Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz sonuçlanan koalisyon görüşmeleri ve PKK saldırıları var. ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK “Başbakan’la ve Kılıçdaroğlu ile ne konuştuk” Birbiri ardına ...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde olumsuz sonuçlanan koalisyon görüşmeleri ve PKK saldırıları var.

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“Başbakan’la ve Kılıçdaroğlu ile ne konuştuk”

Birbiri ardına şehit haberlerinin geldiği zor bir gündü.

Ama siyasi trafik açısından da oldukça hareketliydi.

Sabah Çankaya Köşkü’nde Başbakan Ahmet Davutoğlu ile bir araya geldik.
Gazetelerin Ankara Temsilcileri olarak 2 saat süreyle Başbakan’a sorular yönelttik.
Başbakan’la kahvaltılı toplantı öncesinde Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile AK Parti’nin koalisyon çalışmaları sırasında oluşturduğu heyetlerin başkanları Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’le sohbet ettik.

Öğleden sonra ise CHP Genel Merkezi’ndeydim.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile bir saate yakın bir süre makamında baş başa sohbet ettik.
Başarısızlıkla sonuçlanan koalisyon çalışmalarına, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim hükümetini kurmak üzere Başbakan Davutoğlu’nu görevlendirecek olmasına, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na hükümeti kurma görevinin verilmemesine hem iktidar hem muhalefet cephesinden bakma imkanım oldu.

Başbakan kahvaltıya gecikmeli olarak iştirak etti. Terörle mücadele kapsamında bazı görüşmeler yapıp, talimatlar verdiğini söyledi. Koalisyon görüşmeleri sırasında bir yandan terörle mücadele diğer taraftan ise, ekonomiyle ilgili gelişmeleri takip ettiğini anlattı. “Gece uykularımız bölünüyor, gündüz sürekli olarak bu işi takip ediyoruz “dedi.

Başbakan önce ayrıntılı bir şekilde hükümet kurma çalışmalarını anlattı. MHP’li sözcülerin, “AK Parti 4 şartımızı kabul etmediği için koalisyon kurulamadı” şeklindeki sözleri nedeniyle, Bahçeli ile yaptığı görüşmeyi anlattı. “Bahçeli çok net bir şekilde biz dört şart öne sürdük, gördüğümüz kadarıyla bizim bu şartlarda sizinle uzlaşmamız, sizin de bu şartları kabul etmeniz mümkün görünmüyor dolayısıyla, bir koalisyon imkânı yok dedi. Yani bu sonuca müzakereler neticesinde gelmedik en başında Sayın Bahçeli bunu açık ve net bir şekilde ifade etti” dedi.

Davutoğlu, Bahçeli ile 2 saat görüştü ama koalisyon müzakeresine geçilemeden biten bir görüşme olmuş.
Başbakan’a AK Parti kongresini ve seçim kampanyasını da sorduk. AK Parti üç dönem kuralı konusunda bir yenilik getiriyor. Üç dönem kuralı devam edecek ama hem eskiler hem de bu seçimle üç dönem kuralına takılacak olanlar muaf tutulacak.
Başbakan kendisini, kuracağı seçim hükümetine endekslemiş. HDP’nin seçim hükümetinde yer almasına karşı değil. Bunu Anayasa’nın gereği olarak görüyor. Ama kiminle çalışacağını kendisi seçecek. Uyumlu çalışma yeni kabinenin şifresi.

CHP Lideri Kılıçdaroğlu ile, hükümeti kurma görevi verilecek mi verilmeyecek mi tartışmalarının doruk noktasında olduğu bir sırada görüştüm. CHP Genel Merkezi’ne girerken, İngiltere Büyükelçiliği’nden bir heyetle karşılaştık. Ekonomiden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Selin Sayek Böke ile görüşmeye giriyorlardı. Kılıçdaroğlu’nun makamına girerken, içeriden bir heyet çıktı. Kemal Bey, “Seçim kampanyamız için çalışma yapan bir ekiple görüştüm”dedi. Ben hemen en son oy oranlarını sordum.”Yok bunlar kamuoyu araştırması yapan ekip değil, seçim kampanyasını yürüten arkadaşlar” dedi. CHP, 7 Haziran seçimlerinde pozitif bir kampanya yürütmüştü. “Yine pozitif bir kampanya mı yürüteceksiniz?” diye sordum. “Yine pozitif bir kampanya yürüteceğiz ama bu kez terörle mücadele ile demokrasi ve özgürlükler de kampanyamızın bir unsuru olacak” karşılığını verdi. Kılıçdaroğlu ile görüşmeden çıkarken kapıda Haluk Koç’la karşılaştım. Çok gergindi. Uzun süredir yapıcı bir dil kullanan Haluk Koç, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ilgili sözleri ile fabrika ayarlarına geri döndü.

Kılıçdaroğlu, teamüllerin işletilmesi ve hükümeti kurma görevinin Davutoğlu’ndan sonra kendisine verilmesini bekliyor. Kılıçdaroğlu’na, “Hükümeti kurma görevi verilirse, Saray’a gider misiniz? diye sordum. “Giderim. Çünkü kişisel duygularımı işlerime karıştırmam” dedi. “Saraya yönelik itirazlarınız var. Bu durum bir çelişki oluşturmaz mı?” diye sormayı da ihmal etmedim. ” Oluşturmaz” karşılığını verdi.

Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine görev vereceği konusunda umutlu değildi. Bu duruma tepkiliydi. “Sadece bizim tepki göstermemiz yetmez. Sayın Davutoğlu da Sayın Bahçeli de tepki göstermeli” dedi. Hatta bir adım daha ileri gidip, Davutoğlu’nun hükümeti kurma görevi verildiğinde, “Teamül gereği sıra Sayın Kılıçdaroğlu”nun da diye görevi iade etmesini” istedi. Biraz naif bir yaklaşım gibi geldi bana. Gözlerimden ne hissettiğimi anlamış olacak ki; “Bunu yapsa büyür” dedi.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MARKAR ESAYAN-YENİŞAFAK

“Vesayetin dindarlara “yenilmesi” bir lütuftur…”

Kutuplaşma konusu son yılların favori olgusu. Evet bu bir olgu çünkü hiçbir toplum kesimi sonsuza kadar parya olarak yaşayamayacağı gibi, “efendiler” de efendilik konumunu yitirme olasılığından hazzetmezler, öyle itirazsız buyur etmezler.
Dolayısıyla ortaya bir gerilim çıkar.

Türkiye’de bu türden son hamle, tarihi bir başarı göstererek AK Parti siyasi kimliği ile son 13 yıldır boy gösteriyor.
Bu hareket, aslında Batıcı laikçilerin de karşısında “yenilecekleri” en münasip kesim.

Yani, eğer ben seksen yılda ülkeye bu kadar bedel ödettikten, çoğu şeyi elime gözüme bulaştırıp, son safhasında 40 bin ölüme mal olmuş bir bölünme sürecini başlatmış olsam, bununla da kalmayıp, ama kötü ve dar kafalı yönetim sayesinde, ama doğrudan soyarak ekonomiyi duvara toslatsaydım, AK Parti hareketi gibi benim pisliklerimi de temizleyen, ama beni de Fransız veya Ekim devrimleri gibi cezalandırmayacak bir aktöre yenilmeyi bir şans addederdim.

Çünkü soğukkanlı kalarak manzaraya baktıklarında bunun bir yenilgi değil, demokratik bir eşitlenme durumu olduğunu görecekler. İleri tarihlerde çocuklarımız birbirine düşmeyeceklerse bugün bu eşitlenmeyi başarırsak olacak bu. İnşallah…
Şahsen bir başkasından bir güç eşliğinde üstün duruma getirilmeyi bir hakaret sayarım. Bu insanın kendisini en fena şekilde aşağılamasıdır.

AK Parti, Türkiye elitlerinin karşısına tarihin çıkardığı büyük bir şanstır. Baksanıza, İstanbul sermayesi AK Parti döneminde beş kat büyümüş. Ülke dünyanın 17. büyük ekonomisi olmuş. Türkiye 1923-2000 yılları arasında sekiz yüz milyar dolar toplam zenginlik üretmişken, son 12 yılda üretilen toplam zenginlik miktarı 1 trilyon sekiz yüz milyar dolar olmuş. Bu para dindar, laikçi ayrımı yapmadan üreten, kazanan herkesin cebine girmiş.

Yani dindarlar, laikçilerin çöreklendiği devlet gelirlerini onların elinden alıp cebine atmamış, artı zenginlik yaratarak gelmiş. Ülkeyi baştan başa duble yollarla donatırken, gişelere “beyazlar giremez” tabelası asılmamış. Üçüncü köprü ve havalimanına da böyle tabelalar asılacağını zannetmiyorum.

Marmaray’a Erdoğan nefreti yüzünden binmeyen yaşlı bir kadıncağız tanımıştım. Bana Marmaray yerine metrobüsü kullanmamı tavsiye etmişti. Oturduğu apartmanda ise kendisine sabah ekmeğini ve gazetesini alan da başörtülü, AK Partili bir komşu teyzeymiş. Bu iki bilgiyi bana aynı sohbette anlatması oldukça trajikti.
Başka bir tanesinin de Erdoğan’ın ölmesi için adak adadığını duymuştum.
Bu bir hastalık hali.
Bu tavrın bir ahlaksızlık, hastalık olduğunu anlatmanız çok olası değil.
Kutuplaşma dediğiniz olgunun altındaki psikoloji bu. Üstünde de üst akıl var.

Bundan çok daha vahim olanı, üst yapıların, bu insanları bir denek olarak kullanıyor olması. Vesayet partileri, şimdilerde onlara eklenen PKK ve paralel yapı, medyaları ve söylemleri ile her gün nefret suçu işliyorlar.
Allah’ın her günü medyalarının yaptığı, siyasi liderlerin de destekledikleri, kendi kirli iktidar arayışlarına toplumsallık süsü vermek üzere yukarıdaki türden insanları daha da çıldırtmak. Gerçeklikleri ile oynayarak, Türkiye’nin bir mahvoluşa gittiğine, buna mani olmak için ise her türlü çılgınlığa başvurmanın ehveni şer olduğuna onları ikna etmek.
Ondan sonra da gelip faturayı kesip biçtikleri sözlerini çarpıtarak Erdoğan’ın önüne bırakmak.
Evet Salih Tuna’nın dediği gibi bu bir tür sapıklık.

Kutuplaşma eğer bir toplumsal kesimin eşitlik talebine karşı bir çıldırma haline tekabül ediyorsa, aman tatsızlık olmasın diye yeniden parya olmaya razı gelecek değil dindarlar.
Gezi’ye kadar iyiniyetli dindarlar, laikçiler ile birarada yaşamanın bir zemininin oluştuğunu zannediyorlardı.
Müslüman demokrat arkadaşlarım Gezi’de en çok açığa çıkan bu nefretten şaşkına dönmüşlerdi. İnsanlık adına ürkmüşlerdi de.
AK Parti’nin tek başına iktidar olamadığı 7 Haziran sonrası “ortam rahatladı” diyenlere de rastladım. CHP ile koalisyonun ülkeyi kutuplaşmadan kurtaracağını söyleyenlere de.
Keşke o kadar kolay olsaydı.

Her üç örnek de, AK parti hareketinin yenilgiyi kabullendiği, sahneden çekildiği varsayımına dayandığı için varsa bir rahatlama sağlamıştı oysa.
Hasılı, laikçilerin, dindar, rasyonel, vicdanlı ve sorumluluk sahibi Müslüman demokratlara yenilme olasılığı, tarihin bu ülkeye bahşettiği bir lütuftur.
Çünkü bu bir yenilgi değildir, iç barıştır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EROL GÖKA-YENİŞAFAK

“Sekülerlik ve etnik kimlik kardeştir”

Herkes bir kimliğe mecbur, insan için en imkânsız şey, fark edilmeden bir kenarda yaşamak. Kimliğimiz ruhsal derimiz; üstelik çok hassas bir deri, üzeri ince duygusal bir zarla kaplı sadece. Kimlik siyasetlerine verip veriştirmek, kolay yola sapmak. Zor olanı, kimlik üzerine düşünmek; bu mevzu söz konusu olduğunda insanların, adeta derileri yüzülmüş, sinir uçları açıkta kaldıklarını, en nazik dokunuşlarda bile vaveyla kopmasının an meselesi olduğunu bilerek konuşmak, davranmak… Sevr’de İngilizlerin devlet rüşvetini reddeden, dini kimlikleri uyarınca davranmayı seçen Kürtlerin neden 7 Haziran seçiminde etnikçi, seküler, terörü meşru gören bir yapıya oy verdiklerini konuşmaya başlamıştık. Sevr’den bu yana kimliklerimize neler olduğunu anlayabilmek için kimlik konusundaki temel bilgileri masaya dökmeye karar vermiştik. Kimliğimizi bebeklik, çocukluk yıllarındaki temeller üzerine gençlik döneminde edindiğimizi söyledik. Cumhuriyet tarihimiz boyunca beş neslin gençlik dönemi yaşadığını, Kürt meselesinin ve etnik terörün 35 yıldır gündemimizi doldurduğunu, iki neslin bu çatışma ortamında gençliklerini geçirip kimliklendiğini hatırlatarak devam edelim.

Bireysel kimliğimizin yanı sıra bir de toplumsal kimliğimiz var. Mesela mesleğimiz, tuttuğumuz takım, devam ettiğimiz hemşehrilik ve hobi derneği üyelikleri, katıldığımız sivil toplum etkinlikleri toplumsal kimliğimizin içinde yer alıyor. Ama toplumsal kimliğimizin temel direklerini onlardan ziyade “kolektif kimlik” dediğimiz etnik, dini ve ulusal (modern devlet tabiiyeti) kimlikler oluşturuyor. Kimliğimizdeki hassasiyet, esasen bunlardan kaynaklanıyor. Hepimiz etnik, dini ve ulusal kimliğimize herkes tarafından saygı gösterilsin istiyoruz. Gelişmiş, liberal toplumlarda, kolektif kimliklerden ziyade kimliğin bireysel ve diğer toplumsal özellikleri daha önde geliyor. Hatta toplumsallığın, kamusallığın bile çöküş içinde olduğundan bahsediliyor ama modern batının haricindeki coğrafyalarda bireysel kimlik, nerdeyse hiç ortaya çıkamıyor kolektif kimlikler arasında kaybolup gidiyor.
Bir geleneğin, kültürün içinde doğuyoruz ama bebeğin ilk fark edişleri ve temel öğrenmeleri dikkate alındığında asıl doğduğumuz yer, anamızın dili. Etnisitenin ve etnik kimliğin belirleyicisi anadil. Anadilimizin aynı olduğu insanlarla, aynı etnik kimliğe sahibiz, istesek de istemesek de aynı kaderi paylaşıyor, dolayısıyla onlardan yana hissediyoruz. Dini ve ulusal kimlikler, etnik kimlikten sonra ortaya çıkıyor. Ev, mahalle, akraba, okul gibi ortamlar, ideolojik aygıtlar vasıtasıyla din, mezhep ve resmi (ulusal) kimlikleri biraz bilinçli biçimde içselleştiriyoruz.

Modernlik-öncesi uzun insanlık tarihi boyunca din, kolektif kimliğin neredeyse yegâne unsuru olmuş. Tabi olunan devlete bağlılık, henüz “ulusal” kimlik düzeyine gelmemiş. Aşiret, boy gibi etnik özellikler sadece dini kimliğin pekiştiricisi olarak rol oynamış, kendileri kimliğin ana belirleyicisi olamamış, ikincil düzeyde kalmışlar. Ama modern zamanlarda bu kimlik dinamizmi baştan aşağı değişti, dini kimlik gerilerken etnik ve “ulusal” kimlik onun yerini almaya başladı.

Modern zamanların başlangıcında, batıdaki güç mücadelesinin içinde, feodallere ve onların müttefiki dini otoritelere karşı toplumu arkasına almaya çalışan burjuvazinin yeni kimlik önerisi, sekülerliğe dayanıyordu. Sekülerliği, din-devlet ilişkilerindeki laiklik ile karıştırmamak lazım. Sekülerlik, hem modernleşmenin bir parçası hem de “modern” ile aynı kökenden; “yaşanılan zaman” manasına geliyor. Seküler kişi dediğimizde, referanslarını “kutsal”dan ziyade yaşadığı zamanın şartlarından alan kimse demek istiyoruz. İnsanın zihinsel işleyiş ve karar alma mekanizmalarında dinin, kutsalın yerini, dünyevi, profan süreçlerin alması, sekülerleşme. Batıdaki sekülerleşme, Hıristiyanlığın kendi teolojisinin içindeki bir sorun ya da durum olarak gündeme gelmiş ve Protestanlık öncesine uzanan uzun bir geçmişe sahip. Sekülerlik, dinsizlikten ziyade dinin dünyevi bir yorumla algılanması demek ama Batı-Hıristiyan tipi sekülerliğin önemli bir kısmının dinsizliğe, hatta din karşıtlığına dönüştüğü de ortada. Sekülerlik, modernliğin olmazsa olmazı. Modern zamanlarda hayatlarımız sekülerleşirken buna bağlı olarak kolektif kimliğimizde dinin yeri de geriliyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET TAŞGETİREN-STAR

“Terörle mücadele ve Erdoğan misyonu”

Terörle mücadele en kararlı biçimde, çözüm süreci sırasındaki zaafları da telafi edecek çerçevede yürümeli, bu kaçınılmaz bir zaruret. 

Ancak ben yine de, kimsenin elini soğutma anlamında olmamak üzere, halkla ilişkide “şefkat dili”ne azami itinanın gösterilmesi gerektiğini bir kere daha hatırlatmak istiyorum.

Çünkü bu da mücadelenin psikolojik boyutu açısından hayati önem taşıyor.

Aynı psikolojik boyutun, terör örgütü tarafından da dikkate alındığını, işin kötüsü, alan hakimiyeti itibariyle bu noktada Hükümet’ten daha avantajlı durumda bulunduğunu unutmamak gerekiyor.

Konuyu tahlil ederken, bir süredir yürütülen projeye öncelikle dikkat çekmek istiyorum.

Tayyip Erdoğan ismi burada kritik önem taşıyor. Herkes bilir ki, Ak Parti’nin Kürtlerde önemli bir karşılığının bulunması, Türkiye’nin soruna çözüm bulmasında hayati değerdedir. “Kürt etnisitesi”ni önceleyerek kurulmayıp da Kürtlerde karşılık oluşturmak, Türkiye’nin İslam içinde bin yıllık harmanlanmasının ürünü idi ve bu, 2000’lerde Ak Parti’de somutlaşmıştı.

Orada da sade Kürt insanındaki “Tayyip Erdoğan muhabbeti” özel anlam taşıyordu. Bu bir realite idi. Bunu dost-düşman bilmekteydi. Bunu yazmıştım, Adıyaman’ın dağındaki çoban, aklına Kürtlüğünü, Türklüğünü getirmeden “Tayyip’i seviyorum” diyordu. Yine yazmıştım, Ağrı’lı Kürt vatandaş, Kürt milletvekili adaylarına bile “Tayyib Erdoğan hatırına” oy verdiklerini söylemişti bana.

Şimdi anlıyor muyuz, Selahaddin Demirtaş’ın kendisine “Seni başkan yaptırmayacağız” söylemini ana propaganda ekseni haline getirmesinin sebebini?

Şimdi anlıyor muyuz, “Tayyip Erdoğan nefreti”nde yedi düvelin bir araya getirilmesinin arkasındaki ana motivasyonu?

Olayın Ortadoğu’da, yani İslam coğrafyasında bir anlamı var, orada sokakların parçalanmış yüreğini yeniden bir araya getiren sembol olduğu için vurulmak isteniyor Tayyip Erdoğan profili… Bizde ise Türklüğü, Kürtlüğü, bu topraklardaki bütün farklı etnik aidiyetleri, kendi etnik kimliklerini alabildiğine özgür bırakıp, yüreklerini “Tek millet” hamurunda buluşturarak, bu ülke çocuklarının kanını akıtan bir süreci sonlandırma sembolü olduğu için vurulmak isteniyor. Çünkü bu ülkeyi çökertmenin, dolayasıyla bu coğrafyayı ayağa kaldıracak en yiğit bünyeyi yere kapaklatmanın yolu, bin yıllık harmanlanmayı torpillemekten geçiyor.

Tayyip Erdoğan, Kürtler nezdindeki devlet dilini değiştirdi. Devlet, sadece kudret değil, şefkatti aynı zamanda. Hatta daha çok şefkatti. Hatta kudret bile şefkat içindi.

Ama beynine takılmış çiple kurgulanıp eline silah verilerek sahaya sürülen bir örgüt, bu ilişkiyi zehirlemek istiyor. Kürt çocukları beyinleri yıkanıp yeniden savaş alanına, ölüme sürükleniyor.

Bu defa ne yazık ki, silahlı yapının kurgulanmış terörü, Tayyip Erdoğan’ı bile “Çatışmasız çözüm” atmosferini savunamaz hale getirdi.

Ve tam da bu süreçte, üstelik uluslar arası ölçekte “Erdoğan karşıtı” bir koalisyon oluştu.

Uluslararası ölçeğin Türkiye ayağında ise -yine uluslararası odaklarla el ele- terör örgütü, onun siyasi uzantısı, bilumum kurgulanmış sol-liberal oluşumlar ve paralel camia el ele tutuşup, Erdoğan’ı çökertme savaşına giriştiler.  

Vur, vur, vur, çamur at, çamur at, nefret pompala, nefret pompala…

Melek olsanız, üzerinizde çizikler oluşuyor.

Onun için şu an sürdürülen mücadele ortamı, kaçınılmaz olarak güç kullanmayı, silahı, ölümü, çatışmayı beraberinde getiriyor. Göz gözü görmez bir ortam.

Bu ortamda mücadelenin hangi amaca yönelik olduğu, kimi koruyup, kimi etkisiz hale getirmeyi hedeflediği çok iyi anlatılmak zorunda. Çok ciddi bir halkla ilişkiler çalışmasına ihtiyaç var.

Bu mücadelenin, evet Türkiye’nin birliği bütünlüğü de çok önemli bir hedef ama en çok Kürtleri bir terör örgütünün tasallutundan kurtarmayı amaçladığını bütün çıplaklığı ile halka anlatabilmek lazım.

Sonuçta oğlu-kızı dağa kaçırılıp mankurt haline getirilmiş bir geniş insan kütlesinden söz ediyoruz, o insanlara asıl hedefin öldürmek değil, onların çocuklarını örgütün elinden kurtarmak olduğu anlatılabilmeli.

Burada yine sembol isimler büyük önem taşıyor.

Sembol isimler derken Tayyip Bey’i, Davutoğlu’nu kastediyorum.

Ne bileyim, bir Varto’ya, Silvan’a, Cizre’ye gidebilmeli, güvenlik tedbirleri alarak, oradaki halkla buluşabilmeli Cumhurbaşkanı ve Başbakan.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ARDAN ZENTÜK-STAR

“İç savaş falan çıkmaz kardeşim, işinize bakın”

Kolay söylenen bir laf haline geldi, “Türkiye iç savaşa sürüklenir…” Ama arkası boş, yalnız, sokaktaki insana aba altından sopa göstermeye yarayan bir algı yaratma çabasından başka bir anlamı yok… 

“İç savaş” dediğiniz şey, tüm savaşlar gibi, “maddi nedenlere” dayanan ve bazen olması kaçınılmaz kabul edilen bir kavramdır. Irak, Suriye, Yemen, Libya… Yarın Mısır… Bu coğrafyada insanlar durup dururken birbirlerinin boğazına sarılmıyor, günlük yaşamının konforunu bir kanlı serüven için terk etmiyor, bir nedeni var, pekiyi o neden Türkiye için geçerli mi?.. Geçiniz…

İç savaş: Devletin yok olması

Son sözü yine, baştan söyleyelim: Kurumları işleyen demokratik devletlerde iç savaş çıkmaz.

Biliyorum, siyasette sergiledikleri gözü dönmüşlükle böyle bir gelişmeyi “hayırlı” bulduğunu söyleyen, TV ekranlarına çıkıp bu konuda ağzını köpürterek konuşan bir takım aydınlarımız (!) var. Hayır, onları “hainlikle” suçlamayın, o işin de bir kuralı var, “geri zekalı satılmışlar” diye niteleyin geçin…

Bir ülkede iç savaş çıkması için birinci koşul, devletin dağılması, özellikle ordusunun, etnik/dini zeminde “ulusal ordu” kimliğinden uzaklaşmasıdır. Örnek: Irak!.. Eski Şii Başbakan Nuri el-Maliki’nin İran’ın kontrolünde ülkenin Sünni nüfusunu meşru siyasetten dışlaması, orduyu da bir Şii ordusuna dönüştürmesi, bugünün felaketini yarattı. O ordu, Sünni nüfusun yaşadığı Musul’u “anavatanı” kabul etmediği için 60 bin asker 5 bin DAEŞ’linin önünden tüm silahlarını bırakarak kaçtı, gitti…

Suriye’yi anlatayım mı?.. K.çını Nusayri azınlığa dayamış, ülkesini de İran’a teslim etmiş Beşar, Sünni nüfusun köylerine varil bombaları atıyor, çocuklara karşı kimyasal silah kullanıyor. Irak ve Suriye’de bildiğimiz anlamda bir devlet var mı, yok. O zaman olacağı da bu…

Türkiye’yi başkalarıyla karıştırmayın

Türkiye, Ortadoğu’nun bugünkü berbat haritasının şekillendirildiği 1916 tarihli İngiliz-Fransız Sykes-Picot Anlaşması’nın gölgesinde 1920’de imzalanmış Sevr Anlaşması’nı ulusal kurtuluş mücadelesi ile yırtıp atmış, kendi ulusal sınırlarını, ulusal gücüyle, 1923 tarihli Lozan Anlaşması ile çizmiş bir devlettir. Sakın, diğer bölge ülkeleriyle Türkiye’yi karıştırmayın.

Diğer ülkeler Sykes-Picot’un yarattığı mirasın kanlı hesaplaşmasını yaşayabilirler, Türkiye bunun dışındadır.

Demokratik, laik, güçlü bir devletten söz ediyoruz. PKK terör örgütünün siyasetteki uzantısı olarak kabul edilen HDP’nin Meclis’te 80 milletvekili, irili-ufaklı 102 belediyede iktidarı var. Bu tablo, bir tek gerçeği ortaya koyuyor: Türkiye, Kürt nüfusunun meşru siyasi tercihleriyle değil, bir terör örgütüyle mücadele ediyor!.. Mesela, HDP’li belediye İller Bankası’ndan ödeneğini düzenli alıyor mu, alıyor, o parayı nasıl kullanıyor bilemem, onu sorgulamak seçmenin işi…

Devlet işini yapıyor, çoğunluktaki nüfus soğukkanlı, daha da önemlisi, Kürt nüfus, PKK’nın kendi adına değil, başkaları adına bir “vekalet savaşı” verdiğini her geçen gün biraz daha iyi anlıyor.

Kürtler HDP’yi yargılayacak

Açık gerçek: Diyarbakırlı bir Kürt -en az- İzmirli bir Türk kadar akıllıdır, dünyaya açıktır, yaşanılanları analiz etme yeteneğine sahiptir. Çözüm sürecinin buzdolabına kaldırılmış olmasından -dikkat edin rafa kalkmadı- kimin sorumlu olduğunu, kendisi üzerinden oynanan tipik Ortadoğu oyununun esas kime zarar vereceğini çok iyi hesap eder. Demokratik bir ülkenin eşit vatandaşı olmak mı, kime hizmet ettikleri belli olmayan Kandil’deki diktatoryal yapının kölesi olmak mı?Bu sorunun yanıtını en iyi Kürtler verecek, 100 yılda yakalanmış tarihi bir fırsatın kaçmasına göz yumduğu için HDP kadrolarını yargılayacaktır. Demirtaş’ı son mitinginde dinledim, “Biz barış dendiğinde ana dilde eğitimi anlıyoruz” diyordu. Bu ülke sana, dağdan in, silahlarını göm, gel konuşalım dedi, ana dilde eğitimi elindeki Kalaşnikof’la mı alacaksın? Sen, bu ülkenin Kürt halkını aptal mı sandın?..

Nerede o halk?..

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt asıllı vatandaşları, PKK’yı kendi kanlı planlarıyla baş başa bıraktılar, kendilerine teşekkür ederiz. Meselenin bir Türk-Kürt çatışması olmadığını, yaşanılanın terörizmle mücadele olduğunu bu ülkenin tüm insanları bir kez daha dünyaya sergilediler, bunu Almanya anladı mı, bilemem…

Köşe yazısın tamamını okumak için tıklayınız

 

ORHAN MİROĞLU-STAR

“Türkiyeli bir Kürdün gözlemleri”

Rojhat Türkiye-Kürdistan Demokrat Partisi geleneğinden gelen Türkiyeli bir Kürt. Rojhat, Erbil’de yaşıyor. Diyarbakırlı. KDP çizgisine yakın gruplarla beraber Avrupa’da ve Türkiye’de uzun yıllar siyaset yaptı. Kürt müziğine emek verdi, eserler kazandırdı. Türkiye’ye gelip gidiyor, herhangi bir yasağı yok. Rojhat’la, Kürt siyasi partilerinin kendi aralarındaki ilişkileri, Türkiye’nin politikalarını ve Suriye devrimini geçen yıl Erbil’de konuşmuştuk. İran’ın bölgede artan gücü ve Kürdistan politikaları  konusunda söyledikleri, aradan geçen bir yıl içinde doğrulanmış gibi görünüyor. Ona sorduğu sorular ve aldığım cevaplar şöyle:

– Kürt Hükümetinin irredentalist politikaları var mı?

Erbil hükümetinin komşularıyla (Kürt nüfusun olduğu ülkeler) ile stratejik bir konseptinin olmayışı bir gerçektir. Bu, KDP için de geçerli, KYB için de geçerlidir. 1965’te TKDP’nin (Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi) kurulduğu yıla gelinceye kadar Kürt aydınları böyle bir partinin gerekli olduğunu bile düşünmüyorlardı, onlar daha ziyade Türkiye İşçi Partisi içerisinde mücadele veriyorlardı. TKDP kuruldu, 1 yıl sonra parti başkanı Faik Bucak öldürüldü. Sonra Doktor Şıwan ve Sait Elçi meselesi var. 1975’te hareket yenilince Türkiye Kürtleri de bundan etkilendi. 1975’ten 1978’e gelinceye kadar PKK’nın gelişme dönemi, diğer Kürt partilerinin de tasfiye dönemi.

– PKK, Suriye, Irak ve İran’da yeni bir siyasi rol oynayabilir mi?

Kanaatime göre PKK böyle bir rolü oynayamaz ama Amerika ve Avrupa PKK ile yeni ilişkiler kurabilir. 2003 yılından sonra Amerikalılar bu mesajı PKK’ya verdiler zaten. Bölgesel güçler PKK’nın Avrupa’ya ve Amerika’ya yaklaşmasını engelliyor. İranlılar Kandil’e halen ‘Türkiye’ye karşı savaşın’ istediğinizi yaparız’ diyor. Çünkü İran’ın Türkiye ile ciddi problemleri var, tarihi problemleri var. İran, Ortadoğu’da hem Amerika’nın hem de Avrupa Birliği’nin varlığından rahatsızdır.

– Türkiye’nin önemi?

KDP ve KYB komşu ülkeler ile ilişkileri hiç reddetmediler ama demokratik dünyaya açılmanın yolu Türkiye’den geçiyor. Eğer Kürtler demokratik bir ülkede yaşamak istiyorlarsa bunu ancak Türkiye üzerinden yapabilirler. Bu bakımdan Türkiye ile ilişkiler stratejiktir diyoruz. İran ile olan ilişkiler İran’ı incitmeme ve kızdırmama temelinde yürütülüyor. KYB’nin ilişkileri ise İran ile daha farklıdır KYB’nin hakim olduğu Süleymaniye gibi bölgede yegane komşusu İran’dır. Dolayısı ile KYB İran’a mahkum. KDP ise hem Türkiye ile hem de Suriye ile ilişkileri sürdürebiliyor. Ama biliyorsunuz, eskiden Süleymaniye ve Erbil merkezli olmak üzere iki hükümet vardı. Şimdi bu sona erdi. Kürtlerin tek bir hükümeti var. Dolayısı ile Kürt partilerinin bölgesel hükümetler ile ilişkileri ve kendileri ile ilişkileri anayasal bir zemine oturmak durumundadır. Yani bir çeşit siyasi entegrasyon var ve bu anayasal bir zemine dayanıyor.

– Duhok anlaşması?

İmzalandığı günden beri kağıt üzerinde kaldı, uygulanmadı. Ben size basit şaşırtıcı bir örnek vereyim. 1990’lı yıllarda biz kendi içimizde kardeş kavgası yaşadık. 1994-1998’e kadar devam etti. Ankara’da toplantılar oluyordu Kürtler kendi aralarında barışsın diye veya savaşsın diye. Şam diretiyordu barış Ankara’da olmaz Şam’da olması gerekiyor diyordu. Bu sefer o toplantı Şam’a taşınıyordu. Ama bu sefer de Tahran ‘toplantı Şam’da olmaz Tahran’da olmalı’ diyordu ve toplantı Tahran’a taşınıyordu. Sonra Avrupalılar devreye giriyordu. Avrupalılar, ‘Ankara, Şam ve Tahran’ı denediniz olmadı, buyurun Paris’e gelin’ diyordu. Paris’te de oldu o toplantılar ama barış yine gerçekleşmedi. Toplantılar sonra Dublin’e taşındı anlaşma oldu ama o anlaşma bir telefon ile bozuldu. Katılanlardan birine geldi o telefon, nereden geldi derseniz söyleyeyim, Şam’dan geldi.

(Salih Müslim ve Mesut Barzani başkanlığındaki toplantı, hayata geçmeyen Duhok anlaşmasıyla sonuçlandı. O. Miroğlu)

Sonra Amerikalılar bütün çareler tükenince devreye girdiler. Barzani ve Talabani’yi Amerika’ya Washington’a götürdüler ve Kürtleri barıştırdılar. Bir yazı yazdım, anlaşma iyi ama hayata geçmesi için çok bekleyeceğiz dedim. Aynen dediğim gibi de oldu. 1998-2006’ya kadar Süleymaniye ve Erbil olmak üzere iki hükümetimiz vardı. DEAŞ saldırısından önce Kuzey Irak’ta referandum hazırlığı yapılıyordu. İranlılar bağımsızlık öngören referanduma sıcak bakmadılar ama eğer bağımsız bir Kürt Bölgesi kurulacaksa hem Erbil hem Süleymaniye’de ayrı ayrı kurulmalıdır diyorlardı. Süleymaniye de bir Kürt bölgesi, Erbil’de bir Kürt Bölgesi.

– PYD’nin kantonları?

Kantonlar da, bu tartışmalar da yeni değil. Rojava’da gördüğünüz kantonları Celal Talabani 8 yıl önce imzaladı. Buna göre Süleymaniye, Erbil, Duhok ayrı ayrı kantonlar olacaktı bu anlaşma Talabani ile Bağdat Hükümeti arasında 2004-2005 yılında yapıldı. Mesut Barzani bunu inatla reddetti. 1992’den beri KDP’yi bölgesel aktörler yok etmek istediler. KDP, Avrupalılar ve Türkiye ile iyi ilişkiler kuruyordu. KDP bu stratejisinde başarılı oldu YEKITI’de diğer partiler de Erbil’de birlik içinde davranmanın ulusal çıkarlara daha uygun olduğunu görüyorlar.

– Bölge ülkelerinin Kürt partileri üzerindeki nüfuzları?

Başta İran olmak üzere bu nüfusu sürdürmeye çalışıyorlar. Kasım Süleymani mesela her gün Kandil’e gidip geliyor, Bağdat’a geçiyor. KYB’nin polit büro toplantılarına katılan bir adam Kasım Süleymani.

Köşe yazısın tamamını okumak için tıklayınız

 

ENGİN ARDIÇ-SABAH

“Yelkenleri atlastan”

Duyduk duymadık demeyin a dostlar, “görev verilirse” Kılıçdaroğlu külliyeye çıkacakmış!
Öyle ya, görev Washington Restaurant’da verilecek değil ki… Cumhurbaşkanının makamında verilir.
Kılıçdaroğlu’nun bu “çarkı” hiçkimseyi şaşırtmadı. Fakat bazı arkadaşlar kendisine “sahip olmadığı bir ehemmiyet atfedip” ciddi ciddi bunu “hangi yüzle” yapacağını sordular. Nefeslerine yazık.
Çark, muhteremin siyasi cibilliyetine uygundur.
Muhalif basın amigolarının cibilliyetlerine de uygundur: Hani gerçekten görev verilse de Kemal Bey külliyeye çıksa, “iktidara geldik” diye zil takıp oynamaktan hiçbirisi “bu ne çelişki” demeye fırsat bulamayacaktır.
Ama böyle olmayacak: Görev o adama verilmeyecek, o adam da tükürdüğünü yalamaktan kurtulacak.
Keşke verilse!
Keşke verilse de, bu acıklı güldürüye nasıl bir kulp bulacaklarını izlesek: Memleketi hükümetsiz bırakamazdık, milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyaç duyulan şu günlerde, falan filan.
Başka bir konuda da çok yararlı olurdu Kılıçdaroğlu’nun külliyeye gitmesi…
Aralarında şöyle bir konuşma geçebilirdi:
– Rahatsız mısınız Kemal Bey? Olduğunuz yerde kıvranıp duruyorsunuz…
– Yok sayın cumhurbaşkanım, yok bir şey, ayy, bir anda ürperti geldi… Şöyle tatlı tatlı…
– Yüzünüz de sarardı, kasıldınız kaldınız…
– Yok sayın cumhurbaşkanım… Şeyy, çok çay içtik galiba…
– İki elinizi bacaklarınızın arasında niçin tutuyorsunuz Kemal Bey?
– Şeyyy… Sıkışık bir durum var da sayın cumhurbaşkanım…
– Anlaşıldı Kemal Bey… Buyurun, görevli arkadaşlar yolu göstersinler.
– Sayın cumhurbaşkanım, gitmişken altın kaplamalıya gitsem…
– Bizde altın kaplamalı memişhane yok Kemal Bey, o söylediğiniz İran Şahı’nda vardı.
– Nasıl olur, hani bu devlet gerekirse direklerini altından, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden falan… Kolunuzu kestik, sakalımızı kestiniz, kesilen kol filan…
– O başka bir fıkra Kemal Bey. Sizi yanlış bilgilendirmişler.
– Kimse bilgilendirmedi sayın cumhurbaşkanım, ben kendim yumurtladım.
– Az daha durursanız başka şeyler de yumurtlayacaksınız Kemal Bey.
– Ohhh… Gerek kalmadı sayın cumhurbaşkanım…
– Yazık!
– Halıya mı yazık oldu sayın cumhurbaşkanım?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ŞEREF OĞUZ-SABAH

“HDPKKANDİL”

Terör belası bütün şiddetiyle sürüyor ve teröre karşı tutumunu netleştiremeyenlerin sandıkta bunun bedelini ödeyeceği kesin… HDP’nin seçim öncesinde “PKK’ya silahı AKP değil biz bıraktıracağız” sözleri yerini, “ne haddimize…” tutumuna terk etti ve sandık ufukta göründü.

Dağ ile Kandil arasına sıkışmış HDP’ye “Meclis’e gel” mesajı veren seçmen, bununla da kalmadı, gönlü Demirtaş’ta olmasa bile emanet oylarla partiyi barajın üstünde tuttu. Beklenti, “şehit cenazesi gelmesin, terör bitsin, barış ve huzur egemen olsun” idi.
Fakat tecelli, dün 8 şehit örneğindeki gibi, kan ve gözyaşı oldu. Kandil’den Meclis’e döşenen 80 mv genişliğindeki demokrasi otobanından barış değil barut kokusu geldi.Türkiye partisi olma söylemi de koca bir yalana dönüştü. 
54 milyon 818 bin 273 seçmenden 6 milyon 57 bin 506’sı, çözümün parlamenter zeminde, Meclis’te çözülmesine oy verirken şehit cenazesi istemedi. 80 mv genişliğindeki demokrasi yolundan kentlere silah aksın istemedi. Gelinen nokta, değil Türkiye, bölge partisi dahi olamayan HDP gerçeğidir.
Kandil’in “ne emanet oyu?” azarı ardından “silah bırakmayı aklınıza dahi getirmeyin” tehdidi HDP’nin dilini de dönüştürdü. Sırtını dayadığı örgütlerden aldığı güçle HDP, yeni hükümete 3 bakan ile girerse, terörle mücadelede “insider trading” kaygısı taşırım ben. 
Emanet oyların geri döneceği kesin… Bu da HDP’yi yeniden baraj kaygısına sokacak. Teröre karşı duruşunu “Duran Adam Bahçeli” olarak belirginleştiren MHP’nin ve “HDP yoksa biz de yokuz” diyen CHP’nin desteğiyle baraj indirilirse, HDP nasıl davranacak?
Bir yandan geri alınan emanet oylar yüzünden %10’luk barajın altında kalma riski var. Diğer yandan baraj düşürülürse “mağduriyeti” giderilmiş olacağından emanet oy gelemeyecek. HDP’nin baraj açmazını daha çok tartışacağız.

Köşe yazısın tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Biraz başkanlık, biraz parlamentarizm, biraz da terörizm”

Halkın oyları ile seçilen ve üstelik 1982 Anayasası’nın verdiği olağanüstü yetkilere sahip olan Cumhurbaşkanı Erdoğan bundan sonra yeni seçime uzanacak dönemde hem tek seçici, hem de en ağırlıklı karar merkezi. Kim bilir kaç defa yazılıp söylendi… Aynı Anayasa hem “Başkanlık” hem de “Parlamenter” sistemi içerirse, bundan kargaşa çıkar… Anayasayı yeniden yazıp, temel bir tercihi uzlaşarak belirlemek yerine Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın tuvaletindeki klozete takılan bilinçsiz siyasetçilerin, şimdi o Saray’da ikamet eden kişinin kendilerini başbakanlığa atamasını beklemeleri hem acıklı, hem de komik değil mi? 

Bir Cevdet Sunay öyküsü 
Rahmetli cumhurbaşkanlarından Cevdet Sunay hakkında anlatılan bir hikâyeyi yine hatırladım… Sağlığında kendisi ile birkaç kez kısa süreli görüşme yaptığımda, gülmeyi seven, mizah duygusuna sahip bir kişi olduğunu hissetmiştim. Bu nedenle “Belki bu hikâyeyi kendisi üretip, çevresine anlatmış olabilir” diye de düşündüğüm oluyor. Sunay binbaşı olduğunda Karadenizli hemşerileri gelip, yörelerinin bir sorununu çözmesi için yardım istemişler. O da “Ben sadece bir binbaşıyım. Bu sorunu çözmeye gücüm yetmez” demiş. Aradan yıllar geçmiş ve Sunay general olmuş… Hemşerileri yine aynı sorunu ona getirip yardım istemişler. Bu defa da “Ben sadece bir generalim. Bu sorunu çözemem” demiş. 

Ben sadece cumhurbaşkanıyım 
Cevdet Sunay Genelkurmay Başkanı olduğunda hemşerileri yine gelmişler, aynı sorunu getirmişler ona. O da “Ben sadece genelkurmay başkanıyım. Bu sorunu çözmeye gücüm yetmez” demiş. Sunay Cumhurbaşkanı olunca hemşerileri hemen Çankaya’ya gitmişler. “Senden daha yukarıda görevli yok devlette. Bu sorunu çöz artık” demişler. Rahmetli Sunay boynunu bükmüş, iki avucunu açarak cevap vermiş:
– Vallahi ben de öyle sanıyordum ama bu sorunu çözmeye hâlâ gücüm yetmiyor. Ben sadece cumhurbaşkanıyım… 

Karışık durumlar 
Düşününün ki 1924 Anayasası’nda “Kuvvetler Ayrılığı” falan yoktu. O Anayasa ile hem tek partili modeli, hem de çok partili demokrasiyi yaşadık. Cevdet Sunay ise 1961 Anayasası’nın sembolik Cumhurbaşkanıydı… 1982 Anayasası ile de 28 Şubat post-modern darbesi gerçekleşmedi mi? Şimdi de hem halkın seçtiği Başkan hem de Anayasa’nın olağanüstü yetkilerle donattığı Cumhurbaşkanı ve parlamenter sistemin devletin merkezine yerleştirdiği Başbakan var. Trafiğin soldan aktığı İngiltere’de Avrupa’ya uyum için trafiği sağdan akıtmayı önerenler var ya… Mesela bunlar “Uyumu adım adım gerçekleştirelim. Önce kamyonlar, sonra otobüsler, arkasından bisikletler ve sonunda otomobiller sağdan akan trafiğe geçsin” deselerdi… Doğacak kargaşayı düşünebilir misiniz? 
Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

GÜLAY GÖKTÜRK-AKŞAM

“Seçilmişlere gözaltı”

Dün Diyarbakır Sur ve Silvan Belediyelerinin eşbaşkanları –ki kendileri ilçelerinde özyönetim ilan etmişlerdi –  gözaltına alındılar.
PKK muhibi basın organlarının yarın atacakları başlıkları şimdiden görür gibiyim: “Seçilmişlere gözaltı!” 
Besbelli ki PKK’yla omuz omuza çalışan, yönettikleri belediyelerin bütün imkanlarını PKK’nın talimatları doğrultusunda seferber eden belediye yönetimleri de artık güvenlik güçlerinin şehir operasyonlarının hedefine girmiş durumda.  
Ki bu, terörle mücadelenin kaçınılmaz ve beklenen bir aşaması… 
Gündüz insan gece kurt misali, bir yandan belediyede kadrolu çalışıp bir yandan de barikatlarda “Devrimci Kurtuluş Savaşı veren” belediye çalışanlarına, belediyenin iş makinelerini hendek kazmaya gönderen yöneticilere daha ne kadar göz yumulabilirdi ki… 
Hepsi bir yana, bir devlet ülkenin bir köşesinde kendi derebeyliğini kurduğunu ilan eden yöneticiye “hayırlı olsun” diyecek değildi ya! 
Ama tabii bu haklı zemin, yarın PKK dostu – AK Parti düşmanı güruhun büyük puntolarla yaygara koparmasına engel olmayacak. Olay, “Saray faşizminin vardığı son aşama” olarak hem yurtiçinde hem de yurtdışında bol bol pazarlanacak. “Eğer hükümet sorunu siyaset yoluyla çözmeye niyetli olsa, Kürtlerin oylarıyla seçtiği belediye başkanlarını  gözaltına alır mı? Seçilmişleri hedef alan bir iktidarın sorunu siyaset yoluyla çözüme hazır oldığundan söz edilebilir mi?” demagojisiyle yeni bir algı operasyonuna dönüştürülecek. 
Peki bu algı operasyonunu boşa çıkarma şansı var mı? 
Eli Kalaşnikof’lu PKK’lıya sahip çıkmakta zorlananların şimdi “siyasetçi” etiketlilere yapılan operasyona büyük bir fırsat olarak sarılacaklarını biliyoruz ve bunu önleyemeyiz. 
Burada önemli olan, bu fırsatçı gruplarla organik bağı olmayan aydın kamuoyunun ilkeli ve sağlam durabilmesidir. 
Daha açık söylersek, KCK operasyonları karşısında yapılan hatanın yapılmaması, yaşanan savrulmanın yaşanmamasıdır.  
O günleri hatırlayalım: 
Paralel yapının varlığı ortaya çıkana kadar KCK operasyonları PKK ve dostları tarafından amansızca eleştiriliyor; iktidarı destekleyenler tarafından ise- aşırıya gittiğini düşünenler olsa da – özde doğru ve haklı bulunuyordu. 
Ama Paralel Örgüt’ün deşifre olmasıyla birlikte kafalar karıştı. Paralel Yapı’nın bu operasyonları kendi gizli yapılanmasının hedefleri doğrultusunda kullandığı  – yani adalet aramak diye bir derdi olmadığı için- kurunun yanında yaşı da yaktığı doğruydu ama bunun doğru olması KCK’nın illegal bir yapı olduğu, birçok suç işlediği ve bu yapı içinde olanların yargılanması gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu. Seçilmiş belediye başkanı olsalar bile… 
Ne var ki, Paralel Yapı’yla mücadele o kadar ön plana geçmişti ve özellikle Çözüm Süreci’nin büyüsü gözleri öylesine kamaştırmıştı ki, barıştan yana olan herkes sanki KCK diye gizli bir yapılanma yokmuş, bütün dava bir uydurmaymış gibi davranıyor; KCK tutuklularının –ayrım yapmaksızın- bir an önce serbest bırakılmasını savunmak demokratlığın olmazsa olmazı kabul ediliyordu. Bu atmosfer içinde, birçok demokrat kalem de KCK davasını “siyasetin cezalandırıldığı bir dava” gibi görmeye ve lanse etmeye başladı. 
Bilindiği gibi dava tamamen çöktü. 
Oysa ortada 7500 sayfalık bir iddianame ve o iddianamede ortaya konan tehlikeli bir örgüt vardı: Kürtlerin yaşadığı dört ayrı coğrafyada örgütlenen, yasama-yürütme-yargı şeklinde kurumları olan “devlet içinde devlet” görüntüsü veren illegal bir üst-yapı… 700 delegelik bir “Yasama meclisi”, bir ana sözleşmesi (anayasası), mahkemeleri hatta yüksek mahkemeleri olan bir yapıydı bu. Bu yapı bölgede faaliyet gösteren işadamlarından “vergi” istiyor, üstelik bunu “egemenlik hakkı”nın bir gereği olarak izah ediyor; seçilmiş belediye başkanlarına ya da milletvekillerine baskı yapıyor; şehirleri kana bulayan eylemler gerçekleştiriyordu. 
Bütün bunlar unutuldu ve demokrat basında KCK tutuklularına fikir suçlusu muamelesi yapma konusunda sessiz bir konsensüs sağlandı. 

o5yirmi5