in çıkışı”

Tam dolar 3 lira sınırına gelmiş, ekonomi nefesini tutmuş bekliyor ve Ankara İncirlik’te ABD ile IŞİD harekâtına hazırlanıyor, Doğu ve Güneydoğu’da silah sesleri yankılanıyorken IŞİD bir video mesajı yayınladı. Videosunun zamanlaması, moda deyimle “manidar”.

 

Evet, tam Türkiye 7 Haziran seçimlerinden bir hükümet çıkaramamış vaziyette bir yenisine bakıyorken…

Evet, tam Doğu ve Güneydoğu’da yollara PKK hâkim, muhasara altındaki şehirlerden silah sesleri yankılanıyor, cenazeler kaldırılıyorken…

Evet, tam ABD doları 3 lira sınırına gelmiş, ekonomi nefesini tutmuş bekliyor ve Ankara İncirlik’te ABD ile IŞİD harekâtına hazırlanıyorken…

IŞİD bir video mesajı yayınladı.

***

Belki bazılarınız internetten izlemiştir; son derece profesyonelce hazırlanmış bir propaganda yayını.

Zannedersiniz esir aldıkları erkekleri en acımasız yöntemlerle öldürüp bunu dünyaya yayan, zannedersiniz kadınları köleleştirip topluca tecavüz eden insanlıktan çıkmış militanlar değil bir yardım kuruluşunun sizi cennete göndermeyi iş edinmiş sözcüsü konuşuyor.

Ve Türkçe konuşuyor. Kırklarının ortasında, tipik mücahit kılığı içinde, aksansız, şehirli bir Türkçe ile, muhtemelen bir Türk vatandaşı konuşan.

Belli ki, tercüme hatasına kurban gitmesin, yanlış anlaşılmasın, olduğundan hafif gösterilmesin diye IŞİD propagandası, hakaret ve tehditleriyle dolu mesajı Türkçe okuyor.

***

Anlıyoruz ki IŞİD’in hedefi Türkiye. Kendi anladıkları İslamî yönetimi kurmak için halkı ayaklanmaya, “tâgut” yönetimi alaşağı etmeye çağırıyorlar; “acele edin” diyor Türkçe konuşan IŞİD “Emiri”.

Tâgut, Kuran’da insanları Allah yolundan çıkaran, düpedüz şeytan anlamında kullanılıyor.

IŞİD için Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ile on ikinci Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında bir fark yok; onlara da “tâgut” diye hakaret ediliyor.

Ve Türkiye’nin doğusunu “ateist” PKK’dan, batısını da “haçlı” zihniyetle işbirliği içinde olanlardan kurtarmak için harekete geçilmesini istiyor: nihai hedef İstanbul.

***

IŞİD’in propaganda ve tehdit videosunun zamanlaması, moda deyimle “manidar”.

Bir IŞİD bombacısının 20 Temmuz’da Suruç’ta 33 kişiyi öldürmesi (maalesef yaralıların kaybı ile sayı yükseliyor) sonrasında Türkiye’nin ABD ile anlaştığını ve İncirlik’i açtığını açıklaması, ABD uçaklarının da Suriye’deki IŞİD’i İncirlik’ten vurmaya başlaması sonrasına tesadüf ediyor.

Oysa Türkiye IŞİD’i daha 2013’te terörist örgütler listesine almıştı. Ama 2014 Haziran’ında örgüt Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nu işgal edip çalışanları rehin aldığında dahi bir karşılık görmemişti.

Hatta hükümet yakın zamana dek Batı’da IŞİD’in Türkiye üzerinden “yabancı terörist savaşçılar” devşirmesine ve Türkiye içinden destek görmesine göz yummakla suçlanmıştı.

***

IŞİD’in Atatürk’e de Erdoğan’a da hakaretler yağdırarak Türkiye’yi tehdit etmesi bir başka gelişmeye daha tesadüf etti.

Hükümet IŞİD ile sadece askeri ve polisiye alanda değil, ideolojik ve siyasi alanda da mücadele etmeye karar vermişti.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 10 Ağustos’ta duyurduğu “DAEŞ Terör Örgütünün Hedefi, Faaliyetleri ve İslam Anlayışı” başlıklı rapor bunun göstergesi.

“Kuranı Kerim eşkıyalık yapılsın diye gönderilmedi” türünden kesin ifadeleri barındıran rapor, IŞİD’i de açıklıkla bir “terör örgütü” olarak kınıyor.

***

“DAEŞ’in en sapkın fikri, kendi fikrinden olmayan herkesi kâfir ilan etmesidir” denilen raporda, İslam’a şimdiye dek en büyük zararı bu örgütün verdiği öne sürülüyor.

Diyanet İşleri Bakanı Mehmet Görmez, IŞİD videosunun yayılmasından bir gün önce, 17 Ağustos’ta Ankara’da 81 ilin müftülerine hitabında hem bu rapordan, hem de IŞİD’ten bahseden önemli bir konuşma yaptı.

Görmez’e göre, El Kaide, IŞİD gibi örgütler, “Bir din olarak, kültür ve medeniyet olarak” İslam’ı, “var olmakla yok olmak arasında bir mücadeleye mecbur bırakmaktadır.”

IŞİD’in Ezidi kadınlara reva gördüğü seks kölesi yapma vahşetini de kınadığı konuşmasında Görmez, Türkiye’deki İslamcı kesimlerde gereksiz bir savuma refleksi olarak öne çıkarılan “dış mihrakların komplosu” söylemini de de değiniyor.

***

Diyor ki Görmez: “Müslümanlara hayatlarını zehir etmeyi kafalarına koymuş bu ve benzeri ‘tekfirci’ eğilimler sadece ‘dış mihrakların komplosu’ denilerek geçiştirilemez. Velev ki komplodur, ‘Peki, bu komplonun tutmasında bizim bünyemizin hiç mi zaafı yoktur’ suali sorulmalıdır.”

Bu önemli bir özeleştiridir.

Üst akıldır, Siyonist komplosudur demeden, genç Müslüman Türk ve Kürtlerin, asırlardır Anadolu Sünniliğinin gövdesini oluşturan nüvenin bu tür örgütlerce kemirildiğine, akıllarının çelinmekte olduğuna, belki çözülme tehlikesine dikkat çekiyor Diyanet İşleri Başkanı.

***

Bundan birkaç ay önce 19-21 Mart 2015’de İngiltere de The Ditchley Foundation tarafından düzenlenen “Siyasi İslam’ı anlamak: Küresel Hırslar, bölgesel Sıkıntılar” başlıklı kapalı bir konferansa katılmıştım.

Önemli bir Suudi prensinden, ABD dahil etkili batılı ülkelerin ve BM’nin radikal İslami hareketler ve terörizm uzmanlarına, sözü geçen alimlere dek etkili isimlerin de davetli olduğu konferansın sonuç raporunda yer alan ifadelerden birisi de, Müslüman ülkelerin bu tür aşırılıkçı şiddet hareketlerine katılanların bu işi İslam adına yapmakta olduğu gerçeğini görmezden gelemeyeceği, bununla yüzleşmeleri gerektiği idi.

Türkiye’yi yönetenlerin geç de olsa bu yüzleşmeye başladığı yorumu için belki vakit erken, ama Diyanet raporu ve Görmez’in konuşması bence ciddi, bir dönüm noktası sayılmalı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK-YENİ AKİT

“Siyaset sorun çözme sanatıdır..

Evet, siyaset sorun çözme sanatıdır. Öyle olması gerekir. Ama bugün yaşadığımız gerçekler bunun böyle olmadığını gösteriyor.. En azından birileri için bu böyle..

Bu süreçte Kılıçdaroğlu Bahçeli’den daha aklıselim ile hareket etti. Bahçeli’ye bir haller oldu.. “CHP ile olmaz, MHP denenmeli” diyenler; yaşanan olaylarla sükutu hayale uğradılar..

Bu saatten sonra ya meclis olaya el koyacak ya da Erdoğan bu düğümü bir başka şekilde çözecek.. Başbakan görevi iade edecek ve meclisi toplantıya çağırmayacaksa sonuç belli..

MHP koalisyona katılmıyor, seçime karşı, azınlık hükümetine de destek vermeyecek..

Herhalde Cumhurbaşkanı şimdi görevi Kılıçdaroğlu’na verecek hali yok. Bütün alternatifler değerlendirildi.. Herhalde Kılıçdaroğlu başbakan, Davudoğlu başbakan yardımcısı olacak değil. AK Parti MHP koalisyonu olmuyorsa herhalde CHP MHP koalisyonu kurulacak hali yok.. AK Parti ya da MHP, CHP’nin kuracağı azınlık hükümetine ya da CHP’nin HDP ile kuracağı hükümete destek vermeyecek herhalde. O zaman Cumhurbaşkanı herhalde olmayacak duaya amin demeyecek.. Düşünsenize Cumhurbaşkanı, parti liderlerini istişare etmek için Beştepe’ye davet ederse gidecekler mi? Ya da görevlendirme için Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu Beştepe’ye davet edecek olursa gidecekler mi?

Varsayalım gittiler ve bir hükümet kuruldu. Cumhurbaşkanı, bakanlar kurulunu Beştepe’de toplantıya çağırırsa gitmeyecekler mi? 3’lü kararname nereye gidecek. Bu bakanlar Beştepe’de yapılacak Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına katılmayacaklar mı?

Bu komikliklerin siyaset yapmayla ne alakası var..

Dolar 3 liraya yaklaştı. Teşekkürler Bahçeli!.. Birileri Bahçeli’ye “Ahmet Necdet Sezer’in rekorunu kırmayı deneme sakın” demeli.

İşe bakar mısınız, MHP akıl dışı inadla HDP’ye seçim hükümetine ortak olma şansı tanıyor.. MHP harakiri yapıyor.

Ne diyor Bahçeli, 1-”Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanmasın.” Nasıl yani. “Anayasayı değiştirelim” deyince “hayır” diyeceksin. Sonra yetkilerini kullanmaya kalkınca, “hayır kullanamazsın”  diyeceksin. Seni kim takar. Gücün ne, bu yetkiyi nereden alıyorsun. Bir hukuksuzluk varsa ona itiraz etmenin yolu belli. AYM’ye şikayet et.. Böyle bir talep nasıl bir hükümet protokolünün şartı olabilir.. Hem zaten kurulacak hükümet bir seçim hükümeti. Bu hükümetin böyle bir zamanı, yetkisi, gücü de yok..

2- Anayasanın başlangıcındaki 4 madde değişmeyecekmiş. Ya hu Anayasa mı yapacaksınız. Bunu kabul ya da reddedecek gücün var mı, bir seçim hükümetinin böyle bir günde, şartı, şansı olabilir mi? Ergenekon’un avukatlığı yetmedi, 12 Eylül mirasına sahip çıkmak, Kemalizme sahip çıkmak da Bahçeli’ye kaldı. Evren’in Anayasasına sahip çıkan Bahçeli, Evren’in kullandığı yetkileri Erdoğan’ın kullanmasına karşı.. Hem 12 Eylül Anayasına sahip çıkıyor, onun değişmesini istemiyor, hem de onun uygulanmasını istemiyor. Siz bundan ne anladınız!?

Sahi dikkat ediyor musunuz, Bahçeli  PKK için ağzına geleni söylerken, dün Ergenekon’un avukatlığına soyunurken, bugün paralel yapı hakkında bir şey söylemiyor.. Ama o paralel yapı bugün PKK ile kol kola..

3-Devlet beyimiz, arzu buyuruyorlar ki, “17-25 Aralık yolsuzluklarının üzerine gidilsin”. Niye sadece 17-25, öncesi-sonrası, “bütün yolsuzlukların üzerine gidilsin” dense olmaz mı. Dertleri malum, üzüm yemek değil, bağcı dövmek..

4-”Çözüm süreci bitirilsin!”.. Çözüm süreci mi kaldı. PKK ateşkesi bitirdi. Buyurun manzara bu, mutlu olun.. İstediğiniz ne.. Varsa fikriniz söyleyin. “Çarşı, her şeye karşı.” Var mı, söyleyin.. Ne, nasıl olmalı. Gel bakanlar kuruluna katıl. Yok!  Şurada 2 aylık geçici bir hükümetten söz ediliyor. Öyle hariçten gazel okumakla olmaz. Laf ile akıl verme, gel elini taşın altına koy..

Hadi Bahçeli’nin öfkesi gözünü kör etti, ya çevresindekiler.. Onlar da mı görmüyorlar..

“CHP ile ortaklık olmaz, MHP ile denenmeli” diye AK Parti’nin kapısına dayanan o milliyetçi, muhafazakar insanlar Bahçeli’ye inanılmaz bir öfke duyuyorlar.. Bu seçimin şimdiden iki kaybedeni belli. HDP ve MHP.. CHP itidalli tutumu ile aslında memleket genelinde daha fazla itibar topladı. Tabii seçim sürecinde o olumlu havayı kaybetmezse..

Devlet Bahçeli bunu da yaptı ya! Durmak yok, yola devam..

Eee. Durum bu.. Seçime gidiyoruz.. Hafta sonu ne olacaksa olacak.. Görelim Mevlam neyler.. Neylerse güzel eyler.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5