Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve seçim çalışmaları var. SALİH TUNA-YENİŞAFAK “Hayvanlar, yalanlar ve şarlatanlar” Hayvan yaşamı son derece basittir, anl...
EMOJİLE

Köşe yazarlarının gündeminde PKK saldırıları, HDP’nin tavrı ve seçim çalışmaları var.

SALİH TUNA-YENİŞAFAK

“Hayvanlar, yalanlar ve şarlatanlar”

Hayvan yaşamı son derece basittir, anlamak çok kolaydır. Zira hayvanın insana göre bir avantajı vardır: Konuşamaz. Hayvanın varlığında bütün konuşanlar yaşamı ve eylemleridir (…) İnsanı dilsiz yapın, o zaman göreceksiniz ki, insanın varoluşunu açıklamak çok güç olmayacaktır (…) Her şeyi karıştıran insanın hayvan karşısında sahip olduğu bu avantajdır (…) Bunun bir avantaj olduğu kuşkuludur (…) Zira ironik olarak bu durum sıklıkla hayvanın olmadığı şey anlamına gelmektedir: Bir boşboğaz ya da bir ikiyüzlü.”

Kierkegaard aynen böyle yazar “günlüklerinde.”
Son günlerde kimi köşe yazarlarının ikiyüzlülüğü ve bazı yayın organlarının hokkabazlığı bana bu sözleri hatırlattı.
Malumunuz hiçbir hayvan yalan söyleyemez, yalan söylemek de insana mahsus.
Bunların yalansız dakkaları yok! İnsanlıkları böyle, yani, bu kadar!
***
Hayır yani, bilmeyen de bu adamların “milli çözüm sürecine” baştan beri taraftar olduğunu sanır.
Daha düne kadar mezkur süreci savunanlara yapmadıkları rezillik kalmadı.
“Vatan haini” mi demediler, “hesap soracağız” diye tehdit mi etmediler, akil insanları taciz edenleri mi alkışlamadılar, ne yapmadılar ki?!

“Dönemin Başbakanı” Kürtlere gasp edilen haklarını vermeye başlayınca, “Tayyip vatanı Kürtlere satıyor” diyen ulusolcular, “Andımız” kaldırılınca adlarının başına T. C rumuzu yerleştirerek heyula kopartan “Sözcü”ler, Kürtçe klip çekeceğini söyleyen Ahmet Kaya’ya “Vay şerefsiz” manşetini reva gören şebelekler şimdi kalkmış “çözüm sürecini” savunuyormuş gibi yapıyorlar.
Bir de hiç utanmadan, bir şehidimizin acılı abisini manşetlere çekip istismar ediyorlar.
Paralel yapının gazetelerini anlarım.
Tasfiye edildikleri için Türkiye’den intikam almak isteyen, yurtdışında “terörist Türkiye” algısını yerleştirebilmek için lobi faaliyetleri yapan ve haliyle MGK’da, “legal görünümlü illegal yapı” tanımlaması yapılan bir örgütten söz ediyoruz.
Elbette o acılı abinin maksadını aşan sözlerini manşete çekeceklerdi. Nihayetinde kendilerine yakışanı yaptılar.
PKK medyasını da anlarım.
Mehmetçiğin arkasındaki desteği parçalamaya yarayacağına inandıkları her haberi elbette manşete taşıyacaklardır. Sonuç itibariyle Mehmetçikle “savaşıyorlar.”
Ya Aydın Doğan’ın “Posta”sına ne oluyor?
O kepaze manşeti nasıl atarlar?
Nasıl olur da bir ülkenin “merkez medyası” o ülkenin ordusuna karşı böyle korkunç bir psikolojik harp yürütebilir?

Daha doğrusu, hangi devlet terörle savaşırken, kendi ordusuna karşı böyle alçak psikolojik harp teknikleriyle savaşan “merkez medyayı” görmezden gelebilir?
Bölmedikleri bir ordu vardı onu da çatallı dilleriyle paramparça edecekler, görmüyor musunuz?
Hiçbir terörist örgüt o bozguncu manşetler kadar bu ülkenin ordusuna zarar veremez.
Aydın Doğan madem Anadolu çocuğudur, yani bu toprakların çocuğudur, adamlarına mukayyet olsun.
Eleştiriyi kıyasıya ve sonuna kadar yapın, AKP’yi de yerden yere vurun, kimsecikler bir şey diyemez.
Lakin teröre, bu ülkenin çocuklarına silah çekenlere, askerini, polisini şehit edenlere öyle sureti haktan görünerek, öyle kurnazca ve öyle alçakça destek veremezsiniz.
***
“Milli çözüm sürecine” bidayetinden beri karşı olduğunuzu biliyoruz. Tıpkı o “düşkün liberal” gibisiniz. “Barış” olunca “savaş”, “savaş” olunca da “barış” istiyorsunuz.
Yarın “barış” olsun yine “savaş” isteyeceksiniz.
Cibilliyetiniz böyle…
Sayın Kılıçdaroğlu da Aydın Doğan’ın “Posta”sında çalışan ve paralelci polislerle ilişkisi herkes tarafından bilinen bir yazarın polis üzerinden yapmaya çalıştığı “bozgunculuğa” matah bir şeymiş gibi vurgu yapıyor.
Hey gidi Kılıçdaroğlu!
“Çanak anten” yazısıyla Kürtleri sapık, ırz düşmanı olarak gösteren o “Posta” yazarını kaynak göstermekle hiçbir çözüme katkı sunamazsın.

“Paralel yapıya” polis üzerinden destek sunmaktan başka da hiçbir şey yapmış olamazsın.
Naçizane tavsiyem, o “Posta” çocuğunun ne sözüne bak, ne de söz ettiklerine!

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“Davutoğlu’nun, yol haritası”

Siyaset bir hükümet formülü üretemeyince, Cumhurbaşkanı Erdoğan seçim hükümeti için gongu çaldı, süreci başlattı.
45 günlük sürenin dolmasının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan dün Meclis Başkanı İsmet Yılmaz’la görüşerek seçim hükümeti için startı verdi.

Bundan sonra hükümet kurma süreci Anayasa’nın 116 ve 114. maddelerince yürüyecek.
Karar bugün Resmi Gazete’de yayınlandıktan sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan Davutoğlu’nu çağırarak hükümeti kurmakla görevlendirecek. Anayasa’nın 114. maddesine göre 5 gün içinde hükümetin kurulması gerekiyor.
Bundan sonra, hükümeti kurmakla görevlendirilen Başbakan Davutoğlu’nun nasıl bir yol izleyeceği sorusu gündeme gelecek.
Hükümet kuruluşunda Başbakan’ın, yol haritasını Anayasa’nın 114.Maddesi belirleyecek.
Davutoğlu tek parti hükümeti kurmayacak. Koalisyon hükümeti de kurmayacak, ya da dışarıdan destekli bir azınlık hükümeti kurmayacak.

Davutoğlu, ”Seçimlerde geçici Bakanlar Kurulu” başlığı ile Anayasa’nın 114.Maddesi’nde çerçevesi çizilmiş olan bir hükümet kuracak. Davutoğlu, Cumhurbaşkanı tarafından hükümeti kurmak üzere görevlendirildikten sonra ne yapacak?
Başbakan, ”Uygun gördüğüm isimlere teklif götürürüm” dedi. Buradaki sorun şu: CHP ve MHP seçim hükümetine üye vermeyeceklerini açıklamışlardı. Başbakan ise ”Muhatabım tek tek milletvekilleri. Meclis Başkanı sayıları verdiğinde uygun gördüğüm isimlere teklif götürürüm” dedi.
Başbakan’ın açıklamasına CHP ve MHP şiddetli tepki gösterdi. Kılıçdaroğlu, ”CHP’de o kadar karaktersiz insan yok” dedi. MHP’li Oktay Vural, ”MHP’den ahlaksız teklife evet diyebilecek kimse yoktur” diye konuştu.
Başbakan Davutoğlu, Cumhurbaşkanı tarafından görevlendirilmeden önce partisinin hukukçu milletvekilleriyle geniş kapsamlı bir toplantı yaptı.

Kurulacak olan hükümetin anayasal bir zorunluluk gereği kurulan bir hükümet olduğu için 114. Madde’de belirtilen hususların dışına çıkılamayacağı sonucuna varıldı.
Buna göre Başbakan’ın “Yol Haritası” nı şöyle özetlemek mümkün.
Başbakan Davutoğlu hükümeti kurmak üzere Cumhurbaşkanı tarafından atandıktan sonra izleyeceği yol haritasını bir basın toplantısı düzenleyerek açıklayacak.

“Türkiye’yi seçimlere götürecek olan hükümeti kurma sorumluluğumu üzerime aldım. Bunun gereğini yerine getireceğim” diyecek.

Davutoğlu, koalisyon görüşmelerinde olduğu gibi bu süreçte de iki hat üzerinden yürüyecek.

1-Anayasa’ya uygunluk

2-Şeffaflık.
Seçim hükümetinde, partilerin Meclis’teki temsil oranına göre şu sayı düşüyor.
AK Parti 11, CHP 6, MHP 3, HDP 3
Anayasa’nın 114. Maddesi’ne göre Başbakan, AK Parti’den 10, CHP’den 6,MHP’den 3, HDP’den 3 isme bakanlık teklif edecek.
CHP ve MHP’nin itirazlarını sordum. Bir koalisyon ya da seçim hükümeti kurulmadığı Anayasa’nın 114. Maddesi’ne göre, zorunlu bir seçim hükümeti kurulduğu için, burada partilere değil, milletvekillerine bakanlık önerisi götürüleceği karşılığını aldım.
“Başbakan, bu teklifi liderleri by-pass etmek ya da partilerin içini karıştırmak için yapmıyor. Bu bir siyasi kurnazlık ya da siyasi manevra olarak yapılmış bir işlem değil. Anayasal zorunluluk olarak yerine getirilmesi gereken bir görev.”

CHP ve MHP seçim hükümetine üye vermeyeceğini açıklamasına ve her iki partide böyle bir teklifi “siyasi ahlaksızlık” olarak gördüklerini ilan etmelerine rağmen, bu partilerin içine karıştırmak için mi bakanlık önerisi yapılıyor?
Bunun bir siyasi manevra olmadığının, anayasal zorunluluk olduğunu altı çizildi. Buna göre, Davutoğlu, CHP’den 6, MHP’den 3 milletvekiline bakanlık teklif edecek. Eğer bu isimler kabul etmezse, bu kez onların yerine yine Anayasa’da öngörüldüğü gibi Meclis içinden ya da dışından “Bağımsız” bir ismi atayacak.

CHP ve MHP’nin seçim hükümetinde yer almayacakları konusundaki tavırları çok net olduğu halde, kendisine bakanlık önerilen CHP ve MHP milletvekillerinin reddetme ihtimali çok yüksek olmasına rağmen bu işlem neden yapılacak? Doğrudan CHP ve MHP’nin yerine bağımsız isimler atanamaz mı?

Anayasa’nın 114.Maddesi’nde “siyasi parti gruplarından alınacak üye “ denildiği için, bu prosedüre göre hareket etmenin bir tercih meselesi değil, Anayasal bir zorunluluk olduğunu altı çiziliyor. Yani Davutoğlu istediği için değil, Anayasa emrettiği için bu yönteme başvuruluyor.

Hükümetin kuruluşunda anayasal zorunluğa uygun hareket edilmez, CHP ve MHP milletvekillerine bakanlık teklif edilmeden onların yerine bağımsız isimlerden bakan atanır, bir parti de bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürürse ne olacak? Bu sorunun da üzerinde duruldu. Anayasa Mahkemesi’nden bir sürprizle karşılaşmamak için CHP ve MHP’nin kontenjanlarına uygun olarak milletvekillerine bakanlık teklif etme kararı alındı.

Muhalefet koalisyona girmedi. Seçim hükümetinde yer almadı. Meclis’in seçim kararı almasına izin vermedi. Azınlık hükümetini desteklemedi. Böylece tüm yollar tükendi. Koalisyon ya da seçim hükümeti olsa partiler isimleri belirleyip, Başbakan’a bildireceklerdi. Şimdiye kadar 13 koalisyon hükümeti böyle kuruldu. Ve yine şimdiye kadar seçim kararı Meclis’te alındı, seçim hükümeti kuruldu. Böylesi ilk kez yaşanıyor. Türkiye anayasal zorunluluk olarak kurulacak seçim hükümetine de girmiyorsun. O zaman bari sürece ipotek koyma.

Eğer liderlerin arasında köprüler atılmasa, partiler arasındaki ipler kopmasaydı, biz bu süreci daha sancısız bir şekilde aşardık.
Bakanlar Kurulu teşkil edilirken neye dikkat edilecek. Başbakan, ”Ehliyet, liyakat ve uyum”a bakacağını söylemişti. HDP’den, ”Türkiye ortalaması”nı yansıtan isimler üzerinde duruluyor. Kamuoyunda HDP kimliğini yansıtan isimler tercih edilmeyecek. O nedenle, “İmralı heyeti” nin çok fazla şansı gözükmüyor. Onun yerine Celal Doğan gibi isimlerin üzerinde duruluyor. Hükümette yer almayı, siyasi mücadelesi açısından bir başarı olarak gördüğü için itirazları olmasına rağmen, HDP hükümette yer alacak.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İSMAİL KILIÇARSLAN-YENİŞAFAK

“İstanbul’u sel almış Başkomserim”

Masal Denizi: Haliç’ isimli belgeseli çekerken öğrenmiştim Haliç’e 170 yıl boyunca yapılanları. 1990’lara gelindiğinde dayanılmaz bir hal alan o meşhur kokunun ve çevre kirliliğinin temelleri, II. Mahmut tarafından 1826 yılında açılan Feshane ile atılmış. Seneler içerisinde Haliç’in Sütlüce kıyılarında açılan mezbahalar ve Alibeyköy kıyılarında açılan tuğla harmanları Haliç’i yavaş yavaş kirletmeye başlamış. Yine de, Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar Haliç, İstanbul’un güzel yerlerinden biri, hatta en güzel mesire alanlarından biri olmaya devam etmiş.

1935 yılında şehir planlarını adam etsin, şehre çeki düzen versin diye ithal ettiğimiz Henri Prost abimizin İstanbul planındaki şu cümleye dikkat edelim: ‘İstanbul’un sanayi alanları, tarihi yarım adayı çevreleyen surların bitiminden başlar.’
Eh, Haliç, yarım adayı çevreleyen surların bittiği yer. Hal böyle olunca, İstanbul’un bütün sanayisi sağlı sollu Haliç’in kıyılarına akmış. ‘Atıklar ne olacak’ sorunu da yok, ‘mallar nasıl sevk edilecek’ sorunu da… Bir de üzerine 1950’lerin sonunda başlayan göç dalgasının getirdiği gecekondulaşma eklenince Haliç olmuş sana koca bir lağım. Durum o hale gelmiş ki Eyüp’ten Sütlüce’ye kayıkla geçmenin imkânı kalmamış. Haliç’in çıkardığı koku Cihangir’den duyulur hale gelmiş. Tek bir deniz canlısının yaşayamadığı berbat bir pislik yuvası halini almış Haliç.

1990’ların başına gelindiğinde anlı şanlı bilim adamlarımız ‘Haliç’i toprakla doldurup burayı bir şehir parkı haline getirelim’ diye rapor vermişler.

Sonra? Sonrasını biliyorsunuzdur. 1994’te Recep Tayyip Erdoğan’ın yönettiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başlattığı ‘Haliç projesi’ ile bu güzelim doğa harikası kurtuldu.

1826’dan 2000’li yıllara kadar Haliç, II. Mahmut’tan Atatürk’e, İnönü’den Menderes’e, Evren’den Süleyman Demirel’e değin bir dünya yönetici ve başta Prost olmak üzere bir dünya şehir plancısı gördü.
Peki, ben bu süreci niye anlattım? Biliyorsunuz, Pazar günü İstanbul’a kısa süreli fakat çok etkili bir yağmur yağdı. Bu yağmur esnasında şehirde çeşitli taşkınlar, seller de gerçekleşti. Hal böyle olunca, bazı sosyal medya karakterleri bu sellerin ve taşkınların sorumlusunu derhal buluverdi: İstanbul Büyükşehir Belediyesi.

Elbette, bir yağmur yağdığında oluşan selden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni sorumlu tutmak hakkımızdır. Sosyal medya karakterlerinin bunu yapmasını da doğrusu hiç garipsemem. Fakat mesela Ahmet Ümit çapında bir yazarın bu sosyal medya karakterlerinin yazdıklarını büyük bir zevkle paylaşmasını yine de yadırgıyorum.

Sebebi basit: İstanbul’un şehir tarihini benden on kat falan daha iyi bildiğini tahmin ettiğim Ahmet Ümit, şehrin su basan yerlerinin tamamının 200 yıldır kangrene dönüşmüş İstanbul şehir yapılanmasından kaynaklandığını bilir. İstanbul’un asıl açmazının vaktiyle ortaya konulan şehir akslarının yanlışlığı olduğunu bilir. 1940’lı yıllarda en küçük yağmurlarda ölümle sonuçlanan seller olduğunu en azından Refik Halit’in yazdıklarından bilir. Dahası, İstanbul büyüklüğünde ve genişliğinde bir metropolde yoğun yağışın bu ve benzeri hadiselere sebebiyet vereceğini bilir. Ne bileyim yahu? En azından mesela Üsküdar’daki sellerin asıl nedeninin Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Kemalist elit tarafından yağmalanan Üsküdar dere yatakları olduğunu falan bilir.
Fakat burada durup şunu da itiraf etmeliyim: En küçük yağmurda sokakları kayıkla gezilecek hale gelen İzmir’e de ben aynı muameleyi yapıyorum. Yani yağmur İstanbul’a yağdığında suçlama ve dalga geçme sırası Ahmet Ümit’in, İzmir’e yağdığında benim oluyor.

İzmir’i CHP, İstanbul’u AK Parti yönetiyor diye yapıyoruz elbette bunu karşılıklı olarak. Üstelik ikimiz de bunun 150-200 yıllık yanlış politikalardan kaynaklandığını ve artık bunların çözümünün çok büyük kaynak ve planlama gerektirdiğini bal gibi biliyoruz. Biliyoruz fakat çekildiğimiz o siyasal mevzi, bütün bunları bilmezden gelerek yaşayıp gitmemizi zorunlu kılıyor artık.
Ahmet Ümit’ten ve kendimden bağımsız olarak söylüyorum bunu. Mesele sadece yağmur sonrası ölüme sebebiyet vermeyen seller kadar basit olsa ‘eh, karşılıklı eğleniyoruz işte’ der geçeriz. Artık asker öldürüldüğünde de, bir Türk ya da Kürt çocuğu katledildiğinde de, bir savcı vurulduğunda da, bir bomba patladığında da sorulan ilk soru şu oluyor: ‘Bu kimin işine yarar ve kimi zor durumda bırakır? O halde şimdi alacağım pozisyonu kime karşı ve kimden yana almalıyım?’
Bu soruya göre alınan pozisyondan başta memleket olmak üzere hiçbir yere ve hiç kimseye gram fayda gelmez. Yanılıyor muyum Başkomserim?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ALİ SAYDAM-YENİŞAFAK

“Bu bir ‘kırılma noktası’dır…

Bugünlerde ülkenin geleceği açısından ağzından çıkan her kelimeyi dikkatle izlediğim liderlerden biri Sayın Başbakan ise, diğeri hiç şüphesiz HDP (Eş)Başkanı Selahattin Demirtaş…

Çünkü kendisi sadece toplumsal kimlikler üzerinden oluşturulmuş bir fikriyatı değil; aynı zamanda her gün askerimiz ve polisimize ağır silahlarla sistematik bir şekilde saldıran PKK, onun ‘kentsel’ uzantısı KCK, Suriye’deki silahlı kolu YPG ve Kürt silahlı hareketinin üzerindeki etkisi hakkında çeşitli spekülasyonlar üretilen ‘İmralı’yı da temsil ettiği algısı çok yaygındır…
Selahattin Demirtaş bir ara bazı sosyal demokratlar dâhil pek çok sol eğilimli seçmen üzerinde birleştirici bir etki yaratmıştı.“CHP’nin başına gelse CHP oyları 40’ın altına düşmez” diyenlerin sayısı az değildi. ‘Türkiye Partisi’ stratejisi ile umutlananlar, birden PKK ve KCK’yı sokağa döken çağrısıyla irkildiler… Öte yandan, önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ni PKK ile aynı kefeye koyup, ‘eşit’ taraflarmış gibi bir ifade ile ‘Herkes namluları indirsin’ söylemiyle ortaya çıkması, ardından “PKK, ama falan demeyi bir kenara koyup derhal silahları bırakmalı. Çünkü siyasi mücadelenin önünü tıkıyor” söylemine geçmesi ve bunun gibi pek çok temel meselede bir öyle bir böyle konuşması, kafaları iyice karıştırdı… Kendisine ’emanetmiş’ gibi duran oyları verenlerin huzurunda güven bunalımına uğramasını tetikledi…

Batılılar, sosyal ve tıp bilimcileri ‘ambivalent’ kavramını kullanırlar. ‘Ne yapacağı önceden kestirilemeyen’, sürekli ‘ikilem içinde’ kalan vb. anlamlara gelir… İşte Batı basının pek itibar ettiği, Kürt siyasi hareketinin ‘resmi haber kaynağı’ gibi hareket eden Fırat Haber Ajansı’nın verdiği iddia edilen (bu yazının kaleme alındığı Pazartesi günü saat 17.00’ye kadar bir yalanlama gelmedi) Demirtaş’ın sözleri insanın kanını donduran cinstendi…

Selahattin Demirtaş’ın sözleri toplam 16 yerde (Bkz. T24 haber portalı) ‘ilan’ edildiği söylenen ‘Özyönetim'(?) üzerineydi; yani fiilen bağımsızlıklarını ilan eden yerel yönetimlerle ilgili… Kanımın donmasına neden olan şey, bir parlamenterin, bir siyasi parti yetkilisinin ‘anti-devlet’ aksiyonlarına yeşil ışık yakmasıydı… Bir tür son derece ciddi ‘kırılma noktası’ yaşıyorduk…
Demirtaş’ın açıklamasına değinmeden önce olayın gelişimine bakalım:
T24’teki haberin başlığı ve haberin özeti şöyle (Parantez içindekiler bana ait): “Hakkari, Batman illeri ile Van’ın Edremit ve İpekyolu, Diyarbakır’ın Silvan ve Sur ilçelerinde de öz yönetim ilan edilmesiyle birlikte öz yönetim ilan edilen bölge sayısı 16’ya yükseldi…

İlk olarak Şırnak Halk Meclisi (Kavramı bir araştırın nutkunuz tutulsun…) Silopi’de 10 Ağustos’ta toplanarak öz yönetim ilan ettiklerini duyurdu. 12 Ağustos 2015 tarihinde açıklama yapan KCK, Şırnak’ın yanı sıra Cizre ve Nusaybin’de de öz yönetim ilan edildiğini bildirdi. Ardından Hakkari’nin Yüksekova, Muş’un Bulanık ile Varto; Ağrı’nın Doğubeyazıt, Bitlis’in Hizan ilçeleriyle, İstanbul’un Gülsuyu ve Gazi Mahallesi’nde de ‘halk meclisleri'(!) kararıyla öz yönetim ilan edilmiş.”
Öz yönetim ilan edenlerin açıklamaları da akla zarar:
“Devleti reddetmiyoruz ama kurumlarının meşruiyeti yok”
“Devletin tüm kurumları bizim için meşruiyetini kaybetmiştir. Bu şekli ile devletin hiçbir atanmışı bizi yönetmeyecektir. Bundan sonra halk olarak öz yönetimimizi esas alarak, demokratik temelde yaşamımızı inşa edeceğiz. Bundan sonra da tüm saldırılar karşısında demokratik öz savunmamızı gerçekleştireceğiz”
“Kanton ilan etmedik ama zorunluluk haline gelebilir”

“Silopi, Cizre, Nusaybin ve Şırnak halk meclisleri bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacaklarını ve onlarla hiçbir işlerinin olmadığını, kendi işlerini kendilerinin yapacağını; kendi öz yönetimlerini kuracaklarını ilan etmişlerdir. Öz yönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru öz savunma haklarını kullanacaklarını açıklamışlardır”.
“Kürt Özgürlük Hareketi’ni ve halkının meşruiyetini tanımayan bir devletin kurumlarını, yasalarını, hukukunu ve sistemini tanımıyoruz.

“Tüm bu işkenceci, inkarcı ve faşizan devlete karşı kendi öz savunmamızı da sağlayacağız. Bu temelde özgür yaşamı inşa edeceğiz.”

“Bizler merkezden dayatılan, Ankara’dan toplumla uyuşmayan her şeyi yapmak zorunda değiliz. Bizler devletin atadığı vali ve kaymakamlar tarafından yönetilmek istemiyoruz. Bizler Kürt halkı olarak demokratik ve meşru yöntemlerle kendimizin seçtiği yönetimler tarafından yönetilmek istiyoruz. Bu nedenle biz artık kendimizi ve kentimizi öz yönetimimizle yönetmek istiyoruz.”
Şimdi işin en vahim tarafına geliyoruz. TBMM’de grubu olan bir partiden söz ettiğimizi bilerek aşağıdaki satırları okuyun lütfen:
“Hakkari Belediye Eş Başkanları Dilek Hatipoğlu, Nurullah Çiftçi, HDP Hakkari il Eş Başkanları Zeynep Besi Dara, Rahmi Temel, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Hakkari il Eş Başkanları Musa Çiftçi, Emine Berivan Akboğa, Hakkari Kent Meclisi Sözcüsü Perihan Kahraman’ın da aralarında bulunduğu yaklaşık 200 partilinin katıldığı basın açıklaması, DBP il binası önünde yapılmış.
Basın açıklamasının metnini okuyan (DBP) Hakkari Merkez ilçe Eş Başkanı İbrahim Çiftçi, “Hakkari Demokratik Kent Meclisi olarak ‘Öz yönetimlerini’ ilan ettiklerini” söylemiş.

Şimdi de Selahattin Demirtaş’ın sözlerine göz atalım:
Fırat Haber Ajansı’na yaptığı açıklamada öz yönetim kararının meşru olduğunu öne süren HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bunun bir siyasi irade beyanı olduğunu belirterek halkın bu tutumuna saygı duyduklarını söylemiş.
Dünyada ekonomi ve finans yangını var. Bizde siyaset tıkanma noktasında. Ve yukarıdaki olaylara bakın… 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

NAZİF GÜRDOĞAN-YENİŞAFAK

“Şiir okuyan terörist olamaz

Bir roman, bir deneme, bir şiir, insanı yeryüzünden alır, gökyüzüne taşır. Güzel bir edebiyat ürünü, okuyucusunu içinde yaşanılan şiddet dünyasını unutturur, sevgi dünyasının kapılarını aralar. Hayatın içinden bir roman, iyilik peşinde koşan olumlu, kötülük peşinde koşan olumsuz insanlarıyla, okuyanın başkalarıyla birlikte, kendisini anlama sürecine, büyük katkılarda bulunur. Ebediyat ürünleriyle, yaşanan şiddet dünyasıyla, yaşanılması gereken sevgi dünyası arasında köprüler kurulur.
*
Bir roman okuyucusu, hayatın değerinin, yitirilen güzellikleri aramakla, kavranabileceğinin bilincine ulaşır. Hayatın insana yüklediği görev ve sorumlulukları, yerine getirmek için eyleme geçer. Edebiyat düşünce ile eylem arasındaki duvarları yıkmak için vardır. Eylem ustası Nuri Pakdil, hayatın önemini ve anlamını kavrasınlar diye, Dostoyevski’yi okumayanlara, “sürücü belgesi” verilmesini istemez. Kazalarıyla hayat söndüren sürücüler gibi, elinde olanlar için de sürekli Dostoyevski okumak zorunlu olmalıdır. Roman hayatın şiiridir. Şiir seven kan dökmez. Roman okuyan elini kana bulaştırmaz. İnsanı bilen hayatın değerini bilir.
*
İnsanlara bir hayatın bin hayat olduğu, en güzel edebiyatla anlatılır. Edebiyat ürünleri, şehirleri, mimari yapıları, denizleri, gölleri, nehirleri ve insanlarıyla, dünyayı güzelleştirir. Güzelliği arayanlar gerçeği bulurlar. Gerçeği bulanlar güzelliği ararlar. Anadolu insanının Sinan algısı, Süleymaniye olgusuna Yahya Kemal’in şiirile dönüştü. Türk nehirlerinin anası Sakarya’yı, Anadolu’nun düşünce ve eylem dünyasına Necip Fazıl kazandırdı. Savaşın dehşetini Anadolu, Mehmet Akif’in şiirlerinde yaşadı.
*
Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, Mevlana’yı, Yunus’u, Shakespeare’i Goeth’yi Hacı Bektaş’ı okuyanlar, şadıkları dünyanın çok boyutlu, çok kültürlü, çok renkli bir dünya olduğunu görürler. Edebiyat ürünleriyle insanlar, düşünülmeyenleri düşünürler, bilinmeyenleri bilirler, algılanmayanları algılarlar. Ebediyat dünyasının içinde olmayanlar, zamanın akışının dışında kalırlar. Edebiyat’a yabancılaşanlar, insana yabancılaşırlar. İnsana yabancılaşanlar, hayata yabancılaşırlar. Hayata yabancılar için, hayat hem önemini hem anlamını yitirir.
*
İnsan hayatın anlamsızlaştığı, hiç önemsenmediği bir terör yüzyılında, barış ortamının oluşmasına katkıda bulunmak, her insanın en önemli görevidir. Silahlarla beslenen savaş kültürüne karşı edebiyatla beslenen barşı kültürüne, yeni boyutlar kazandırmak için, bütün üniversiteler de barış enstitüleri kurulmalıdır. Savaşın büyüttüğü korku ve düşmanlıklar, barışın büyüttüğü sevgi ve dostluklarla yok edilmelidir. Savaşın düşmanı olmayanlar, barışın dostu olamazlar.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Dünyanın en yalancı örgütü”

Demirtaş’ın İzmir’de yaptığı “çok değerli” ateşkes çağrısına, Kandil cenahından çok değerli bir cevap geldi. 

“Çok değerli” ifadesi KCK Eş Başkanlarından Cemil Bayık’a aittir. Kendisi de vaktiyle, “çok değerli” işler yapmıştı. Hani, bazılarının “Yine mi dönüyoruz? Eyvah…” dediği 90’lı yıllarda… Mesela ne yapmıştı? Otoriteyi sağlamak için “alan temizliği” yapmıştı.

Bir dönem birlikte tetik düşürdükleri değerli devre arkadaşı Abdullah Öcalan anlatsın:

“Cemil Bayık savaş içerisine girmez. 92’de bir mağarada 17 kadroyu yaralı oldukları ve ele geçmemeleri için, karargâhta da 13 kadroyu disiplini sağlamak için öldürmüştür. Bu yüzden yoğun eleştiriler alıyor…”

Bu çok değerli “iç infaz” belli ki, örgüt içinde büyük prestij (!) sağlamış Bayık’a.

Bu prestijin verdiği güvenle (dokunulmazlıkla) konuşuyor ve çok değerli açıklamalara, çok değerli cevaplar veriyor.

Demirtaş ne söylemiş, önce ona bakalım isterseniz:

“Yarın değil, şu saatte İzmir’den çağrı yapmak istiyorum, ölümlerin derhal durması lazım. PKK’nın ‘amasız, ancaksız’ silahlı, bombalı şiddet eylemlerini, şehirlerde, dağlarda durdurması lazım. Bizim açımızdan bunun alternatifi yoktur. ‘Aması, ancağı’ yoktur. HDP’nin demokratik siyaseti açısından mazereti yoktur. AKP’nin yaptığı, işlediği suçların hesabı asker, polisi öldürülerek sorulamaz. Onların tamamı bu ülkenin çocuklarıdır, bizim çocuklarımızdır, biz böyle görüyoruz.”

Bu “çok değerli” açıklama, ilerleyen cümlelerde mutat Erdoğan eleştirisine dönüşüyor ve ateşkesin bozulmasında devlet (yani Erdoğan) sorumlu tutuluyor. Şaşırmıyoruz… Çünkü, yalan söyleme konusunda dünyanın en mahir siyasetçilerden biri Demirtaş’tır, bunu geçiyoruz…

Ben de Cemil Bayık gibi düşünüyorum:

Çok değerli bir açıklama.

Çok değerli buluyorum ama şunları söylemeden de geçemiyorum:

Bu “çok değerli” açıklamayı, KCK Eş Başkanları tehdit üstüne tehdit yollarken, “Bak, çözüm sürecini bozarız, ha!” diye kolpa yaparken yapmanız gerekmez miydi Selahattin Bey?

Bese Hanım “Devrimci halk savaşını” başlatırken aklınız neredeydi?

Silah bırakma kongresini Öcalan’ın salıverilme şartına bağlayan Bayık’ların, Karasu’ların, Hozat’ların meşru siyaset yolunu tıkayan beyanatları YDG-H’lilerinizce ilahi buyruk muamelesi görürken neden “Bu işin aması ancağı yoktur” deme gereği duymadınız? Bütün o yol kesme, dağa adam kaldırma, haraç toplama, trafik denetlemesi yapma seremonileri “ateşkesin ihlali” anlamına gelmiyor muydu?

Bırakın onu bunu da, ateşkesi bozan en önemli aktörlerden biri siz değil miydiniz? Dolmabahçe mutabakatına mırın kırın ederek bu süreci başlatmadınız mı? Kobani bahanesiyle militanlarınızı sokağa döküp 52 Kürt vatandaşını katlettirirken, bunun “ateşkesin ihlali” anlamına geldiğini/geleceğini düşünmediniz mi?

İlginçtir, önce “Dolmabahçe mutabakatı Kürtlerin sorununu çözmez” dediniz, sonra da (PKK bu mutabakatın altını boşaltınca) “İlle de Dolmabahçe mutabakatı” diye tutturdunuz.

Hangisi?

Daha doğrusu, konuşurken hangi yalanınızı “geçerli” geçerli sayacağız?

Sizin mevzun yalanlarla örülü ateşkes çağrınızı çok değerli bulan Cemil Bayık, bakalım hangi yalanlarla karşılık vermiş:

“Bu çağrıyı biz çok değerli buluyoruz. Bize göre ne Türkiye, ne de biz bu sorunu silahla çözebiliriz. Sekiz kez tek taraflı olarak ateşkes çağrısı yaptık. Son seferinde ise güçlerimizi çekmeye başladık. Ancak Türkiye önce her şeyi erteledi, ardından inkâr etti. Artık tek taraflı silahların susması olmayacak.”

Bundan sonrası yorum kaldırmıyor…

Çünkü, “Güçlerimizi çekmeye başlamıştık” diyen ve yalanı strateji olarak benimsemiş bir fenomenle karşı karşıyayız.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MUSTAFA KARTOĞLU-STAR

“Karaktersizlik değil Anayasal hak!”

Geçici Hükümet süreci başladı.
Hükümete hangi partinin bakanlık vereceği, hangilerinin vermeyeceği tartışılırken bir konu esas alınmalı: 

Hükümeti parti liderleri aralarında anlaşarak kurmuyor, aksine, onlar kuramadığı için Anayasa kuruyor!

Bakalım;

Anayasa Madde 116: … Kırkbeş gün içinde yeni Bakanlar Kurulu kurulamadığı taktirde Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesine karar verebilir.

Madde 114: Seçimlerin yenilenmesine karar verildiğinde Cumhurbaşkanı geçici Bakanlar Kurulu’nu kurmak üzere bir Başbakan atar.

Geçici Bakanlar Kurulu’na, Adalet, İçişleri ve Ulaştırma bakanları TBMM’deki veya Meclis dışındaki bağımsızlardan olmak üzere, siyasi parti gruplarından, oranlarına göre üye alınır.

Parti gruplarından alınacak üye sayısını TBMM Başkanı tespit ederek Başbakan’a bildirir. Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen PARTİLİLER yerine TBMM içinden veya dışarıdan bağımsız bakanlar atanır.

TBMM tablosu,  Geçici Hükümet’te AK Parti’den 11, CHP’den 6, MHP ve HDP’den 3’er bakan olacağını gösteriyor.

Yani;

1- Geçici Hükümet, bir partinin tercihiyle değil Anayasa’nın amir hükmü gereğince kurulacak.

2- Atanacak olan Başbakan’ın, muhalefet kontenjanına düşen 12 bakanlık için ‘parti liderlerine’ değil ‘partililere’  teklif götürmesi de Anayasa’nın emri.

Ancak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bakanlık teklifini kabul edecek olan CHP’lileri şimdiden ‘karaktersizlikle’ suçladı;

MHP Genel Başkan Yardımcısı Oktay Vural’ın ise bunu ‘ahlaksız teklif’ saydıklarını açıkladı.

Burada önce hukuki açıdan bir ‘anayasal sorun’ ortaya çıkıyor.

Çünkü milletvekillerinin Anayasa’dan doğan bir hakkı kullanması engelleniyor.

Bir anayasal hakkı engelleme girişimi ise suç!

CHP ve MHP, Başbakan’ın bunu teklif etmemesini de istiyor. Ancak Başbakan teklif etmezse Anayasa’nın hükmünü yerine getirmemiş olacak!

***

Peki bakanları neden liderler belirlemiyor?

– Bir koalisyon olsaydı, bakan seçimini parti liderleri yapacaktı. Ancak liderler bu koalisyonu kuramadığı için Anayasa gereği bir Geçici Hükümet kuruluyor. Ve Anayasa da Başbakan’ın ‘partililere’ teklif götürmesini emrediyor.

Parti yöneticileri varken milletvekillerine teklif götürülmesi yanlış olmaz mı?

– Bir seçim hükümeti kurulabilseydi, parti liderleri ve üst yönetimden isimler öncelikli olarak bakan yapılabilirdi. Geçici Hükümet’in Başbakanı, liderlerin kurmadığı bir koalisyonu kurmayı değil, ‘uyum içinde çalıştırabilecekleri’ bir Bakanlar Kurulu oluşturmayı tercih eder.

Milletvekilleri ‘parti yönetimimiz ne diyorsa o’ der ve kabul etmezse ne olacak?

Başbakan, TBMM içinden veya dışarıdan bağımsızlar arasından belirleyecek. Bu da Başbakan’ın tercihi değil, Anayasa’da açıkça yazılı; başka alternatif yol yok.

AK Parti, ‘HDP ile hükümet kurmak’la mı karşı karşıya?

Evet;  ve AK Partililer, CHP ve MHP’nin kendilerini ‘HDP ile hükümet kurma’ görüntüsüne sokma çabasını ‘siyasi kurnazlık’ olarak nitelendiriyor.

Bu ‘siyasi kurnazlığa’ bir cevapları olacak mı?

Koalisyon görüşmeleri sürecinde olduğu gibi her aşamayı kamuoyuyla paylaşacaklar. Geçici Hükümet’in Anayasa gereği kurulduğunu, kime hangi bakanlığın neden teklif edildiği, kimin ne cevap verdiği açıklanacak. Bu şeffaflığın muhalefete en iyi cevap olacağı düşünülüyor.

Bakanlık teklif edilecek isimler belli mi, neye göre teklif edilecek?

Başbakan Davutoğlu, daha önce ‘ehliyet, liyakat ve uyum’ kriterlerini açıklamıştı. Ancak ‘uyum’ konusunun diğerlerinden bir adım önde olacağı söylenebilir. Yani, sert siyasi üslup ve tutumu olmayan, parti kitlesini temsil eden isimler. HDP’li milletvekilleri bakımından tarifini “Türkiyelilik iddiasına uygun” diye yapabiliriz.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Kuralsız ne siyaset ne de demokrasi olur”

ürkiye ne kadar kendine özgü sosyo- politik özelliklere sahip olsa da, gelişmiş demokrasilerin ve siyasetin evrensel kurallarından bazılarının Türkiye için de geçerli olduğunu kabul etmeliyiz… Sözünü ettiğim kurallardan biri, seçimde yenilen partilerin yönetim kadrolarının değiştirilmesidir…
Bu kurala uymayan CHP ve MHP gibi partilerin kronik ezilmişlikleri, demokrasiyi de siyaseti de şirazesinden çıkartmaktadır. İktidar alternatifi olamayan bu partiler, neyi amaçladıkları anlaşılamayan söylemler ve eylemlerle, siyaset mesleğini itibarsızlaştırmaktadırlar… 

Sıra kimde? 
Şimdiye kadar katıldığı her seçimde tek başına iktidar olan AK Parti’nin 7 Haziran seçimlerinde gerilemesi ve iktidar olamaması da, bu partinin kadroları tarafından değerlendirilmelidir. Eğer bu sonuç önümüzdeki 1 Kasım seçimlerinde de tekrarlanır ve bunun gereği yapılmazsa, AK Parti de CHP ve MHP’nin yörüngesine girer.
Gelişmiş demokrasilerde geçerli olan bir diğer kural da, siyasi partilerin kendi iç sorunlarına çözüm üretmek yerine, rakip partilerin iç sorunlarına takılmalarının ayıp sayılmasıdır… 

Kendi işine bakmak 
Örneğin anayasa gereği bir seçim hükümeti oluşturulurken, AK Partili bir başbakanın CHP’deki ve MHP’deki yönetimleri ile uyum içinde olmadıkları bilinen isimlere bakanlık teklif etmesi, kural dışı bir davranış olur.
Bu ihtimali gündeme getiren kulis haberlerine bakılırsa CHP ve MHP’den parti yönetimleriyle ters düşmüş isimlere bakanlık teklifi gidecekmiş… Kulislerde CHP’den Deniz Baykal, İlhan Kesici, Engin Altay gibi isimlerin yanı sıra CHP’de listelerde son sıralardan Meclis’e gelmiş veya yeniden aday yapılmama ihtimali olup partiye küsebilecek isimlerin de tercih edilebileceği ifade ediliyormuş. MHP’den Meral Akşener, Oktay Vural gibi isimlere bakanlık önerilebileceği iddia ediliyormuş… 

Parmak ve burunlar 
Bu haberlerin doğru olmamasını ümit ediyorum. Seçim hükümetinin görevi, muhalif partilerin içini karıştırmak değil ülkede bir yönetim boşluğu olmamasını sağlamak ve güven içindeki bir seçime ülkeyi götürmektir.
Bir tanıdığım ilk kez dede olduğunda bebek torununu kucağına almış. Bebek bir hamlede minik parmağını dedesinin burnuna sokmuş. Yeni dede de bu vesile ile torununa ilk hayat bilgisi dersini vermiş… Bebeğin parmağı ile kendi parmağını yan yana getirmiş… “Benim parmağım ile ben benim burnumu karıştırırım. Sen de kendi parmağın ile sadece kendi burnunu karıştırırsın” demiş.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMRE AKÖZ-SABAH

“Kritik karar”

Önümüzdeki günlerde neler olacak? Beni en çok tedirgin eden, PKK komutanlarındanCemil Bayık’ın sözleri oldu.
Geçenlerde İngiliz Daily Telegraph gazetesinde şöyle bir haber çıkmıştı: “PKK, Türkiye ile çatışmaları bitirmek için ABD ile gizlice görüşüyor.”
Bunun üzerine Washington haberi ivedilikle yalanlamış ve “Yok böyle bir görüşme; PKK hâlâ terör örgütü listemizde” demişti. (Biz de hemen inanmıştık.) 
Açıklama sorulduğunda Bayık, şöyle dedi: “ABD ile ilişkimiz var… ABD, Türkiye’yi IŞİD’e karşı savaşa katmak istiyor… Bu yüzden diplomatik bir dil kullanarak hassasiyetlerini dikkate alıyor… ABD, IŞİD’e karşı en etkili Kürt özgürlük hareketinin savaştığını biliyor…
Uluslararası koalisyonda hem Türkiye’ye, hem PKK’ye ihtiyacı var. Çelişki bundan kaynaklanıyor.”
Türkiye, PKK kamplarını bombalamaya başladığında “ABD, PKK’yı sattı” diyenler olmuştu. Bence o analiz pek doğru değildi.
28 Temmuz’da değinmiştim: Aynı anda, hem IŞİD’e, hem de PKK’ya karşı savaş, Batı’nın stratejisiyle çelişiyor.
Dolayısıyla Ankara bir tercih yapacak: 
 PKK’yla savaşı sürdürürse, ABD’yi ve Almanya’yı karşısına almak zorunda kalacak. 
 IŞİD’le mücadeleye yoğunlaşacaksa… O zaman PKK operasyonlarını bitirmek ve Çözüm Süreci’ne dönmek durumunda. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

BURHANETTİN DURAN-SABAH

“Ve Öcalan sahne alır?”

Bugünlerde Abdullah Öcalan ismi herkesin dilinde. Hemen herkes Öcalan’ın “devreye girmesi gerektiğinden” dem vuruyor. “Öcalan devreye girsin, çatışma dursun, çözüm süreci devam etsin!” Beklenti bu. PKK’nın yol kazasını, hesap hatasını düzeltmek için aranan sihirli formülün adı; Öcalan. Öyle ki medyada Öcalan’ın PKK ve HDP’ye, çatışmayı engelleyemedikleri için “kızgın” olduğu dedikoduları dolanıyor. 

***

Türkiye siyasetinin krizlerini ve genişleme anlarından hem ulusal hem de bölgesel düzeyde istifade etmeyi bilenlerin başında Kürt silahlı milliyetçiliğinin “sembol” ismi Öcalan gelir. Uzun süren silahlı mücadelenin ardından Suriye’den çıkmak zorunda kalsa ve Kenya’da devlete teslim edilse de kendisini her daim Kürt milliyetçi siyasetinin merkezinde tutmayı becerdi.
Üç husustaki etkinliği sayesinde… İlki, her değişen konjonktürde PKK’nın ideolojik dönüşümünün dilini Öcalan üretti. Öcalan, 1970’lerin ikinci yarısında Marksist ideolojiyle şekillenen örgütü 1990’larda dini söylemi de içselleştirmeye yöneltti. 2010’larda çözüm sürecine katkı sağlayacağını düşündüğü “medeniyet” söylemini, PKK üst düzey yönetimi uygun bulmasa da, kullanmaktan kaçınmadı.
Bütün bu söylem değişimlerine rağmen Kürt milliyetçiliğinin söylem teması “demokrasi” olageldi. PKK desteğindeki bütün siyasi partiler, isimleri de dahil, “demokrasi” iddiası etrafında oluşturuldu. Bir terör örgütünün demokrasiyi bu kadar yüceltmesinin çelişkileri de pek az sorgulandı. Üstelik örgüt içi infazların en yüksek olduğu bir yapı için…
PKK’nın nihai amacı hep Kürdistan’ın bütünlüğünü sağlamak oldu; yani Pan-Kürdizm. Bağımsız devletten vazgeçtiklerini söyleseler de Kürt milliyetçileri Türkiye’de “özerklik” seçeneğini bir “ara durak” olarak görüyorlar. Kuzey Suriye’de elde ettikleri “kantonları” güneydoğuda kurmaya çalıştıkları “özyönetimlerle” birleştirmeye çalışıyorlar. 

***

Öcalan’ın etkili olduğu ikinci husus, Suriye, Rusya, İran ve Almanya gibi güçlerle menfaat ilişkisine girse de PKK’yı tek bir yapı olarak tutabildi. Bu güçlerin örgüt içindeki uzantılarını nihai kertede yönetebildi. Böylece örgütün birbiriyle çatışan parçalara bölünmesini engelledi. 
Üçüncü husus, Öcalan işler çıkmaza girdiğinde kendi aktörlüğünü öne çıkarmayı başarabiliyor. Kandil, HDP ve Öcalan arasında rol farklılaşmaları üzerinden güç kaymaları yaşansa da bu parçaların koordineli çalışmasını yine Öcalan sağlıyor. Hem de hapishane şartlarının müsaade edebildiği kadarıyla.
Öcalan, PKK ve HDP’nin aktörlüklerinin sınır dışına taştığını düşündüğünde yeni bir taktikle ortaya çıkabiliyor. Daha önemlisi, Pan- Kürdist siyasetin hep en makul, en “Türkiyeci” aktörü olarak kendisini sunabiliyor. Yakalandığı andan itibaren Öcalan, PKK’nın “iyi polis” yüzü olmayı tercih etti. Kandil’e sözü geçmediğinde mazeret bulmak zor olmuyor; “tutuklu bir lider daha fazlasını yapamaz.”
HDP ya da Kandil’in hırsı galip geldiğinde, yani hesap hatası yaptığında ortalığı toparlıyor. “İyi ki Öcalan var” dedirtmeyi başarıyor farklı kesimlere. Çözüm sürecini de kendisi etrafında tutmayı başarıyor ve süreç buzdolabına koyulduğu her seferde “kurtarıcı olarak Öcalan” devreye giriyor. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ETYEN MAHÇUPYAN-AKŞAM

“Ateşkes ihlalinde ‘yeni’ Diyarbakır”

HDP’nin seçim başarısının ardından henüz bir ay olmuşken, PKK ateşkesi bitirme ve HDP’yi Türkiye siyasetinde bir ‘mızrak ucu’ olarak kullanma stratejisine yöneldi. Dolayısıyla YDG-H birimleri hendek kazıp ajitasyon yapar, vurucu timler hemen her gün polis ve asker infaz ederken, HDP belediyelerine de ‘demokratik özerklik’ ilan etmek düştü. Hükümet ise Çözüm Sürecinin ‘öncesine’ geri dönüp güç savaşından taviz vermeye niyeti olmadığını ortaya koydu. Böyle bir ortamda Güneydoğu halkının ne düşünüp hissettiği, taraflara hangi ölçütlerle baktığı, bölgeyi ve siyaseti nasıl okuduğu, önümüzdeki dönemin neler getirebileceğini öngörmek açısından önemli. Bu amaçla yapılmış bir ziyaret çerçevesindeki izlenimler geçen Pazartesi ve Salı Ayşe Yırcalı’nın kaleminden El Cezire Türk sayfalarında yayımlandı. 

“Kasvetli ve paniğe kapılmış bir ruh hali yerine, genele yayılmış bir sağduyunun” Diyarbakır’a hakim olduğunu söyleyen Yırcalı, şöyle devam ediyor: “Başlangıçta sokaktan uzak kalma dürtüsü daha baskınken, şimdilerde geceleri sosyal hayat yavaşlamış olsa da kepenklerin kapanmadığından, ailelerin en azından gündüz saatlerinde tedirgin olmadan parklarda vakit geçirebildiğinden bahsediliyor. 6-8 Ekim olaylarının tersine bir panik havası yok, şiddet toplumsal hayatı çok fazla sarsmamış… Çatışmasızlık süreci halk için o kadar değerli ki, bunun kaybedilebileceğine ihtimal verilmek istenmiyor.” 
Ancak bu umut içeren duygusal arka plan, tedirgin edici ‘yeni’ bir durumun gözden kaçırılmasına neden değil. Görünen o ki Ceylanpınar’da iki polisin katli zihinlerde farklı bir kırılma yaratmış. Bugüne dek silaha her dönüş PKK’nın genel stratejisi içine yerleştirildiğinde belirli bir anlam ifade edebilirken, bu kez öyle olmamış. Bu cinayetlerin PKK tarafından bilinçli bir mücadele adımı olarak atıldığı, ancak geri teptiği kanaati epeyce yaygın… Diyarbakır bir ‘sorgulamanın’ içinden geçiyor ve bu da örgüte mesafe almayı mümkün kılan bir ortak duygu ortamı yaratıyor.  
Nitekim bu mesafe alışın “halka yapılan eylem çağrılarının cevapsız bırakılmasıyla somutlaştığı söylenebilir. Barış yürüyüşleri, akşamları tencere-tava çalma gibi çağrılara halk tarafından yanıt verilmediği belirtiliyor. 5 Haziran HDP mitinginde meydana gelen patlama sonrasında çağrı yapıldığında halk çok yoğun bir şekilde bu çağrıya cevap vermişken, şimdi evlere teker teker bildiri dağıtılmasına, televizyonlardan üst üste yapılan çağrılara rağmen halkın çekimser kaldığı anlatılıyor.” 
Ancak PKK/HDP eleştirisi kendiliğinden hükümetin tutumunun desteklenmesini ifade etmiyor. Çünkü Diyarbakır’da karşılaştığımız en yoğun duygu örgüte olduğu kadar, AKP’ye de yönelik hayal kırıklığıydı. Hükümetin Çözüm Sürecini araçsallaştıran bir çizgi izlediği, güvenilir olmadığı, son kertede Kürt kimliğinin eşit haklara sahip olması konusunda gerekli içselleştirmeyi yapmadığı düşünülüyor. Bu anlamda ‘Diyarbakır’ artık AKP’ye de daha mesafeli. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

FUAT UĞUR-TÜRKİYE

“Yarbay Mehmet Alkan’a mektup​”

PKK kurşunu ile şehit olan kardeşiniz Yüzbaşı Ali Alkan’ın cenazesinde, şimdiye kadar alışık olduğumuz, acısını içine atan, vakur ve kararlı asker kardeş profilinden farklı bir görüntü sergilediniz. Şehit Yüzbaşı Ali Alkan’ın tabutuna kapanarak önce “Alim Alim!” diye haykırıp sonra şu sözleri sarf ettiniz:

“Dünyaya doymadı. Bunun katili kim? Bunun sebebi kim? Düne kadar çözüm diyenler neden şimdi sonuna kadar savaş diyor. Kendileri gitsin savaşsın…”

Ana baba kadar hissetmese de kardeşini kaybedenlerin acısını anlarım.

Yaşınız kaç bilmiyorum Yarbay Mehmet Alkan.

Bildiğim, okuduğunuz askerî okullardan mezun olurken aşağıdaki yemini ettiğiniz. Hatırlatayım:

Milletime ve cumhuriyetime

Doğruluk ve muhabbetle hizmet,

Kanunlara ve nizamlara ve amirlerime

İtaat edeceğime ve askerliğin namusunu,

Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip

İcabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda

Seve seve hayatımı feda eyleyeceğime

Namusum üzerine and içerim.

Bu önemli bir taahhüt.

Çünkü bu ülkenin insanları güvenliklerini, vatan için hayatını feda edeceğine and içen siz subaylara, askerlere teslim ediyorlar.

Hiçbir genç, askerî okullara zorla ve tehditle sokulmuyor. Okul esnasında ya da okulu bitirdikten sonra da yol yakınken cayabilirsiniz. Yasal imkânlar var.

Eğer o ocakta kalıyorsan, tıpkı yemininde olduğu gibi, bu vatan ve millet için ölümü göze alacaksın. Belki bir savaşta, hain bir saldırıda ya da pusuda şehit olmak, hiçbir asker için sürpriz değil. Bırakalım askerlik mesleğini gönüllü olarak, profesyonelce yapanları, sadece ve sadece vatan için, karşılıksız hayatlarını veren Mehmetçikler için hiç değil.

Bana nedense inandırıcı gelemediniz Yarbay Mehmet Alkan.

Bir şey vardı sizde, anlayamadığım ve sahici olmayan bir şey; bir duruş.

Gözünüzde tek bir damla yaş olmaksızın haykırarak bağırmanıza ya da siyasi üslubunuza da takılmadım.

Bir askere yakışmadı bu tavrınız.

Yarbaysınız. Eğer bu isyanınızı Mehmetçikler PKK bombalarıyla, kurşunlarıyla can verirken yapsaydınız, yine askerlik mesleğine yakışmasa da belki çok daha anlamlı gelebilirdi bana…

Şimdi gelelim bir diğer önemli hususa.

Bu ülkede, iki yıldır sizin deyiminizle “Düne kadar çözüm diyenler” sayesinde analar ağlamadı. Sizin bir muhalif siyasetçi üslubuyla tabut başında sözünü ettiğiniz o çözüm sürecini “Memleketi satıyorlar, savaştan korkuyorlar, PKK’dan ödleri patlıyor” diye bugün sizi alkışlayanlar yerin dibine batırdılar yıllarca. Bu süreç sayesinde şehit kanı dökülmedi bu topraklarda.

Allah’ın takdiri ama kardeşiniz Ali Alkan eğer iki yıl önce şehit olmadıysa yüz binlerce asker gibi, bu çözüm süreci sayesindeydi.

PKK’yı ve bu ülkede terörü alenen destekleyerek “Adamların elinde silahtan başka imkân yok, ne yapsalardı?” diyenleri, çözüm süreci sırasında Kandil’e gidip “Hükümet sizi kandırıyor, sakın silah bırakmayın” diye akıl verenleri sevindirdiniz. Sizin bu sözlerinizi sayfa sayfa yayınlıyorlar. PKK medyasında manşetsiniz övgü dolu sözlerle.

Peki, kardeşinizin acısı hafifledi mi?

Soruyorum şimdi size.

Siz vatanın bölünmez bütünlüğünü korumak için canını vermeye yemin etmiş bir asker-subaysınız.

“Çözüm süreci bitmiştir, devrimci halk savaşı başlamıştır” ilanıyla saldırıya başlayan PKK’ya karşı hükümet ne yapsaydı?

Siz bir askersiniz.

2004-2009 arasını rahat hatırlarsınız. O zaman da her PKK saldırısı sonrasında şehit olan askerin cenazesinde hükümet üyeleri, törene sokulan provokatörlerle yuhalanır, bundan bugün “savaş bitsin” diyenler büyük haz alırlardı. Çünkü onlara göre hükümet PKK’yla anlaşmak istediği için ölümler yaşanıyordu. Halbuki kıran kırana savaş olmalı, PKK’nın hatta Kürtlerin kökü kurutulmalıydı. Unutmayın, size bugün destek veren “Savaş karşıtı” MHP’liler, Cemaatçiler ve ulusalcılar o vakit “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” diyorlardı.

Hükümet bu stratejiyi sona erdirip ölümleri durdurunca kötü mü oldu?

Şunu kabul etmek içinizden gelmiyor mu?

Türkiye’de darbelerle tahkim edilmiş askerî vesayetin bir ürünü olan PKK belası var. Hükümet diyalog ve demokratik yöntemlerle kanı durdurmak istedi.

İki yıl bu işledi.

Soruyorum tekrar:

Ne yapmalıydı hükümet? İşleyen süreci karanlık nedenlerle sabote eden PKK, barajlara, yollara, inşaat çalışmalarına, araçlara saldırıp yok ederken, insan kaçırırken, sizin silah arkadaşlarınıza pusu kurup, enselerinden vurarak katlederken? Ne yapmalıydı karakollara tonlarca bomba yağdırırken?

“PKK bu eylemleri yapsa bile ne isterlerse verelim, yeter ki barış olsun” mu demeliydi?

Öz yönetim istiyoruz. Buyrun.

Bağımsızlık istiyoruz. Buyrun.

Petrolden pay istiyoruz. Buyrun.

Barajlar bizim. Buyrun.

Bu mudur?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

CEREN KENAR-TÜRKİYE

“Sloganı barış, dili savaş olan bir siyaset”

Geçtiğimiz ocak ayında ufak bir gazeteci grubu olarak HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş ile yarı off the record bir toplantı gerçekleştirmiştik.

Benim şahsen 6-7 Ekim olaylarına rağmen HDP’nin siyasi bir aktör olarak PKK’ya direnebileceğini ve şiddete karşı yapıcı bir rol oynayabileceğini düşündüğüm zamanlardı. Ne yazık ki Demirtaş’ın ve HDP’nin sonraki performansı beni haksız çıkardı.

O gün Demirtaş’a “Barış süreci ile hükümete yakın medya, istisnaları olmakla birlikte, genel olarak bir söylem değişikliğine gitti. Barış sürecine uygun şekilde dilini değiştirdi. Süreci destekleyen bir yayın politikasını tercih etti. Dilini barış gazeteciliğine uygun şekilde revize etmeye çalıştı. Buna rağmen PKK’ya yakın medya asla böyle bir yolu tercih etmedi. Barış sürecinin açıklanmasından birkaç ay sonra, Türkiye’nin Suriye politikası üzerinden müthiş bir dezenformasyon kampanyasına başladı. O zaman henüz IŞİD yoktu. Türkiye’nin el-Kaide çetelerini desteklediği ve bu çetelerin Kürtleri öldürttüğüne dair aslı astarı olmayan yayınlar, IŞİD’in mevzi kazanması ile “Türkiye IŞİD’i destekliyor” kampanyasına dönüştü. AK Parti eşittir IŞİD gibi, bu ülkede bu partinin seçmeni olan milyonlarca insanı rencide eden, ötekileştiren bir yalan üzerinden müzakere ortağını şeytanlaştırma yoluna gitti Kürt siyaseti.
Neden bu yolu tercih ettiniz?” diye sormuştum… Hatta akabinde başka gazeteci arkadaşlarım Demirtaş’ın barış sürecine mesafeli yayın kurumlarına sıkça röportaj verdiğini, ancak kendi röportaj taleplerini reddettiği yönünde sitemlerini dile getirdiler.

Cevabını şimdi bildiğim bir soru bu.

PKK barış sürecine hiç silah bırakma süreci olarak bakmadı. Anlaşmanın ilk şartı olan silahlı militanlarını Türkiye dışına çekmeye yanaşmadı. Aksine bu süreci Türkiye içinde bir devlet içi devlet kurma fırsatı olarak gördü. Türkiyelileşmedi, Hizbullahlaştı.

Ve dolayısıyla kendi kitlesini savaşa hep hazır tutmaya çalıştı. Barışa inanmadı, inanmak istemedi. Kısa vadeli, sığ bir vizyonla, barışa inanmak işine gelmedi.

Bu yüzden hükümet medyası barışı destekleyen, çözüm ortağını meşrulaştıran bir yayın çizgisi izlerken, PKK medyası tam tersini yaptı.

Sloganı barış olan bir hareket, savaş dilinden milim sapmadı.

O gün Demirtaş ile görüşmemizde olan bir kişi ise hem HDP’nin bu siyasetinin, hem de eski Türkiye kanunlarının mağduru oldu.

Bercan Aktaş, HDP parti meclisi üyesi, genç bir siyasetçi.

Şemdinli’de öldürülen Özel Harekât Komiseri Ahmet Çamur hakkında okuyunca tüyleri ürperten bir tweet attı.

“Şemdinli’de Polis Özel Harekât komiseri Ahmet Çamur etkisiz hâle getirilmiş.”

Ahmet Çamur’un o güzeller güzeli üç küçük kızın, babalarının tabutu arkasından bakarkenki o yüz ifadeleri, düşünülünce bu zalim dilin vahameti insanın içini acıtıyor.
Genç bir siyasetçinin bu dili kullanması bireysel bir sorun değil, bu sorun HDP’nin genel siyasi dilinde aranmalı.

Başka bir siyasi atmosferde liberal sol bir dil kullanacak genç bir siyasetçinin bu sert ve nefret dolu söylemi neden kullandığı sorgulanmalı. Bu atmosfer, bir genç solcudan, bir gerilla komutanı oluşturan bu karanlık sorgulanmalı.

Bunun hesabını bu genç siyasetçi değil, bu siyaset dilini belirleyen ana kadrolar vermeli.

Radikalizmi, Kürt milliyetçiliğini, şiddet dilini yücelten kadrolar ile hesaplaşılmalı.
Fakat bu hesaplaşma hukuk üzerinden, eski Türkiye yolları ile değil, fikir düzleminde yapılmalı.

Bekir Berat Özipek’in dediği gibi: “Ahlaki olarak kınanmayı hak eden bir ifadeyi hukuki olarak cezalandırmak adalete aykırı olup haklı ahlaki kınamanın zeminini de tahrip eder.”
Kürt siyasetinin belirleyicilerine ahlaki sorumlulukları ısrarla hatırlatılmalı.

Kendi gençlerine reva gördükleri dil, siyaset biçimi sorgulanmalı.

Kürt gençlerini içine soktukları çıkmaz yolun, karanlık dehlizlerinden geçen nesillerin pek de parlak olmayan hikâyeleri anlatılmalı.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

On5yirmi5