IŞİD truva atı mı?

Medya
Taha Özhan, Ardan Zentürk, Hayrettin Karaman, Ali Bayramoğlu, Cem Küçük, Orhan Miroğlu, Ahmet Taşgetiren, Süleyman Seyfi Öğün, Murat Yetkin, Hatem Ete ve Etyen Mahcupyan gündemdeki konu...
EMOJİLE

Taha Özhan, Ardan Zentürk, Hayrettin Karaman, Ali Bayramoğlu, Cem Küçük, Orhan Miroğlu, Ahmet Taşgetiren, Süleyman Seyfi Öğün, Murat Yetkin, Hatem Ete ve Etyen Mahcupyan gündemdeki konuları değerlendirdiler…

Taha Özhan / Irak imtihanı

Irak’ın 20 Mart 2003 tarihinde ABD tarafından işgaliyle Irak’ta devlet yapısı çöktü ve muazzam bir iktidar ve güvenlik boşluğu doğdu. İşgal sonrası ortaya çıkan iktidar boşluğu hem Irak’ın iç siyasi dengelerini hem de bölgesel dinamikleri derinden sarstı. Önce Irak’ı kuşatan etnik ve mezhepçi çatışma süreci bütün bölgeyi etkilemeye başladı. Irak bir taraftan siyasi birliğini korumaya diğer yandan da işgalin sosyo-ekonomik maliyetleriyle baş etmeye çalışıyor. Son 25 yıl içerisinde üç savaş ve ambargo yaşayan Irak, uzun yıllar boyunca siyasi ve ekonomik restorasyonla uğraşacaktır. Irak’ın siyasi ve ekonomik olarak yeniden yapılanması sadece kendi iç sorunu değildir. 

1921’de İngiltere’nin önce Bağdat ve Basra vilayetleriyle, beş yıl sonra da Musul’u katarak kurduğu Irak’ın modern tarihi, çatışmalar ve savaşlarla doludur. Sadece son otuz yıl içerisinde Irak’ta Saddam dönemi, savaş ve ambargolar nedeniyle ölen insan sayısının üç milyona yakın olduğu tahmin edilmektedir. Irak, Ortadoğu’da suni sınırların yarattığı sorunların en acı şekilde tecrübe edildiği ülkelerin başında gelmektedir. Tampon bir “dondurulmuş çatışma” alanı olarak da değerlendirilen Irak, Amerikan işgaliyle yeni bir döneme girmiştir. Adeta işgalle birlikte hem Irak’ta hem de Ortadoğu’da pandoranın kutusu açılmış oldu. Irak’ta Saddam diktatörlüğüne Amerikan işgaliyle son verilirken, “Şii siyasi açlığı” diyebileceğimiz yeni bölgesel olgu harekete geçti.

Siyasi bütünlüğü çok kanlı bir şekilde bozulan Irak çok ağır bir fatura ile karşı karşıya kaldı. Hem oluşan güç boşluğunun yarattığı kaosun hem de iktidar açlığı içerisindeki grupların çatışmasının bedelini Irak halkı çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kaldı. Bu kaos ortamı içerisinde büyüyen direnişçi gruplar ile Amerikan işgal güçleri arasındaki çatışma zamanla gruplar arası hesaplaşmaya doğru evrilmeye başladı. Bir iç savaşı andıran çatışmalarda on binlerce Iraklı hayatını kaybetti.

Bugün Irak’ta karşı karşıya olduğumuz manzaranın arkaplanı unutularak yapılan değerlendirmelerin sağlıklı sonuçlar vermesi düşünülemez. Irak son 35 yılını Saddam diktatörlüğünden Amerikan işgaline oradan da etnik ve mezhebi kaosa sürüklenerek yaşadı. Bugün I. Dünya Savaşı düzeninin icat ettiği her unsur gibi Irak da krizini yaşıyor. Musul’da yaşananlar, son beş yıl boyunca türeyen farklı örgütler, bu örgütlerin Amerikan işgali ve Şii aktörlerle olan çarpık ünsiyetlerini var eden ortamın bizatihi kendisi sorgulanmalıdır. Irak işgalinin ve Maliki yönetiminin var ettiği IŞİD kelimenin tam anlamıyla “misyoner bir kurtarıcı” olarak zuhur etti. Bölgede I. Dünya Düzeni’ni nihayete erdirme ihtimali olan her gelişmenin karşısına provokatör veya devrim karşıtı bir hareket olarak çıktı.

Suriye isyanını kirleten hatta muhaliflere karşı zaman zaman Esed’in en önemli kozu, Batı’nın da en önemli mazereti haline gelen; Irak’ta etnik ve mezhepçi fay hattını hayata geçirmek için Maliki’nin politikalarına meşruiyet zemini hazırlayan bir aktör oldu. Türkiye’nin Musul konsolosluğuna yaptığı saldırının özel bir anlamı olması güçlü bir ihtimal değil. Aksine Maliki’nin pasif bir şekilde bütün Musul’u IŞİD’e teslim ettiği bir durumda, konsolosluğun da hedefe konmasında şaşılacak bir durum yok. Kürt petrolü akmaya başladığı anda böyle bir gelişmenin yaşanması elbette bir tesadüf değil.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / Hangi yüzde 50 artı 1?

Bugün şu, “Cumhurbaşkanının birleştirici olması” tema’sını değerlendirmek istiyorum. 

MHP “Çatı aday” söylemi ile Cumhurbaşkanının birleştirici olması ateşini yaktı, CHP de o yolda yürüyor. Bahçeli bir koldan, Kılıçdaroğlu öteki koldan, bir yandan “birleştiricilik” tema’sı etrafında kamuoyu oluşturmaya, diğer yandan da bu profili isimlendirmeye çalışıyor.

Peki ama, bu işin, cilalı söylem dışında bir kıymet-i harbiyesi var mı?

Bir bakalım:

İşin matematik gerçeği şu:

– Cumhurbaşkanı birinci turda yüzde 50 artı 1 ile, ikinci turda katılanların oy çokluğu ile seçilmiş olacak.

Çatı aday da olsa, duvar ya da sütun aday da olsa farklı bir sonuçla seçilmek söz konusu değil. 

Yani “Çatı aday yüzde 90’larda oy alarak gelir, dolayısıyla temsil hüviyeti yüzde 90’larda olur” gibi bir durum yok. Daha doğrusu, hangi oy nisbeti bir insanı Çankaya için “birleştirici” ve “Çatı aday” hüviyetine sokar, sorusunun cevabı yok. (Yüzde 90’larda bir oy söz konusu olduğunda bu bizi, Mısır’da Sisi’yi, Suriye’de Esed’i çatı aday olarak görmek noktasına götürür) 

Diyelim CHP ve MHP, -olma ihtimali yüzde kaç, ayrı bir konu ama- bir isimde birleşti, aday olarak topluma ilan etti; bu ne demek olur?

– CHP’nin ve MHP’nin adayı demek olur. CHP ve MHP ise iki ayrı partidir ve tek parti gibi hareket edebilecek bir taban bütünlüğüne sahip değildir. Dolayısıyla belirlenen aday, CHP ve MHP’nin bütün tabanlarının desteğine sahip olmayabilir. Bu durumda CHP – MHP yönetimlerinin ortak adayları, parti tabanları için ortak aday haline gelmeyebilecekse, bu iki partiden çok daha farklı siyasi zeminlerde yer alan toplum kesimleri için nasıl birleştirici nitelik kazanır?

Hem CHP’li hem MHP’li olmayan bir isim, yani siyaseten steril bir isim düşünülemez mi?

Bu da bir sorudur.

Hem CHP’li, hem MHP’li olmayan, tabii ki, başka siyasi bir eğilimi de olmayan, ama Cumhurbaşkanlığı sorumluluğunu da üstlenebilecek olan bir isim bulunabilir mi, bu nasıl bir isim olur ve bu ismin Çankaya’ya Cumhurbaşkanı olarak çıkarılması ne anlama gelir, doğrusu tasavvuru zor bir durumdur. Belki sağdan sayıp soldan sayıp bir isimde karar kılınamaması da bu zor durum sebebiyledir.

Şu ana kadar isimleri medyaya düşen ve “Çatı aday” olabileceği varsayılan herhangi bir kişi için, “Hah işte bu olur” gibi bir kamuoyu beğenisi ortaya çıkmadı. Dolayısıyla birçok isim daha aday olmadan eskidi.

Evet, işin realitesi Çankaya için sandık matematiği işleyecektir, bunun da yüzde 50 artı 1 gibi çok sade bir matematik olduğu açıktır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ardan Zentürk / Ortadoğu’da sınırlar artık MEŞRU DEĞİLDİR!..

Irak’ta 11, Suriye’de 3 yıldır yaşanılan savaş, bir gerçeği net olarak ortaya çıkardı: Ortadoğu’da, İngiliz-Fransız anlaşmasıyla (Sykes-Picot) şekillenen sınırlar meşruiyetini kaybetmiştir! Bu yıl, Birinci Dünya Savaşı’nın 100’üncü yıldönümündeyiz ve artık, bölgede kalıcı barışı ve istikrarı temin amacıyla “fiilen ortadan kalkmış” sınırların yeniden yapılandırılması yolunda kolları sıvamamız gerekiyor. 

1. Fiili durum: Suriye ve Irak merkezi yönetimleri, sömürgeciler tarafından kendilerine verilmiş siyasi sınırları artık koruyabilecek durumda değildirler.

2. İki ülkedeki merkezi otorite boşluğu, söz konusu topraklarda, bu boşluktan yararlanan grupların hareketlenmesine, küçük bölgeler halinde siyasi yapılanmaların oluşmasına neden olmaktadır.

3. Irak, Amerikan işgali sonrasında anayasal olarak 3’e bölünmüştür, bu adım bile, tek başına, Ortadoğu’daki paradigmanın değiştiğini göstermektedir.

4. Bağdat’ta şekillendirilen ve giderek Tahran güdümüne giren Şii zeminli yönetim, ülkenin Sünni ve Kürt yaşam alanlarında varlığını göstermek bir yana, bu iki bölgeye dönük düşmanca stratejileri ile dikkat çekmektedir. Bugün Musul’da yaşadığımız olayda, belki IŞİD’in adı öne çıkmaktadır ama, sorun, esas olarak, 11 yıldır aşağılanan Sünni nüfusun ayaklanması olarak değerlendirilmelidir.

5. Fiilen üçe bölünmüş, merkezi otoritesi Musul-Kerkük gibi dünya enerji dengeleri açısından son derece önemli bölgelerini kontrol edemeyen Irak, artık, Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz sömürge yönetimi tarafından kurulan, Soğuk Savaş Yılları’nda Sovyetler Birliği tarafından kollanan bir ülke değildir.

6. Benzer durum, Suriye için de geçerlidir. Ülkeyi Birleşmiş Milletler’de temsil eden yönetim, topraklarının yüzde 30’una hakimdir! Kürt bölgesinde yeni bir siyasi otorite şekillenmiş, ülkenin kuzeyi de tıpkı Irak’ın Anbar bölgesinde olduğu gibi aşiretlerin kontrolüne geçmiştir. Karşımızda, Suriye adı verilen bir ülke kağıt üzerinde bulunmakta, fakat, fiilen yok olmaktadır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hayrettin Karaman / İtham ispat değildir

İslam Hukuku’na göre bir şahıs diğerini zina yapmakla itham ve ilgili mercie şikayet etse ya iddiasını ispat edecek veya yaptığı suç teşkil edeceği için cezasını çekecektir.

İspat vasıtalarını kanun belirlemiştir; ispat ancak bunlarla ve mahkemede gerçekleşebilir.

Bir kimseye isnad edilen suç ispat edilmedikçe o kişi masumdur (suçsuzdur), ona mahkum (suçlu) muamelesi yapmak zulümdür. Onu suçlu ilan etmek, kendini ve ailesini lekeli göstererek haklarında olumsuz/çirkin algı oluşturmak suçtur, günahtır, gayr-i meşrudur.

Sayın Başbakan ve iktidara mensup diğer bazı şahıslar hakkında ithamlar var, bu ithamlar, çoğu meşru olmayan dinlemelere ve kayıtlara dayanıyor. İlgili savcılar ve mahkemeler bu ithamların doğru olup olmadığını araştırıyorlar, kimi hakkında takipsizlik kararı verilmiş, kimi hakkında ise soruşturma devam ediyor. Halbuki bugüne kadar onlar hakkında yapılan yayınlar ‘suç ispat edilmiş’ gibi oldu; iddia sahipleri aynı zamanda savcı ve hakim gibi davrandılar, iddia ettiler, ispat ettiler, mahkum ettiler ve teşhir ettiler. İşte ben bunun meşru olmadığını söylüyorum.

Mahkeme iddia dosyasındaki delili uzman bir kuruma gönderiyor, o kurum da bu delilin uydurma olduğunu rapor ediyor. Bizim itibar edeceğimiz açık ve muteber delil budur, bu rapordur. Bu rapora göre ‘ithamlar iftiradır’ demek niçin yanlış olsun!

Bugün gazetelerde, mağdur bir polisin ifadesine dayalı olan şu haberi okudum.

‘Paralel Devlet adı verilen örgüt yıllardır sahte tape hazırlama, sahte delil üretme, içi boş soruşturmalar açtıktan sonra deliller ayarlama, sanıklar uydurma, pis işlerle uğraşan tanıklar uydurma, yasadışı evraklar düzenleme ve ardından örgüt suçuyla yargılama, toprak altına sahte deliller gömme gibi iğrenç işlerde son derece uzmanlaşmıştır.’

Şimdi bu da bir itham, bir suçlama. Bu suçlamaya dayanarak ben de ‘örgütü’ suçlasam, medyada ve meydanda teşhir ve tahkir etsem doğru/meşru/caiz olur mu? Elbette olmaz. Yapacağım şey iddianın ispatını beklemektir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Süleyman Seyfi Öğün / Medya: Skolastik ve ortodoksi

Türkiye’nin önümüzdeki on senesi hayli çetin geçeceğe benziyor. İçeride hemen her fırsatta protesto üretmeye aday bir Beyaz Türk orta sınıf hoşnutsuzluğu, on hatta yüzyılların birikimiyle Kürt ve Alevî sorunu, siyâsal tansiyonu arttıran dinamikler. Türkiye bir yandan bu sorunları giderme ve yatıştırma yolunda adımlar atarken, diğer yandan da son on senede tutturduğu kalkınma, büyüme eğilimini sürdürmek; stratejilerini ve hedeflerini gözden geçirip yenilemek durumunda.

Tablo bu kadarla sınırlı değil. Orta ve Yakın Doğu olarak tanımlanan bir coğrafyanın, özellikle Irak işgâli ile başlayan dinamiklerini hesâp etmek zorundayız. Bu sâdece siyâsal ya da ideolojik bir sorun olarak temâyüz etmiyor. Özellikle enerji kaynaklarının geleceği hususunda da doğrudan ekonomik bir etkiye sâhip. Bana öyle geliyor ki, enerji kaynaklarının geleceği, siyâsal oluşumları her zaman olduğundan daha fazla belirleyecektir.

Garip olan; ülkenin gündeminin bütün bu sorunları belli bir bütünlükte okuma ve değerlendirme konusunda yaşadığımız zaaflar. Bu konuda yaygın ve kronik bir medya zaafından söz edebilirim. Medyanın bu sorunların kamuoyuna aktarılmasında, en çarpık anlamıyla bir skolastik basitçiliğe gömüldüğünü görüyoruz. Kastettiğim, elbette ki dünyâ yansa umurunda olmayan eğlence medyası değil; iyi kötü haber kanalı olarak vasıflandırılan, görece ciddî medya.

Ciddî medyada çalışan az sayıda kıymetli ve vasıflı bir kadronun hakkını yemek istemem. Bunları bir kenara koyacak olursak; yine gördüğüm kadarıyla, medyanın muhabir kadroları son derecede yetersiz. Medya bu alanda esaslı bir kabuk değişimine gitmek durumunda. Türkçe’yi konuşmaktan âciz, genel kültür birikimi bile yetersiz muhabirlere haber toplama ve aktarma işini yaptırmak, ülkenin kamuoyunu körleştirmekten, sağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Muhabirler, sansasyonel etkiler yaratacak haberlerin peşinde koşuyor. Etkileri orta ya da uzun vadede çok daha derin ve kalıcı olabilecek haberleri ise ıskalıyor. Hâsılı, medyanın mutfağı berbat durumda. Bu sâdece yurt içi haberler için geçerli değil. Yurt dışından haber aktaran muhabirlerin durumu da farklı değil. Onlar da sanki turistik bir mâcera aktarır gibi, çoğu kez entipüften haberlerle sıralarını savuşturuyorlar. Ben doğrusu, onca İletişim Fakültesinin varlığına bakarak, bu durumu açıklamakta zorluk çekiyorum. Türkiye’de Haberci Medya ile İletişim Fakültelerine sâhip üniversitelerin ileri gelenlerinin bir çalıştay düzenleyerek, niteliklerini gözden geçirerek bu berbat duruma vaziyet etmelerinin şart olduğunu düşünüyorum. Değilse ahbap çavuş ilişkileriyle medyaya alınmış yetersiz muhabir kadrolarıyla bu işin gidemeyeceği kanaatindeyim.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Olmazsa olmazlar ve barış

Kürt sorunu ve barış süreci gündemin tekrar ana maddesi haline geldi.

Kefenin dolu tarafı ortada:

Çatışmasızlık hali, son bir yılda bir iki istisna durum dışında can kaybına yol açan olayların yaşanmaması hem insani hem siyasi açıdan son derece önemli.

Bunun kadar önemli olan başka bir husus toplumun çeşitli katmanlarıyla barışı talep etmesi ve barış sürecine hazır olması.

Toplumsal meşruiyet kimi endişelere, kimi sorulara rağmen güçlü. Bu ortamı oluşturanın, son iki Nevroz’da Öcalan’ı siyasi aktör olarak devreye sokan, Akil Heyetleriyle bu konunun toplumda tartışılmasını, Erol Göka’nın deyişiyle ‘toplumda demlenmesi’ni sağlayan siyasi iradenin kararlılığı oldu.

Ancak tüm bunların barış için yeterli olmadığını biliyor, en azından zamanla öğreniyoruz.

Barış sadece demokratikleşme paketleriyle değil, aynı zamanda görüşmelerle, tarafların rızası ve mutabakatıyla belirli bir istikamete, Kürt sorununda çözüme doğru yol alınmasını ifade ediyor.

Mithat Sancar, son yazılarından birinde haklı olarak dikkat çekiyordu:

‘Son otuz yılın tecrübeleri, en çok şu üç konudaki eksikliklerin, barış süreçlerini tehdit ettiğini gösteriyor: Çatışmayı yaratan yapısal sebepleri dönüştürme/ortadan kaldırma; toplumun büyük çoğunluğunun katılımını ve desteğini sağlama; çatışmadan kaynaklanan yaraları sarma ve acıları onarma, yani yüzleşme/hesaplaşma…’

Açıkçası ikincisi dışında bu konularda pek yol almış sayılmayız.

Yol alınmadıkça sosyolojik ve politik yeni girdilerle sürekli evrilen Kürt sorunu gibi dinamik bir meselede sıkıntıların arttığı, durumun daha çetrefil hale geldiği ortada.

Rojava meselesi buna açık bir örnek.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Cem Küçük / Musaddık’ın devrilmesi, IŞİD ve Kuzey Irak petrolleri

Musaddık 952’de yabancı petrol şirketlerinin tamamını millileştirdi. Bu durum en çok İngiltere’yi vurdu. İran petrollerindeki kontrolün Sovyetlere geçeceğinden endişe eden İngiltere, ABD’den yardım istedi. Hazar’dan İran Körfezi’ne kadar geniş alan petrol açısından bir vahaydı. Bir Avrupa üniversitesinden hukuk doktorası alan ilk İranlı olan Musaddık çok sevilen bir liderdi. Hatta Time dergisi 1951’de onu yılın adamı seçmişti.

ABD ve İngiltere koalisyonla radikal İslam savaşçılarını, parlamento üyelerini, gazetecileri satın aldı. Musaddık’ın Yahudi ve Komünist olduğu dedikodusu bilinçli olarak ağızdan ağıza yayıldı. İşi şansa bırakmak istemeyen İngiltere sokaktaki haydutlara cami yakması için para bile verdi. Sonunda Musaddık indirildi, yerine Şah Rıza Pehlevi getirildi. Yeni konsorsiyumla ABD petrol gelirlerinin yüzde 40’ını aldı. Standart Oil, Mobilgas, Chevron, Gulf ve Texaco şirketleri ABD’nin Batı’daki anahtar şirketleri oldu.

1979 İran Devrimi’yle bu süreç tersine döndü ve o gün bugündür İran ABD için haydut devlet. Jimmy Carter döneminden Zbigniew Brzezinski’nin tavsiyesiyle Truman Doktrinine artık İran da dahil edilmişti. ABD her ne kadar Irak’la savaşıp Saddam’ı alaşağı etse de İran’la sıcak bir tartışmaya girmedi. Ahmedinejad zamanında ilişkiler gerildikçe gerildi. Ama Ruhani’nin iktidara gelmesiyle ABD ve İran arasında ilişkiler yumuşamaya başladı.

Bu arada 2003’de Irak işgal eden ABD burada kontrolü bir türlü sağlayamadı. Irak neredeyse İran’ın hakimiyet sahası oldu. Kuzey Irak yönetimi, Merkezi Irak yönetimi ve Şii bölgesi olmak üzere Irak içe bölündü. Petrol gelirleri Merkez’de toplanıyor ve gelirler diğer yerlere dağıtılıyordu. Ama Şii Maliki ile Barzani arasında sürtüşme çıktı. Aldığı gelirden pek memnun olmayan Barzani vanaları kapattı. Eskiden olumsuz ilişkileri olsa da Barzani Türkiye’siz bölgede var olmayacağını biliyordu.

Önceden petrol gelirleri ABD bankasına yatırılıyordu. Ancak Maliki ile Barzani arasındaki anlaşmazlıktan Barzani yüzünü Türkiye’ye döndü. Ceyhan’da depolanan petrolün gelirinin Türk bankasına yatırılması konusunda Türkiye ile Barzani arasında görüşmeler oldu. Sonunda bu gerçekleşti. Kuzey Irak’tan 6 aydır Ceyhan’a akan 2,5 milyon varillik petrolün 1 milyonluk bölümünün uluslararası piyasalara satışı geçtiğimiz Mayıs ayında gerçekleşti. 110 milyon dolar değerindeki petrolü Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nden satın alan şirketler, petrolü Ceyhan Limanı’ndan teslim alırken parayı Halkbank’a yatırdı. Bu Türkiye için yepyeni bir adımdı. Kuzey Irak’ta artık bütün ilişkilerini Türkiye’ye göre belirlemişti. Uzun vadede ABD’ye güvenmenin faydadan çok zarar getireceğini en iyi bilen Barzani’ydi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Orhan Miroğlu / Türk aydın sorunu

Maalesef kimi Türk aydınları Kürt sorununun oluşturduğu hafızaya, yeni oluşmakta olan ‘resmi Kürt tarihi’ üzerinden bakmakta, geçmişte ne oldu sorusuna kolaycı cevaplar vererek, bu özel tarihi ve hafızayı, Kürt toplumunda imal edilmek istenen yeni ‘resmi tarihin’ kabulleriyle ele almaktadırlar.

Bu kolaycılıktır tabi. Zahmete katlanmadan, ister devletin ister egemen Kürt siyasetinin ürettiği bilgiyi sorgulamadan kabullenmektir.

Tembellik bir aydın sorunu ve görmezlikten gelinebilir, ama çalakalem yazmak, hele geçmişle ilgili olarak psikolojik harp düzeyinde, bilgi kirliliği yaratmak, o affedilebilecek veya görmezlikten gelinebilecek bir durum değil.

İki isim üzerinden meseleye bakmaya çalışacağım.

Lice’de yaşananlarla ilgili olarak, Kandil’den yapılan açıklamalarda, Başbakan ve Tansu Çiller arasında benzerlikler kuruldu. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Kandil, uzunca bir süredir, hükümetin barışı istemediğini ve şimdi bölgede yaşananların, Kürt halkının hafızasına kazınmış, faili meçhul cinayetlerle tarihe geçmiş 1993-96 döneminden farksız olduğunu iddia ediyor.

Hasan Cemal bu açıklamanın yapıldığı gün, aynı konuda bir yazı yazdı. Üşenmemiş, arayıp taramış ve Tansu Çiller, Muhsin Yazıcıoğlu ve Başbakan Erdoğan’ın bir toplantıda çekilmiş fotoğraflarını yazısında kullanmış. Bu dönemin, 1993-96 döneminden farksız olduğunu ispat edecek ya KCK’nın bile aklına gelmeyen, Hasan Cemal’in aklına geliyor. Ama problem şurada ki, şu an KCK’yı yöneten kadronun içinde olan Karasu, Ok gibi isimler Kenan Evren’in mucidi olduğu Diyarbakır Cezaevinde işkence görüyor, arkadaşlarını işkence ve ölüm oruçlarında birer birer kaybediyorken, Hasan Cemal diktatörle Endonezya adalarına yurt dışı seyahatlere çıkıyordu. Şimdi birileri Hasan Cemal’le Evren’in memlekette faşizm kol gezerken birlikte çekilmiş fotoğraflarını bulsa ve kullansa, bizler, Diyarbakır Cezaevinin ve askeri darbenin sorumluluğunu Hasan Cemal’e mi yükleyeceğiz? Böyle bir şey  insafla bağdaşır mı? Peki muhtemelen Başbakan Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı iken belki bir kutlama belki bir kültür etkinliğinde çekilmiş bir fotoğrafı kullanmak  sadece etki ajanları ve psikolojik harp uzmanlarının başvurduğu bir yöntemi değil midir?

Diyarbakır’da toplanan çözüm çalıştayının yapıldığı otelin ismi eskiden Demir Otel’di. Şimdi Liluz adını almış. Liluz Kürtçe’de Lale demek. Diyarbakır’ı 1992 Eylülünde ziyaret eden Musa Anter öldürülmeden önce, bir gece bu otelde kalmış, daha sonra Büyük Otel’e taşınmıştı. Ama Demir Otel’den değil, Büyük Otel’den alınıp,  infaz edildi. Ondan üç yıl sonra da otelin sahibi Behçet Cantürk Sapanca üçgeninde şoförüyle Recep Kuzucu’yla beraber öldürüldü. Anter ve Cantürk canciğer dosttular. Tansu Çiller’in, İstanbul’da Holiday Inn otelinde bir basın toplantısı yapıp ‘PKK’ye yardım eden Kürt işadamlarının listesi elimizde’ dediği günlerden sonra kaçırılıp infaz edildi Cantürk..

Musa ağabey o gece benim misafirim olacaktı.  Bu konuda yazdığım sayısız makale ve yaptığım televizyon programından başka 2004’te çıkan Dıjwar ve iki yıl önce yayınlanan Kuşatma’dan İnfaza-Musa Anter Cinayeti isimli kitaplarımda baştan sona ne olup bittiyse anlattım.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Süleyman Seyfi Öğün / Medya: Skolastik ve ortodoksi

Türkiye’nin önümüzdeki on senesi hayli çetin geçeceğe benziyor. İçeride hemen her fırsatta protesto üretmeye aday bir Beyaz Türk orta sınıf hoşnutsuzluğu, on hatta yüzyılların birikimiyle Kürt ve Alevî sorunu, siyâsal tansiyonu arttıran dinamikler. Türkiye bir yandan bu sorunları giderme ve yatıştırma yolunda adımlar atarken, diğer yandan da son on senede tutturduğu kalkınma, büyüme eğilimini sürdürmek; stratejilerini ve hedeflerini gözden geçirip yenilemek durumunda.

Tablo bu kadarla sınırlı değil. Orta ve Yakın Doğu olarak tanımlanan bir coğrafyanın, özellikle Irak işgâli ile başlayan dinamiklerini hesâp etmek zorundayız. Bu sâdece siyâsal ya da ideolojik bir sorun olarak temâyüz etmiyor. Özellikle enerji kaynaklarının geleceği hususunda da doğrudan ekonomik bir etkiye sâhip. Bana öyle geliyor ki, enerji kaynaklarının geleceği, siyâsal oluşumları her zaman olduğundan daha fazla belirleyecektir.

Garip olan; ülkenin gündeminin bütün bu sorunları belli bir bütünlükte okuma ve değerlendirme konusunda yaşadığımız zaaflar. Bu konuda yaygın ve kronik bir medya zaafından söz edebilirim. Medyanın bu sorunların kamuoyuna aktarılmasında, en çarpık anlamıyla bir skolastik basitçiliğe gömüldüğünü görüyoruz. Kastettiğim, elbette ki dünyâ yansa umurunda olmayan eğlence medyası değil; iyi kötü haber kanalı olarak vasıflandırılan, görece ciddî medya.

Ciddî medyada çalışan az sayıda kıymetli ve vasıflı bir kadronun hakkını yemek istemem. Bunları bir kenara koyacak olursak; yine gördüğüm kadarıyla, medyanın muhabir kadroları son derecede yetersiz. Medya bu alanda esaslı bir kabuk değişimine gitmek durumunda. Türkçe’yi konuşmaktan âciz, genel kültür birikimi bile yetersiz muhabirlere haber toplama ve aktarma işini yaptırmak, ülkenin kamuoyunu körleştirmekten, sağırlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Muhabirler, sansasyonel etkiler yaratacak haberlerin peşinde koşuyor. Etkileri orta ya da uzun vadede çok daha derin ve kalıcı olabilecek haberleri ise ıskalıyor. Hâsılı, medyanın mutfağı berbat durumda. Bu sâdece yurt içi haberler için geçerli değil. Yurt dışından haber aktaran muhabirlerin durumu da farklı değil. Onlar da sanki turistik bir mâcera aktarır gibi, çoğu kez entipüften haberlerle sıralarını savuşturuyorlar. Ben doğrusu, onca İletişim Fakültesinin varlığına bakarak, bu durumu açıklamakta zorluk çekiyorum. Türkiye’de Haberci Medya ile İletişim Fakültelerine sâhip üniversitelerin ileri gelenlerinin bir çalıştay düzenleyerek, niteliklerini gözden geçirerek bu berbat duruma vaziyet etmelerinin şart olduğunu düşünüyorum. Değilse ahbap çavuş ilişkileriyle medyaya alınmış yetersiz muhabir kadrolarıyla bu işin gidemeyeceği kanaatindeyim.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Murat Yetkin / İslamcı militanlar Suriye ve Irak’ı parçalıyor, sıra kimde?

El Kaide’nin dahi aşırı bularak dışladığı Irak-Şam İslam Devleti örgütünün estirdiği terör fırtınasının Türkiye’ye sıçramaması öncelik sayılmalı.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü konuşmasında sanki Türkiye’nin gündeminde böyle bir konu yokmuş gibi Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) isimli terör örgütünün Musul’u ele geçirmesine hiç değinmemesi bir şey değiştirmedi. Birkaç saat sonra Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nun IŞİD militanlarınca basıldığı ve Başkonsolos Öztürk Yılmaz dahil 42 çalışanın rehin alındığı haberi geldi. 

Baskın henüz duyulmadan önce, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, devlet nişanları dağıtım töreni ardından gazeteciler sorunca “Vakum (boşluk) bırakmamak lazım. Bırakırsanız böyle dolduruyorlar işte” demişti. Gül’ün kastettiği, Suriye ve Irak’ta ülkenin tamamı üzerinde etkisini gösterebilen hükümetlerin olmamasıydı. 

Başbakan Erdoğan, yardımcısı Beşir Atalay ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la kriz görüşmeleri yaparken birkaç haber daha düştü ajanslara. Araları petrol meselesinden açık olan Bağdat’taki Nuri el Maliki hükümetiyle Erbil’deki KYB arasında birlikte savaşma teması kuruldu; hatta PKK dahi ‘Alanı birlikte savunmak’ söylemiyle İslamcı militanlara karşı işbirliği teklifinde bulundu. 

Dün bu köşede, Musul’un radikal İslamcı militanların eline geçmesinin Kürt sorununu da derinleştireceği tahmininde bulunmuştuk. Öyle oluyor ve ötesine geçiyor. Bir zamanlar el-Kaide bağlantılı iken, onlar tarafından dahi aşırı bulunarak dışlanan, Suriye’de o meşum kafa kesme görüntüleriyle tanınan IŞİD militanlarının bu hamlesini Kürtler ya da Türkmenlere ya da başka bir etnik gruba karşı hamle saymak yanlış teşhis demektir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hatem Ete / Silah gölgesinde çözüm süreci

Lice’de başlayan gerilimin çatışmaya dönüşmesi ve KCK’nın ölçüsüz-sert açıklamaları, çözüm sürecini destekleyen kesimlerde haklı bir tedirginliğe yol açtı. 

Ancak, Öcalan’ın gerilime karşı duran kararlı açıklaması, toplumda infial uyandıran bayrak provokasyonu ve İŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle siyasi odağın kayması, Lice merkezli huzursuzluğu paranteze aldı. 

Öte taraftan, şimdilik, gerilim kontrol altına alınmış görünse de, bu vesileyle, PKK’nın çözüm sürecindeki performansını değerlendirmekte yarar var. 

Çözüm süreci, en basit şekliyle, siyasetin silah, diyaloğun çatışma yerine geçmesini ifade ediyor. Siyaset ve diyaloğun, 30 yıldır en etkili enstrüman işlevi gören silah ve çatışma karşısında rüştünü ispatlaması için, siyaset üzerindeki silah tehdidinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. 

Tam da bu nedenle, üç aşamalı olduğu deklare edilen çözüm sürecinin ilk aşaması silahlı unsurların sınır dışına çekilmesiydi. Nitekim Öcalan, süreci benimsediğini ilan ettiği 2013 Nevroz mesajında, siyasetin silahın yerini alması gerektiğini söyledikten sonra, “Artık silahlı unsurlarımızın sınır dışına çekilmesinin zamanı gelmiştir” demişti. Silahlı unsurların sınır dışına çekilmesinin ardından devreye girecek ikinci aşama demokratikleşme, üçüncü aşama da silahsızlanma olacaktı. 

Hatırlanacağı üzere, PKK, Gezi eylemlerinden hemen sonra, Öcalan’la yürütülen görüşmelerin nitelik değiştirmesi talebinin karşılanmamasını gerekçe göstererek, çekilme sürecini durdurmuştu. 

Lice merkezli gerilim, çatışma ve provokasyon, diğer aşamalara geçilebilmesi için ilk aşamanın ne kadar hayati olduğunu bir kez daha gösterdi. Lice üzerinden gündem bulan bütün gelişmeler, eninde sonunda gelip, silahlı unsurların Türkiye’deki mevcudiyetine dayanıyor. 

Silahlı unsurların varlığı, bir yandan devletin kalekol yapımına ve güvenlik tedbirlerini arttırmasına gerekçe olurken, öte yandan da PKK’nın yol kesme, araç yakma, rakip siyasi oluşumları taciz etme, dağ kadrosunu genişletme gibi çözüm sürecinin siyaseti ve diyaloğu önceleyen perspektifine uymayan birçok hamlesine kaynaklık ediyor. 

PKK’nın silahlı unsurlarını çekmeyi durdurması, kalekol yapımına itirazları meşruiyet açığıyla karşı karşıya bırakırken; Kürt hareketini de, çözüm sürecinin ritminden duyduğu rahatsızlığı çözüm perspektifine uygun enstrümanlarla ortaya koyma kabiliyetinden yoksun bırakıyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Etyen Mahçupyan / ‘Çözüm’ barış sürecinden ayrışıyor

Kürt meselesinde kazan yeniden kaynamaya başlamışken, hükümet doğru bir zamanlama ile irade beyanını güçlendiren bir müdahalede bulundu. Diyarbakır’da gerçekleştirilen çalıştayın doğrudan süreci etkileyecek bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Ama PKK içinde yaşanan sancılı ortamın sürdürülmesi de giderek zorlaşıyordu. Yol kapatmalar, haraç almalar, işletme basmalar artmış, son günlerin gündemini kuşatan çocuk ‘kaçırma’ eylemliliği bizzat örgütü baskı altına almıştı. Dağa bu şekilde çıkışların Kandil’in iradesinden bağımsız olduğunu sanmak yanlış bir değerlendirme olur. Katılımların psikolojik atmosferi konsolide etme ve PKK’nın bölgedeki nüfuzunu onaylama açısından işlevi var. Çözüm sürecinde artan bu trendin önemli ölçüde ‘romantik’ nitelikte olduğu bizzat Kürt hareketinin içindekilerce de teslim ediliyordu. ‘Gerilla’ olma fikri genç Kürtler için özellikle ölüm tehlikesinin yok olmasıyla birlikte epeyce cazip hale gelmişti. Kandil’in bir ‘okul’ olduğunu duymuş, oradaki hayatla ilgili efsanelere kulak vermişlerdi. Dolayısıyla son bir yıl içinde genel katılım arzusu PKK için bir prestijdi. Ancak son dönemde olanlar işin renginin farklı olabileceğini akla getiriyor. Herhalde şu an ailelerle çatışmak PKK’nın en istemeyeceği şey… 

Türkiye’nin batısı bu ailelerin cesaretinin temelini kavramakta aciz kalabilir. Oysa ‘bölgede’ demokratik çıta bizzat bu ailelerin direnişi, yani toplumsal meşruiyet üzerinde yükselmiş durumda ve onları dışlayarak herhangi türden bir ‘siyaset’ inşa etmek mümkün değil. Dolayısıyla yaşanan katılımları PKK’nin çeperindeki siyasi anlayışın ve odakların merkez üzerindeki baskısı olarak okumak mümkün. Ama bunun aynı zamanda kendi iç çoğullaşma ve demokratikleşme eğilimiyle başa çıkamayacağını idrak eden merkezin süreci zora sokma girişimini yansıtması da epeyce gerçekçi bir tahmin.    

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hüseyin Yayman / Musul’da kanlı prova!

Musul, IŞID (Irak Şam İslam Devleti) tarafından işgal edildi. Iraklılar, yine Irak’ın bir vilayetini merkezin güçlerine rağmen ele geçirdiler. Bununla da kalmayıp Türkiye Başkonsolusluğu’na saldırı düzenleyip görevlileri rehin aldılar. Şehirde o kadar ülkenin dış temsilciliği varken Türkiye konsolosluğunun seçilmesi oldukça manidar.

Musul’un işgaliyle, çeyrek asırdır devam eden ‘Irak trajedisine’ bir sayfa daha eklendi. Problemin kökleri 1916 Sykes-Picot’a kadar gitse de bugün olanları 1990 Birinci Körfez Savaşı’ndan ayrı tutamayız. Saddam’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreç domino etkisi yaparak günümüze kadar devam etti.

1991’de Saddam güçlerini Kuveyt’ten çıkaran Bush yönetimi beklenenin aksine Bağdat’a yürümedi. Böylece Saddam’ın katliamlarına göz yumdu. Binlerce insan hayatını kaybetti. 2003’te yeniden Irak’a giren ABD askerleri yine geride insanlık dramı bıraktılar. Bugün ise Irak’ın ve Suriye’nin bölünmesi konuşuluyor.

IŞİD truva atı mı?

Ortadoğu konusunda uzman SETA Dış Politika sorumlusu Ufuk Ulutaş IŞİD’le ilgili şu yorumu yapıyor. ‘…Suriye’de El-Nusra vardı, Şam’da bombalama olunca rejim de “bakın ben İslamcı teröristlere karşı savaşıyorum” mesajı verme imkânı doğdu. Ardından bu IŞİD dediğimiz olgu, El-kaide lideri Zevahiri’ye rağmen girdi Suriye’ye. Zevahiri “bizim Suriye’deki temsilcimiz El-Nusra, siz Irak’ta kalın, Suriye’ye girmeyin’ dedi. IŞİD tam truva atı gibi.’

http://setav.org/tr/isid-tam-bir-truva-ati-arkasinda-baas-iran-ve-rusya-var/haber/14417

IŞİD’in kontrolsüz güç olarak bölgeyi tehdit etmesinden en büyük payı Türkiye alıyor. Dokuz yüz kilometrelik sınır fazla söze gerek bırakmıyor. Batılı güçler Erdoğan iktidarıyla olan sorunlarını içerden çözemeyince bu defa Suriye’deki açık hesap üzerinden hükümete hiza vermeye çalışıyorlar.

IŞİD kime hizmet ediyor?

IŞİD örgütü “cihatçı” ideolojiyi benimsemiş, El-Kaide’nin Irak yapısını ikame eden, Şiileri düşman olarak gören ve Irak’tan Suriye’ye uzanan Sünni hat üzerinde bir İslam devleti kurmayı amaçlayan bir yapı. Irak’ın ABD tarafından işgali sonrası Zerkavi tarafından kuruldu.

Yazının devamını okumak için tıklayın…