Gezi, IŞİD ve ‘Kötülüğün sıradanlığı’

Medya
Ali Bayramoğlu, Leyla İpekçi, Ayşe Böhürler, Mahir Kaynak, Ahmet Kekeç, Saadet Oruç, Mustafa Karaalioğlu, Fehmi Koru, Mahmut Övür, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Okan Müderrisoğlu, Engin Ardıç,&...
EMOJİLE

Ali Bayramoğlu, Leyla İpekçi, Ayşe Böhürler, Mahir Kaynak, Ahmet Kekeç, Saadet Oruç, Mustafa Karaalioğlu, Fehmi Koru, Mahmut Övür, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Okan Müderrisoğlu, Engin Ardıç, Okay Gönensin, Selim Atalay, Ruşen Çakır, Fuat Uğur ve Kayahan Uygur gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Saadet Oruç / IŞİD, trafik kazası bile yapmadan Musul’u nasıl ele geçirdi?

Dünya gündemine sadece birkaç günde oturdu. Önce hafta sonunda Irak’ta bir üniversiteye yaptığı baskınla gündeme geldi. Ardından sadece birkaç saatte Irak’ın en büyük ikinci kenti Musul’u ele geçirmesiyle… Irak Şam İslam Devleti örgütü (IŞİD), adeta “trafik kazası bile yaşanmadan” Musul’u ele geçirdi. Irak askerlerinin, “IŞİD’e ayak bağı olmamaya gayret ederek” Musul’dan kaçmaları kuşkusuz bu sürecin ana dinamiklerinden birisine işaret ediyor. Aynı ordunun IŞİD’in eline geçen Tıkrit’i anında geri alması da sözünü ettiğimiz ana dinamiğin sonuçlarından birisi. Burada Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin “talimatıyla” çatışmadan geri çekilen bir Irak ordusu sözkonusu. Musul’u adeta IŞİD’e hediye eden Nuri el-Maliki, büyük prestij kaybına uğrama adına bu adımı neden attı, bekleyip göreceğiz. Iraklı Kürtler, bu resimde kredibilitesini arttıran ve Ankara ile tartışmasız müttefik haline gelen taraf oldu.

IŞİD’in ilerleme süreci, sürdürülebilirliği olmayan bir formatta devam ediyor. IŞİD, Bağdat kapılarına dayandı. Musul ve Kerkük üzerindeki kontrolünü kaybeden, Tıkrit’i geri alan Bağdat yönetimi, bakalım başkenti nasıl koruyabilecek, bu da yine hafta boyunca izleyeceğimiz konuların başında gelecek.

Öncelikle IŞİD, Musul’u tek başına almadı uzman isimlerin yaptığı değerlendirmelere göre. Eski Baasçılar ve aşiretler de Musul’un “kazasız belasız” IŞİD’e teslim edilmesi sürecinde yolu açan aktörler oldular.

Kerkük’ten de çekilen Irak ordusu, belli ki bu kentin Kürtlerin eline geçeceğini hesaplayamamıştı. Zira burada belirli noktalarda ortaya çıkan geçici ittifakları gözlemlediğimizin de altını çizelim. Adeta bir bilgisayar oyunu hızında ilerleyen IŞİD ilerleyişinin, İran ve ABD gibi büyük aktörleri de hareketlendirdiğine dikkat çekelim. Öyle bir tablo oluştu ki…

Birden Suriye’deki çatışmalar askıya alındı gelen haberlere göre…

Türkiye hedef alındı…

İran ve ABD’yi aynı anda telaşlandıran ve harekete geçmelerini neredeyse tartışmasız hale getiren bir resim çıktı birkaç gün içinde…

Başkonsolosluk baskını

Türkiye’nin Musul Başkonsololuğu’na yapılan baskının hafta başını beklemeden gündemimizden düşeceğini düşünüyorum. Tartışılmaya devam edecek olsa bile, rehin alınan diplomatlarımız ve yakınlarının serbest bırakılabileceği yönündeki beklentiler yüksek. Belki de Cuma günü öğleden sonra yazdığım bu yazıyı Cumartesi günü okuduğunuz sıralarda diplomatlarımız memlekete dönmüş olacaklar.

Olayın uzamasının nedenini anlatmadan önce, toz duman arasında gözden kaçan bazı detayları anımsamakta fayda var. Öncelikle, başkonsolosluğu koruyan Özel Harekatçıların IŞİD’in bomba tehdidi ile kapıyı açtıkları ve üzerlerindeki silahları teslim etmediklerinin altını çizelim. Bu önemli bilgiyi hafta içinde STAR’da okudunuz. Aileleriyle birlikte konsolosluk binasından çıkarılan diplomatlarımızla son ana kadar iletişimin sürdüğü ve sağlıklarının da iyi olduğunu ekleyelim. Rehin olayının gerçekleştiği ilk gün, diplomatlarımız serbest bırakılacakken, IŞİD üyelerinin kendi aralarındaki bir uzlaşmazlık sonucu serbest bırakılma olayı gecikti aldığımız bilgilere göre. Bu gecikmeye neden olan uzlaşmazlık da, Türkiye ile yapılacak pazarlıklar üzerineydi. “Fidye istensin mi?”, “Sınırda mı teslim edilsin?” çerçevesindeki tartışmalarda kendi içinde tutum belirleyemeyen IŞİD, başkonsoloslukta rehin aldığı Türkleri serbest bırakma prosedürünü uzattı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kayahan Uygur / Gezi, IŞİD ve ‘Kötülüğün sıradanlığı’

Geçen hafta ‘Yahudi kendinden nefreti’ konusuna ve ‘beyaz Türklerdeki benzer bir eğilime değindim. Bu hafta ise ünlü filozof Hannah Arendt’in (1906-1975) ortaya attığı ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramını ele alacağım. 

6 milyon Avrupa Yahudisi’nin ölümünden sorumlu olan Nazi savaş suçlusu Adolf  Eichmann 1960 yılında yakalandı ve İsrail’de yargılandı. Duruşmaları izleyen Arendt şu soruyu gündeme getirdi: Nasıl olmaktadır da günlük yaşamında herhangi birinden farkı olmayan bir insan belli koşullarda ‘insanlık dışı’ eylemler yapabilmektedir?  Çok sıkıcı, sıradan ve olağan, hırslı ve görev düşkünü Eichmann gibi birinin kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulaması ve iyi ile kötüyü birbirinden ayıramaması ne anlama gelir? 

Hannah Arendt şöyle demektedir: İnsanlık dışı olma durumu herkesin özünde bulunabilir. Öyle koşullar oluşur ki, insan düşünmeye ara verir. En canavarca işleri yapanlar ile ‘ben işte bunu yapamam’ diyenler arasında pek de fazla fark görülmeyebilir. ‘Kötülüğün sıradanlığına’ düşmemek için totaliter ortamlarda da, kapitalizmin kültürel bunalımı içinde de iyi ve kötü kavramları üzerinde düşünmeye devam edilmelidir. 

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örneğini ele alalım. Irak halkı,  İran savaşının başladığından beri tam 34 yıldır savaş halindedir. Özellikle içinden Saddam’ın çıktığı Sünni kesim, ABD işbirlikçisi hükümetlerin yoğun baskısına uğramış ve totaliter düşüncenin etkisi altına girmiştir. İslam geleneği yerini her şeyi ya siyah ya beyaz gören Manicilik etkisine bırakmıştır. Sonuç, birkaç ay öncesine kadar tarlasında çalışan köylünün canavarca eylemler gerçekleştiren birine dönüşmesidir. Irak’ta ABD’nin yarattığı ortam ve çok sayıda insanın düşünme yetisini bırakması kötülüğün sıradanlaşmasına yol açmıştır. 

IŞİD’in Musul baskını ve temsilcilerimizi kaçırma olayından sonra Türk medyası bu örgütün korkunç eylemlerinden söz etmiş ve bu kadar vahşetin nasıl yapılabildiğini sorgulamıştır.  İşin ilginci bu sorgulamayı yapanlar arasında gezi eylemini destekleyen aydınların, hatta geziyi organize eden aşırı sol yayınların da bulunmasıdır. O zaman şu soruyu sorma hakkı doğuyor: Acaba sizin ortalığı savaş alanına çeviren, otobüs yakan, molotof atan, gençlerin ölümüne yol açan eylemcileriniz çok mu masumdu? 

Gezi’ye damgasını vuran örgütlerin çoğunun içinden çıktığı cephe örgütü 1970’lerde İsrail Başkonsolosu Elrom’un katledilmesi, 12 yaşındaki bir kız çocuğunun rehin alınması ve İngiliz teknisyenlerin Kızıldere’de kaçırılmasıyla tanınmıştı. Bu örgütün hayatta kalmış eski yöneticileri, bir küçük özeleştiri bile yapmadan insanlara pasifizm, demokrasi ve hümanizm dersleri verebiliyorlar, biber gazından rahatsız oluyorlar. 

Peki, 1972 yılında İngiliz teknisyenlerin kaçırılmasıyla, 2014 yılında Musul’daki kaçırılma olayı arasında ne fark var? 

Gerçi sorun o da değil, şudur: Uyumakta olan 60 yaşındaki bir adamın şakağına ateş ederek öldürebilecek ruh haline sahip bir gezici delikanlı var mıdır? Bence yoktur. Umarım yoktur. Ama geçmişte totaliter düşünce belli koşullarda gençleri buraya sürükleyebilmiştir. Gezi eylemcilerinin de aynı potansiyele fazlasıyla sahip oldukları Elrom’u öldürenlerin sloganları, bayrakları ve resimleriyle yürümelerinden bellidir. Oligarşi medyası bu imajları günler boyu yayımlayarak kötülüğü sıradanlaştırmıştır. 

Gezi eylemcilerine ilham kaynağı olan örgüt ile, ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramına ilham kaynağı olan Adolf Eichmann arasında  önemli bir bağ var. Örgütün uyurken katlettiği Elrom, 1960 yılında Eichmann’ı yakalayan ve sorgulayan ekipte yer almıştır. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Selim Atalay / İşte kabus senaryonun gerçeği

Batı’nın, NATO ülkelerinin 1980’lerdeki en kâbus senaryosu idi: Ortadoğu’da petrol bölgelerinin batı-karşıtı bir devletin eline geçmesi… Askeri tatbikatlarda ve masa üstü strateji denemelerinde olay yeri hep aynıydı: Basra Körfezi… Belki resmen isim verilmezdi. Ama, bölgenin Batı yanlısı küçük emirliklerini taciz edip, sarsıp, petrol arzıyla oynayıp, akışı aksatıp, fiyatı yükselterek batı ekonomilerini sarsacak, hasım ülkenin İran olduğunu bilirdi.

Herşey 1979 İran Devrimi’yle başlamıştı. İran, devrim sonrasının en keskin havasıyla devrim ihracı derdine düşmüş, çevrede Şii azınlığı olan ülkeleri korkutmaya başlamıştı. Petrol bölgelerinde hep bir Şii azınlık vardı, dışarıdakiler de, içeridekiler de bu azınlıkların beşinci kol olması ihtimalinin farkındaydı. Devrimci İran siyaseten bu ülkelerin istikrarsızlık unsuruydu. Coğrafya olarak da İran, petrol arazisi Basra Körfezinin kilidi  Hürmüz Boğazını tutuyordu. Hürmüz Boğazından petrol tankeri trafiği aksarsa, durursa, Batının kalbine kan gitmeyecekti. Üstelik tek sorunlu bölge Hürmüz Boğazı da değildi. Kızıldeniz ve Süveyş Kanalının da açık kalması gerekiyordu.

Bu hesaplamalar ve kaygılarla ve de süren ‘Soğuk Savaş’ın rüzgarıyla Süveyş Kanalı ile Hürmüz Boğazı arasındaki Ortadoğu’ya bir benzin istasyonu gibi bakıldı. Bölge NATO sorumluluk alanı dışındaydı, ama NATO’nun bu istasyona en hakim ülkesi Türkiye idi. İstasyona bir hal olmaması ve de hasım tarafın ani hareketine karşı koymak için ABD Çevik Kuvvet denen orduyu kurdu. Çevik Kuvvet, Acil 155 mantığıyla hareket edecek ve hava indirmesiyle sorunlu bölgeyi koruyacak esnek yapıdaydı. Ve harekat planlarında hep Türkiye de vardı. Çevik Kuvvet daha sonra merkezi Florida’daki Merkez Komutanlığına dönüştü. Bu gelişmelerin yan unsurları Moskova’nın Afganistan’ı işgali, İran devriminin durdurulması için Batı desteğiyle Saddam Irak’ının İran’a saldırmasıdır.

Dememiz şu ki, son günlerde Irak’ta yaşananların toplamı, ABD ve NATO’nun 1980’lerdeki kâbus senaryosunun tam kadroyla gerçekleşmiş hali. Petrol bölgesi Irak batı karşıtı hasım güç tarafından ele geçiriliyor. Basra Körfezinin karşı kıyısını tutan İran bu çatışmaya taraf olarak Irak’a giriyor. Şii unsurlu Irak, Şiilerin çoğunluk yönetimine girmiş. Batı karşıtı hasım güç İŞİD hem fanatik unsurlardan hem de Irak’ta dışlanıp kendi derdine düşmüş Sünnilerden besleniyor. Bu kargaşada petrol üretimi de olmaz, ihracatı da… Üstelik Sünni Şii Kürt İŞİD derken, Irak’ta çok uzun sürecek kargaşaya ve istikrarsızlığa yol açılıyor. Suriye’yi zaten unuttuk. Orada petrol yok. Batı’nın kendi çıkar penceresinden bakınca, Irak’ın güney sınırında Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın petrol bölgeleri var. Bu iki ülkenin bir anda İran ile komşu olması, üç vakte kadar bu ülkelerde istikrarsızlık- demek.

Irak’ta bundan sondaki kargaşa doğrudan dünya petrol fiyatını yükseltir. ABD başta dünya ekonomisi yüksek petrol fiyatına dayanıklı değil. Özellikle ABD’de yüksek petrol fiyatı zaten zayıf olan büyümeyi sakatlayıp Obama Yönetimini zora koşar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahir Kaynak / Provokasyon dönemi

Bundan sonra neler olabileceğini tahmin için iki yol vardır. Birincisi son olayları incelemek ve bunun nereye doğru gideceğini tahmin etmektir. Diğer yol herhangi bir olay yaşanmadan olayları kontrol edecek güçlerin politikalarını ve bunu nasıl gerçekleştirebileceklerini tahmin etmek ve buna göre tedbirler almaktır. Ben ikinci yolu kullanırım. Öncelikle yapılması gereken iş, önümüzdeki dönemde bölgede etkin olan güçlerin hedefini tahmin etmek ve tedbirleri buna göre almaktır. Ancak bu yol pek kullanılmamaktadır, çünkü henüz önümüzdeki günlerde neler olacağını belirleyen görünür bir eylem yoktur ve bu nedenle de tahminin dayanacağı hiçbir somut delil olmadığı düşünülür.

Provokasyonun amacı karşı tarafın tepki göstermesi ve bunun intikamını almayı düşünmesidir. Provokasyonu yapan taraf karşı tarafı yönlendirmek ve onu zora sokacak eylemler yapmasını teşvik etmek ister. Mesela son bayrak indirme olayı önemiyle mukayese edilmeyecek tepkilere yol açmıştır. Bu da provokasyonda izlenen metodu göstermektedir. Şöyle ki provoke edilen tarafın en önem verdiği değerlere zarar vermek ve halkın planlanan düzeyde hareket etmesini sağlamaktır. Bir askeri  alana girmek ve oradaki bayrağı indirmek sadece bir gücün eseri olamaz ama gizli işler yapan ya da bu amaçla kullanılan kişiler tarafından yapılır.

Planlayanın amacı halkın buna tepki göstermesi ve karşılığının verilmesini istemesidir. Yani provokasyon yapanların bir diğer amacı da kendisine karşı hiçbir tedbirin etkili olamayacağını göstermesidir. Bunun iki metodu vardır. Birincisi dışarıdan birini bu konuda yetenek ve duygu açısından eğitmek ve kullanmak. İkincisi saldırılan yapı içindeki birini bu iş için kullanmaktır. Bu kişiyi eğer saldırı için kullanmak isteseydiniz düşmanlık duyguları olan birini seçmek gerekirdi. Oysa bayrak indirmek kişisel gaddarlığın işareti değildir ve yönetime karşı olan herhangi birisi tarafından  bile yapılabilir. Bu olaydan şöyle mantıksız bir sonuç da çıkarılabilir: Mevcut yönetim tüm imkanlarına rağmen bayrağını koruyamamıştır denir ve bu siyasi bir farklılık nedeni bile olabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mustafa Karaalioğlu / Musul’da olmasaydık, Ortadoğu’ya hiç girmeseydik. Ne mutlu olurduk!

Hem Kuzey Irak petrolünü isteyeceğiz, hem de Musul’da olmayacağız. 

Hem ihracatı patlatacağız, hem de Ortadoğu’dan kaçacağız.

Hem enerji yollarının merkezinde olacağız, hem de bölgeye dönüp bakmayacağız.

Hem Kürt sorununu çözmek iradesi koyacağız, hem de Hakkari’den aşağıda işimiz olmayacak.

Hepsini birden isteyeceğiz, hiçbiri için parmağımızı oynatmayacağız!

Çaba sarf etmeden, risk almadan, yorulmadan, üstümüz başımız kirlenmeden diplomasi yapacağız. Bilelim ki böyle bir dünya yok.

Hem 76 milyonu zenginleştireceğiz, hem de eski ittifaklarla yetineceğiz öyle mi?

ABD, Fransa, İngiltere, İsrail sessizce gelip hasadı toplayacak biz ise “adımız çıkmasın” diye bakınıp yutkunacağız…

Hayır, bu risk alınacak, bu bedel ödenecek, o coğrafyada alan genişletilecek. Musul’da konsolosluğunuz yoksa, Kuzey Irak’ta esameniz okunmaz.

Mısır’da demokrasiden yana tavır koymazsanız, Arap sokağında yüzünüze bakan olmaz.

Suriye’de diktatörü düşmedi diye rotayı Şam’a kırarsanız, ne şarkta ne garpta lafınızı dinleyen çıkmaz.

100 yıldır terk ettiğimiz topraklara geri döndük diye hemen ertesi sabah bütün meyveleri toplayacak da değiliz. Böyle bir imkan olsaydı, diplomasiye gerek olmazdı. Herkes istediğine bugün küser yarın barışır yoluna devam ederdi. Ama öyle değil.

Aslında Türkiye’yi eleştirenler, Ahmet Davutoğlu’nu yerden yere vuranlar ve mesela Amerika’yı alkışlayanlar da bunu pekala bilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / Böyle tartışma olmaz

Dış politika dinamik değil de durağan bir zeminde belirleniyor olsaydı, sadece ülkeler değil dünya da keyifle yaşanılır bir öngörülebilirliğe sahip olurdu.

Öngörülebilir bir dünyada en rahatsızlık çekecek grubu tahmin etmek de zor değil: Gazeteciler, ekmeğini yazarak kazananlar… Özellikle de bizim ülkemizin gazetecileri ve yazarları…

Musul’un IŞİD militanları tarafından alınması ve bir sonraki hedefin Bağdat olarak ilânı birkaç gündür medyada köşeleri tutanları yeniden heveslendirdi. Kimi kibar bir üslupla, kimi en kaba ifadelerle, hükümeti ve dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nu suçluyor… Gelişmeyi öngöremedikleri için…

Hükümetlerin dış politika tercihleri elbette eleştirilebilir; ama eleştiriyi hak eden yönleri… Yoksa Musul’da kendini gösteren oldu-bittiye bakarak dış politikayı yerin dibine batırmanın bir mantığı yok…

Irak’ın ikinci büyük kentinin ‘başıbozuk’ bilinen bir güruh elinde bu denli çabuk düşeceğini öngörememek bir kabahat ise, Türkiye, ülkeler sıralamasında herhalde ilk sırada yer almaz… Türkiye IŞİD’in Irak içinde ilerleyeceğini bilmiş, bilmiş ki görüşme başlatmış; ancak ilerleyenlerin Musul’daki tek yabancı misyon olan Türkiye başkonsolosluğunu işgal edebileceğini ve diplomat statüsündeki görevlileri gözaltına alabileceğini hesap edememiş…

Kimin hesabı doğru çıkmış ki? IŞİD’in eline geçen 429 milyon doları bankaların Musul şubelerinde tutanların mı?

Olan bitenlerin en büyük sorumlusuolduğu kesin ABD’de, yazan çizenlerin aklına, sorgulayıcı parmaklarını dünyanın başına bu gâileleri açan George W. Bush’u veya Irak’tan askerini çekerken merkezi hükümeti Nuri el-Maliki gibi ‘mezhepçi’ bir başbakana bırakan Barack Obama’yla dışişleri bakanları Clinton ve Kerry’yi hesaba çekmek nedense gelmiyor…

Bizde de faturayı gerçek sahibine çıkarmayı düşünen pek az. Düşünmeye başlasalar, ABD’nin bölgeyi işgal planına alkış tuttukları için, önce kendilerinin suçlanacağını biliyorlar çünkü…

Türkiye ‘oyun kurucu’ bir ülke değil; yani, gelişmeleri etkileyecek gizli-kapaklı entrikalarla dış politika yürütmüyor. Son oldu-bittide de ortaya çıktığı üzere, dış politikamız, meydana gelen olaylara olduktan sonra tavır belirlemekle sınırlı. Dış politika geleneğimiz böyle bizim ve Ak Parti hükümeti söylem değişikliğine gitmiş olsa da, bu geleneği değiştirici adımlar atmadı.

Dünyada dış politikayı istihbarat oyunlarıyla birlikte yürüten az sayıda ülke var ve bölgemizde sahneye konulan, onların kurgusal planları oluyor. Planlar da, tahmin edileceği üzere, statik değil değişken ve bir yerde ayakları sürçse bile, ardından alınan tedbirlerle, çoğu kez orijinal plana dönülüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fuat Uğur / Ya Lahey Adalet Divanı ya da fiili durum… TÜRKİYE’NİN SURİYE’DE UNUTULAN TOPRAKLARI

Herkesin bildiği on dönümlük Süleyman Şah Türbesi değil sözünü ettiğim. Dediğim gibi.

Unutulan, hatta unutturulan topraklar.

Kemalist devletin kişiliksiz dış politikaları sonucu görmezden gelinen Türkiye Cumhuriyeti toprakları.

Yaklaşık 8 milyon 500 bin dönüm.

Yani 10 bin kilometrekare.

Kıbrıs’tan daha büyük bir toprak parçası. 

Nasıl olur?

Flash back yapalım.

Kurtuluş Savaşı yılları. 1921’in 9 Haziran’ı. Ankara’da her zamankinden farklı bir hareketlilik yaşanmaktaydı. Bir yıl önce kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti ilk anlamlı uluslararası anlaşmasını imzalayacaktı. Fransız hükümeti, temsilcisi Franklin Bouillon’u (Franklen Buvyon) göndermiştir. Bouillon, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal, Fevzi Paşa (Çakmak) ve Mustafa Kemal ile görüştü. Ancak Kurtuluş Mücadelesi halen devam ettiğinden bir geçici anlaşmayla yetinildi. Fransa bekleyip görmeyi tercih etti.

Nihayet, Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılmasının ardından Franklin Bouillon yeniden yola çıktı ve bu kez 20 Ekim 1921’de Ankara Anlaşması imzalandı.

Anlaşmanın tarafları Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Fransa idi.

Bugünkü Suriye topraklarının sahibi olan Fransa ile Güney sınırımızı belirleyen Ankara Anlaşması’nın en can alıcı yanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Misak-ı Millî sınırlarının öte tarafında kalan ve o tarihlerde Fransa’ya ait olan bugünkü Suriye toprakları üzerindeki haklarını kapsaması. Bu da 13. Maddeye tekabül ediyor.

Okuyalım:

Madde 13)Madde 8’de belirtilen hududun her iki tarafında oturan yerli ve yarı göçebe halk buradaki otlaklardan faydalanacak veya emlak, araziye sahip bulunanlar eskisi gibi haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Bunlar işletme ihtiyaçları için serbestçe ve hiçbir gümrük veya otlak resmi ve ne de başka bir resim vermeksizin hayvanlarını, araçlarını, tohumlarını ve bitkilerini taşıyabileceklerdir. Bunlara ait vergileri oturdukları memlekette ödemeleri kararlaştırılmıştır.

Yani, Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olup da Suriye’de toprağı, emlâkleri bulunan bir kişi, Suriye’deki mal varlığı üzerinde her türlü tasarrufu yapabilecek, çalışıp mal ve hizmet üretecek ama tek bir vergi ödemeyecek. Kazançlarının vergisini ise sadece Türkiye’de verecek.

Aynı hak Suriye vatandaşı olup da Türkiye tarafında gayrimenkul ve mal varlığı olanlar için de geçerli.

Şimdi realiteye geçelim. Bugün durum ne?

Suriye vatandaşlarının Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki mal varlığı yalnızca 60 bin dönüm.

Türkiye vatandaşlarının bugün artık geçerliliğini yitirmiş Suriye sınırlarının içinde kalan mal varlığı ise yukarıda da yazdığım gibi yaklaşık 8 milyon 500 bin dönüm. Yani 10 bin kilometrekare.

Zurnanın zırt dediği yer bundan sonrası.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Sorumlu Türk dış politikası ve Davutoğlu mu?

Kimi kesimlerdeki AK Parti takıntısı malum. Saf ideolojik muhalefet, lider takıntısı olanı anlama ve anlatma niyetinden de kabiliyetinden de son derece uzakta duruyor. Ülkedeki pek çok siyasi gelişme bu cenderede algılanmadan, kavranmadan araçsallaşarak siyasi bir tahrip bombası haline dönüyor.

Bugün güney sınırımızda yaşanan gelişmeler de benzer bir işlemden geçiriliyor.

Irak ve Suriye’de yaşanaların tek sorumlusunu, Türk dış politikası ve Ahmet Davutoğlu ilan etmek son günlerde en kolay ve en sık yapılan iş.

Üstelik bunu 2003’te ABD’nin Irak’a müdahalesinin, Türkiye’nin tezkereyle bu savaş oyununa katılmasının keskin savunucularının, hatta lobicilerinın yapıyor olması ayrıca ironik bir durum oluşturuyor.

Bugün Irak’ta yaşanan gelişmelerin başlangıç noktası 2003 tarihli ABD işgalidir. Irak toplumsal dokusunun mezhebi ve etik parçalarına ayrılmasının, El Kaide tipi örgütlerin bu kaos alanında cirit atmaya başlamasının tek sorumlusu Bush politikalarıdır. Afganistan’da Taliban’ı, Irak’ta IŞİD’i üreten, IŞİD’i besleyen bu politikalardır.

Bu tablo Türk dış politikasının yanlış ve eksiklerini görmezden gelmeyi elbette gerektirmez.

Ancak krizi tümüyle bu politikaya faturalandırmak, Suriye konusunda Batı’nın umursamaz tavrını, Körfez ülkelerinin keskin tutumunu görmezden gelmek, sadece iç siyasetteki kutuplaşma üzerinden iktidarı yıpratma gayretini öne almak ahlaki bir tutum değildir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Leyla İpekçi / Kalbin kemali ile toplumsal mutluluk arasındaki bağ

Geçtiğimiz günlerde üç toplumbilimcinin konuşmasına tanık oldum. Bir mutluluk araştırmasının sonuçları üzerine yorum yapıyorlardı. Neden ülkemizde insanların mutluluk katsayılarının Avrupa’daki oranların en tepesinde çıktığını tartışıyorlardı. Ve bunu insanların tembel, konforuna düşkün, iddiasız, hırssız, rekabetten kaçmaya meyilli oluşuna bağlıyorlardı. Verilenle yetinen, razı olan, hayalgücünü çalıştırmayan, daha fazlasını talep etmeyen insanlar elbette mutlu olduklarını söyleyeceklerdir diyorlardı.

Açıkçası nutkum tutuldu. Bizimkisi gibi karmaşık unsurlardan oluşan, çok dinamik bir toplumdaki ortak bir yaklaşımı anlamaya çalışırken bir dönem ‘Amerikan rüyası’ olarak ‘norm’ kabul edilen ve rekabet/ başarı ilişkisini veri alan bu davranış kalıbına toplumsal hissî arka planımızı olduğu gibi uyarlama çabası pek isabetli gelmedi.

İnsanların sebep sonuç ilişkilerinin ötesine bakıp Rezzak olan’dan istemeyi bilmesi, rızkının peşinden koşup başkasının hakkını yemekten imtina etmesi, şikayet etmek yerine yetinmesi, Rabbinden razı gelmesi bu davranış kodlarına bu topraklarda izini düşüren ‘tekke terbiyesi’ne bir göndermeydi aslında. Nefsin merhalelerini kat ederek tevhid hakikatini gerçekleştirebilen, ‘külli ben’likle buluşabildiği oranda ben/ sen ve O’yu ‘biz’ olarak kodlamanın ipuçlarını barındıran bu ‘içsel tecrübe’yi göz ardı ediyordu sosyologlar. Ve kısaca şunu demeye getiriyorlardı: ‘Bu insanlar eğitimsiz. Rekabet ve başarıdan habersiz, aşırı mülayimler ve mutlu olduklarını sanıyorlar. Oysa çok mutsuzlar!’

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ayşe Böhürler / Toplum / servet / paradigma yönetiminde İslam

İslam tarihini sadece peygamberimiz ve dört halifenin hayatı odaklı öğreten bir din eğitimimiz var. İslam ile tarihsel İslam’ın ortaya çıkarttıkları arasındaki farkı kavrayamayışımızın nedenlerinden birisi belki de bu. İslam’ı tarih ölçekli, gerçekçi bir okuma ile ele almadığımız için bölgedeki fay hatları ve dengeler bir türlü bize yol işaretleri oluşturamıyor. Romantikliğin yanı sıra nostaljik İslam anlatısı İslam coğrafyasına ilişkin algılarımızı etkiliyor. Arap dünyası derken Asr-ı Saadet bilgi ve algısının ilerisine gitmeyen bilgilerimiz… Kutsal metin kabulümüzdeki çeşitlilik ve tarihsel İslam’ın ortaya çıkarttığı metinleri dahi kutsal kabul edip sorgulamadan uzak duruşumuz… Bölgeyi ve bugünkü İslam anlayışını şekillendiren tarihi gelişmelere olan ilgisizliğimiz… İslam’ı sadece kıssalar etrafından öğrenmenin bizde oluşturduğu manevi sarhoşluğa teslim oluşumuz… Ve daha birçok sebep bizi bu bölgenin sorunlarına yabancı kılıyor.

İslam tarihini genç yıllarımda farklı kaynaklardan sıkı bir ekip ile okumanın yanı sıra bu coğrafyada yaptığım seyahatler, bizim önem atfettiğimiz pek çok şeyin başka millet ve kültürler açısından önemli olmadığını görmeme neden oldu. Bu farklılıkların kaynağı üzerine yapmayı istediğim söyleşilerden birisini ilahiyat ve felsefe eğitimini birleştirmiş bir akademisyenle Kırklareli Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sadık Türker ile gerçekleştirdim. Yakında yayınlanacak olan röportaj öncesinde, bu tartışmalara katkı sunan birkaç yorumunu aktarmak isterim.

…İslam ne Bizanslı ne de Sasani taraftarı olmayan bir kabilenin mensubuyla ortaya çıkmış bir dindir, bu başlı başına bir mesajdır. Yani ne doğuludur ne de batılıdır. Ya da hem doğuludur hem de batılıdır. Böyle olması gerekirdi ama böyle olmadı. Ne doğunun ne de batının paradigmasını kullanmak zorunda değildi, kendine özgü bir paradigma yaratabilmeliydi. Kur’an’ın farklı ayetlerinde geçen ‘La şarkiye vela garbiye’ ne doğulu ne batılı, yine bir başka ayette hem doğulu hem batılı lafzı bunu teyid eder.’

‘Manevileşme olgusu İslam’ın tarihsel olarak düçar olduğu bir problemdir. Tarihsel İslamın ana özelliğidir. Tarihsel İslam, İslamdan kesinlikle farklı bir şeydir.’

‘…Ümmet kavramı aşırı idealist ve hatta ütopik bir kavram. Çünkü Hz. Muhammed’in hayatta olduğu zaman dışında hiçbir zamanda ümmet kavramı gerçekleşememiştir. İslam’ın özüne dönmek için 661 yılının öncesine dönülmesi gerekir. O dönemle ilgili temel kavramların sorgulanması gerekir ki ben bunları üç ana kavramda özetliyorum; toplum yönetimi, servet yönetimi ve paradigma yönetimi. Bu konularda gerçekçi bir teoriye kavuşmadan İslam kimlikli herhangi bir yapının sağlıklı, tutarlı bir yapıya kavuşması beklenemez.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Kekeç / IŞİD hakkında bilmek istemedikleriniz

BİR- IŞİD örgütünde savaşan Türkiyeliler varmış… IŞİD örgütünde savaşan Kanadalılara ne buyuracaksınız? Örgütte ayrıca çok sayıda Alman, Fransız ve Amerikan vatandaşı var… Rus bile var. Bu neyi değiştirir ki? 

İKİ- Irak yönetiminin idam cezasına çarptırdığı Haşimi’nin olup bitenlerden sonra sevinç naraları atması, Haşimi’yle IŞİD örgütü arasındaki organik ilişkiye işaret etmez… Cahil cahil konuşacağınıza, Haşimi’nin ne dediğine bakın.

ÜÇ- Saddam yanlıları, sokaklarda IŞİD lehinde nümayişler yapıyor… Örgüt, Saddam’ın vatanı olan Tıkrit’i de ele geçirmişti ama halk son derece memnun. Türk matbuatının cahil kesimi“Neden böyle oldu?” sorusunu sormayacak mı?

DÖRT- Hasan Cemal, IŞİD’in bir “sonuç” olduğunu düşünüyor… Suriye politikalarımızın bir sonucuymuş.

BEŞ- Obsesif kompulsif ağabeyimiz aynı zamanda safmış… “Cahil” demek istemediğim için “saf” diyorum. IŞİD bir sonuçtur ama Hasan Cemal’in zannettiği “şey”in sonucu değildir…“Irak Gezi”sinin sonucudur.

ALTI- “Haydaaaa… Irak Gezi’si de nerden çıktı?” diyecekler, önce Haşimi’nin açıklamalarını okusun, sonra da merkezi hükümetin (yani Maliki’nin) yönetim anlayışına baksın.

YEDİ- Amerikan işgalinden sonra Irak üçe bölündü: Sünni Kürt bölgesi, Şii bölgesi ve Sünni Arap bölgesi olmak üzere… Şiiler ve Sünni Kürtler temsil imkânı buldular ama Sünni Araplar yönetimden dışlandı… İran’ın Basra üzerindeki nüfuzu ve Maliki’nin yönetim anlayışı da bu süreci hızlandırdı. Bugün kendilerini dışlanmış hisseden Sünni Araplar “isyan” halinde… Ülkenin birçok bölgesinde gösteriler yapılıyor. IŞİD, işte bu isyana monte etti kendini. Çok sayıda taraftar buldu, aşiretlerin desteğini aldı ve giderek güçleniyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahmut Övür / Türkler ve Kürtler

Türk-Kürt ittifakı, çözüm süreciyle birlikte daha çok konuşulmaya başladı ama geçmişi bir hayli gerilere uzanıyor. 

Kast edilen de sadece Türkiye’deki Kürtler değil, bölgedeki tüm Kürtler. 

Irak’ta ortaya çıkan IŞİD gerçeği bu konuyu bir kez daha gündeme getirdi. Peki, Kürt siyasi aktörleri bu duruma nasıl bakıyor? 

Eski PKK’lı yeni BDP’li bir siyasetçi şöyle diyor: 

“Peşmergeler bu tehlikeye karşı hazır olduklarını PKK de destek vereceğini açıkladı. PYD’nin düşüncesi de farklı değil. Ancak şunu söylemek gerekiyor, Kürtler bu sürece Türkiye’den ayrı bakmıyor.” 

Bugünlerde bölgede yaşayan Kürtler arasında en çok bu konu konuşuluyor. Zaten bölgede yaşayan Kürtlerin Türkiye’ye sempatisi de biliniyor. Bunu yapılan kamuoyu araştırmaları da doğruluyor. 

Belki de bu yüzden eski PKK’lı siyasetçi şöyle devam ediyor: 

“Mevcut koşullar Türkiye ile Kürtlerin birleşmesini zorluyor. Bunu PKK de PYD’de de istiyor. Çünkü Kürtlerle Türkler ortak bir tarihsel geçmişten geliyor. Bölgede büyük devlet olmanın, dünyada da söz sahibi olmanın tek yolu bu…” 

Kürt siyasilere göre, içinde çatışma riski barındırsa da IŞİD’in bölgeyi sarsan çıkışı bu tercihin önünü açıyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Meğer Irak’ta da durum çok karışıkmış

Hiç düşündünüz mü? Eğer Musul’daki Türk Konsolosluğu personeli IŞİD militanları tarafından rehin alınmasaydı, Irak’ta neler olup bittiği ile böylesine ilgilenir miydik? Irak’ın ikinci büyük kenti Musul’da sadece Türk Konsolosluğu bulunduğunun farkında mıydık? 

Ya da dünyada ne olursa olsun bazılarımız için bunlar, iç siyasette kullanılabilir olmaları ölçüsünde önemli değil midirler? Bu açıdan yanı başımızdaki Suriye ile okyanus ötesindeki Brezilya bize aynı uzaklıkta değiller mi? 

Oysa hemen her gün Irak’ın çeşitli kentlerinde bombaların patladığı, günde 60-70 kişinin sabotajlara kurban olduğu haberleri geliyordu… Başbakan Maliki’den kaçan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye’ye sığındığını hatırlamıyor muyuz?

İçe dönük yaşamak 

Acaba Barzani’nin Diyarbakır’a gelmesinin anlamını ve Kerkük’teki gelişmelerden sonra “Barış Açılımı”nın bölgesel önem taşıdığını da şimdi kavramaya başladık mı?

Bir cihan imparatorluğu olan Osmanlı’nın torunları, nasıl olmuş da bir kuşak sonrasında böylesine içe kapanmışlar? 

Almanya’daki “Misafir İşçiler”le röportajlar yapmak için Berlin’e her gittiğimde hep şaşırırdım… Örneğin Soğuk Savaş’ın Berlin’inde Türk işçilerinin yoğunlukla yaşadıkları Kreuzberg tam “Duvar”ın dibindeydi… Sovyet-Amerikan gerginliğinin had safhada olduğu dönemlerde, tüm Batı Avrupa Duvar’ın arkasındaki Varşova Paktı tanklarının ne zaman harekete geçeceğini endişe ile beklerken, bu gerginlik Kreuzberg’de yaşayan bizimkilere hiç yansımazdı… 

Bazı durumlar 

Biz de böyleyiz, medyamız da böyle… Örneğin Irak’a Amerika ile müdahale etme kararının TBMM tarafından reddedildikten sonra, bunun iç siyasette ne tür yansımalar gösterdiğini de pek düşünmedik. Askerlerin ağırlıklarını koymadan olayı sessizce izlemeleri sonunda Pentagon ile Genelkurmay arasındaki güven zincirinin kırılmasının, “Askeri Vesayet”in sona erdirilmesini kolaylaştırdığı ihtimalini de pek düşündüğümüz söylenemez… Acaba söz konusu “Tezkere”nin reddedilmesinde kilit rol oynayan CHP’de, Deniz Baykal’ın tasfiyesine de bu olayın katkısı olmuş mudur? 

Neyse… Şimdi Irak’ta neler olup bittiğine ilgi duyuyoruz ya bu da bir şeydir. 

Mesela önceki gün ABD Senatosu’nda Musul’daki dört tümen Irak askerinin birkaç bin çeteci karşısında nasıl kaçıp dağıldıklarını anlamak için Silahlı Kuvvetler Komitesi bir oturum yaptı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / Sonunda Deniz Baykal’ı gösterecekler

Kabak gibi ortada: Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ı zorlayabilecek hiç ama hiç kimse yok.

Kılıçdaroğlu da bunu bildiği için “istişare” eder gibi görünüp kendince birtakım “nafile” turlar atıyor. Sanatçılarla falan da görüşmüş. Taksi şoförleriyle ve berber kalfalarıyla görüşmeyi akıl edebilse belki ortaya gerçekçi bir isim çıkardı.

Son güne kadar bekleyecek (3 Temmuz mu oluyor?) ve adayını açıklayacak: Deniz Baykal.

Tabii ya, ne sandınız? 

“Çatı aday matı aday” hikaye, buna kimse yanaşmadı.

Kadın aday da hikaye, bir kadın adayın en ufak bir şansı olmadığı gibi ellerinde Osmanlı deyimiyle şöyle bir “zabit karı” da yok başbakana iki laf yetiştirecek. (Bu arada, Sabahat Hanım’ın istifa dilekçesi ne oldu yahu?) 

Zaten hep o “laf yetiştirme” düzeyinde kaldıkları için nal topladılar.

Yılmaz Büyükerşen olamıyor, çünkü belediye başkanlığını bırakması gerekecek ve kaybedince geri dönemeyeceği için Eskişehir de AKP’nin eline geçecek.

İlhan Kesici, İlker Başbuğ, ya da kimi zıpırların gönlünde yatan İlber Ortaylı falan gibi isimler ancak mizah dergilerine kapak olabilecek alternatifler.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Baba, çocuk ve zamanın dersleri…

“Geçen Babalar Günü’mde çekmeceden babamın fotoğrafını çıkardım. 

Uzun uzun baktım ve gözyaşlarımı tutamadım. Annem halimi görseydi, inanmazdı.

Gençlik yıllarım babamla kavgalı geçti.

Her konu aramızda çatışmaya yol açıyordu. Birbirimizi hiç anlamadığımıza emindim.

Sonra evlendim. Babamla çatışmam duruldu. Hani denizde fırtınadan sonra müthiş bir durgunluk olur, öyle. O süt liman ilişkimiz de garipti. Çatışmıyorduk ama doğru düzgün konuştuğumuz, bir şeyleri paylaştığımız da yoktu.

Epey sonra, babamın kendisi ve hayatla kavgasını anlamaya başladım. Meğer aramızdaki olay bir karakter çatışması değilmiş!

Meğer bir yandan ekmek parası kazanıp bir yandan bize kol kanat gerebilmek için ne zorluklara göğüs geriyormuş babam!

Anladım ki, babasıyla bir şeyler paylaşabilmesi için oğulun da ona doğru hamle yapması gerekirmiş. 

Şimdi yaptığım her şeyin, söylediğim her sözün, hatta davranışlarımın bile babama benzediğini görüp şaşırıyorum.

Babamı bu hayattan uğurlayalı çok zaman geçti. İsterdim ki, şimdiki hislerimi ona da aktarabileyim. Ağlayışım bundandı.”

Bu sözler yıllar önce aldığım ve bir kenara not ettiğim okur mektubundan.

Ara sıra döner bakarım o notlara. 

Kendi babamla ilişkim de bu satırlarda yazılanlara çok benzer. Yani önce çatışma, sonra ağır ağır uzlaşma ve biraz geç de gelse, derinden anlama süreci… 

Şimdi ben de giderek babama ne kadar benzediğimi şaşkınlıkla fark ediyorum. Oğulların kaderi bu! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okan Müderrisoğlu / Stratejik derinlik… Vurgun… Güncelleme…

2009 yılı Ekim ayının son günleriydi. Ankara, Irak’ta ezber bozan bir dizi temasa kapı aralamıştı. Basra, Erbil ve Musul’u kapsayan görüşme trafiği, “Şii, Kürt ve Sünni” bölgelerine mesaj niteliği taşıyordu. Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu ile katıldığımız o seyahatin en dramatik bölümüne Musul’da tanık olmuştuk. O gün şöyle yazmıştık: 

“… Sünni Arap ve Türkmenlerin yoğunlaştığı Musul ve çevresinde işgalin izleri sürüyor. Çökmüş bir kent. Korku dolu yüzler… Havaalanından, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’na uzanan 2 km’lik yolun sol tarafı 1 metre eninde 3 metre yüksekliğinde duvarla ayrılmış, sağ tarafı ise kum torbaları ve dikenli tellerle çevrilmiş. Her 200 metrede bir kontrol noktası, her köşe başında eli silahlı zenci askerler… Tabii bir de sözde Irak askerleri… Bu arada Kiowa tipi ABD keşif gözetleme helikopterleri sürekli alçaktan uçuş yapıyor…

” Musul, ABD askerleri çekildikten sonra da sefalet içinde kaldı. O tarihte Sünni Araplarda, Irak’ın işgalinde ABD ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle Kürt Bölgesi’ne yönelik nefret duyguları hakimdi. Musul’dan Erbil’e uzanan 85 kilometrelik yol güvenli değildi. Baas rejimi kalıntıları ile Sünni aşiretler içten içe kaynıyordu… 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ruşen Çakır / PKK neden IŞİD ile savaşmaya talip?

Yazının başlığına bakıp “Zaten Suriye’de, Rojava denilen bölgede savaşıyorlar” diyenler olacaktır. Doğru, Abdullah Öcalan çizgisindeki PYD’nin askeri kolu olarak görülen YPG bir süredir Rojava’da, IŞİD (Irak Şam İslam Devleti), Nusra Cephesi gibi El Kaide ile bağlantılı veya onun türevi örgütlerle kıran kırana savaşıyor. Bu savaşta YPG’nin her açıdan en büyük destekçisinin PKK olduğu da malum. Bununla birlikte şu ana kadar PKK’nın doğrudan El Kaide ile bir şekilde irtibatlandırılabilecek gruplarla çatıştığını pek duymadık, ama yakında Irak’ta bunun yaşanma ihtimali var. Çünkü IŞİD’in Musul’u almasının hemen ardından KCK tarafından “Gerilla güçlerimiz Peşmerge güçleriyle birlikte aktif bir biçimde savaşmaya hazırdır” diye açıklama yapıldı ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne (IKBY) destek söz verildi.

Öncelikle bu ihtimalin şu aşamada çok yüksek olmadığının altını çizelim. Zira Musul’u alarak tüm dikkatlerini üzerinde toplayan IŞİD’in, şu aşamada cepheyi fazla genişletmek istemeyip Kürtlerle karşı karşıya gelmekten kaçınması ve enerjisini Bağdat rejimiyle, yani ülkede çoğunluğu oluşturan Şii Araplarla savaşmaya odaklaması bekleniyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okay Gönensin / Bölünen Irak ve Türkiye

Amerika’nın Irak’a askeri müdahalesi ve Saddam’ın idamıyla birlikte bu ülkenin bölünmesinin kaçınılmaz olduğu belli olmuştu. Şu anda da bölünme gerçekleşiyor, uzun ve kanlı bir savaş bunun için başlatıldı.

Musul’daki Türk konsolosluğunu hedef alanların amacı Türkiye‘yi biraz daha bu savaş ortamına sokmaktan başka bir şey olamaz.

Musul çevresinde önemli bir bölgeye hakim olan IŞİD kısa isimli örgütün savaşı olabildiğince yaymak istediği anlaşılıyor. Bunun için de siyasi, askeri ve lojistik desteklerine güvendiği de görülüyor.

Savaşa ne kadar fazla unsur katılırsa, düğüm iyice içinden çıkılmaz bir hal alacak ve bölgedeki bütün güç dengeleri değişmeye yüz tutacaktır.

Yeni kuvvet, aşırı şiddet

Irak Şam İslam Devleti, adından da anlaşılacağı gibi Irak ve Suriye’de kendi egemenlik alanlarını oluştururken hem Irak merkezi yönetimi ve Şiilerle, hem Suriye’deki Esad rejimiyle hem de Irak Kürdistan’ı ile savaşmak durumundadır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…