Erdoğan devrilirse Türkiye de devrilir

Medya
Yusuf Kaplan, Mehmet Barlas, Yağmur Atsız, Fehmi Koru, Beril Dedeoğlu, Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Mehmet Ocaktan, Ahmet Taşgetiren, Sibel Eraslan, Taha Kıvanç, ​Tamer Korkmaz ve Yalçın Akdo...
EMOJİLE

Yusuf Kaplan, Mehmet Barlas, Yağmur Atsız, Fehmi Koru, Beril Dedeoğlu, Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Mehmet Ocaktan, Ahmet Taşgetiren, Sibel Eraslan, Taha Kıvanç, ​Tamer Korkmaz ve Yalçın Akdoğan gündemdeki konuları değerlendirdiler…

Ali Bayramoğlu / Kürtler: Umut

Çözüm süreciyle ilgili Diyarbakır’da bugün yapılacak Çalıştay’a basın dikkat kesildi.

Bunun tek nedeni var: Umut.

Kürt sorununda sağdan soldan yükselmeye başlayan gerginlikler karşısında, barış sürecinin yeni girdilerle ivme kazanması beklentisi ve umudu.

Türkiye alışık olduğu üzere, bir süredir seri bunalımlar yaşıyor.

17 Aralık baskını ve sonrası, gerginlik ve seçim gürültüsü içinde 2014 Nevroz’u, Öcalan’ın Diyarbakır’daki meydanda 1 milyon kişi önünde okunan ikinci mektubu bile yeteri kadar tartışılmadı, yerini bulamadı.

Ancak umudun ilk işareti o günlerde geldi.

Barış sürecinde girilmesi beklenen yeni safhanın hazırlıklarının seçim öncesi yapıldığını kestirmek gerçekten de pek zor değil.

İlkinde olduğu gibi Öcalan’ın ikinci Nevroz mektubunun da doğrudan Başbakan’ın onayını aldıktan sonra okunabildiği açık.

Açık: Bu tür mektuplar bir tür mutabakat metni işlevi görüyorlar.

Barış sürecine inanç, AK Parti’ye ve istikrara destek, müzakere talebi bu mektubun üç esasını oluşturuyordu. Ayrıca BDP’liler Öcalan’la yaptıkları görüşmelere istinaden seçimlerden sonra yeni adımların atılacağını, yeni görüşmelerin başlayacağını ifade ettiğini söylüyorlardı.

Sanırız bunların zamanı geldi ya da yaklaşıyor.

Görüşmeler, Kürt hareketi açısından olmazsa olmaz koşul ve alan haline gelen Rojava, hükümetin atmayı planladığı adımlar gibi konular masa üzerinde duruyor.

Elbet esas olan Kürt sorununun çözüm istikametinde, demokratik bir entegrasyon projesi içinde yol alması.

Bunun yanında Kürt sorununun Türk demokrasisi açısından bir işlevi var.

Yeni safha arifesinde bunun altını da özellikle çizmek gerekiyor.

Ülke olarak biliyoruz ki, barış projesi ciddi ve istikrarlı biçimde harekete geçtiği an Türkiye tekrar demokratik iklimle temas imkanlarına kavuşur ve demokratik istikrar sürer.

Ancak aynı istikrar işlevi ve Türk siyaseti açısından da geçerli.

Bu açıdan önce şunu teslim etmek gerek:

Kürt siyasi hareketi barış sürecinin başladığı günden bu yana sistemi zorlayıcı değil, tersine destekleyici bir rol oynadı.

Ardından da şunu farketmek gerek:

Bu rol Kürt haraketini adım adım siyasal sistemin kurucu ve içkin bir parçası haline getiriyor, onu yeni bir aktörleşme sürecine tabi tutuyor.

Bu son derece önemli bir gelişmedir…

Kürt hareketinin Gezi olaylarında geride durup, hükümet karşıtı dalgada yer almaması, cemaatin saldırı ortamında, bu ortamı meşrulaştırmayarak istikrarı sağlayan bir unsur olması siyasi dengelere şu ana kadar önemli ve belirleyici katkıda bulunmuştur.

Öcalan’ın son Nevroz mesajı bu tavrı açık olarak göstermişti.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Karagül / Erdoğan devrilirse Türkiye de devrilir

Ellerini attıkları, dokundukları her şey kuruyor. Bir bereketsizlik, bir uğursuzluk sarıyor her yeri.

Zihinlerinden geçirdikleri, düşündükleri, tasarladıkları her şey ülkeye ve millete zarar veriyor, acı çektiriyor, öfke ve şiddet getiriyor.

Yüz yıldır, 20. Yüzyıl boyunca sahip oldukları dokunulmazlıkların sorgulanması, ellerinden alınması onları çileden çıkarıyor.

Ülkenin de milletin de, devletin de hatta dinin de sahibi olduklarına öyle inanmışlar ki, bu değerleri dokunulmazlıkları için kullanmaya öyle alışmışlar ki, birileri çıkıp ‘hayır, öyle değil’ dediği anda deliriyorlar.

Delirdikçe de sağa sola saldırıyorlar. Kırıp döküyorlar. Yakıp yıkıyorlar. Ülkeyi batırmaktan, kan dökmekten çekinmiyorlar. ‘Bizim değilse kimsenin olmasın, biz yoksak her şey yok olsun’ diyorlar.

Amaçları uğruna ittifak yapmayacakları güç yok. Düşman olmayacakları değer yok. Yakıp yıkmayacakları hiçbir şey yok. Değersizleştirmeyecekleri hiçbir kutsal yok.

Dokunulmazlıklarıyla, ayrıcalıklarıyla, Türkiye’nin ortak iyiliği arasında ters bir orantı var. Bu yüzden de Türkiye ile, millet ile, geçmiş ve geleceklerle barışmaları söz konusu bile değil.

ANADOLU’YA SIĞINDIK VE YENi BiR TARiH iSTiYORUZ

Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’yu koruyabildik. Anadolu’ya sağındık. Bir mücadele ile, müthiş bir özveri ile bir varlık inşa ettik. Onlar bu varlığın üzerine kondular. Onu sahiplendiler, kendi mülklerine dönüştürdüler. Bu yüzden de Anadolu ile hep çatıştılar. Onları hiçbir zaman kendilerinden görmediler, konuşmadılar, özlemlerine duyarsız kaldılar, onurlarını ezdiler.

İşte Türkiye yüz yıl önceki o kırılmadan sonra ikinci büyük tarihsel kırılmayı yaşıyor. Bir yükseliş, kendine gelme, geçmişi hatırlama, geleceğe bakabilme iradesini keşfediyor.

Kavgaları bu yüzden. Kavgaları, ülkenin de devletin de kendi mülkleri olmaktan çıkacağı, bu ülkede yaşayan herkesin ortak ülkesi olması korkusundan kaynaklanıyor.

Bu yüzden çıldırmışçasına bu yürüyüşü, bu yükselişi, silkinmeyi engellemeye, durdurmaya, yolundan saptırmaya çalışıyorlar. Ellerindeki her türlü iktidar gücünü bu yönde seferber ediyorlar. Türkiye’nin büyük yürüyüşünü durdurmak için yeni ittifaklar kuruyorlar, birkaç ayda bir yenilenen senaryolar üretip uygulamaya çalışıyorlar.

Türkiye’nin o kader çizgisini geçmesine engel olmak için gerekirse iç savaş çıkarmayı bile göze almış gibiler. Başarısızlık hikayeleri yazıp herkesi kandırmaya çalışıyorlar. Olağanüstü bir enformatik güçle, bir tür entelektüel kancıklıkla, içeriden ve dışarıdan ortaklarla ülkenin belini kırmaya, yüz yıl sonra yeni bir tarihin başlamasına engel olmaya çalışıyorlar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / ‘Tayyip Erdoğan olmasın da ne olursa olsun’ mu?

Türkiye’nin Batısıyla Doğusunu karıştırmak ve halkın seçimi ile yönetimin belirlendiği demokratik sistemi sabote etmek için eylem koyan, çarpık algı üreten, düşünce yerine hakareti yeğ tutan ve terörden bile medet uman marjinal azınlığın yarına dönük bir planlarının bulunmadığı kesin…

Çünkü ortada “Tayyip Erdoğan Takıntısı”ndan başka bir söylem yok… Bunlar ne “Dar bölgeli seçim sistemi isteriz” diyorlar, ne “Bizim için çözüm federatif sistemdir” diyebiliyorlar… Yeni bir Anayasa yapımına dönük veya devlet içinde devlet benzeri örgütlenmelerle ilgili bir söylemleri de yok. Bunları “Barış açılımı” da ilgilendirmiyor, Aleviliğin devlet tarafından diğer inançlarla eşit konuma sahip olması da, bunların fazla ilgisini çekmiyor…

“Tayyip Erdoğan olmasın da ne olursa olsun” çizgisi bir siyasi oluşuma yeter mi? Ama bunlar az gelişmiş beyinlere sahip oldukları ve vücut salgılarıyla beyinlerini değil egolarını takviye ettikleri için, bunu yeter sanıyorlar…

Korkunç senaryolar 

Oysa gerçekten gelişmiş ülkelerin bu gelişmişliği Türkiye gibi ülkelerin geleceğini yönlendirmek için kullanan beyinlerindeki planlar çok farklı… 2000’li yıllara gelirken bu gelişmişlerin Türkiye’ye dönük a, b, c planları ile ilgili hiçbir şey duymadınız mı?

Bu planlardan birinde PKK terörü kullanılarak Türklerin Kürtlere dönük öfkesinin toplumsal eylemlere dönüştürülmesi ve Batı kentlerinde Kürtlere karşı başlatılacak kitlesel şiddet eylemleri ile, Türkiye’nin tüm vatan sathında Yugoslavya’dakine benzer bir iç savaşa sürüklenmesi senaryosu bile vardı… Sonunda da Birleşmiş Milletler’in Barış Gücü ve Yugoslavya’da olduğu gibi NATO, Türkiye’deki iç savaşa müdahale edecekti.

AK Parti’nin büyük adımları 

Abdullah Öcalan’ın 1999’da CİA tarafından Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye iade edilmesi ile bu plan devreden kaldırıldı. Ama ne yazık ki o dönemdeki Türk siyaseti devletin Öcalan’la diyaloga girmesine müsait değildi… Zaten o dönemin siyasetçilerinin vasisi olan Derin Devlet, Kürtlerin varlığını kabulüne bile izin vermiyordu.

Kısacası geçen zaman ziyan edildi… Ancak AK Parti iktidarının son döneminde gerçekçiliğin benimsenmesi sayesinde Öcalan’ın PKK terörünün sona ermesini ve siyasetin silahların yerine geçmesini öneren mesajları Kürt toplumuna da duyurulabildi. Ayrıca yine AK Parti iktidarının gerçekleştirdiği Anayasa değişikliği ile Kürt seçmen tabanlı partilerin, Anayasa Mahkemesi tarafından musluk kapatılır gibi sürekli kapatılmaları da imkansız hale geldi. Askeri vesayet de sona erdirildiği için, bölücü teröre karşı siyasetle çıkmak artık mümkün hale gelmişti.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yusuf Kaplan / Tarihin gündönümü ve Diyanet’in tarihî rolü

Dünya, tarihî bir yol ayırımının, gündönümünün eşiğine gelip dayandı:

Ya adalete, hakkaniyete, hukuka dayalı, barışın hükümfermâ olacağı yeni bir dünya kurulacak…

Ya da dünya, büyük savaşların, iç kargaşaların hükmünü icra edeceği bir felâketin eşiğine yuvarlanacak…

Soru şu burada: Dünya, neden bu çıkmaz sokağın eşiğine sürüklendi ve çıkış yolu ne?

MODERN AVRUPA: İNSANA, HAKİKATE VE TABİATA SALDIRI

Modern Batı uygarlığı, akıl devrimiyle, bilimsel devrimle, siyaset, iktisat ve düşünce devrimleriyle, başlangıçta, gözkamaştırıcı bir epistemolojik iyimserlik havası üretmişti.

Bu epistemolojik iyimserlik havası, büyük sentezci Kant’la ve dolayısıyla aydınlanma devrimleriyle birlikte, 18. yüzyılda zirve noktasına ulaştı.

Ama aradan bir yüzyıl geçmeden, bu abartılı epistemolojik iyimserlik havası, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren yerini ontolojik kötümserliğe terketmekte gecikmedi.

Sonuçta, Modern Batı uygarlığı, Tanrı’ya, insana, hakikate ve tabiata saldırıya dönüştü: Batılılar, modern tarih boyunca, bütün kıtaları ve denizleri sömürgeleştirdiler; bütün medeniyetlerin ya kökünü kazıdılar ya da fosilleştirdiler.

POSTMODERN AMERİKA: BİR UYGARLIĞIN ÇÖKÜŞÜNÜN ADI

Avrupa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gücünün zirvesindeyken paldır küldür çöktü ve tarihten çekildi. Batı uygarlığını, Amerika temsil ediyor artık.

Ancak Amerika, bir uygarlığın çöküşünün adıdır: İzafileşmenin, hazcılığın, sığlaşmanın, senkretizmin (uzlaştırmacılığın) kısacası, ontolojik yokoluşun hükmünü icra ettiği Yeni İskenderiye’dir.

Amerika’nın eski İskenderiye’den bir farkı var: Eski İskenderiye’nin, iyi-kötü bütün Avrupa’yı Hıristiyanlık ekseninde toparlayabilecek bir Roma kurma ‘gücü’ vardı. Ama Amerika’nın yeni bir Roma’sı yok.

Büyük düşünür Nietzsche’nin yüzyıl öncesinden haykırdığı gibi, Batı uygarlığı, insanı tüketen hayvana dönüştüren, insanın bencilliğini azmanlaştıran, insanı atomlara, fetişlerine hapseden, hayatı ruhsuzlaştıran ve kültürü çölleştiren ontolojik bir felâketin eşiğine sürüklüyor bütün insanlığı…

Bu dünya, böyle gitmez. Bu hâl, insanlığı yokoluşun, büyük çatışmaların ve kaosun eşiğine sürüklemekten başka işe yaramaz.

KUCAKLAYICI BİR MEDENİYET FİKRİ

Gelinen nokta tam bir dönüm noktasıdır: Batı uygarlığı, sadece niceliğin hükümranlığını sağladı: Önce, güç üreten araçları kontrol etti; sonra, bu araçların güdümüne girdi.

‘Akıl tutulması’yla sonuçlanan ‘araçsal akıl’ın niceliksel hükümranlığı, sonuçta, kapitalizmi azmanlaştırdı; hayatı, insanı ve ruhu öldürdü. Başka kültürlerin varolma, insanlığa katkıda bulma imkânlarını söndürdü.

Sonuç olarak, modern Batı uygarlığı, 500 yıl önce geliştirdiği meydan okumayla, bütün insanlığı Batı uygarlığının, duyuş, düşünme ve varoluş biçimlerinin kölesi hâline getirdi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yağmur Atsız/ Ağrı temizlikçisi

Çiçeği burnunda Ağrı Belediye Başkanı Sırrı Sakık ilk iş olarak Şehir’de Kâzım Karabekir Paşa’nın adını taşıyan bütün cadde ve meydanlardan bu ismi “temizleyeceğini” müjdelemiş.

Hayırlı uğurlu olsun!

Türkçede “Besle kargayı, oysun gözünü!” diye bir söz vardır. Sayın Sakık işte tam bu sözün canlı misâli olarak arz-ı endâm ediyor.

Karabekir Paşa Ağrı’yı Daşnaksütyun Komitacılarından temizlememiş olsaydı onların kendi sülâlesini temizlemiş olacaklarını ve böylece bizzat kendisinin dünyâya gelmiş olma şansını aslâ elde edemeyeceğini ıskalıyor.

Biraz insaf, Camêr Sakık! Ji kerema xwe!

Bana kalırsa Bay Sakık öyle boyunu aşan işlere heves edip sonra mecbûren boyunun ölçüsünü almak yerine haddini bilip bir belediye başkanının aslî görevleriyle meşgûl olmaya yönelse ve meselâ Ağrı’nın çöpü nasıl toplanır, sokakları nasıl temiz ve bakımlı tutulur, suyu nasıl kesintisiz akar gibi meseleler üzerine eğilse daha akıllıca davranmış olur.

Ama benimkisi sâdece hâlisâne bir tavsiye. Yoksa ne yapacağına elbet kendi karar verecekdir.

Zâten akıllıca davranmanın ilk şartı akıllı olmakdır.

Yâni eskiler öyle derler…

Ama isterse yine de bir denesin tabii… Bakalım ne olacak?

Serkeftinê dixwazim!

Büyük zafer!

Hazır asabî Kürd kardeşlerimizden açılmışken:

Lice’de de bir grup PKK’lı yurddaşımız yolu kesip hendekler açarak trafiği engellemiş.

Kahramân Ordumuz ise DOKUZ, evet, DOKUZ gün sonra ilkbahar mahmurluğunu üzerinden atıp biraz esnedikden sonra PKK’lı kardeşlerimizi biraz iteleyip yolu tekrar açmış.

Bence hem acele etmişler hem de kendilerini aşırı tehlikeye sokmuşlar.

Bir kere öyle dokuz günde paldır küldür harekâta geçmek neyin nesi?

Ardınızdan atlı mı kovalıyordu, a Mübârekler?

İnsan önce biraz dinlenir, çevreye ve iklim şartlarına alışır, yörenin örf ve âdetlerini az buçuk temellük eder de ondan sonra ne yapacağına karar verir!

İkincisi, karşınızda en az on, hattâ belki de oniki Kürd varken öyle yirmi kişiyle düşmanın üzerine gidilir mi? Bu ne ihtiyatsızlık?

Önce bir hava indirme tugayının imdâdınıza yetişmesini bekleyemez miydiniz, patladınız mı?

Neyse, yine de yiğitlerimize gazânız mübârek olsun diyelim…

Ve bu arada beklemekden sıkılan Kürd kardeşlerimizin, meselâ dördüncü günü inisiyatifi bizzat ele alarak taarruza geçip Mehmedciklerin ensesine birer şaplak indirmediklerine de şükredelim!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / En büyük ödül, bu ödülün başlamasıdır

Üstad’ ile yüz yüze ilk gelişimizde lise öğrenciydim; Erenköy’deki köşke bir grup arkadaşla birlikte gittiğimizi hatırlıyorum. Aradan geçen onlarca yıla rağmen söyledikleri zihnimde hâlâ tazeliğini koruyor. Eserlerinden tanıdığım, hakkında kulaktan dolma bilgilere sahip olduğum ‘büyük şâir’ o ilk görüşmede beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. 

Nasıl bekliyor idiysem, öyle davrandı bizlere Üstad…

Vefatına kadar bir çok kez gördüm kendisini… Üstad’ın stüdyoya girerek okuduğu şiirlerden oluşan ve zamanında ‘LongPlay’ olarak çıkmış albüm, o sırada başında bulunduğum yayınevinin ürünüdür. Yayınlarda sesini her duyuşumda kendime pay çıkarırım.

Yayınına defalarca ara vermek zorunda kalmış Büyük Doğu’larda hiç yazım yayınlanmadı; aramızda yarım asra yaklaşan yaş farkı bulunduğunu unutmayınız. Üstad’la ilk karşılaşmamızda o 60’lı yaşlarında olmalı; benim şimdiki yaşım…

Gönül bağımız hayatı boyunca hiç eksilmedi, ilişkimiz de… İzmir’e gelişlerinde karşılayanlar arasında beni görmezse arandığımı ve mazeretimi öğrenince üzüldüğünü biliyorum…

Uzunca bir süre kaldığımız İngiltere’den dönerken ailelerimizin fertlerine hediye olarak neler aldığımızı hatırlamıyorum; ama Üstad’a götüreceğimiz hediye için bir bütün gün ayırdığımız bugün gibi aklımda: Abdullah Gül (Cumhurbaşkanı) ile Londra’nın merkezindeki Regent Street üzerinde bulunan Cartier mağazasından bir çakmak ve bir de kravat iğnesi almıştık…

Ağustos (1978) sıcağında hediyelerimizi kendisine sunduğumuzda yüzündeki mutluluk hissini ve eşine, “Neslihan, bak sevgililerim bana ne getirmiş” diye seslenişini unutamam…

Suriye’de kitapçıdan satın aldığım Atatürk’le ilgili ‘eski bir Türk subayı’ imzasını taşıyan Arapça’ya tercüme bir kitabı —mantığı ve üslubunu onun çizgisine benzer gördüğüm için— kendisine hediye ettiğimde, “Benim tabii” dediğini hatırlıyorum. Kitap gerçekten onun tarafından mı yazılmıştır, bilmiyorum…

Bir Mayıs günü (1983) Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası muazzam bir kalabalık halinde Eyüp Kabristanı’na doğru yol alınırken askerler tarafından dağıtılmıştık… ‘Büyük Doğu Yayınları’nın ilk kitaplarını, İTÜ uçak mühendisliği fakültesi öğrenciliği sırasında Üstad’ın yakınında bulunmaya imkân sağladığı için, Mehmet Tekelioğlu (Prof., Ak Parti İzmir milletvekili) linotip makinasında yazardı. O makinayla çalışılırken ara sıra yoğurt yenmesi gerektiğini bilmediği için hasta düşmüştü Tekelioğlu…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Beril Dedeoğlu / Suriye’de seçim olmuş

Suriye’deki seçimler son derece şaşırtıcı bir sonuç ortaya koydu; beklenmedik biçimde halk Beşar Esad’ı seçti! Bu hayret verici durum gayet tabi analiz edilmeye muhtaç.

Esad’ın güçlü rakipleri vardı ve her bir rakibi eşit şartlarda seçim propagandaları yapmışlardı. Seçim ortamı, ülkeyi adeta bir festival görüntüsüne sokmuştu. Herkes heyecanla seçim mitinglerine katılıyor, adayların gelecekle ilgili vaatlerini, planlarını dinliyor, meydanlara gidemeyenler televizyonlarından siyasilerin farklı görüşlerini izleme imkanı bulabiliyorlardı. Dünya kamuoyu bu süreci heyecan içinde takip ediyor, anketler yayınlıyorlardı; anketlerde de Esad pek gerilerde çıkıyordu.

Gayet şeffaf, adil bir seçim yapıldı; uluslararası gözlemciler zerre kadar kusur bulamadılar. Oy pusulasına mühür yerine kan basmak bile, yaratıcı bir seçim uygulaması olarak değerlendirildi. 

Ülkenin çatışma yaşanan yerlerinde seçim yapılmamış olması ufak bir ayrıntı tabi. 15 milyon kadar seçmen varmış, 11 milyon kadarı oy kullanmış, yapılan resmi açıklamaya güvenmeyip ne yapılacak. Demek ki epeyce katılım olmuş; sandığa gitmeyenler de herhalde ya Türkiye’de tatillerini geçiriyorlardı ya da hava sıcak diye dışarı çıkmak istemediler.

Mısır’da da olmuş

Sonuç itibarıyla Esad, Saddam ya da Kuzey Kore lideri Kim gibi oyların yüzde yüzünü de almadı; oran yüzde 88,7 olarak açıklanınca bizler olup bitenin bir seçim olduğuna daha da ikna olduk. Bu makul sonuçla Esad yedi yıl daha devlet başkanı olacak; halk böyle istemiş.

Ancak uluslararası toplum, bu seçimleri tiyatro olarak tanımladı; meşru bulmadı, eleştirdi. Çok şaşırtıcı bir durum; zira aynı uluslararası toplum başka yerlerde benzer demokratik ve şeffaf koşullara sahip ülkelerdeki seçimleri böyle eleştirmiyor. Kafkasya ülkelerinden tutun da Afrika ülkelerine kadar bir sürü yerde devlet başkanları seçimle iktidarlarını koruyor; onlar tebrikleri kabul ederlerken Esad yeriliyor!

Suriye seçimlerine ilişkin bu anlatımda Suriye sözcüğünü Mısır, Esad sözcüğünü de Sisi ile değiştirsek ne olur acaba?

Ne olacağını tartışmaya gerek yok, zira zaten olan oldu. Mısır’da resmi açıklamalara göre seçimlere katılım biraz düşükmüş; iki seçmenden biri sandığa gitmemiş, oran yüzde 47’de kalmış. Olsun, bu oran Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılım oranına benziyor. Halk halinden memnun ki, sandığa gitme gereği duymamış…

Sonuç ne olmuş?

Sisi, Esad’dan biraz daha fazla oy almış, yüzde 97 ile devlet başkanı olmuş. Sırf bu oran bile uluslararası alanda Sisi’yi Esad’dan daha muteber kılmaya yeter aslında. Ancak bu durum Suriye seçimlerinin eleştirilmesini, Mısır’dakinin ise kabul edilmesini açıklamıyor gibi. Sanki Mısır’da başka değişkenler var. Sanki Mısır’daki seçimlere bazı Batılı ülkeler de katılıp oy vermiş gibi.

Sorun gayet açık. Seçim yapılınca demokratikleşme başlar anlayışıyla üretilen politikalar tüm diktatörlerin eline bir araç vermiş durumda, hepsi seçime gidiyor. Ancak seçimi kazananların bazıları makbul kabul ediliyor, bazıları edilmiyor. Mesela Hamas’ın aldığı sonuç tanınmıyor, Mursi’ye darbe yapılıyor, Sisi devlet başkanı olarak kabul edilebiliyor. Demek ki konu seçim falan değil, mesele devletin yönünü istenilen tarafa çevirecek birinin iktidara getirilmesi ya da götürülmesi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Sibel Eraslan / Abdullah Öcalan ne diyor?

aşlık sizi kızdırmasın. Öcalan sempatisi için yazmıyorum bu yazıyı. 15 yıldır yazılarımı sizlerle paylaşırken politik tercihimi saklamadım, şiddetin her türüne karşıyım. Birbirimizin acısını, yasını, korkusunu tartmak, yarıştırmak kısmını çoktan geçtik. Çözüm süreci bağlamında kullanılan “barışı satın almak” ifadesi belki teknik ama alışverişi anımsattığı için, bize soğuk geliyor. Hep birlikte öldüğümüz bir savaşı sürdürecek miyiz, yoksa hep birlikte yaşayabileceğimiz günleri kurabilecek miyiz, soru bu… 

Kaçırılan çocukları için Diyarbakır’da çağrıya çıkan anneler, çözüm ve barış sürecinin hayati önemini bir kez daha ortaya koydu. Demokratik İslam Kongresi’nin toplantısı ve bölgede ciddi karşılığı olan Hüda Par’ın (Hür Dava Partisi) kritiklerini de takip etmek gerekiyor. Kalekol’lar üzerinden baş gösteren itiraz ve şiddet vakaları, Bingöl-Diyarbakır karayolundaki barikat ve çatışmalar, Öcalan’a Özgürlük Platformu gibi durumlar da çözüm sürecinin zorlu kısımları gibi dursa da yönetmemiz gereken sorunlar. Hiçbirimizin elinde sihirli değnek yok ve Barış; gayret, sabır ve emek istiyor.

İstiklal Harbini omuz omuza vermiş, “millet” adı altında farklı etnik mensubiyetlerini, ortak gayret ve bağımsızlık iradesiyle, ayrılığın değil birlikteliğin harmonisiyle kurmuş bir tarihi birikimin evladıyız. 1921 Anayasamız ve İlk Meclisimizin kurucu ilhamıydı bu, ne yazık ki jakobenik ulusçu projelerle kısa zamanda dağıtılacaktı. Özellikle Şark İstiklal Mahkemeleri gezici infaz timleri halinde hem Kürtlerin hem Türklerin sistem tarafından yağlı urganlara verildiği dönemin sembolüydü. Muktedirler, evvelki “millet” hülasasını inkar, ret ve sonrasında imha yolunu tercih etti, ağır dışlayıcı, adaletsiz politikalarla kanayan bir yara olarak Kürt meselesi kürelenerek bugüne kadar geldi… Doksanlı yılların kapkaranlık geçitlerindeyse bu iş mesele olmaktan çıkıp, kangren haline dönüşmüştür.

PKK ve Öcalan, Kürt meselesindeki tek taraf değil kuşkusuz, ama en az 30 yıllık ve ağır bedelli bir varoluştan sözediyorsak, ne olup olmadıklarına değil, ne dediklerine de bakmak zorundayız…

Öcalan, “bölünme” konusunda ne diyor: “Bölünme paranoyası üzerinden siyaset yapanların hiçbiri yerli değildir. Bunlar hep uluslararası angajmanların ajandaları ile çalışıyorlar.” Türkiye halkı bilmeli ki diyor: “Bu ülkede bölünmemenin teminatı olarak Kürtler, bu konudaki samimiyet ve tutarlılıklarını defalarca kanıtlamışlardır. Türklerin büyük barışımızın etrafında kenetlenmesi ve bu spekülasyonlara itibar etmemesi gerekiyor.” Ülkenin bölünmesi üzerinden kotarılacak siyaset dilinin, ilkel bir propaganda ve savaş çığırtkanlığı, bu manada gerici bir teklif olduğunu söylüyor…

Cumhurbaşkanlığı seçimleri hakkında ne diyor: Demokratik siyasete inancı olan ve kapsayıcı nitelikte bir Cumhurbaşkanı adayı üzerinde dururken, Kürt oylarının bu kritik seçimde anahtar rol oynayacağını öngörüyor.

Marksist söylemin sık sık atıf yaptığı sistem ve teori eleştirisi, Öcalan’ın diline hakim. Soğuk savaş günlerinin terminolojisi, mahpus olduğu için gündelik politikalardan çok düşünsel ve teorik tezlere mahkumiyeti (kendi deyimiyle dar siyaset taraftarı olmaması) ve elbette geçmişteki katı disipliner yaşantısı diline hakim. Ama bu doktriner söylemin ve Öcalan’la ilgili tüm negatif hatıraların kendisinden kopartıcı etkisine karşın, konuşmasında “bu ülke”, “memleket”, “Türkiye” ve “yerlilik” gibi vurgularıyla, pek çok Kürt siyasetçiden hatta yer yer BDP’den bile daha çok, “buralı” ve “burada” olduğunu düşünüyorum, konuşmasının dışarlıklı olmadığını..

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / Dünya çok küçük, dertler de ortak

Amerikan başkentinin ortasında bir kafe düşünün… Washington’a ne zaman gitsem “Sy da seninle görüşmek istiyordu” diyen bir dost aracılığıyla buluşup konuştuğumuz Symour Hersh’le birlikteyim… O sırada kaldırımdan yürüyen, Sy’ın “Jimmyboy” diye seslendiği biri, yanımıza geliyor… Hersh’ü ‘Üstad’ bellediği olağanüstü saygılı davranışından belli…

Bir sürü bşarı ödülü arasında iki de ‘Pulitzer’i olan New York Times’tan James Risen ile böyle tanışıyorum…

Seymur Hershile James Risen’ın başları şu sıralarda dertte… Dertleri, ad vermeden kullandıkları haber kaynakları… Hersh, bu yaşında (77) kendisini fena yanıltan bir kaynağa güvenmesi yüzünden ağır eleştirilere maruz kalırken, Risen yönetimin yanlışlıklarını fâş ettiği haberlerinde kaynak olarak yararlandığı bir istihbarat elemanının ismini vermeye yanaşmadığı için cezaevine düşme tehdidi altında…

İkisinin maceralarını uzaktan izliyorum…

Keşke Hersh Suriye rejimini aklama anlamına gelecek o yazıları yazmasaydı…

Hep alkışlanmış bir gazeteci Hersh; hem de Vietnam’daki My Lai katliâmını ortaya çıkardığı 1969’dan beri… İsrail’in nükleer silâha sahip olduğuna dair ilk ifşaatları o kaleme almıştı. Son yıllarda itibarlı New Yorker dergisinde yayımlanıyordu yazıları; gürültü koparan son iki yazısı ise farklı bir yerde çıktı: London Review of Books dergisinde…

Belli ki, New Yorker’un sık eleğinden geçmemişti yazıları; o da şöhretine güvenen İngiliz dergisine uçuvermişti.

Risen’ın durumu daha ciddi. 1970’lerde Detroit’te başladığı gazeteciliğine Washington’da ve NYT muhabiri olarak devam ediyor ‘Jimmyboy’… Hep netameli konulara giriyor; yönetimde yer alanların tüylerini havaya kaldıran konulara…

CIA’nin terörle irtibatladığı kişilere su işkencesi yaptığını… 2003’te Irak’a saldırma kararı verilmek üzereyken Saddam’ın kitle imha silâhları bulunduğu iddiasını seslendirenlere inat CIA’nin elinde en az 30 Iraklı bilimadamının aksine tanıklığı bulunduğunu… NSA’nin Amerikan halkının yazışmalarını izlediğini, telefon konuşmalarını dinlediğini, 11 Eylül’ü (2001) takip eden günlerde gizli bir programla istenen bankadan en mahrem bilgilerin alınmaya başlandığını ilk James Risen yazmıştı.

Esas bombası ise, ‘State of War’ kitabında CIA’nin ‘Merlin’ operasyonuyla ilgili ifşaatıydı. “İran nükleer silâh yapacak” diye yeri göğü inleten, müttefiklerinden ambargo uygulamalarını isteyen ABD, yanına çektiği Rus bilimadamlarına İran’ın nükleer silâh yapmasını mümkün kılacak bilgiler vermesini sağlıyormuş…

Sahte bilgiler… Ancak Risen’ı bilgilendiren kaynağı, “Bilgiler sahteydi, ama İranlılar o sahte bilgilerden de yararlanmışlardır” görüşünü aktarmış…

Yönetim “Bu bilgi ulusal güvenliğe tehdit” diye mahkemeye başvurmuş; mahkeme de “Kaynağını açıkla, yoksa doğru cezaevine” kararını vermiş…

Aslında Risen’in o bilgiyi eski bir CIA ajanı olan Jeffrey A. Sterling’ten aldığı biliniyor… İstenen, gazetecinin bunu kendi ağzıyla itiraf etmesi… Kaynağını açıklaması…

Gazetecinin avukatları son başvurularını Anayasa Mahkemesi’ne yaptılar, ama mahkeme davaya bakmamaya kararverdi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yalçın Akdaoğan / Sürecin yolunu kesenler

Yüksek ateşin nasıl bir rahatsızlığı tetikleyeceği belli olmaz. Gerilim üreten, hayatın normal akışına sekte vuran her eylem ‘kırılganlık’ üretir. Terör örgütü destekli yol kesme eylemleri yapan HDP’liler süreci kırılgan hale getiriyorlar ve tansiyonu yükseltiyorlar. Bölge halkı bu durumdan dolayı gergin ve rahatsız… 

Çözüm süreci bölgenin iklimini olumlu yönde değiştirmiş, turizm, ticaret ve kültür alanlarında canlanmaya sebep olmuştu. Çıkılamayan dağlara geziler düzenleniyor, gidilemeyen mezralarda piknikler yapılıyordu. İşadamları bölgede yaşanan normalleşme ile yeni yatırım projeleri geliştiriyorlardı. Her şey yoluna giriyor diye bölgede yatırıma gelen yabancı sermayenin çözümün bahar mevsiminde fırtınayla karşılaşması çok yazıktır. Düşünün, siz uluslararası sermaye olarak bölgede yatırıma geliyorsunuz, yolunuz kesiliyor ve bir anda kendinizi çatışma bölgesinde hissediyorsunuz. Bölgenin geleceğine bu kötülüğü yapmaya kimsenin hakkı var mı? PKK’nın örgütsel taktiklerinden bu millet daha ne kadar çekecek? Bu çarpık anlayış daha ne kadar Kürtlerin başına bela olacak?

Kürtleri kendi tapulu malı gibi gören zihniyete göre her şey ve herkes kurban edilebilir.

Bugün Kürtlere zulmeden devlet değil örgüttür. Kürt annenin çocuğunu kaçıran, Kürt işadamını haraca bağlayan, Kürt seçmenin oyuna el uzatan, bölge insanının yolunu kesen, tehdit eden, hizmetleri engelleyen sadece PKK’dır.

Devlet demokratikleşti ama, örgüt terör ve şiddetten kurtulamıyor. Asayiş olaylarında ise halk kalkan olarak kullanılıyor. İsteniyor ki, güvenlik güçleri sert şekilde müdahale etsin sivil kayıplar ortaya çıksın. Kanlı silahının önüne halkı kalkan yapmak sadece korkaklıktır, namertliktir!

Güvenlik güçlerimizin hassasiyetini kimse yanlış şekilde yorumlamamalıdır. Asker de polis de, demokrasinin, hukukun ve insan hayatının el üstünde tutulmasına çalışmaktadır. Buhassasiyeti zafiyet olarak algılayanlar fena halde yanılırlar ve kaya çarparlar. Bu kadar iyi niyet ve duyarlılıktan sonra hala ortamı gerenler ve provokasyona devam edenler yaşanacak olumsuzlukların sorumlusu olurlar.

Çözüm sürecinde diyaloğun parçası olan HDP’lilerin yapıcı değil yıkıcı tavırlar sergilemeleri, tahrik edici açıklamalara hız vermeleri sadece kendilerini anlamsızlaştırır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Tamer Korkmaz / Paralel Kural 

Paralel Telekulak’la 17 ve 25 Aralık darbe girişiminin alt yapısını oluşturmak üzere hazırlık yapılmıştı…

Bu kapsamda dinlenen, izlenen, e-postaları takip edilen, hakkında gizli dosyalar hazırlanan kişilere yönelik iki ‘suçlama’ kurgulanmıştı:

İlki, listedeki isimlerin büyük kısmının hayali ‘Tevhid Selam’ terör örgütü mensubu olduklarına dair iftira!..

İkincisi ise, hedef tahtasına konulanlardan bir bölümünün de El Kaide terör örgütü ile bağlantılı oldukları yolundaki iftira!

2013’ün ikinci yarısından itibaren Ankara’ya sistemli bir biçimde ‘El Kaide’ çamuru atıldığını hatırlayın…

Kimi bakanları ve MİT Müsteşarı’nı…

Hem ‘İrancılık’la hem de ‘El Kaidecilik’le suçlayabilecek kadar zıvanadan çıkmışlardı…

‘El Kaide’ iftirası, MİT Tırları’na operasyon yapıldığı günlerde de Paralellerce fırına verilmişti!

Türkiye, El Kaide’nin hedefinde olduğu halde hakikat ters yüz edilip ‘Ankara’yı El Kaide ile aynı fotoğrafın içinde gösterebilmek’ amacıyla bir iftira kampanyası yürütülüyordu…

2013’ün Temmuz ayında Somali’nin başkenti Mogadişu’daki…

Türkiye Büyükelçiliği çalışanlarının kaldığı ek binaya düzenlenen ihtihar saldırısı El Kaide antetli idi…

Kontra örgüt El Kaide’ye bu saldırıyı yaptırtan da Batı Kulübü’ne ait iki istihbarat örgütüydü.

El Kaide, Derin Amerika’nın vaktiyle ‘CIA Operasyonu’nun Kod Adı’ kapsamında inşa ettiği bir terör örgütüdür.

ABD, Irak’a hangi gerekçeyle çökmüştü?

‘Saddam Hüseyin yönetiminin El Kaide ile bağlantılı olduğu’ palavrasıyla başlayan Amerikan Yalanları, ‘Irak rejiminin sahip olduğu kitle imha silahları’ kuyruklu yalanıyla ‘gayrı meşru savaş’ın gerekçesini oluşturmuştu!

Yakın geçmişte, Ortadoğu ülkelerindeki bazı bilim adamlarının MOSSAD tarafından evlerinden alınıp infaz edilmeleri de…

‘El Kaide ile işbirliği’ ithamına, mizansenine dayandırılmıştı!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ünsal Ban / Türkiye’nin kaybı, ‘Zulüm1453’ diyenlerin sevinci!..

Her kritik seçim öncesinde ortalığın karışmasını, yabancı ve yerli şer odaklarının hep birlikte ‘eylemselliğe’ geçmesini ‘tesadüfe’ bağlayanların yolları açık olsun.

İnancımızda ‘tesadüf’ yok!..

Mesele açık:

Türkiye büyüdükçe tahakküm odakları rahatsız oluyor.

Eski Başbakanlarımızdan merhum Erbakan’ın ifade ettiği gibi ‘Motor değil şeftali üreten’ bir ülke olarak kalmamız için elinden geleni yapıyorlar.

Tahakküm odaklarının biçtiği rolün dışına çıkan kim olursa olsun…

İster cennet mekân Abdülhamit Han olsun, ister merhum Menderes, merhum Özal, merhum Erbakan ve ister Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarife aynı.

Şer odakları bir devlet adamımızı hedef almışsa, anla ki o hayırlı insandır.

Gezi olaylarını plânlayan ve kimi ‘idraksiz’ vatandaşlarımızı kullanan dış güçler için hava hoş; her durumda zarara uğrayan Türkiye oluyor!..

Geçen yıl başlatılan Gezi olaylarının maliyetini siz kıymetli okuyucularımız için ayrıntısıyla çıkartmıştık.

Dile kolay, tam 170 milyar liralık fatura yükledi ülkemize bu tezgâh.

Bedeli biz ödedik; sen, ben, o, biz, siz, onlar, Gezi olaylarına katılanlar ve katılmayanlar, destek verenler ve tepki gösterenler…

Giden canlar hangi taraftan olursa olsun bizim canlarımız.

Giden kaynaklar bizim kaynaklarımız.

Yakılanlar yıkılanlar bizim.

Yazının devamını okumak için tıklayın…