Köşe yazarları bugün ne yazdı?

Medya
ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK “Kürt hareketinin yeni stratejisi…” İran seçimlerinin arifesinde bölgeye gidenler, sıkça PKK’ya yakın isimlerden “bizim için önemli olan HDP̵...
EMOJİLE

ALİ BAYRAMOĞLU-YENİŞAFAK

“Kürt hareketinin yeni stratejisi…”

İran seçimlerinin arifesinde bölgeye gidenler, sıkça PKK’ya yakın isimlerden “bizim için önemli olan HDP’nin barajı geçmesi değil, elde tuttuğumuz alanı kontrol etmektir” tarzı yorumlar duyduklarını söylerlerdi.
HDP seçimlerden başarıyla çıktı.

Ne var ki, Kandil bu partiye pek soluk aldırmadı. Kandil’den yapılan açıklamalar, KCK Yürütme Konseyi’nden isimlerin verdikleri röportajlar, HDP’lilerin beyanat ve tutumlarını durmaksızın tashih ettiler. HDP üzerinde kamuoyunun gözü önünde kurulan bu vesayet, Kandil’in seçim sonuçlarını yorumlamasına, HDP’nin partilere ilişkisini tarif etmesine kadar uzandı. Bugün Demirtaş’ın Kandil karşısında direnmeye çalışması noktasına böyle gelindi.
Ancak HDP, direnmeye çalışmakla yol alamaz bir noktada.

Kandil ana yörüngeyi belirlemeye devam ediyor. Örneğin Rojava’da çıkan her krizde HDP’nin elini ayağını bağlıyorlar. Özerklik adımlarıyla siyaset alanını ve bu partinin hareket sahasını daraltmış bulunuyorlar. Özerklik ilan edilen ve silahlı direnilen her yerde Kürt hareketinin yasal, sivil, siyasi, illegal tüm parçalarını aleni bir şekilde tam dil ve eylem birliğine iterek, bloklaştırıyorlar.
Bu durumda şu soruları sormak kaçınılmazdır:

Kürt siyasi hareketinin merkezinde hakim bakış ya da bir grup, siyaseti, salt bir meşrulaşma cihazı olarak gören, bir kamuoyu oluşturma aracı olarak kullanan çerçevede mi ele aldı ve alıyor? Türkiye’de çatışmaları ve arkasından gelen özerklik hamlesini başlatmak Rojava’da kontrolü ve kökleşmeyi, Ortadoğu’da varoluşu esas alarak, planlanan ve zamanı beklenen bir hamle miydi?
Bunlar, pek hafife alınmaması gereken ihtimallerdir.
Kürt hareketinin stratejisi hangisi?

Türkiye’de, ulusal sınırlar içinde ana dil, özerklik, af üçlüsü üzerinden demokratik bir entegrasyon politikası mı? Öcalan’ın ima ettiği gibi bu politikanın sonuçlarından hareketle Kürtlerin yaşadığı diğer bölge ve yerlere emsal olma arayışı mı?
Yoksa Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de yeni ortaya çıkan imkanları değerlendirerek, Türkiye’nin güneydoğusu ile Suriye’nin kuzeydoğusu, hatta tüm kuzeyi arasında sosyolojik ve politik bir bütünleşme ve büyük egemenlik alanı peşinde koşma mı?
Kürt hareketinin stratejisinin bu ikisinin arası bir yerde, ama ikincisine yakın ve ona doğru ilerleyen hareketli bir yapıda olduğunu sanıyorum.

Bu strateji son dönemlerde görünür bir şekilde iki noktayı esas almış görünüyor:
İlki Rojava’yı elden bırakmamak, bu alana Türkiye’nin şu veya bu şekilde girmesini engellemek, bu istikamette ülke içinde ve uluslararası sahada kamuoyu oluşturmak.

İkincisi Güneydoğu’da devletimsi işlevler geliştirdikleri alanı ve egemenlik iddiasını muhafaza etmek…
Kürt hareketinin şiddete tekrar dönmesinin gerisinde önemli ölçüde bu iki unsur yatıyor.
Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyona katılması üzerine Suriye kuzey koridorunu korumak ve Türkiye’nin güneydoğusunda alan kontrolünü devam ettirmek PKK’nın bir numaralı meselesi haline gelmiş görünüyor. Daha açık ifadeyle, PKK-PYD’nin IŞİD karşısında ABD ve uluslararası koalisyonun tek yerel partneri olma iddiası, buradan kaynaklanan temaslar, bu temasların örgüt açısından bir tür meşruiyet kaynağı oluşturması ve Türkiye’nin bu açıdan oluşturduğu tehdidin bertaraf edilmesi politikası, “mağduriyet, salt devlet baskısı uğultusu”yla artık gizlenemez halde.

Öte yandan örgütün Güneydoğu’daki egemenlik politikasını özelikle tehdit eden İç Güvenlik Yasası’nın her yönüyle hedef alınması, Dolmabahçe’de okunan niyet metnini mutabakat metni ilan ederek müzakere çıtasının yükseltilmesi, silah bırakmak için o metindeki maddelerin ön koşul haline getirilmesi, Kürt hareketinin kritik adımları olarak karşımızda duruyor.
Buradaki arayış, muhtemelen kazanımları elden bırakmadan, çözüm sürecini milli sınırlar dışına yayarak bir özerklik talebiyle masaya oturmaktır.

Şiddet eylemleri ise bu aşamayı hazırlamaya yönelik bir kuvvet siyasetidir denebilir.
Peki siyasi iktidar ve devlet?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AKİF EMRE-YENİŞAFAK

“Papa neden affediyor?​”

Batı Hristiyanlığının hala en köklü, etkin ve yaygın kurumu Katolik Kilisesi olarak bilinir. Papalık küçük bir devletçik sınırlarına çekilmiş olsa da dünya ölçeğinde yaygın ve örgütlü bir kilise… Katoliklerle Ortodokslar ve Protestanlar arasındaki ayrım her ne kadar bizde mezhep farklılığı olarak anlaşılsa da İslam’ın mezhep tanımlamasını aşan bir ayrışma vardır. Hristiyanlık içinde farklı birer din (religion) olarak algılanırlar.

Katolik Kilisesi siyaseti yönlendirme gücünü kaybettikten sonra, yani kilise-devlet ayrımıyla kendi alanına çekilmesiyle neticelenen tarihsel kırılmadan bu yana sürekli mevzi kaybediyor. Protestanlık “kiliseyi” aradan çıkararak, kutsal metinle doğrudan temas ilkesini esas alarak teolojik bir deprem oluşturdu. Ulus devletlerin şekillenmesi ile de devlet-kilise ayrımı kesinleşti. Dinin nüfuzunun yanı sıra siyasi nüfuzunu da kaybetti. Batı’da laiklik tanımı devletin dinden arındırılmasından ziyade kilisenin devletten uzaklaştırması anlamına gelir. Yoksa dinin şekillendirdiği geleneksel kodlar, kurallar hukuk sisteminde de, devlet işlerinde de geçerliliğini sürdürür.

Gerçi düşünsel ve toplumsal olarak hayattan hızla çekilen Kilise emperyal projelerde sömürgeci devletlerin yedeğinde gelişmesini sürdürdü. Özellikle siyasal etkisi kırıldıktan sonra kolonyal yayılmacılığın keşif kolu işlevi görerek siyasi otoritelerce desteklendi. Bilhassa laik Fransız emperyal projesi bu anlamda ele alınması gereken önemli bir modeldir. İç siyasette kilise ile mücadele eden, kilisenin etkisini bastıran Fransızlar dışarda yayılmacı politikalar için kol kola girmesini bilmiştir.

Siyasetten uzaklaştırılmış, siyaseti ve toplumu şekillendirme konusunda yaptırım gücü kalmayan bir Kilise, modern dünyanın değişim ve talepleri karşısında nasıl ayakta durabilirdi?

Medyada olanca sempatikliği içinde mesajlar veren, zaman zaman ortaya saçılan ahlaki skandalları örtbas edilen bir Kilisenin modern insana söyleyecek sözü ne olabilir?

Bilimsel devrimlerden aydınlanma düşüncesine, endüstrileşmeden sınıf hareketlerine dehşetli alt üst oluşlar yaşayan Batı toplumlarındaki dinden uzaklaşma eğilimine karşı bir din olarak Katolizm ne mesaj vermektedir?
Katolik dünyanın lideri Papa’nın zaman zaman bir yasağı kaldırdığına, falan eylemi yapmayı artık yasaklamadığına yahut işlenen bazı günahları affettiğine dair haberler duyarız. Medyada boy gösteren Papa yüzüne takındığı ödünç alınmış hissi veren gülümseme ile arz eder. Yeni seçilen her papanın, aldığı bir kararla kilisenin yasak kabul ettiği bir fiili bundan böyle günah saymadığını açıklaması adet oldu. Hristiyan olmayan dünya bile bu medyatik gösteriye dönüşen, özünde teolojiyi ilgilendiren kararları merakla izler.

Bu kararların önemli kısmı geleneksel toplumların ve bir çok dinin de ahlaki standart olarak kabul ettiği kurallardır. Yahut Hristiyanlığa, özelde Katolikliğe özgü dini prensiplerden zamanımızda katı gelen uygulamalardır.
Bunlara bakarak, bir dinin çağın gereklerine cevap vermesi olarak yorumlamaya hevesliler çıkabilir. Böylece hayat tarzı olarak, davranış normları ve ahlaki ilkeler açısında eskidiği düşünülen kurallar yenilenir. Bir dönem Tanrı adına mutlak kabul edilen kuralları koyan Kilise, daha sonra bunları geçersiz sayar.

Amacım Katolik ve Protestan kilisesinde hükümlerin nasıl vaz edildiğine dair teolojik bir tartışma açmak değil.
Papalıktan hareketle işaret etmek istediğim husus; bir dinin toplumu, insanı dönüştürmek, ortaya çıkan sapmalara karşı insanları uyarıp hakikati işaret etmek ve bunda ısrarcı olmak yerine karşı koyamadığı bir dalgaya kendini bırakmasıdır.

Katolik kilisesi sürekli kendinden tavizler vererek gelişen toplumsal taleplere, modern dünyanın davranış normlarına, ekonomik zorlamalarına uyum göstererek ayakta durmayı tercih ediyor. Böylece bireylerin, kendilerini hem Hristiyan sayıp hem de gündelik hayatta hiç zorlanmadan, ilişki biçimlerinde taviz vermeden dindar kaldıklarını düşünmelerini sağlıyor.

Protestanlık ise bu konuda daha geniş alan açıyor. Yöntem gereği herkesin kendine göre bir din anlayışına kapı aralayan bir Hristiyanlık söz konusu. Hatta siyasette bile, papalıktan farklı olarak, güç paylaşımı içinde. Mesela İngiltere Kraliçesi aynı zamanda İngiliz Kilisesi’nin de başıdır. Yani siyasi ve dini otorite bir merkezde toplanmış oluyor.
Sürekli taviz vererek ayakta kalmayı deneyen Katoliklik mi yoksa herkesin kendine göre dinden hüküm çıkarttığı, her gün yeni bir mezhebin ortaya çıktığı Protestanlık mı?

Bütün bunlara karşı Müslümanların en büyük avantajı, kaynakların sahih olarak elde bulunması ve dinin hükümlerinin tüm referans sistemi ile birlikte canlı olmasıdır.
Müslümanlığa yapılmak istenen operasyon, her şeyden önce dinin protestanlaştırılmasıdır. Böylece dini referans sistemi devre dışı kalacak, herkesin kendine göre icat ettiği bir din çıkarılmış olacak. Bunu siyasal olarak modernist Cumhuriyet kadrolarının denediğini biliyoruz.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ABDÜLKADİR SELVİ-YENİŞAFAK

“Kongrede nasıl bir yenilik olacak”

AK Parti kritik bir kongreye hazırlanıyor.
AK Parti’nin 1 Kasım seçimlerinden tek başına iktidar olarak çıkıp çıkmayacağının ilk göstergesi 12 Eylül tarihinde yapılacak olan kongre olacak.

12 Eylül tarihlerinin Türk siyasetinde ve AK Parti’de önemi büyük.
Bir anlamda ilk adım kongresi diyebiliriz.

12 Eylül darbesiyle demokrasiye ara verilmişti ancak 12 Eylül Anayasa referandumu ile demokrasimiz bir üst basamağa terfi etmişti.
AK Parti seçim startının verileceği bir toplantı yapacak ancak fiili olarak 1 Kasım seçimlerinin başlama düdüğü kongrede çalınacak.
Öncelikli olarak AK Parti, 7 Haziran seçimlerinde milletimizin verdiği mesajların gereğini yerine getirip getirmediğinin ilk sınavını kongrede verecek.

Bu açıdan Başbakan Davutoğlu’nun kongre konuşması önemli olacak. AK Parti’nin 7 Haziran seçimlerinde en büyük eksikliği kitlelere heyecan vermemesi olmuştu. Çok başarılı seçim kampanyaları yürüten AK Parti ilk kez savunmada kalan ve kitleleri heyecanlandırmayan bir kampanya dönemi yaşamıştı.

Ak Parti kitlelere heyecan verecek bir seçim kampanyası yürütecek mi? Bunun ilk işaretini kongrede alacağız.
7 Haziran seçimlerinden bu yana Türkiye sıkıntılı bir sürece girdi. AK Parti ise Türkiye’nin geleceğinde olup olmayacağının sınanacağı bir sürece girdi. 7 Haziran’da halkımız AK Parti’yi uyardı. Bir anlamda şefkat tokadı vurdu. Bunun tamiri mümkün. 1 Kasım seçimleri ile yeni bir kredi açması mümkün. AK Parti kendi kaderini kendi tayin edecek. 12 Eylül kongresinden seçim sandığı açıldığı ana kadar izleyeceği strateji bu sonucu belirleyecek.

AK Parti öncelikle seçmenin 7 Haziran sandığında yazdığı mektubu doğru okuduğunu gösterecek. Sonra bunun gereklerini yerine getirmek için samimi bir çaba içinde olduğunu gösterecek. AK Parti şimdi bu sürecin içinde.
Onun için önce kongreye sonra seçim sürecine yönelik ciddi bir çalışma yürütülüyor.

AK Parti bu kongrede öncelikli olarak söyleminde, sonra kadrolarında değiştiğini gösterecek. Başbakan Davutoğlu’nun kucaklayıcı bir konuşma yapması bekleniyor. Türkiye gergin bir ortamdan geçiyor. 1 Kasım seçimlerinde kim gerilime, kutuplaşmaya oynarsa kaybedecek. Halkımız gerginlik değil, uzlaşma, kısır siyasi çekişmeler değil, sorunlarına çözüm istiyor. Halka heyecan verecek strateji derken onu kast ediyorum. Terörle mücadele ve ekonomik kriz kaygısı nedeniyle umutlar azalıyor. AK Parti’nin tam aksine kitlelere ekonomik bir sıçrama yapılacağına dair umut vermesi gerekiyor. CHP geçen seçim kampanyasını ekonomi üzerine oturttu. Keskin ideolojik bir siyaset güden CHP’nin üzerine bu elbise birkaç numara büyük geldi. Ama AK Parti’nin hikayesi biraz da ekonomik başarısına bağlı. AK Parti bu kredisini yeni bir heyecan dalgasına dönüştürebilir. Edindiğim izlenim bunun üzerinde çalışıldığı yönünde. Peki Başbakan Davutoğlu kongrede nasıl konuşacak? Ahmet Davutoğlu gibi konuşacak. Ama süresi ve içeriği çok iyi hazırlanmış bir konuşma olacak. Fakat bağra çağıra yapılan bir konuşma değil, mesajların çok net olarak verildiği ama kucaklayıcı bir dilin kullanıldığı bir konuşma olacak.

AK Parti kongreden MKYK ve MYK’sını yenileyerek çıkacak mı? Önemli değişikliklerin olması bekleniyor. Bir anlamda restorasyon kongresi olacak. Bu değişimin elbette ki kadrolara da yansıması bekleniyor. Çünkü 7 Haziran seçimlerinde halkımız AK Parti’nin liste ve kadrolarına ilişkin de bir not verdi. Bu notun gereğinin yerine getirilmesi için MKYK’da ve genel başkan yardımcılıklarında bir değişiklik sürpriz olmamalı.

Kongre zemini çok önemli. AK Parti kongreyi bir demokrasi şölenine çevirip, onun ardından geçen seçimin hatalarının giderildiği, güçlü takviyelerin yapıldığı yeni bir liste ve başarılı bir seçim kampanyası yaparsa, tek başına iktidar hayal değil. Zaten şu andaki kamuoyu araştırmaları da AK Parti’nin oyunu yüzde 43-44 aralığında gösteriyor. Kongreden itibaren her adımda bir tuğla üzerine konulmasıyla bu oran yüzde 45’i aşabilir. Tabii tersi olursa, büyük bir fırsat kaçırılmış demektir.

Kongrede parti kadroları ve söylemdeki değişiklik gerçekleşirse, bunu ikinci ve önemli bir halka olarak milletvekili listeleri takip edecek. Listelerde nerelerde ne tür yanlışların yapıldığı biliniyor. Onlar giderilip, doğru isimlerle takviyelerin yapılması gerekiyor. Şimdiden bunların üzerinde çalışıldığını biliyorum.

AK Parti yeni kadrolarla, tecrübeli isimleri biraraya getirip, bölgelerinde temayüz etmiş yerel isimleri de kadrosuna katarak yeni milletvekili listesi ortaya çıkaracak. Bazı yerlerde restorasyon bazı yerlerde ise listelerin yeniden yazılacağı söyleniyor. Listeler önemli oranda değişiyor.

Bu adımların coşkulu ve heyecan verici bir seçim kampanyası ile taçlandırılması amaçlanıyor. Ne kadar gerçekleştirilebilir bilemiyorum. Sahadaki uygulamasını görmek gerekiyor. Ama Başbakan Davutoğlu’nun daha az miting yapıp, daha etkili kampanya yürüteceği bir strateji üzerinde çalışılıyor.

AK Parti’nin kitlelere heyecan ve umut vermesi gerekiyor. Geçen seçimlerde HDP’nin barajı aşıp aşmayacağı konusu bir motivasyon kaynağı olmuştu. Bu kez AK Parti’nin tek başına iktidar olup olmayacağı bir motivasyon aracına dönüştürülebilir. Bunu başarmak zor değil. Yeter ki AK Parti hatalarından ders çıkarmayı bilsin. Örneğin bu seçimlerde siyah Mercedesler kullanılmayıp, Ray-Ban gözlükler terk edilip, kibirli kampanyalardan uzak durulup, tevazu ve alçak gönüllü hareket edilsin. Gerisi gelir.
Çünkü Türkiye 7 Haziran’dan bu yana tek başına iktidarın olmamasının neye mal olduğunu gördü. Toplumda ekonomideki gelişmelerin bir tsunamiye dönüşeceği kaygısı var. Diğer yanda ise yeni formatı ve yeni aktörleriyle çözüm süreci bekleniyor. Ama ondan önce teröre etkili bir darbenin vurulduğu görmek istiyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ALİ SAYDAM-YENİŞAFAK

“Kamu vicdanı ‘İkiyüzlülüğü’ affetmiyor…”

İstediğiniz bahane ve açıklamayı getirmeye çalışın fark etmez. Değil mi ki, IŞİD ve PKK Türkiye’de benzer hedeflere ‘vuruyorlar’ algılama değişmez: ‘Bunlar aynı safta ve ittifak halindedir.’

(Eş)Başkan Selahattin Demirtaş Diyarbakır’da PKK tarafından öldürülen Doktor Abdullah Biroğul’un ardından dilediği kadar “En ahlaksız savaş koşullarında bile kabul edilemez” desin. Değil mi ki, PKK’ya halâ terörist yerine ‘gerilla’ demeyi tercih ediyor, değil mi ki PKK silah bıraksın derken hemen ardından aynı talebi devlet güvenlik güçleri için de kullanıyor, yani Türk Silahlı Kuvvetleri ile PKK’yı eşit taraflar gibi ortaya koyuyor; algılanmada samimiyet sorunu yaşamaktan kaçamaz.

Değil mi ki, kendini meslekî çıkar grubu bir STK (NGO – Interest Group) olarak konumlaması gereken, ancak daha çok muhalif siyasi parti gibi davranmayı refleks haline getirmiş STK’larımızdan Türk Tabipler Birliği (bir diğeri mesela TMMOB’dur) rahmetli Dr. Biroğlu ile ilgili açıklamada PKK’nın adını ağzına alamayıp, “Söylemleri ile şiddet ortamını tırmandıran herkes Abdullah Biroğlu’nun katlinden sorumludur” diyebilmektedir, o zaman onların da samimiyetinden şüphe edenler haklılık kazanırlar.

Değil mi ki, ABD, Kanada ile birlikte, 1992 Rio Çevre Konferansı’nda bu yana yıllardır, dünyada canlılığa son verme olasılığı büyük Küresel Isınma ve İklim Değişikliği’nin bir numaralı nedeni olarak gösterilen, özellikle gelişmiş ülkelerdeki, Karbondioksit Salınımının (CO2 Emisyonu) %5’düzeyine (ki o da tehlike sınırıdır) indirilmesi odaklı Kyoto Anlaşması’nı imzalamamakta direnmiş, “Ülkemizdeki ağır sanayii ikna edemeyiz” diyebilmişlerdir, şimdi Barak Obama’nın Alaska’ya gitmesi ve Küresel Isınma ve İklim Değişikliği felaketine dikkat çekmek üzere (!) Bear Grylss ile Kenai Dağları’ndaki sürekli eriyip yok olan Exit Buzulu’nda 3 gün hayatta kalma mücadelesi vermek üzere kalkıp Alaska’ya gitmiştir; daha çok ‘şov’ olarak algılanan bu davranışının inandırıcılık düzeyi yok denecek kadar azdır…

Değil mi ki, Avrupa yıllarca dünyayı müstemlekelerinde uyguladığı akıl almaz zulümle sömürmüştür, ABD Afrika’dan maymun avlar gibi zenci köle avlatıp koskoca kıtanın pamuk tarlalarında mezalim ile çalıştırmıştır, bunlar kalkıp bize insanlık dersi vermiyorlar mı, buna belki ‘kamu diplomasisi’ vasıtasıyla kendi insanlarını ve bizdeki ‘ecnebi aydınları’ inandırabilirler; ancak akıl ve vicdan sahibi hiç kimseyi ikna edemezler…

Türkiye, kendisine 15 milyar TL’den fazlasına mal olan 2 milyondan fazla Suriyeliye 2011’den bu yana kollarını açmışken, Avrupa birkaç yüzbin mülteci yüzünden panik içinde… Mülteci teknelerini batıranları mı istersiniz, yoksa Macaristan’ın yaptığı gibi sınır boyu birkaç kat dikenli tel çekenleri mi, ABD’nin Meksika sınırına yaptığı gibi binlerce km duvar çekenleri mi…
Bütün bunlara Anglosakson arkadaşlar ‘hypocrisy’ diyorlar; kibarlık olsun diye herhalde… Bizde çok daha açık ifade ediliyor:İkiyüzlülük…

Fark edilene kadar mesele yoktur bu karakter özelliğinde… Bir kere ‘yakalandın mı’ yalnız, inandırıcılığını öyle bir kaybedersin ki, bir daha zordur tekrar ele geçirmek. Telgraf tellerindeki kuşlar gibidir… Bir çırpın ellerinizi, kaçıp giderler; sonra onları bir daha getirip oraya, eski yerlerine koyamazsınız…

Tezkereye hayır diyecek olan HDP üst yönetimini bilemem, ancak dünkü söyleşisinde (durduk yerde, anlaşılamayacak bir şekilde Cumhurbaşkanı’nın PKK terörünü tahrik etme suçlaması hariç) hayli önemli pozitif bir duruş sergilemiş olan Milletvekili Altan Tan’ın durumun farkında olduğunu sanıyorum…

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MEHMET BARLAS-SABAH

“Uyan ey gözlerim gafletten uyan”

PKK’nın ve Gülen Örgütü’nün sözcülüğüne ya da destekçiliğine soyunanlar arasında yer alan bazı kesimlerin davranışlarını anlamak kolay değil… Devletin güvenlik güçlerini, meşru demokratik siyaseti ve ülkenin dirliğini, düzenini hedef alan örgütlerin destekçileri ve hatta finansörleri arasında sermaye sahiplerinden isimlerin de bulunması, şaşırtıcı değil mi? 

Akıl dışılıklar 
Gözlerini devire devire ve takkesini ite kaka Pensilvanya’daki sığınağından ülkesine beddualar yağdıran bir kişinin sözcüleri ya da müritleri oldukları varsayılan isimler, bu ülkenin halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanını canlı yayınlarda tehdit edecekler… Bu ülkenin toprak altı zenginlikleri ile servet yapanlar, Gülen Örgütü’nün finansörlüğünü de yapacaklar… 

Uyan ey gözlerim 
Kanuni’nin torunu 3’üncü Murat (1546-95) yıllar sonra Ali Ufki tarafından Muhayyerkürdi makamında bestelenen şiirinde, kendisini şöyle uyarır: 
“Uyan ey gözlerim gafletten uyan/ Uyan ey uykusu çok gözlerim uyan/ Azrail’in kastı canadır inan/ Uyan ey gözlerim gafletten uyan/ Uyan ey uykusu çok gözlerim uyan” 
Bir türlü uyanmayan kesimleri 3’üncü Murat’ın dizeleri ve Ali Ufki’nin nağmeleri uyandırabilir mi? 

Aynı kişiler 
“Açılım Süreci” sağlıklı biçimde ilerlerken Kandil’e tırmanıp “Öcalan sizi satıyor” diyerek teröristleri kışkırtan ve PKK’nın terör eylemlerine karşı devletin güvenlik güçleri harekete geçtiğinde de “Silahlar bırakılsın” diyenlerin aynı kişiler olması, bunlara kulak verenleri ne zaman uyandıracak?
Hâlâ göremiyorlar mı? Devletin “Terör örgütleri” listesindeki “PKK” da, “FETÖ” de sonuna kadar takip edilecekler. Tasfiye edilecekler… 

Koç’lar, Sabancı’lar mı? 
Bu topraklarda kazandıkları milyarlarca doların sahipleri olan yeni kuşak zenginler, Türkiye’de girişimciliğin ve özel sektörün kurucu babaları olan Koç’ların, Sabancı’ların, Eczacıbaşı’ların, devlete karşı terör örgütleri yanında yer aldıklarını hiç gördüler veya duydular mı? 
Kendilerini “Aydın” olarak niteleyenler, daha eski kuşak aydınlardan darbe kışkırtıcılığı yapanların başına 12 Mart 1971 darbesinde neler geldiğini, idamları, işkenceleri hiç mi hatırlamıyorlar? 

Uyanma zamanı 
Şu anda devletin ve toplumun teröre ve kargaşaya karşı verdiği kararlı mücadele Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsi meselesi mi sanki? Erdoğan gitse yerine Gülen ya da Karayılan mı gelecek? Herkesin ille de Öcalan gibi İmralı’daki bir hücrede mi yurt ve dünya gerçeklerine uyanması gerekiyor? 
Evet… Hep birlikte mırıldanalım mı? 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMRE AKÖZ-SABAH

“Herkes hain!”

Siyasi kelime dağarcığı açısından acınacak durumdayız. Koca siyaset âlemi üç-beş kelimenin etrafında dönüyor. Bu kelimelerden biri de “hain.” 
İktidar ya da muhalefet, kişi ya da parti, sağcı ya da solcu fark etmiyor; bütün siyasi aktörler, karşı tarafı hainlikle suçluyor. 
Böylece herkes hain oluyor. Herkes hain olunca da, aslında kimse (gerçekten) hain olmuyor. 
Madem öyle, neden hâlâ kullanılıyor? Aslında içi boşalan hain kelimesi, genel bir durumu işaret ediyor: Uzlaşmazlık durumu. Birbirimize hain dediğimizde, aramızda gerilim oluyor ve uzlaşamıyoruz. 
“Bu sözlere aldanmayalım: Siyasiler birbirine hakaretler yağdırır; sonra da kol kola girer” diyeceksiniz. 
Doğru. Zaten uzlaşmazlık ve gerilim sadece bugünlerin ayırt edici özelliği. Ahmet, Mehmet’e hain dediğinde, “Ben şimdilerde Mehmet ile uzlaşmak istemiyorum” demiş oluyor. 
Yani iki taraf da gerilimin ve uzlaşmamanın kendi işine geldiği, hanesine artı puan olarak yazıldığını düşünüyor. 
Ancak bu soğukkanlı hesaplar, dilsel bir sefalet içinde olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Hain aşağıya, hain yukarıya; varsa hain, yoksa hain. 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

MAHMUT ÖVÜR-SABAH

“HDP’de Kürtler de rahatsız

Yeni bir seçime giderken, ilginç bir durum yaşanıyor. Seçimin kazananı olduğunu iddia eden iki muhalefet partisinin, özellikle de HDP’nin içi, deyim yerindeyse kaynayan kazan durumunda… 
Kaynamanın nedeni de çok açık, “siyasetsizlik” ya da farklı bir deyişle seçim öncesi ve sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti düşmanlığı üzerine kurulu negatif siyaset… HDP hâlâ aynı siyasetle sonuç alacağını umuyor ki tavrını değiştirmiyor. 
Daha ilk günden AK Parti’ye kapıları kapatarak seçim öncesi devreye sokulan “projeyi” sürdüren HDP yönetimi, öyle bir siyaset izledi ki, Kandil bile memnun kalmadı. 
Kandil’den Duran Kalkan, son yazısında HDP’nin siyasi hatalarını sıralıyor ve şu sonuca ulaşıyor: “HDP yönetiminin, AKP ile seçim sonrası o denli karşıtlaşması ve ‘CHP-AKP hükümet kursun, biz destek verelim’ demesi hatalıydı. HDP olmadan CHP ile AKP’nin bir hükümet kuramayacağı ve kursalar bile bu hükümetin demokratik değerinin olmayacağı açıktı. Yani CHP-AKP hükümet kurma çalışmalarının içinde HDP de olmalıydı ve de buna öncülük etmeliydi. Bütün bunlar, seçimde çok başarılı olan HDP’yi, seçim sonrası siyaseti yürütmede zayıf ve etkisiz hale getirdi.” 
Kandil’in bir yandan şiddet ve terörü yükseltip, bir yandan da HDP’yi siyasetsizlikle eleştirmesi inandırıcı bulunmasa da Kürt sosyolojisinde derin kırılmalar yaratıyor. 
Kürt tabanın, Kandil’in ne istediği ve HDP’nin siyasette nasıl bir rol üstlendiği konusunda kafası hayli karışık. PKK’nin “askeri baraj yaptırmam” gerekçesiyle terörü başlatmasını da, HDP’nin 80 milletvekiliyle siyaset yapamamasını da şaşkınlıkla izliyor. 
HDP’nin içi tam da bu nedenle kaynıyor. Bir yanda Kandil’in uzantıları var, öte yanda 7 Haziran öncesi AK Parti düşmanlığı üzerinden aldıkları emanet oylar ve “Paralel Yapı” gibi kirli ittifakların yansımaları… Ama daha önemlisi HDP içinde giderek netleşen, “Solcular, laik Kürtler ve dindar Kürtler” ayrışması var. 
Levent Tüzel’in hükümete girmemesiyle belirginleşen bu ayrışma, 1 Kasım seçimleri için hazırlanacak listelerle daha bir alevlenecek görünüyor. HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde kazandığı 80 milletvekilinin önemli bir kesiminin “solcu” olması ve Erdoğan düşmanlarından seçilmesi sadece dindar Kürtleri değil, Kürt siyasi geleneğinden gelen ve kendilerini “Kürdistani” olarak niteleyen laik Kürtleri de rahatsız ediyor. 
Bunun “uluslararası proje”nin bir parçası olduğunu söyleyen bir HDP’li şöyle diyor: “HDP içinde çok ciddi bir siyaset tartışması yaşanıyor. Herkes çatışma istemediği için HDP’ye oy verdi. Ama verilen oy değerlendirilemedi. Yeni yaşam, yeni siyaset unutuldu, hâlâ Erdoğan düşmanlığı yapılıyor.” 
HDP’liye göre milletvekili listeleri de tabandan tepki topluyor: “İstanbul’da 11 milletvekilinden sadece biri Kürt. Başka yerlerde de durum farklı değil. Yüzde 95 Kürtlerden oy alacaksın ama listeye hiç Kürt koymayacaksın. Biz başka partilerin Kürt aday koymadığından şikâyet ediyoruz ama aynı şeyi HDP yapıyor. HDP’ye oy verenler iki şey istiyor: Siyasetle sorunları çözmek, Kürtlerle Türkiyelileşmek…” 

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

AHMET KEKEÇ-STAR

“Bu adam delirmiş!”

İpek Holding’e operasyonu duyar duymaz, hemen Bugün TV’ye koşuyor… Muhataralı dönemlerde hiç insan içine çıkmayan, hep uzletinde kalarak savaş veren Ahmet Altan’ı, böylece, kendisini normal insanlarla eşitleyecek bir etkinlik içinde görüyoruz ve inanın çok mutlu oluyoruz.

Soylu bir babaannenin torunundan beklenen bir davranış değil.

Bu “insanlar arası eşitlenme” durumu seçkinliğine halel getirecektir, aristokrasisini bozacaktır, “uzak ve gizemli yazar” imajını sarsacaktır.

Hiç önemi yok…

Pensilvanya’nın askerleri için gerekirse çiğ tavuk bile yer…

Evet, İpek Holding’e operasyonu 
duyar duymaz, elinin mürekkebiyle (çünkü her zamankinden kötü olacağını garanti edeceğimiz yeni bir romanın hazırlığı içinde) kalkıp Bugün TV’ye geliyor ve yapay bir öfkeyle konuk koltuğuna kuruluveriyor.

Hemen hatırlatmalı:

Bu yazı, İpek Holding’e yapılan operasyonun haklılığını ya da haksızlığını tartışmıyor. “Bu operasyon doğrudur ya da doğru değildir” diyebileceğim bilgilere sahip değilim. Sadece şunu söyleyebilirim: Yargıya güvenelim… Ergenekonsoruşturması sürecinde, Ekrem Dumanlı ve paralelindeki arkadaşlar, yargı kararları konusunda şüphe içinde olmamamızı telkin ediyorlardı; Nedim Şener’in durumuna itiraz ettiğimizde mesela, “İddianameyi bekleyin, görün bakalım neler olacak!”diyorlardı. Ben de şimdi aynı şeyi söylüyorum: Yargıya güvenelim ve iddianameyi bekleyelim. Görün bakalım neler olacak!

Hakkaniyet gereği, şunun da altını çizmem gerek:

Meslektaşlarımıza yönelik baskı beni mutlu etmez. Hangi görüşü savunurlarsa savunsunlar, hangi tehlikeli ilişki içinde olurlarsa olsunlar, gazetecilik faaliyetinin bir “masuniyet alanı” içinde kalması gerektiğini düşünür, savunurum… Fakat burada, Ahmet Altan’ı coşturup soluğu stüdyoda aldıracak bir durum yok. Çünkü İpek Holding’e yönelik operasyon, bir medya operasyonu değil… Bir medya soruşturması da yürütülmüyor… Dolayısıyla, “Polis kapımızda… Bugün bize, yarın filanca gruba…” türünden ortam kızıştırıcı açıklamaların bir dayanağı yok.

Şimdi gelelim Ahmet Altan’a…

Dediğim gibi, ilk kez insan içine çıkıp kendisini diğer insanlarla eşitleme gereği duydu ve elinin mürekkebiyle Bugün TV stüdyosuna koşarak birbirinden “atarlı” açıklamalar yaptı.

Mümkün olsa da, neler söylediğini “tümüyle” aktarabilsem.

Konuşmasını dinlerken ilk izlenimim şu oldu:

Hep uzletinde kalan, “uzak ve gizemli yazar” imajına yaslanarak bizi şaşırtan açıklamalar yapan, dolayısıyla hep bir konfordan bakmaya alışmış Ahmet Altan, kendisini normal insanlarla eşitlediğinde, ortaya “delirmiş ama neye delirdiği belirsiz” öfkeli bir şakirt portresi çıkarıyor.

Diktatörün (“diktatör” kendi ifadesi) ülkesinde konuşuyor ama bir diktatörlükte böyle bir konuşmanın mümkün olmadığını/ olamayacağını bilmek istemiyor.

Böyle bir konuşmanın, mütekâmil demokrasilerde de mümkün olmadığını/olmayacağını ve “Bir dakika hemşerim… Ne demeye çalışıyorsun sen? Şöyle savcılığa kadar gelir misin?” şeklinde mukabele göreceğini de bilmek istemiyor.

Esasında bir şey demeye çalışmıyor.

Direkt söylüyor, ne söyleyeceğini…

Memleketin kurtuluşunu “Tayyip’ten kurtulma” şartına bağlayan, bunun da ancak “iç savaş, kaos, darbe” gibi, bizlere çok acı çektirecek “büyük bir altüst oluş”la mümkün olacağını söyleyen yazarımız, öfke çıtasını daha da yükseltiyor: “Bunlar giderek Mursi’leşiyor. Mursi’ye yargılanma hakkı tanındı ama bunlar o şansı da bulamayacak…”

Ne olacak Ahmet Altan?

Seçilmiş bir yöneticiyi, “Artık yargılanma hakkın bile bulunmuyor!” diye tehdit etmek nasıl bir halete işaret ediyor?

Ne yapacaksınız?

Kurşuna mı dizeceksiniz? (Çavuşesku örneğini veren mebzul miktar liberal dostunuz var.)

Kaddafi’ye reva görülenleri mi reva göreceksiniz?

Evet, öyle olacakmış.

Mursi’ye tanınan yargılanma hakkıyla yetinmeyen Erdoğan, Libya’dakine benzer bir durumu davet ediyormuş. Ahmet Altan’ı korkutan da buymuş işte… Çünkü bu darbeciler (hangi darbeciler olduğunu söylemiyor), sadece Erdoğan’ı değil, hepimizi yok edecekmiş.

Başlıkta, “Bu adam delirmiş” demiştim.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ARDAN ZENTÜRK-STAR

‘Seni başkan yaptırmayacağız’

Suriye’de halkına karşı kimyasal silah kullanan bir diktatörü “başkan” tutabilmek için kanlı rejimle ittifak kurarak Kürt halkına ihanet eden bir siyasi hareketin Türkiye’de başlıktaki slogan ile 80 milletvekili çıkarması üzerinde durulması gereken bir konu. 

Araştırmayı siyaset bilimciler mi, yoksa Freud’un günümüzdeki talebeleri mi yapacak, o ayrı bir tartışma konusu.

Sözüm, HDP’ye oy veren seçmene değil…

Derdim, memleketin batısında oligarşik vesayet döneminin rantıyla bugün de tuzu kuru yaşayan hatta, gerilla kamplarına kadar gidip, sakın silah bırakmayın vaazları veren kesimle… Aralarında TSK’nın hava harekatlarında sivil Kürtleri öldürdüğünü dünyaya duyurmaya çalışan da var, onu,Gezi Parkı olaylarında “Annelerin kucaklarından çocuklarını alıyorlar” çığlıklarıyla tanımıştık, yalan çıktı!..

Dikkat edin, artık bunlara tek tek yanıt vermekten uzaklaşıyoruz, çünkü, işimiz giderek bir psikiyatri kliniği yöneticiliğine dönüştü, idare ediyoruz…

Ama delilik bulaşıcı… Tetikliyor… Şizofreni hastalarını yakın tanımıyorsanız, kendi ruh alemlerinden uydurdukları “ikinci gerçekliğe” ilişkin yalanlarını gerçek sanıp bir olay karşısında durum almanız yüksek ihtimaldir… Algılarınız şaşabilir, yaşama dönük kararlarınızda çok büyük sarsılmalar olabilir…

Oysa yaşam gerçekler üzerine kurulur

Yaşam basit gerçekler üzerine sürüp gider, sanrılar değil.

Mesela, cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği bir ülkede, bir şahsı başkan yapmamanın tek ve meşru yolu, karşısına, en fazla yüzde 49 oy alabileceği güçte bir aday çıkartmaktır. Bunu yaptığınızda ve kendi adayınız en az yüzde 51 oy aldığında, söz konusu kişi başkan olamaz…

Oyunun kuralı budur… Basittir ve herkesin anlayabileceği bir gerçektir…

İstemediğiniz şahıs, yüzde 52 ile seçimi kazanmışsa, onu, sırtını silahlı bir milis gücüne dayadığını ifade eden bir partiyi koç başı olarak kullanarak engellemeye kalktığınızda karşılaşacağınız siyasi kilitlenme de budur.

Eğer Türk siyasetinin aktörleri (hepsini katıyorum) halkın cumhurbaşkanını doğrudan seçme kararını verdiği (yüzde 69) 21 Ekim 2007 referandumundan bir gün sonra kolları sıvayıp “halkın tercihi doğrultusunda yeni anayasal sistemi” oluşturmamış, ipe un sermişse, orada gerçeklerin yerini sanrılar almaya başlar.

Bu ülkede, 22 Ekim 2007 sabahı gözümüzü açtığımız “hibrid siyasi sisteme” dönük kaygılarını yüksek sesle dile getirenin cumhurbaşkanlığı makamına halk oyuyla seçilmiş şahıs olması ise memleketin büyük ayıbıdır!..

Yaşanılan gerçek, ülkenin siyasete bulaşmamış hukukçusu ve siyaset bilimcisi olmadığını, geniş bir kesimin fikir önderlerinin halktan bilimsel gerçekleri saklayacak kadar iki yüzlü olduğunu işaret ediyor.

Sürekli yalan, bir ruhsal sapmadır

Ülke insanlarına düzenli ve ısrarlı bir şekilde yalan söyleniyor, yaşamın gerçeklerinden kopmalarına çalışılıyor.

Gerçek şudur: Bir demokraside cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyorsa, o ülkenin anayasasının başkanlık veya yarı-başkanlık sistemine göre düzenlenmesi gerekir. Bu gerçeği kavramak için Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin akademisyenlerine kadar gitmenize gerek yok, Nairobi Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıfında okuyan bir genç de bunu size söyler…

Samimiyet şudur: Kartınızı açık oynayabilir, “cumhurbaşkanlığı gibi vesayet sisteminin üzerine titrediği bir makama politikacıların halk oyuyla seçilmesini içime sindiremedim” deyip seçmene gidebilirsiniz, demokrasi açısından meşru bir adımdır. O zaman da, Türkiye’de bugüne kadar darbeler ve darbe anayasaları nedeniyle hiçbir zaman yaşanmamış gerçek anlamda çoğulcu demokratik parlamenter sistemin anayasasını halkın önüne çıkarmanız gerekir.

Bu ikisini de yapmayıp, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganını bir Kalaşnikof mermisine çevirenin peşine takılıyorsunuz…

Bu gerçeği Kürtler atladı… Şimdi uyandılar…

“Beyaz Türkler”i hiç konuşmayalım, şizofrenik gel-gitleri tavan yapmış durumda…

Sistemdeki kilitlenmenin,  sonunda, “ara rejim görünümlü” bir hükümete kadar gelip dayandığını bile görmüyorlar.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

ORHAN MİROĞLU-STAR

“Seçim barajı aşılmamış olsaydı, ne olurdu?​”

Veya şöyle soralım: Baraj aşılmasaydı, PKK ‘ateşkesi’ sona erdirir miydi? 

Hiç sanmıyorum. Baraj aşılmasaydı, PKK muhtemelen kimi şehirlerde ayaklanma provaları yapar ve başarısızlığa uğrardı, bugün uğradığı gibi. Bu ayaklanma provalarının maliyeti muhtemelen bir aydır yaşamakta olduğumuz can kayıplarından ve maliyetten fazla olmazdı.

PKK’nın ‘savaşı’ sürdürmesi/sürdürebilmesi iki sebebe dayanıyor:

– Sandıktan çıkan oyların yarattığı siyasi enerji. Bölgede % 70 yer yer 80 ve 90’lara varan bir sonuç, silahların yeniden ateşlenmesindeki en büyük faktördür. Tecrübeler ortada. Demokratik siyaset alanı genişledikçe, silahlı güçlerin gücü ve otoritesi azalmadı, arttı. Silaha başvurmaktaki amaç, toplumun diğer kesimlerini HDP’ye oy vermeyenleri yıldırmak ve KCK modeline itaate mecbur etmektir.

Bir diğer sebep şudur:                                                                       

– PKK siyaseti ve terörünün, Türk siyasi toplumunda (siyasi partiler, kimi sanatçı/aydınlar ve medya olarak tanımlayabileceğimiz güç), bu toplum içinde yaşamaya devam eden, Erdoğan ve AK Parti nefreti nedeniyle gördüğü tolerans ve teşvik.

Bu iki faktöre, Türkiye’yle hesaplaşmak isteyen, yurt dışı aktörleri de ekleyebilirsiniz ama yukarda işaret ettiğim ve belirleyici olan bu iki ulusal faktör olmasa, yurt dışı faktörlerin hiçbiri işe yaramaz veya PKK’yı tekrar savaşa sokmaya yetmezdi.

PKK, bugün kaleşnikofun ve birkaç bin militanın gücüyle değil, sandıktan çıkarabildiği güçle savaşıyor. Dolayısıyla Kürt halkı bu kadersizliği yenmek ve gidişata dur demek istiyorsa, eline silah alıp PKK’yla savaşması gerekmez, sandıkta doğru bir tercih yapsın yeter. PKK’nın siyasi olarak yenilgiye uğraması veya zayıflaması, askeri olarak yenilgiye uğramasından daha önemlidir ve birincisi, ikincisinin önüne geçmiştir.

Haziran seçimlerinden önce HDP’nin barajı aşmasının hayırlara vesile olacağını, demokrasiyi güçlendireceğini düşünenler bugün yanıldıklarını görüyorlar mı, bilemiyorum. Ama ben silahlı gruplar Türkiye’yi terk etmeden, HDP barajı aşarsa, başka şeylerin olabileceğini yazmış ve bu analiz tuhaf karşılanmıştı. Silahlı gruplar Türkiye’yi terk etseydi ve baraj bu koşullarda aşılsaydı, AK Parti yine iktidarı kaybedecek fakat AK Parti/HDP koalisyonu önünde ciddi bir engel kalmayacaktı.

***

Bu çerçevede, baraj meselesi bugünlerde farklı zaviyelerden tartışılırken, 18 Mayıs 2015’te bu köşede okuduğunuz yazıyı, bugünün manzarasına bakarak yeniden hatırladım:

‘Kürtler adına hareket ettiğini iddia eden, daha doğrusu Kürtler’in etno- kültürel dinamiklerini bloke edip bugün Türkiye’de, Suriye ve Irak’ta sadece ‘örgüt hakkı’ talep eden bir hareket, Türk milliyetçiliği ve Türk ulusalcılığını kurtarmak için tuhaf ve tuhaf olduğu kadar da ironik bir siyasi stratejiyi hayata geçirmeye çalışıyor.

AK Parti nefreti, hem ulusalcıların hem milliyetçilerin gözünü bağladığı için, Türkiye’nin bölünmesine giden yola atılan bu ilk adım, maalesef bir kurtuluş olarak görülüyor.

Oysa PKK, barajı aşarsa, ve AK Parti bu dönem de anayasayı yapamaz ve çözüm süreci muallakta kalırsa, Batı’da ne olur bilmem ama benim seçim bölgem Mardin dahil olmak üzere, siyasi kopuşa giden zeminde, PKK’nın yepyeni imkanlara kavuşacağını biliyor ve görüyorum.

Her şey hazırlanmış durumda.. Ulusal bir psikoloji, kendisinden yana olmayan herkese duyulan derin nefret, HDP’yi yönetenlerin dahi vakıf olmadığı yaygın bir yer altı örgütlenmesi, silahlı grupların, artık şehirlerin de bir gerçeği haline gelmiş olması, işte bütün bunlar, Türkiye’nin tarihi boyunca ve çatışmaların en keskin zamanlarında bile yaşamadığı, ciddi bir süreçten geçtiğimizi, ortaya koyuyor.

Bu seçim, HDP’nin barajı geçmesi veya geçmemesi halinde bir kader seçimidir.

Bu kaderin içinde Öcalan da var. Onun da kaderi barajın geçilmesine veya geçilmemesine bağlı. HDP seçime partiyle girsin kararını o mu verdi, vermişse bu kararın doğuracağı sonuçları gerçekten hesaplayabildi mi, bilmiyorum.

Ama barajın aşılması halinde, Öcalan’a her defasında görünürde ‘evet’ diyen ama aslında reddeden PKK’nın ‘önderlik çizgisinden’ daha özerk bir çizgiye çekileceğini tahmin etmek zor değil.

Abdullah Öcalan’ın hükümetle geliştirdiği çözüm sürecine Kandil ve HDP hiçbir zaman sıcak bakmadı ve inanmadı. Çözüm sürecini, çeşitli sebeplerle durduramadılar ama, barajı aşarlarsa, durduracaklar, yeni anayasa bir hayal olacak ve Öcalan’ın çözüm sürecinde oynadığı rol büyük bir olasılıkla sona erecek.

HDP’yi destekleyenlerin isteği de budur aslında. PKK’yi Öcalan’dan kurtarmak istiyorlar ve çözüm süreci boyunca, Öcalan’ın itibarsızlaştırılmasına yönelik ciddi kampanyalar düzenlediler.

HDP, barajı aşamasa, bu yazıda okuduğunuz her şeyi tersinden okuyun ve anlayın. Ama tersten okumaya şunu da ekleyebilirsiniz:

Baraj aşılmazsa, Türkiye değişirken, silahlı mücadeleye dair hiçbir gerekçe ortada kalmamışken hala kendi içinde kırk yıldır ördüğü Berlin Duvarını, her nasılsa tahkim ederek bugünlere gelen bu hareketin içindeki Berlin Duvarı çatırdamaya başlayacak ve nihayet Kürtler’in Berlin duvarı çökecektir.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

İKRAM BAĞCI-STAR

“Dağa çıkma ömrün az olur”

‘Sen istediğin kadar örgütü kötüleyen yazılar yaz, benim de niyetim de bir gün çocuğumu dağa göndermek var’

Yukarıdaki ifadeler ‘Sıcak okullardan soğuk dağlarda kaybolan hayatlar’ adlı yazımdan sonra sahte bir hesaptan gelen mesaj.

“Anne kucağından, ölüm yolculuğuna” isimli bir rapor, istihbarat birimlerince hazırlanmış, tam otuz beş sayfadan oluşuyor. Rapor PKK’da ‘çocuk terörist’ gerçeğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Rapora göre PKK, okullarda, sokaklarda, park ve internet cafelerde ağına düşürdüğü çocukları şehir eylemlerinde kullanıyor. “Yakalanırsanız zindanlarda çürürsünüz. Sizin yüzünüzden aileniz de yok olur” ve “Senden kısa zamanda büyük bir gerilla olur” diye hayali kahramanlık destanları anlatılan çocuklar daha sonra örgütün dağ kadrosuna alınıyor. Rapora göre örgütte bulunan çocuk yaştaki teröristlerin yaşamı ortalama 4-6 yıl sürüyor.

Kürt vatandaşlarımızın çocuklarının dağa çıkmasına karşı olduğunu düşündüğümüz bu zaman diliminde çocuklarının dağa gitmesini isteyen ailelerin olduğunu düşünmek üzücü bir durum. Ama Kürt vatandaşlarımızda genel olarak böyle bir niyetin hâkim olduğunu söylemek de çok zor.

Raporda, teslim olan teröristlerin çocuk teröristler hakkındaki ifadeleri de yer alıyor.

“15 yaşındaki Zilan tecavüze uğrayınca kendini kayadan attı. Bir mağarada 100 çocuk kalıyordu.”
“Suriye’den katılan çocukları Irak’taki kamplara, yolu öğrenip kaçmasın diye gece getiriyorlar.”
“Başkaleli Perihan, 3 ay sonra kazanla yağı eritip kafasından aşağıya döküp intihar etti. Sonradan örgendim ki nöbette uyurken yakalayan örgüt üyesi ona tecavüz etmiş.”
“Mağaraya ilaç istemeye gitti. Bir daha dönmedi. ‘Şikâyet etmek yok’ diye vurup öldürmüşler.” (S. Arslan-Sabah/2013)

2006 verilerine göre PKK’nın militan sayısı yedi bin civarında ve bu sayının yaklaşık % 30’unu yabancı militanlar oluşturuyor. Dikkat çeken bir husus örgüt içinde Rus olan militanların oranı % 15, AB ülkelerinden katılanların oranı ise % 5 civarında. Örgütün profili incelendiğinde Hristiyan Ermeniler, Ruslar, Avrupa ülkelerinden gelenler, İranlı Zerdüştler, Iraklı Yezidiler, Süryaniler ve Suriyelilerin yer aldığı görülüyor.

Suriye’de Esad rejimi tarafından vatandaşlık cüzdanı yerine Kırmızı (ecnebi) kartlar verilen Kürtlerin sayısı Alman Parlamentosunun bir araştırmasına göre 225 bin civarında. Bu kesim PKK’nın tabanını oluşturan önemli bir kaynak. Ama kendi rejimlerinden ziyade Türkiye’ye karşı eylemler gerçekleştiren bir yapının içinde neden yer aldıklarını sorgulamıyorlar veya da sorgulatmıyorlar.  Aynı durum İran içinde geçerli. Her yıl birçok Kürt vatandaşının asıldığı İran’da PJAK’ın faaliyetlerini askıya alması ve Türkiye’ye karşı hasmane duygularını diri tutması da manidar.

Bu durumda çocuklarının dağa çıkmasını destekleyen aileler varsa düşünmeleri gereken en önemli nokta Türkiye şartlarında evlatlarınızın dağa çıkmasına yol açacak ne gibi gerekçelerin olduğudur? Bu gerekçelerin haklılık payının gerçekçi bir şekilde değerlendirmeye tabi tutulması gerekmektedir.

Akşam Gazetesi’nin 1 Eylül 2013 tarihli haberinde, PKK’nın içinde yüz civarında Hollanda, İsveç, Norveç, Yunanistan ve Alman uyruklu insanların yer aldığı istihbarat raporlarına göre belirtiliyor. Bu yabancı militanların Türkiye ve Suriye’den katılan elemanlar gibi tabanı mı oluşturuyor; yoksa eğitim veya istihbarat amaçlı olarak mı örgütün içinde yer alıyorlar? Örgüte yaptıkları katkılar neler?

Bu sorunun cevabını 11.08.2015 tarihli Vahdet gazetesinde çıkan bir haberle ele alalım.

‘B. Amen isim bir şahıs, Türklerin Kürtlere soykırım yaptığını öne sürerek Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin harekete geçmesi amacıyla imza kampanyası başlattı. Kendisine Kuzey Iraklı bir çocuk süsü vermesine rağmen Yahudi olduğu düşünülen B. Amen, kampanyasının sayfasında ise Esad’ın kimyasal silahlarla katlettiği Suriyeli çocukların resimlerini kullandı. İddialarına dayanak olarak İstanbul’da sözde gazetecilik yapan Thomas S. isimli bir şahsın servis ettiği yalan yanlış bilgileri ortaya koydu.’

Gençleri dağa çıkışını hızlandırmak amacıyla özellikle 2007’den sonra sosyal medya hesaplarını iyi kullanan ve görünürde Kürt vatandaşı olarak kendini lanse eden binlerce sosyal medya hesabının varlığı malum. Kendi ülkesine karşı yabancılaştırma faaliyetlerine başka ülke vatandaşlarının yaptığı algı operasyonları ile katılan çocukların sonradan yaşadığı pişmanlığın bazen telafisi olmayabiliyor. Bu durumu iyi bilen Perinaz Yaman ‘Artık yeter’ diye yaptığı barış çağrısında ‘Daha ne kadar acı çekeceğiz, daha ne kadar 16-20 yaşındaki evlatlarımızı toprağa vereceğiz?’ diye haklı olarak soruyor.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

GÜLAY GÖKTÜRK-STAR

“O çocuk orada uzanmış yatıyor”

Yaşı ya üç ya dört.

Issız bir sahilde yapayalnız uzanmış yatıyor. 
Kırmızı tişörtü hafif yukarı sıyrılmış, beyaz tatlı karnı ortaya çıkmış. Annesi kimbilir ne çok öpmüştür o karnı, bebeciği gıdıklanıp kıkırdasın diye… Botlarının ikisi de hala ayağında. Hayret, bağcıkları bile çözülmemiş.
Yüzüstü yatıyor. Dalganın kıyıya her vuruşunda ağzı, burnu, bütün yüzü suyun içinde kalıyor. Ama zaten o artık nefes almıyor ki.
İnsanlığın terkettiği bir çocuk Bodrum sahilinde yapayalnız uzanmış yatıyor.
O orada öylece yatarken, ekonominin global aktörleri Çin’den gelen dalganın dünya ekonomisinde yarattığı şoku, Mısır açıklarında bulunan yeni doğal gaz rezervlerinin enerji piyasaları üzerinde yaratacağı etkileri konuşuyorlar.
Onların globalleşmeden anladıkları sadece bu…
Oysa globalleşme, para ve mali hareketlerinin ötesinde; insanlığın  hercümerci olarak anlaşılmalı, enternasyonalist bir bilinç olarak gelişmeliydi. Milli sınırların ayırdığı farklı milletlerin özgürlük ve demokrasi temelinde  yeniden kucaklaşma çağı olarak algılanmalı, böyle yaşanmalıydı.
Sahilde uzanan o çocuğun annesi, bebeğini bombalarla paramparça olmaktan kurtarmak için kucaklayıp yola çıktığında bu bilince güvenmişti. Kıyılarına ulaşmayı kurtuluş sandığı o topraklarda insanlığın iflas ettiğini nereden bilebilirdi ki…
O sahile vuran ölü balıklar olsaydı, çocuk cesetlerinden  daha çok ilgisini çekerdi Avrupalı çevrecilerin… Hemen o kıyıya üşüşür, hangi çevre felaketinin balıkların ölümüne yol açtığını incelemeye girişir, konferans üstüne konferans düzenlerlerdi. 
Ama Bodrum sahillerine vuran çocuk cesetleri için, Akdeniz’in dibinde oluşan göçmen mezarlıkları için söyleyecek bir sözleri yok. Gözlerini yumuyor, kulaklarını tıkıyor ve sükut ediyorlar.
Çünkü yekpareliğe dayanan modernizmleri, global rüzgarın önüne katıp sınırlarına sürüklediği “öteki”leri varlığını hesaba katmamıştı. Eşitlik, kardeşlik, adalet mottosuyla  kurdukları paradigma, yaşanan bu yeni olgu karşısında çöküyor. Akdeniz’de boğulan her göçmenle birlikte 200 yıldır kutsanan bu medeniyetin sanallığı biraz daha su yüzüne çıkıyor.
Korkuyorlar…
Sınırlarına dayanan kalabalıklarla kültürel bir melezleşme içine girmekten, “ari” Avrupa uygarlığının üstün vasıflarının bu melezleşmeyle birlikte “bulanıklaşıp” yokolmasından korkuyorlar.
Hani şehrin mutena semtlerinde, etrafı duvarlarla çevrili, kapısında güvenlik kulübesi olan siteler vardır ya, işte Avrupa’nın öyle bir site olmasını istiyorlar.
O sitede, kimsenin havuzlarına çiş yapmayacağından, arabasının küllüğünü yol kenarına boşaltmayacağından emin olmak istiyorlar.
Ama unuttukları birşey var: Bu siteler güvenlidir, temizdir, konforludur. Havuzları, tenis kortları, fitness center’ları ile hertürlü ihtiyacınızı karşılayabilir, dışına çıkma gereği bile hissetmezsiniz. En önemlisi de, orada kültür düzeyi, yaşam tarzı itibariyle size çok benzeyen ailelerle birlikte oturursunuz. Ama bir kusuru vardır: Bu siteler ruhsuzdur. Orada rahat edilir ama yaratılamaz. Dinlenilir ama üretilemez. Yaratıcılık, üretkenlik dinamizm ister; çeşitlilik ister; sürpriz ister. Kavga-dövüş, çelişki, dişe diş rekabet ister. Mutluluk kadar mutsuzluktan, huzur kadar huzursuzluktan beslenir. Kriz dediğimiz şey çoğu kez, daha üst düzeyde bir istikrarın ebesidir. 
Kendilerini böyle bir site yaşamına mahkum edenler çelişkiden, rekabetten, krizden uzak durabilirler belki ama bir süre sonra, çok sevdikleri o huzurun bir huzurevi huzuruna dönüştüğünü farkederler. 
Bugün o sitenin duvarlarına dayanan göçmenlerin Avrupalı’ya teklif ettikleri şey, o siteden çıkıp  downtown’da birlikte yaşamaktır. Şehir merkezinin gürültüsünü de, kirini-pasını da, ama dinamizmini, renkliliğini ve üretkenliğini de paylaşmaktır. Avrupalı’yı  o sitenin kısırlaştırıcı homojenliğinden downtown’ın kozmopolitizmine davet  etmektir.
Göçmenlerin Avrupalı’ya yaptığı teklif,  onu nezih sitesinde, ayağına fındık kadar bir taşın bile takılmadığı cetvelle çizilmiş yollarda yaptığı ve sonunda hep aynı noktaya dönüp geldiği o sabah koşuları yerine; yokuşu ve inişiyle, tehlikeli virajlarıyla gerçek yollarda ucu bilinmeyen sokaklara çıkan gerçek bir yürüyüşe çağrıdır.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

EMİN PAZARCI-STAR

“Tam paralel işi oyun

Haber uçursunlar sana, “kaç” desinler. Atla özel uçağına, rotanı İngiltere’ye çevir. O arada gazetene talimat ver, “Türkiye İŞİD’i destekliyor” diye bir haber yapsın. “Havan topu” diye sondaj borularının fotoğraflarını yayınlasın. Sanayide kullanılan kabloların altına ise “silahların elektrik aksamı” diye yazsın.

Operasyon başlayınca da feryadı bas:
-Biz İŞİD’e gönderilen silah malzemelerinin fotoğraflarını yayınladık. Başımıza bu geldi. Özgür basın susturulamaz…
Kısacası…
Kendini kurtarmak ve aklamak için ülkeni karala. Aslı astarı olmayan iddialarla Türkiye’ye batıya jurnalle. Kamuoyunda farklı bir algı oluşturmak için çabala…
Aylardır uyguladıkları strateji bu.
Oysa, gerçekler tam tersi. Türkiye, bunların “destekliyor” dediği DAEŞ’le ciddi bir mücadele içinde. Dün Göç İdaresi Genel Müdürü Atilla Toros ile birlikteydik. Öğrendik ki, DAEŞ’e katılmak için dünyanın 85 ülkesinden Türkiye’ye gelen tam 2.122 kişi yakalanmış ve sınır dışı edilmiş. DAEŞ’in tepesinde patlayan top mermileri ile uçaklarımızın düzenlediği operasyonları saymıyorum.
Demem o ki…
Geçti artık, bunlar eskidi. Olmuyor, paralelin yeni taktikler geliştirmesi, yeni oyunlar planlaması gerekiyor.
* * *
Dün, Göç İdaresi Genel Müdürü Toros başka bilgiler de verdi…
Batılı ülkelerin vatandaşları da dahil 112 ülkeden, DAEŞ’e katılması muhtemel 20 bine yakın kişiye “Türkiye’ye giriş yasağı” konulmuş durumda. Dışişleri Bakanlığı, istihbarat birimleri ve Göç İdaresi Genel Müdürlüğü hummalı bir faaliyet içinde. Gelen bilgiler güncelleniyor, sayı giderek kabarıyor.
Üstelik, Genel Müdür Toros şikayetçi. Batılı pek çok ülkenin bu mücadelede Türkiye’ye yeteri kadar yardımcı olmadığını söylüyor:
-Bize zamanında bilgi vermiyorlar. Çoğu zaman da uçak inip ilgili kişi Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra bizi uyarıyorlar.
Toros, Batıya daha sıkı işbirliği çağrısı yapıyor…
Bunlar suçlamaya devam ediyor!
* * *
Sıkıntı büyük, bölgede 2. Dünya Savaşından bu yana en büyük göçmen ve düzensiz göç krizi yaşanıyor. Son 5 yıl içinde Akdeniz’den Avrupa’ya geçmek isteyen binlerce kişi boğularak öldü. Sadece 2015 Yılı’nda Ege Denizi’nde boğulan kaçak göçmenlerin sayısı 100’e yaklaştı. Türkiye, hem geçiş ülkesi, hem de hedef ülkelerden biri. Sınırlarımız içinde geçen yıl tam 58 bin 647 kaçak göçmen yakalandı. Üzerine bir de sırf kayıtlı olanların sayısı 2 milyona ulaşan Suriyelileri koyun.
Tam istismar edilecek bir tablo!
Rakamlara baktığınızda, Türkiye ortaya çıkan bu sıkıntıyı yine de başarıyla idare ediyor. Üstelik, konunun insani boyutlarını da ihmal etmeden!
Batı ise çok farklı bir noktada…
Ya kaçak göçmen taşıyan gemileri batırmayı tartışıyorlar, ya da geçiş yollarını kesmek için donanmalarını nasıl güçlendireceklerini. Göç İdaresi Genel Müdürü Atilla Toros, bu yaklaşımı “Onlar sıkıntı çeksin, biz çekmeyelim” anlayışı olarak yorulmuyor:
-Batı bu konuda sürekli olarak kale duvarları örmeye çalışıyor.
Maalesef durum bu!..
İçimizdeki belli merkezler ise, bu küresel sıkıntıdan Türkiye aleyhine malzeme çıkartma peşinde. Batının gayri insani tutumuna gözlerini kapatıp, “Türkiye’ye nasıl vururuz” hesapları yapıyorlar.
* * *
Elbette Türkiye de pek çok ülke gibi “Bu düzensiz göçle nasıl mücadele ederiz?” sorusuna cevaplar arıyor. Kaçaklar için Türkiye rotasının caydırıcılığını artırmaya çalışıyor.
Ama bunu yaparken Toros’un da ortaya koyduğu gibi batıdan çok önemli bir farkımız var. Biz sık sık yaşanan trajedileri ortadan kaldırma amacı güdüyoruz; batı ise “Bu insanları sınırlarımızdan nasıl uzak tutarız” yaklaşımı içinde.

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

CEREN KENAR-TÜRKİYE

“IŞİD kazanırsa ABD ne yapmalı?​”

Soruyu soran ABD’nin en önemli uluslararası ilişkiler gurularından Stephan Walt. Walt, Harvard Üniversitesinde profesör. Obama hükümeti ile resmî bir ilişkisi yok. Lakin Obama hükümetinin dış politikasının ilham kaynaklarından biri olarak görülüyor. Hudson Enstitüsünde araştırmacı olan Lee Smith’e göre, Walt, Obama hükümetinin George Kennan’ı. Yani Amerika’nın soğuk savaş politikasını belirleyen yol haritasının mimarı olan Kennan kadar, ABD dış politikasında etkin.

Walt’un, ABD hükümetine İsrail lobisini by-pass ederek İran ile anlaşma tavsiyesinde bulunduğu, Suriye meselesinde müdahil olmaması gerektiği gibi telkinleri bugüne kadar uygulanmış görünüyor.

Bu parantezi kapatalım ve başlıktaki soruya ve sorunun Walt’a göre cevabına dönelim.

IŞİD kazanırsa ABD ne yapmalı sorusuna Walt ilginç bir cevap veriyor: Bununla yaşamalı ve IŞİD’i tanımalı.

Walt’un Foreign Policy dergisinde yayınlanan makalesinde şu senaryo tartışılıyor: IŞİD şu an koalisyon güçlerinin kampanyası sonucu etkin olduğu bölgelerde gerilemez, kaybetmez ve aksine bu bölgelerde gücünü korumaya devam ederse ne olur? Yani IŞİD gerçekten bir devlet hâline gelirse ne yapmalı?

Bu senaryo Walt’a göre epey muhtemel. Bağdat hükümeti IŞİD’le mücadele konusunda başarısız. ABD’nin Irak’taki bu yöndeki girişimlerinin sonucu pek parlak görünmüyor. IŞİD’i bölgeden silip atacak yegane şey kampsamlı bir uluslararası müdahale. ABD’nin bölgeye asker göndermek gibi bir niyeti yok. Böylesi bir müdahaleye bölge ülkeleri katılır mı? Arap ülkeleri bunun için binlerce asker gönderir mi? Zor.

Walt şunun altını çiziyor, IŞİD’in yenilmesi ve bölgeden silinmesi elbette çok faydalı bir gelişme olur. Peki ya bu olmazsa, ya istenilen tablo oluşmazsa?

Walt’a göre bu takdirde yapılması gereken, bir kuşatma/çevreleme politikası izlemek. Yani ABD’de soğuk savaş döneminde sosyalist kampa yönelik politikasını takip etmek. Burada makalenin başında ismi geçen George Kennan’a dönelim. Zira çevreleme/kuşatma (containment) politikasının isim babası Kennan.

Walt, IŞİD’in korkunç ve kanlı taktiklerine rağmen çok ciddi bir küresel güç olmadığını belirtiyor ve aslında İslam dünyasında destek görmediğinin altını çiziyor. Yani bu nedenle ABD açısında ciddi bir güvenlik tehdidi olmadığını ima ediyor ve elinde tuttuğu mevcut alanlar dışına yayılma ihtimalinin düşük olduğunu vurguluyor.

Ancak IŞİD’in elinde tuttuğu bölgelerde, bir devletçik oluşturma ihtimali, vergi toplama, devlet kurumları kurma, kendi ordusunu oluşturma ve sınırlarını tanımlama ihtimali, düşük değil.

Walt, ABD’nin 1917 yılında kurulan SSCB’yi 1933 yılında, Çin Halk Cumhuriyeti’ni ise kurulduktan 30 sene sonra tanıdığını hatırlatıyor ve şunu soruyor: “Bir gün IŞİD’in Birleşmiş Milletler’de bir koltuğu olabilir mi?”

İran’la ve Hizbullah’la anlaşan ABD bir gün el-Kaide vari örgütlere karşı başlattığı “teröre karşı savaş”ını bitirir mi?

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız

 

FUAT UĞUR-TÜRKİYE

“Tanrıtanımaz adamların kendilerini ‘Tanrı’ gibi gördüğü ülke”

Stephane Blet’yi tanır mısınız?

Başlıktaki söz ona ait.

İzzet Çapa’nın keman virtüözü Ayla Erduran’la yaptığı ve Hürriyet’in muhtemelen boş bulunup yayınladığı röportajda ismini öğrendim. Arada kaynayıp gitmesin diye gazeteyi bir kenarda beklettim. Çünkü gazetenin internet sitesi onunla ilgili bölümü sansürlemiş. Neden yayınlamadığını da onu tanıyınca anlayacaksınız.

Blet, ünlü bir Fransız piyanist. Üç yaşında başladığı müzik serüveninde başarıdan başarıya koşmuş. Blet hayatını belki de dramatik olarak değiştirecek iki önemli karar almış. Önce bir Müslüman kadınla evlenmiş. Ondan bir oğlu dünyaya gelmiş. İkinci olarak da kendi kendine Türkçe öğrenmiş. Ardından ver elini İstanbul. O kadar sık geliyor ki artık yarı İstanbullu.

Ayla Erduran ile yollarının kesişmesi ise 30 yıl öncesine dayanıyor. “Onun Bach’ı nasıl çaldığını duydum. Tanıştım ve o vakitten beri de kopmadık” diye anlatıyor bu dostluğu.

Şimdi gelelim Stephane Blet’nin birbiri ardına sıraladığı bombalara. Önce Fransa demokrasisi üzerine çarpıcı sözleri:

Fransa’da demokrasi ve “özgür basın” yalanı

“Bazı Türk arkadaşlarım da Fransız olduğum için ‘Demokrasinin kalbinde yaşıyorsun, ne şanslısın’ diyorlar ama durum hiç düşündükleri gibi değil. Başımıza ‘Avrupa’nın Şeytanı’ Sarkozy geldiğinden beri feci durumdayız. O Müslümanları hiç sevmeyen bir adam. Fransa’da demokrasi ölüyor.  Bütün iyi niyetine rağmen Hollande da işi rayına oturtamadı.”

Blet, Hıristiyan-Müslüman kutuplaşmasıyla insanları nasıl birbirine düşürmeye çalıştıklarını, gazetelerin korkunç bir baskı altında olduğunu, kimsenin ağzını açıp bir şey söylemeye cesaret edemediğini anlatıyor. İzzet Çapa’nın “Allah Allah sen ülkeleri karıştırıyor olmayasın?” diye yönelttiği alaycı sorusuna verdiği cevap da şöyle:

Gazze senin neyine, ver konserini otur!

“Tabii ki karıştırmıyorum. Fransa’daki tüm gazetelerin sahibi tek bir kişi olduğundan devamlı taraflı haberler yapılıyor. İnsanlara nefret aşılanıyor. Bakın 10 sene önce Filistinliler için bir eser besteledim. Verdiğim konserlerden elde edilen gelirle Gazze’ye bir konservatuvar yaptıracaktım ki iptal edildi.”

Peki bu iptal kararını kim verdi dersiniz?

Türkiye’deki Fransız Konsolosluğu’na bağlı Fransız Enstitüsü.

Hani şu Gezi olaylarına lojistik destek verip daha geçen Ramazan’da Gay yürüyüşünde Konsolos düzeyinde boy gösteren Fransız Konsolosluğu.

Türkiye’deki müzik mafyaları ve Fazıl Say

Stephane Blet 12 Osmanlı rapsodisi besteleyen bir Türkiye dostu. Ancak onun ülkemizde müzik yapmasını istemeyen sadece kendi ülkesinin İslam düşmanı konsolosluğu değil. İslamofobi ile ruh hastası olmuş Türkiye’deki dostları da onlarla ortak. İzzet Çapa bunu biraz eşelediğinde altından Türkiye’deki politikleşmiş bir müzik mafyası ve Fazıl Say çıkıyor.

“Türkiye’deki orkestralarda gerçekten ciddi sorunlar var ve bunların birçoğu, maalesef ki ‘Tanrı yoktur’ diyen adamların kendilerini ‘Tanrı gibi’ görüp hareket etmelerinden kaynaklanıyor.  Fazıl Say, benim dünyama ait olabilecek bir isim değil. İyi bir piyanist ama diğer yandan İdil Biret, Hüseyin Sermet, Gülsin Onay gibi çok daha başarılı piyanistler var bu ülkede. Türkiye’deki müzik mafyaları sadece kendi sanatçılarının çok iyi olduğu algısı oluşturup diğer müzisyenlerin önünü kesiyor. Onlardan biri de benim. Konserlerim iptal ettirildi.”

Köşe yazısının tamamını okumak için tıklayınız