Hata Kur’an’da diyen kafa

Medya
Salih Tuna, Ali Bayramoğlu, Akif Emre, Nazif Gürdoğan, Abdulkadir Selvi, Oral Çalışlar, Mehmet Barlas, Mahmut Övür, Burhaneddin Duran, Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Taha Özhan, Yalçın Akdoğan ve Taha ...
EMOJİLE

Salih Tuna, Ali Bayramoğlu, Akif Emre, Nazif Gürdoğan, Abdulkadir Selvi, Oral Çalışlar, Mehmet Barlas, Mahmut Övür, Burhaneddin Duran, Fehmi Koru, Ahmet Taşgetiren, Taha Özhan, Yalçın Akdoğan ve Taha Kıvanç gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Salih Tuna / Ben bu Ekrem Bey’i kimseye yedirtmem!

Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni değerli insan Ekrem Bey tam olmuş, nasıl desem, Ertuğrul Özkök’un ‘maklube’ yemiş haline dönmüş.

‘Çadır devleti mi?’ başlıklı dünkü yazısından öyle keyif aldım ki, anlatamam.

Sizin de keyif almanızı istiyorum, onun için de paylaşmak istiyorum. Hep kasvet hep kasavet de nereye kadar.

Ertuğrul Beyciğim dere kenarına düştükten sonra, bilmem neyin tadından bahsedecek kadar cıvıtınca bir daha elimi sürmek içimden gelmedi.

Zaten hayli zamandır zevk vermiyordu.

Kaç köşe yazarına yıllarca hizmet vermiş, kendini mütemadiyen sevdirmişti. Demek ki onun da bir istiap haddi vardı; an geldi tükendi.

Ben de naçar bir ‘şiirle’ final yaptım zaten. (Ertuğrul Beyciğim şiiri, 31.12. 2009, Yeni Şafak)

Gezi olayıyla kendini şarj etmeye çalıştı. Sonra, Sisi darbesinde eski günlerini aratmayacak şekilde, ‘Demokrasi darbeyle de gelir’ dedi. Doğrusunu isterseniz, ‘ulan acaba?’ diye, ne yalan söyleyeyim, bir an için umutlandım.

Bir iki el de attım hatta; yazık ki çalışmadı.

17 ve 25 Aralık yargı darbesinde de bayağı kostaklandı ama, bir türlü dikiş tutturamadı.

Demek ki, olmayınca olmuyordu.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Sınıfsal öfke

Bugün 27 Mayıs 2014. İlk askeri darbenin üzerinden 54 yıl geçti. İnsan için uzun, tarih için minimal bir süre.

Bu ilk darbe başbakan ve iki bakanın idamıyla kanlı; yargı, aydın ve basının sefaletiyle ibretlik olmuştu.

27 Mayıs Türkiye’nin, özellikle muhafazakar Türkiye’nin belleğinde çok kuvvetli bir yer tutar.

Demokrat Parti’nin dini hapsedildiği dar alandan çıkaran, dindarın üzerindeki ağır tek parti dönemi baskısını azaltan politikası ülke açısından bir ilkti.

Asıl temsil ettiği şüphe yok ki, sınıfsal bir dönüşümdü.

Murat Belge’nin ‘Militarist Modernleşme’ kitabından şu satırları birlikte okuyalım:

‘Yirmilerde, otuzlarda, hatta kırklarda, ‘ast-üst’ ilişkisi kesin ve belirgindi. Kimin efendi olduğu belliydi. Cebinde para tomarı taşısa da esnaf esnaflığını bilir, ‘okumuş’ memur karşısında haddini aşmazdı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Akif Emre / Avrupa bisikleti

Avrupa bisiklet gibidir, ilerlemezse düşer.’

Yukarıdaki cümle AB’nin kurucuları arasında bulunan Belçikalı Paul H. Spaak’a ait. Pazar günü yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra ortaya çıkan tablonun bana hatırlattığı ilk cümle bu oldu.

Aşırı sağcıların İslamofobik karakteri, baskın milliyetçi partilerin önemli oranda ilerlemeleri, hatta Fransa gibi AB’nin lokomotif ülkelerinde öne geçmeleri Avrupa fikrini savunan merkezi aklı karıştırdı. Üstelik sadece Fransa değil İngiltere ve Almanya’da da önemli kazanımlar edindiler, AP’deki sayısal dengeyi altüst ettiler. Dahası Avrupalıların kronik sorunu olan, aslında siyasete yabancılaşma olarak okunması gereken ‘seçimlere katılımdaki düşük oran’ bu kez görece yükseldi. Seçimlere katılım arttıkça, Avrupa’nın en büyük iddiası olan demokratik katılım güçlendikçe istenmeyen sonuçların çıkması gibi ironik bir durum var ortada.

Avrupa’nın sadece coğrafi bölge, ekonomik organizasyon ya da siyasal bir proje olmasından öte bir ‘uygarlık modeli’ olduğunu savunanlar ya da böyle görmek isteyenler için seçim sonuçları can sıkıcı bir kâbusa benziyor. Ne kadar can sıkıcı olsa da Avrupa fikri olarak takdim edilen bu modelin kültürel arkaplanı, tarihsel tecrübesi, toplum modellerine bakılarak geleceğinin nasıl şekillenmesi gerektiğine karar veren, yönlendiren bir mühendislik boyutu olduğu söylenebilir. Ulusdevletler üstü bir yapı oluştururken müphem geleceğinin geçmişteki ortak köklerine inerek romantize edilen bir Avrupalılık kimliği inşa edilmeye çalışıldı bu zaman kadar.

Bir uygarlık projesi olarak AB için idealize edilen ortak değer ve ortak geçmiş yeniden icat edilirken, yok sayılan, bastırılan ve tarih boyunca Avrupalıların neden birleşemediğini açıklamaya yetecek dinamik haldeki kimi özellikler de görmezden gelindi. Belki AP seçimlerinde ortaya çıkan tablo, bu hatırlanmak istenmeyen dinamizmle alakalı.

Avrupa’da yabancı düşmanlığıyla öne çıkan ‘aşırı sağın yükselişi’nin adlandırma düzeyindeki tanımın eksik bıraktığı iki temel sorunun yeniden uç vermeye başlamasıyla alakalı olduğunu epeydir ihtar ediyordu. Bunlardan biri Avrupalıların tarihini teslim alan, belirleyen milliyetçilik, ikincisi de bu uygarlığı besleyen nehrin kurumaya başlaması, yani ekonomik tıkanmışlık.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nazif Gürdoğan / Mavera’nın yedi güzel adamı

Anadolu insanı yirminci yüzyılda, büyük bir kültürel çoraklaşma sürecinden geçti. Avrupa ülkeleri karşısında ekonomik üstünlüğünü yitiren Türkiye, üretim gücünü büyütmenin çaresini, mağlupların galipleri taklit etmesinde aradı. Batı ve Doğu dünyası arasındaki değer çatışması, Türk toplumunun hem kültürel dokusunda, hem de ekonomik yapısında, onulmaz yaralar açtı. Anadolu insanı her alanda, büyük bir üretim güçsüzlüğüne düştü.

Mavera dergisi, Türkiye’de devletin estirdiği kültürel yabancılaşma fırtınasına karşı duran sanatçıların toplandığı, bir döşünce platformu oluşturdu. Mavera, yüzyılların birikimi olan zengin kültürüyle, bağları koparılan Anadolu insanının, kültür ve sanat dünyasına, yeni bir renk ve tat kazandırdı. Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Bahri Zengin, Alaeddin Özdenören ve ben Mavera’nın kurucuları arasında yer aldık.

Mavera dergisinin kurucusu değil, kurucuları, girişimcisi değil, girişimcileri, öncüsü deği, öncüleri, şairi değil, şairleri vardır. Anadolu insanının düşünce dünyasında yedi sayısı önemli bir yer tutar, yeti isim kolay ezberlenir, birbirine karıştırılmaz ve çabuk unutulmaz. Bu yüzden, Zarifoğlu’nun ‘Yedi Güzel Adam’ı, Mavera’nın kurucularını çağrıştırdığı için, Mavera’yı sevenler tarafından benimsendi ve kuruculara ‘Mavera’nın Yedi Güzel Adamı’ denildi.

Nerede Mavera sözkonusu olursa, yedi kurucusunun adı akla gelir, hepsi birlikte konuşulur. Ne zaman birinin ismi anılırsa, yedisinin ismi de tek tek anılır. Mavera bir edebiyat dergisi olarak kuruldu. Ancak sayfalarında, hikayeden şiire, gezi yazılarından düşünce yazılarına, sinemadan televizyona ve teknolojinin etkilerinden çevre sorunlarına kadar her alana yer verdi. Kısa zamanda, bütün dünyadan okuyucuları ve yazarları olan, küresel bir düşünce ve eylem dergisine dönüştü.

Düşüncede eylemi, eylemde düşünceyi görmek ve iki dünyayı bütüncü bir gözle bakmak, Mavera kurucularının ana misyonunu oluşturdu. Mavera’nın dört kurucusu, dört güzel şairi, şiirden hiç kopmadan, sendikadan siyasete, hayatın her alanıyla ilgilendiler. Onlar Sezai Karakoç’un yazılarında sürekli vurguladığı gibi, edebiyatsız medeniyet, medeniyetsiz edebiyat olmayacağının bilincindeydiler ve edebiyatı medeniyet için bildiler.

Mavera’nın kurucuları ve çevresinde toplanan aydınlar, Türkiye’nin ve dünyanın geleceğini Moskova ve Washington’da değil, Kudüs’te aradılar. Kudüs iki dünyanın medeniyet başkentidir. Gelecek yıllarda, dünyanın Atinalaşması değil, Kudüsleşmesi tartışılacaktır. İnsanlığın geleceği, Batı’nın fizik dünya odaklı değerlerinden önce, Doğu’nun metafizik dünya odaklı değerlerinde aranacaktır.

Yirmibirinci yüzyılda dünya, edebiyatla ya kutsal kültürün zenginliklerini yeniden keşfedecek, ya da seküler kültürün nükleer silahlarıyla yok olup gidecek.

Edebiyatın kutup yıldızları, Mavera’ya dönük iki dünya medeniyetinin kilometre taşlarıdır.

Seküler kültür tek dünya, kutsal kültür iki dünya medeniyetidir.

Edebiyat iki dünya medeniyetinin şiirini yakalamaktır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdülkadir Selvi / Hata Kur’an’da diyen kafa

Gülen grubu, Bediüzzaman Hazretlerini nazara vermek yerine Fethullah Gülen’i ön plana çıkarırdı.

Örneğin bir ülkede üniversitenin biri Bediüzzaman kürsüsü mü açacak, buna karşı şiddetli bir mücadele verir, Gülen hareketiyle ilgili bir kürsü açmaya gayret ederlerdi.

Fethullah Gülen de zorda kalmazsa, ‘Üstad’ demez, ‘Hazret-i Pir’ demeyi tercih ederdi.

Bir süre önce Risale-i Nurları basmaya başladılar.

Bir de baktık ki, külliyatı tahrif etmişler.

Kitabın üzerinde Lem’alar yazıyor.

Altında müellifi olarak Bediüzzaman Said Nursi’nin ismi yer alıyor. Ancak içini açıp okuyorsunuz Lem’alar kitabı neredeyse yeniden yazılmış. Bediüzzaman’ın cümleleri değiştirilmiş.

Gülen grubunun 17 Aralık darbe girişiminden sonra Bediüzzaman’ı yeniden keşfetmesinin sırrı bir süre sonra ortaya çıktı.

Haksız mücadelelerine Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nurları alet etmek.

Bediüzzaman’ın eserlerini referans vermek suretiyle kendilerini savunmaya çalıştılar.

Zaman yazarı Ali Ünal’ın, Soma faciası üzerine kaleme aldığı yazıda bunun örneklerinden biri.

Ali Ünal sadece Risale-i Nurla yetinmedi Kur’an-ı Kerim’i de bu savaşına alet etmeye kalkıştı.

Kimle savaş? Erdoğan’la tabi ki…

Bediüzzaman’ın, Divan-ı harbi Örfi isimli eserinden naklettiği bir olayı hatırlattı bu durum.

‘Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münâfıkı hararetle senâ etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.’

Ali Ünal, 19 Mayıs tarihli Zaman Gazetesi’nde kaleme aldığı yazıda haksız isnatlarda bulundu.

Erdoğan’a yönelik haksız isnatlar demedim dikkatinizi çektiyse.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / Aleviler, kriz siyaseti ve çözüm

Alevilerin, kimlik taleplerine ilişkin kilit noktayı, ‘cemevleri’nin statüsü oluşturuyor. Köln gezisi dönüşü, uçakta gazetecilerin sorularını cevaplayan Başbakan; bazı adımlar atılacağına ilişkin işaretler verirken şunları söyledi: 

“Dün bir paket getirdiler. (…) Mesela diyorlar ki maaş. Diğer grup kalkıyor diyor ki, biz bu devletin maaşlı memuru haline gelemeyiz. Mesela bizim şu anda devlet olarak, diyorlar ya cemevleri falan… Camiyi devlet yaptırmıyor ki, cemevlerini devlet yaptırsın. Yer noktasında aslında belediyelerimiz her türlü tahsisi yapıyor, burada da bir sıkıntı yok.

Ama tanımlamalar konusunda sıkıntı var. Diyanet bu noktada diyor ki ‘Biz buna mabet diyemeyiz’. Çünkü, Türkiye’deki Alevi vatandaşlarımızın kahir ekseriyeti ne diyor? ‘Ben Müslümanım’ diyor. Türkiye’deki Alevi vatandaşlarımız, ‘Ben Müslümanım’ dediğine göre, o zaman bir bölünmeye zemin hazırlamamak gerek. Bununla birlikte cemevleri noktasında tam bir fikri birliğe kavuşamamış olsak da bunların yapımına belediyeler aracılığıyla destek veriyoruz.” 

Başbakan’ın açıklaması, bir paket hazırlığına dikkat çekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, “Buraya mabet diyemeyiz”

şeklindeki tutumunu, Başbakan’ın da paylaştığı görülüyor. Laik bir devlette; bir inanç topluluğunun nerede ibadet edeceğine, nasıl ibadet edeceğine, neyi nasıl tanımlayacağına devlet karar veremez. Diyanet İşleri, hiç karar veremez.

Devletin tüm inançlar karşısında tarafsızlığı, saygısı ve yardımı; esas alınır. Cemevleri tartışması; laik, demokratik, normal bir devlet sistemi içinde, anlamsız bir tartışmadır. Cemevlerine milyonlarca insan ibadethane diyorsa; devlete, durumu kabullenmek ve gereğini yapmak düşer. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Tayyip Erdoğan takıntısı ile siyasette bir yere varılamaz

Görme özürlü bir insan, kuyruğunu tutarak bir fili ne kadar anlayabilirse, bizdeki siyasi görme özürlüler de sadece Tayyip Erdoğan’a takılarak Türkiye’deki gerçek olayı anladıklarını zannediyorlar…

Tayyip Erdoğan Türkiye’deki kaçınılmaz büyük değişimin gündeme getirdiği ve bu değişimi hızlandıran da bir siyasi figürdür…

Bu değişim içte ve dışta öylesine büyük boyutlarda geldi ki, geçmişte kendilerini “Siyasetçi” olarak gören toplum mühendislerinin ve statüko muhafızlarının, değişimin yansımaları karşısında ayakta kalmaları imkânsızdı. Bu değişim Erdoğan iktidara gelmeden önce dünyanın gündemine girmişti.

Zamanın ruhunu anlamak 

Sovyetler Birliği’nin çöküp dağılması, alt kimlikler olarak görülen milliyetlerin üste çıkmaları, Komünist Çin’in kapitalist dünya ekonomisine ezici bir rekabet gücü ile katılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, İletişim Çağı’nın hızlandırdığı globalleşme ve benzeri olgular, Türkiye’de Turgut Özal’ın başlattığı siyasette ve ekonomide yeniden yapılanma sürecinin devam etmesini kaçınılmaz kılıyordu.

Bu şekilde toplum mühendislerinin 2000 yıl süreceğini öngördükleri 28 Şubat post-modern darbesi, 2002 seçimleri ile halk tarafından sona erdirildi. “Zamanın Ruhu”nu rakibi olan siyasetçilerden daha doğru kavrayan Tayyip Erdoğan da, bu süreçte Türkiye’de siyasetin ve iktidarın yelkenlerini, değişim rüzgârına açtı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahmut Övür / Barışın altın anahtarı anneler

Diyarbakır’da hem Kürt siyaseti, hem de PKK açısından ilginç bir eylem sürüyor. PKK’nın kaçırdığı veya onların deyimiyle PKK’ya katılmak için dağa giden ve yaşları 14-15 civarında olan çocukların anneleri sivil bir eylem yapıyor: “Çocuklarımızı geri verin!”

30 yıllık çatışmacı dönemi sona erdiren “çözüm süreci”nin nasıl bir toplumsal ortam yarattığının en çarpıcı örneği bu. Anneler çocuklarını dağdaki PKK’dan istemek için BDP’li Diyarbakır Belediyesi’nin önünde çadır kurup eylem yapabiliyor. Eli silahlı örgütü eleştirip, çözüm sürecinin ruhuna uygun davranmaya çağırıyor. Kimse de karşı çıkıp tepki göstermiyor.

Bu gerçekten normalleşme ve sivilleşme adına önemli bir gelişme. Ama olaya, böyle bakmayan hatta çözüm süreci aleyhine kullanmak isteyenlerin olduğu da bir gerçek. Onlar bölgede yaşanan altüst oluşa, değişime bakmadan, en küçük bir olayı bile “çözüm süreci bitti” çığlıklarıyla karşılamaya hazırlar.

Oysa şu biliniyor, dünyada etnik veya dinsel sorunları şiddetle çözmek isteyen örgütleri, şiddetten arındırma süreçleri hiç kolay değil ve ciddi anlamda sancılı geçer. IRA ile İngiltere arasında barış görüşmeleri sürerken yaşanan patlamalar, örgüt içi ayrılıklar biliniyor.

Türkiye’de iki yıla yakındır devam eden çözüm sürecinde bu türden bir kırılma yaşanmadığı gibi her türlü provokasyona rağmen sürmesi önemli bir başarı. Yine de “çözüm süreci” devam ederken 18 yaşından küçük çocukların dağa götürülmesi kabul edilebilir bir şey değil. Dahası var, PKK taraf olmasa da Cenevre Sözleşmesi’ni imzaladığını açıklayan bir örgüt. Dünyada kabul gören bu sözleşmeye göre PKK’nın o çocukları derhal serbest bırakması gerekiyor.

Ortada vahim bir durum var ve aklı evvel bazı gazetecilerin “o çocuklara dönüp dönmeyecekleri sorulmalı, dönmek istiyorlarsa dönmeliler” demeleri de çok manidar.

O çocuklar hiçbir gerekçe öne sürülmeden derhal serbest bırakılmalı. PKK, 2013’te Kandil’de çocukları çatışma bölgelerinden nasıl uzaklaştırdıysa şimdi de aynısını yaparak o çocukları bırakmalı. Uluslararası sözleşmelerin de, ahlakın da gereği bu.

Ama bir de işin siyaset boyutu var. Kürt siyasi hareketinin bugüne kadar en etkili ve haklı eylemi “Barış Anneleri” çıkışıydı. Yüzlerce Kürt annesi, yıllarca, baskılara, ötekileştirmelere direnerek, bu topraklarda Türk- Kürt hiçbir gencin öldürülmemesi için mücadele etti. İdris Kardaş’ın deyimiyle onlar, “Bugünkü barış sürecinin inatçı ve ısrarlı mimarları” oldu. Tıpkı Arjantin’de faşist diktatörlüğe karşı çocuklarını arayan anneler gibi…

Şimdi PKK benzer bir anne eylemiyle karşı karşıya… Bunu siyaseten geçiştirmek ve görmezden gelmek mümkün değil. Er veya geç o annelerin sesi, Kandil’i de kuşatacak ve o çocuklar annelerine dönecek.

Anneler ve çocuklar karşısında hangi siyasi güç uzun süre direnebilir ki… Bir anne şöyle diyor: “Barış istiyorum ama oğlumu da istiyorum.”

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Burhaneddin Duran / Avrupa’yla ilişkinin değişen mahiyeti

Pazar günü yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa Birliği’ne şüpheyle bakan aşırı sağ partiler Fransa ve İngiltere dahil birçok Avrupa ülkesinde birinci oldu.

Cumartesi günü de Başbakan Erdoğan Köln’de yaptığı konuşma ile Avrupa kamuoyuna seslenmişti. Bu iki günü birlikte okursak Türkiye- Avrupa ilişkileri açısından bazı kritik tespitlerde bulunabiliriz.

Erdoğan’ın Köln’teki konuşması beklenenden daha yumuşaktı. Alman basınının ve protestocuların pankartlarının provokasyonuna rağmen demokratik sağduyu hâkim geldi.

Karşılıklı ticaretin 30 milyar avroyu aştığı hatırlanırsa iç siyaset kutuplaşmalarının getirdiği siyasi gerginlik iki ülkenin de menfaatine değil..

Başbakan Erdoğan konuşmasında Almanya ile Türkiye’nin tarihten gelen işbirliğine ve AB üyeliğinin önemine vurgu yaptı.

“Türkiye’siz Avrupa eksiktir” diyerek eşitler arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Almanya’daki Türklerin en kritik konusu olan entegrasyona da değindi.

Entegrasyonu destekleyen Erdoğan, asimilasyona şu şekilde karşı çıktı: “Asimile olmadan özünden, öz kültüründen, öz dilinden taviz vermeden entegrasyon.” 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / Avrupa’da sistem sarsılırken Türkiye…

“Avrupa’da sağ, Avrupa Birliği ve İslâm karşıtı partiler yükseliyor” tespiti yapılıyor Avrupa Parlamentosu (AP) seçim sonuçlarına bakarak; kısmen doğru bir tespit bu. 

Fransa’da Le Pen’in ‘ırkçı’ mesajlar veren Ulusal Cephe Partisi (yüzde 26), Danimarka’da ‘göçmen-karşıtı’ Halkçı Parti (27) geleneksel rakiplerini geçmeyi başardı. İngiltere’de AB karşıtı UKIP de yüzde 27.5 ile İşçi (25.4) ve Muhafazakâr (24) partilerini geride bıraktı. Hollanda’da silinmesi beklenen AB ve İslâm-karşıtı Özgürlük Partisi sandıktan ikinci çıkmayı başardı. Almanya’da bile Almanya İçin Alternatif ilk kez AP’ye milletvekili sokmayı başardı (yüzde 7).

‘Kısmen doğru’ tespiti bozan en çarpıcı örnek Yunanistan: ‘Aşırı sol’ Syriza (26.7) koalisyon hükümetini  oluşturan iki partiyi, Yeni Demokrasi (22.8) ile PASOK’u (8.0), geride bıraktı. İtalya’da da merkez-sol iktidar partisi Demokratik Parti seçimi önde bitirdi.

Katılım düşük (43.1) diye yerinmeye gerek yok; bir önceki seçimde de aynı miktarda Avrupalı sandık başına gitme zahmetine girmişti.

Bir şeyler olduğu belli de Avrupa’da, ne olduğu o kadar belli değil.

Avrupa’nın yerleşik demokratik sistemi büyük çapta İkinci Dünya Savaşı galiplerinin imzasını taşıyor. Genellikle dönüşümlü olarak iktidarı paylaşan iki parti var her ülkede ve hangisi (tek başına veya koalisyon kurarak) iktidara gelirse gelsin, yüzeysel farklar dışında, politikalarda fazla bir değişiklik gerçekleşmiyor.

Şimdi daha etkin biçimde görülen, hemen her ülkede, iki partili demokratik sistemin ciddi bir sarsıntı geçirdiğidir.

Galiba sadece iki partili sistem değil, kıtanın ‘federal bir yapı’ haline dönüşmesi projesi olan Avrupa Birliği (AB) de, bir çıkmaz noktaya gelmiş bulunuyor. Geleneksel partilerin güç kaybetmesi bu seçimlere hâkim olan AB-karşıtı havayla yakından ilişkili. Ulusal kararların Brüksel’e bırakılmasına, yeni özgürleşen ekonomisi güçsüz ülkelerden merkez ülkelere göçler yaşanmasına halklardan tepkiler yaygınlaşıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / 27 Mayıs’ın tortuları

27 Mayıs, “Tek Parti” ideolojisine göre siyasi hayatı yeniden tanzim hareketidir. “Gerekirse kelleler alınır” zihniyetinin gerçekten “kelle avcılığı” yaptığının göstergesidir. Altında Terakkiperver Cumhuriyet ve Serbest Fırka’nın kısa sürede iplerinin çekilmesi iradesi vardır. Yassıada, İstiklal Mahkemeleri’nin uzantısıdır. Sadece askeri bir eylem değil, siyasi – askeri – medyatik bir komplodur. 

En temelinde, halkın, “Yeni bir toplum üretme” tarzındaki jakoben projeye itirazının hep diri olduğu – olacağı kuşkusu ve onun şiddet kullanılarak etkisiz hale getirilmesi alt şuuru vardır.

Ne yazık ki bu alt şuur, aradan geçen bunca zamana rağmen bir kesimde varlığını sürdürmektedir.

28 Şubat günlerini hatırlarsak, bir emekli amiral, o günlerde, “1950’de çok partili hayata erken geçildiğini, o tarihte devrimlerin halka yeterince mal olmadığını, sonraki dönemde de partilerin karşı devrim yolunda birbiriyle yarıştığını, o yüzden askerin zaman zaman devreye girip halkı hizaya soktuğunu” yazmıştı. Ak Parti’nin yüzde 50’lerde oy aldığı ve buna rağmen kapatma davasına maruz kaldığı günlerde bir rektörün, “Yüzde 95’lerde oy alınsa bile sistemin kutsalları söz konusu olduğunda bunun bir anlam taşımayacağı”nı söylemesi de aynı alt şuurun yansıması idi. Ben o günlerde “Bu rektör rahatlıkla yüzde 99 oy alsanız bile” diyebilir. Acaba öteki yüzde 1’in kıymet-i harbiyesi nereden geliyor?” diye sormuştum.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Özhan / Sokak hareketleri ve Türkiye

Son yıllarda daha sık görmeye başladığımız sokak hareketleri niçin devrimci neticeler doğurmak yerine kaosu ya da statükoyu derinleştirecek bir araca dönüşüyor? Bu soruyla bağlantılı bir başka önemli sual ise sokak hareketlerinin gerçekten ‘anti-sistemik’ olup olmadığı sorunsalıdır. Bir kaç ay önce Tayland’da geçirdiğim bir hafta boyunca, sokakları aylardır göstericiler tarafından işgal altındaki Bangkok’ta, darbe öncesi Kahire manzaraları vardı. Kaosun derinleştiği Tayland’da süreç yine benzer bir netice üretti. Bugüne kadar 19 darbe yaşayan Tayland, daha 2006 darbesinin yaralarını saramadan, geçen hafta, bir kez daha askerin yönetime el koymasına şahitlik etti. Bangkok’ta Siam meydanını dolduran kitlelerin arasına karıştıkça, rahat tavırlarının ve ciddiyetsizliklerinin, darbe öncesi Tahrir meydanından başka bir şeyi hatırlatması neredeyse imkansızdı. 

2005’te Lübnan’da başlayan ‘Sedir devrimi’, neredeyse aynı tarihlerde gerçekleşen Ukrayna ‘Turuncu devrimi’, Ortadoğu ve Kuzey Afrika isyanlarıyla ortaya çıkan ‘Arap Baharı’ ve son olarak Tayland farklı tecrübeler olmasına rağmen bazı benzer neticeler de üretti. Öncelikle bu hareketlerin başlangıçlarına göze çarpan iki unsur bulunuyor. Birincisi, sokağa taşacak kadar ‘büyük ve ciddi’ olması gereken bir gerilimin sahip olması gereken başı sonu belli bir siyasi dil üretmemesidir. Buna mukabil genel değişim talepleri, bağlamsız insan hakları söylemi, global sloganlar ve temenniler apolitik bir düzey oluşturacak şekilde siyasalı ikame ediyor. İkincisi ise hareketlerin lidersiz olması, dolayısıyla da sokaktaki enerjiyi netice alıcı bir şekilde meşru siyasi arenaya taşıyacak aktörlerden yoksun olmasıdır. Bu iki özellik, eylemlerin hayata geçtiği bütün ülkelerde, siyasal sistemin demokratikleşmesine katkı vermek yerine, mevcut sistemin istikrarsızlaşmasına ve demokrasiden daha fazla uzaklaşmasına yol açacak bir militarizme teslim ediyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yalçın Akdoğan / AK Parti’nin geleceği

Ağustos’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimiyle Türkiye yeni bir sürece girmiş olacak. “Cumhurbaşkanı kim olacak, Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa partinin başına kim geçecek ve Başbakan olacak, 2015 seçimlerinde AK Parti’nin durumu ne olacak” gibi sorulara verilecek cevaplar ülkenin geleceğini de şekillendirecek. Aslında AK Parti’nin geleceğinin ne olacağı sorusu ‘ülkenin geleceği ne olacak’ sorusuyla çakışır durumda. 

Meseleleri isimler düzeyinde tartışmak belki kaçınılmazdır ama varolan durumu tam olarak ortaya koymaz.

Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde AK Parti’nin gerileme yaşayabileceği ve siyasi türbülans oluşacağı tezi dayanaktan yoksun olduğu kadar, evham ve özgüven eksikliğinin tezahürüdür. Erdoğan’ın aday olup olmayacağı veya Gül’ün siyaset düşünüp düşünmeyeceği tamamen kendi takdirlerinde olduğundan bunun üzerinde spekülasyon yapmak şık olmaz. Ancak AK Parti’yi belli isimlere endekslemek, hem bu büyük harekete haksızlık olur, hem de 13 yıldır bu davanın yükünü omuzlayan insanlara saygısızlık olur.

AK Parti’yi zaman içinde dağılacak, kısa soluklu, zayıf ve kırılgan bir parti olarak görmek son derece yanlıştır. Bu büyük bir harekettir. 9 milyon üyeye sahip olan AK Parti’nin 1 milyon 774 bin üyeli gençlik kolları da, 3 milyon 867 bin üyeli kadın kolları da birçok partinin seçmeninden daha büyüktür. Bölgesel ilham kaynağı olan bir siyasi hareketi bahar rüzgarlarıyla dağılıp gidecek bir geçici heves gibi görmek büyük haksızlıktır. AK Parti içindeki devlet ve siyaset adamlarından her biri muhalefet liderlerinden daha deneyimli ve başarılıdır.

AK Parti’nin siyasi anlamı, temsil gücü ve başarı sebepleri doğru anlaşılmalıdır. AK Parti alternatifsizlikten desteklenen bir parti değildir. Toplumsal karşılığı olan, kitleselleşen, belli bir fikri zemine oturan hareketler diğerlerine göre daha kalıcıdırlar. Bugün topluma umut, özgüven ve heyecan aşılayan güçlü bir hareketi, rüşdünü ispat edememiş yeni yetme bir siyasi girişim gibi görmek hiç doğru değildir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / Bir 27 Mayıs yazısı: Amerika darbelere karışır mı hiç?

Bugün 27 Mayıs. Yabancı ellerin karışmasıyla ülkenin başına belâlar açan darbeler dizisinin ilki bugün 54 yaşını dolduruyor.

‘Yabancı eller’ sözcükleri ağzımdan çıktığında, birileri hemen, “Komplocu ne olacak” diye lâfımı ağzıma tıkmaya çalışır. Oysa, 1960’da Türkiye’de gerçekleşen darbe, Ortadoğu’da ve Güney Amerika’da CIA tarafından kotarılan askeri müdahalelerin ne ilkiydi, ne de sonuncusu oldu.

ABD’nin iktidar elitleri CFR örgütü tarafından yayınlanan Foreign Affairs (FA) dergisinin önümüzdeki günlerde piyasaya çıkacak son sayısında, Jack Devine adlı kıdemli bir CIA ajanının 11 Eylül 1973 günü Şili’de yaşanan ‘Allende darbesi’ ile ilgili ifşaatları yer alıyor. Yazının başlığı şu: ‘Şili’de gerçekten ne oldu: CIA, Allende’ye karşı darbe ve Pinochet’nin devreye girişi’…

Önce yalanla başlıyor yazı: “1973’te Allende’yi deviren darbe CIA ile Şili ordusunun işbirliğinde gerçekleşmedi.”

Oysa Amerikan adalet bakanlığı tarafından yayımlanmış ve darbe sonrasında ABD başkanı Richard Nixon ile dışişleri bakanı Henry Kissinger geçen telefon görüşmesine dair belge farklı bir ‘gerçeği’ anlatıyor: Nixon, bakanına “Darbede bizim elimiz belli olmuyor değil mi?” diye soruyor; Kissinger “Biz yapmadık zaten; biz sadece yardımcı olduk, şartları mümkün olduğu kadar biz hazırladık…” cevabını veriyor…

Aslında Nixon daha Allende iktidara gelir gelmez (1970) “Derhal darbe yapılsın” talimatını vermiş… Devine makalesinde yazıyor. Nixon CIA başkanı Richard Helms’i Beyaz Saray’a çağırıp vermiş bu talimatı; ‘Track II’ adı verilen operasyonun büyükelçiden ve diğer Amerikalı bürokratlardan gizlice yürütülmesini de istemiş…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kayahan Uygur / CHP 27 Mayıs’ta kendini astı

Ne Türkiye dünyanın dışında, ne de dünya Türkiye’den çok uzaktadır. 27 Mayıs’tan söz etmeden önce 1960’ta çevremizde neler olmaktaydı, hatırlayalım. 

Ocak 1960: Ürdün-İsrail hava çatışması 

Şubat 1960: Mısır’da Sovyet yardımıyla tarihin en büyük barajı yapılıyor, sulama sayesinde tarımda bir dev doğuyor. 

Mart 1960: Irak’ta Batı yanlısı Nuri Sait’i deviren Kasım, Sovyet yanlısı rejimi pekiştiriyor. Bölgesel NATO olan CENTO dağılma sürecinde. 

Nisan 1960: Petrol üreticisi ülkeler fiyatları kontrol amacıyla OPEC’i kurmaya hazırlanıyor. 

Mayıs 1960: İsrail lideri Ben Gurion Washington’da, destek istiyor. Amaç Suriye ve Mısır’ın oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne Sovyetler Birliği’nin silah yardımı yapmasını engellemek. 

Ve 27 Mayıs 1960: Bölgede yaklaşmakta olan ve Batı çıkarlarını tehdit eden Sovyet tehlikesine karşı NATO yanlısı da olsa sivil bir hükümetin yeterince mücadele edemeyeceğini düşünen ABD, asker yoluyla kontrol senaryosunu devreye soktu. 

27 Mayıs günü darbe bildirisinde şöyle deniyordu: ‘Girişilmiş olan bu teşebbüs, hiçbir şahsa veya zümreye karşı değildir… Kabineye mensup şahsiyetlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne sığınmalarını rica ederiz. Şahsi emniyetleri kanunun teminatı altındadır.’  Sonraki insanlık dışı davranışlar ve idamlar düşünüldüğünde, 27 Mayısçıların söylemlerinin ne kadar ikiyüzlü ve sinsi olduğu ortaya çıkar. 

27 Mayıs’ı savunanların kendilerini akıllı, başkalarını ahmak sanan çok kaba bir bahaneleri vardır. Darbenin kendisini ve darbeyi yapanları suçlamazlar da,  önceden gerekli politik uyanıklığı gösterememekle eleştirdikleri meşru hükümeti suçlarlar. ‘O da bunu yapmasaydı, böyle olmazdı’ şeklinde özetlenebilecek bir gerekçe.  Bu sinsi ve ikiyüzlülere son aylarda kendilerinin demokrat olduğuna herkesi inandırmayı başarmış olan birileri eklendi. 

Bu Pensilvanya goygoycuları “27 Mayıs benzetmesi yapan Başbakan’ın 26 Mayıs’taki Başbakan’a benzeme çabasını anlamakta zorlanıyorum” diyecek düzeydeler. Bir yerlerden cesaret almış olmalılar ki bunu 17 Aralık’tan iki gün önce söylemişler. Bu zevat  ‘Erdoğan’ın  Batı karşıtı söylemlerini’ dillerine dolayarak 27 Mayıs’ı özlediklerini  ifşa ediyorlar zaten. 

Evet, teorik olarak yeni bir 27 Mayıs tabii her zaman mümkündür, ordu içinden aklını yitirmiş birkaç kişi çıkabilir ama… yeni bir 28 Mayıs asla olmayacaktır. Başbakan’ı tehdit edenler dahil herkes hesabını ona göre yapmalı. 

28 Mayıs 1960’ta darbeye duyulan tepki sokaklara taşmadı belki ama vicdanlarda silinmez izler bıraktı. ‘Bu da olmaz’ dedirtti. 27 Mayıs döneminde gerçekte CHP kendini astı.  

ABD, 27 Mayıs’ta İstiklal Savaşı mirasçısı Atatürkçü çizgiyi  Türkiye’den tasfiye etme amacına da sahipti ve CHP’nin darbeyi desteklemesiyle bu  hedefine varmış oldu. 27 Mayıs’tan sonra CHP’nin serbest seçimlerle iktidara gelme ihtimali sıfırlandı. Eğer Ecevit 70’lerde kısmi bir seçim başarısı yakaladıysa, bu kendisinin ’12 Mart darbesi bana karşı yapıldı’ demesindendir. 

Bir cümle bile bazen çok önemli sonuçlar doğurabilir. İnönü, darbeyi kınayabilecek olanak ve otoriteye sahipti. O cümle eğer telaffuz edilmiş olsaydı, sonraki darbeler gelmezdi ve Türkiye 21’inci yüzyıla çok değişik girerdi.  Dahası, bölgede gelişen Sovyet etkisi bir denge durumu yaratabilir ve uyuyan dev, Türkiye o ortamda uyanabilir, zincirlerini kırabilir ve nehir yeniden yatağında akmaya başlayabilirdi. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Turgay Güler / Cemaat ‘Alamancı’ oldu haberiniz olsun!

Dikkatlerden kaçıyor! 

Birkaç kez gündeme getirdim. Bir kez daha altını çizmek gerek. 

Amerika’da sıkışan cemaat, yeni müttefikini buldu. 

Almanya! 

Vaktiyle Amerika, Türkiye’deki komünizmle mücadele derneklerini de Almanya’ya kaptırmıştı. 

Oysa onların kuruluşunda çok ciddi maddi-manevi desteği vardı! 

Almanya bu işi çok iyi biliyor. 

Müthiş bir strateji. 

Bu açıdan Almanya ve cemaat yakınlaşması, Türkiye açısından sanılanın da ötesinde çok tehlikeli! 

CHP’nin Almanya yakınlığı malum. 

Doğan Grubu’nun ki zaten biliniyor. 

Bir siyasi parti, bir büyük medya grubu ve şimdi de bir cemaat. 

Bu çok tehlikeli birlikteliğin Türkiye’nin başına açacağı belaları önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz. 

Tabii önlem alınmaz ise. 

Türkiye düşmanı Alman yazarlar, Zaman Gazetesi Avrupa tarafından transfer ediliyor. 

Gün geçmiyor ki Zaman Gazetesi, Türkiye düşmanı bir Alman ile mülakat yapmamış olsun. 

Erdoğan’ın Almanya ziyaretinin ardından Zaman, hiç vakit kaybetmeden Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir’in kapısını çalmış. 

Cevapları Erdoğan’ı hedef alacak ne kadar çanak soru var sormuşlar. 

Cem Özdemir, Erdoğan’a ateş püskürüyor. 

Diyor ki: 

 “Merkel sözü sarf edildiğinde salonun yuhalaması çok kötü bir izlenim bıraktı. Çok çirkin oldu. Bu hafızalarda kalacak. Bunun bedelini ödeyeceğiz.” 

Nasıl yani? 

Neyin bedelini ödeyeceğiz? 

Bir “yuh” için mi? 

Ne olacak? 

Almanya, oradaki gurbetçilere yönelik zulmünü daha da mı artıracak? 

Cem arkadaş, hani Almanya demokratik bir ülkeydi? 

Sizin Gauck buraya gelip, özgürlüklerden, demokrasiden söz etmişti. 

Başbakan’a küfreden, hakaret eden, sağı solu yakıp yıkanlara arka çıkmıştı. 

Bunun en temel demokratik hak olduğunu söylemişti. 

Erdoğan’a, “bunlara müdahale etme, tahammül et” diye akıl vermeye kalkmıştı. 

Özdemir arkadaş, seninki bir yuhalanmaya tahammül edemeyecekse kapatıp dükkânı gitsin. 

“Demokrasinin beşiği” Almanya’da bu nasıl bir tahammülsüzlüktür. 

Alt tarafı bir yuh yahu! 

Bitmedi, dahası da var! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Melih Altınok / Korktukları şey başlarına geliyor

Muhalefet, sandıkla iktidarı alma ihtimaline inancını kaybettikçe “Diktatör Erdoğan” retoriğini ikiye katladı. 

Zira muhafazakâr bir hareketin muhafazakâr politikalar “önerme” hakkının kendisine açıktan karşı duruşa “uniseks” bir kostüm giydirmezlerse içte ve dışta destek bulmaları çok zordu.

Medyada, siyasette ve sokak organizasyonlarında sistematik şekilde tedavüle sokulan “tek adam” söylemi, Gezi’de tavan yaptı. Mevzu, gündüz gözüyle “Paris komünü” düşleri gören bazı romantiklerin eliyle “bir haysiyet ayaklanması” şeklinde formülize edilip dünyaya da yayıldı. Halk sandık iradesine sahip çıkınca ve havalar da bozunca evlerine döndüler.

17-25 Aralık operasyonlarını ise, “oligarşinin halkın gözünü boyayan sosyal politikalarının ekonomik kaynağını kesme” amacıyla gerekçelendirdiler. Halkı için durumdan vazife çıkartan “cesur yargı” yönetime el koymaya kalkmıştı ancak “diktatör yamandı.” İçinde delil var denilen onlarca çuvalın açılmasına bile gerek duyulmayan bu yargı operasyonu da takipsizlikle sonuçlandı. Türkiye halkı, yüzde 46’ya varan bir oyla, 30 Mart seçimlerine zamanlanmış bu sansasyon bombalarını imha etti.

Ancak askerî vesayeti geriletmiş, Kürt barışını tahsis etme yolunda cesur adımlara soyunmuş ve sandık meşruiyeti tartışılamayacak bir siyasiye karşı başlatılan bu bel altı savaş hız kesmedi.

Böylesine bir ortamda, sinirleri sınanıp daha da sertleşmesi arzu edilen Erdoğan ise Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi düşmanlarını abandone edecek yeni bir politik söylem cephesi açtı. Barışa, demokrasiye ve sivilleşmeye dair politikalarını ısrarla yok sayıp, söylemleri kaşlarının çatıklığı ya da ses tonun sertliği üzerinden kritiğe tabi tutanların “diliyle” konuşmaya başladı. 30 Mart sonrası çıktığı balkonda söylemediği tansiyon düşürme adımlarını atmaya koyuldu.

Koç Grubu ile arasındaki buzları eritecek “jesti” gecikmiş olsa da yeni dönem için altın değerinde bir “normalleşme” hamlesiydi.

Cemaat çevreleri başta olmak üzere, “Erdoğan herkesle kavgalı” diye yakınanlar telaşa kapılıp bu sefer de “bu ne tevazu canım” diye söylenmeye başladılar. Koç ailesine sitemlerin bini bi para.

Erdoğan’ın, müzmin muhalefetin ellerini ovuşturarak yaptığı “Yine atar yapacak bizimki” tespitleri eşliğinde gittiği Köln’deki ters manyeli ise bir başka stratejik başarıydı.

Başbakanın AB kararlılığı, entegrasyon ve toplumsal barış temalı konuşması, içte ve dışta, yakındıkları halde gerginlikle var olanları hayal kırıklığına uğrattı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fahrettin Altun / Avrupa buhranı

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin önümüze koyduğu soru çok açık: Avrupa Birliği fikrinin sonuna mı geldik? 

Fransa ve İngiltere’de karşımıza çıkan seçim sonuçları oldukça çarpıcı. 

Fransa’da Ulusal Cephe (Front National) İngiltere’de Bağımsız Parti (UKIP) seçimlerin galibi oldu. 

Her ikisi de “ulusal çıkar”ın altını çizen ve “Avrupa Birliği” uygulamalarına ve dahası fikrine karşı olan “aşırı sağ” partiler. 

Avrupa Birliği projesinin devletin egemenliğinin devredilmesi anlamına geldiği kanaatindeler. 

AB dolayısıyla dayatılan politikaların ise çoğu kez ülke öncelikleriyle çatıştığını düşünüyorlar. 

Bu noktada, en hassas oldukları konu ise göçmen sorunu ve bu sorunun “ülke gerçekleri ve gereklilikleri” doğrultusunda çözülmesi gerektiğine inanıyorlar. 

Bu seçim sonuçlarını doğrudan ve tamamen İslamofobi’ye bağlamamak gerektiğini düşünenlerdenim. 

Ama yine de Avrupa’da İslam’ın durumu yaşanan bu sürecin, gelinen bu noktanın önemli gerekçelerinden biri olduğunu unutmamak gerek. Avrupa’da İslam konusunu dışarıda bırakırsak bu gelinen noktayı da anlamamız mümkün olmaz. 

O nedenle de Avrupa’da çok kültürlülük söyleminin geldiği noktayı da sorgulamamız gerekir. 

Fakat şu anda aslolan, Avrupa Parlamentosu seçimleri vesilesiyle konuşulması gereken, Avrupa’ya ve Avrupa Birliği fikrine ne olduğu sorusudur.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…