Devletin Müslümanlıkla imtihanı

Medya
Leyla ipekçi / Güzellik medeniyetinin izinde Medeniyet inşasında toplumun ruhunu oluşturan temel taşlardan bahsederken kuşkusuz ana malzememiz ‘güzel insan’. İnsanlığın kalbindeki kandili ...
EMOJİLE

Leyla ipekçi / Güzellik medeniyetinin izinde

Medeniyet inşasında toplumun ruhunu oluşturan temel taşlardan bahsederken kuşkusuz ana malzememiz ‘güzel insan’. İnsanlığın kalbindeki kandili yakıp dışarıyı da kamaştıran bir medeniyet öncelikle kâmil insan yetiştirmekle anlamını bulacak. Kâmillerin insanlığın tüm hakikatini cem eden özellikleri, evrensel dili, ‘güzel ahlak’ ve edebi yer ve göklerin nurudur diyebiliriz. Onlar ‘aşk şahidi’ olduklarından diridirler ve sözleri canlı sözdür.

Geçen yazımda bu cümlelerle sözünü etmeye başladığım medeniyet inşa sürecini kalbin kemaline bağlamakla işe başlamıştım. Uzun ince bir yol bu. Toplumsal mühendislik fikrine olabildiğince karşı durarak çoklu bir maneviyat ittifakından söz edebilmek gerekiyor her şeyden önce. Dini, ırkı, mezhebi, kökeni tarif etmeden, bunların hiçbirini putlaştırmadan ve tahakküme yol açmadan: Kalbin anadiliyle konuştuğumuz bir hakikat bilincine yaklaşmak, insanlığın her şeyden evvel kâinata sunacağı ortak katkısıdır diye düşünüyorum.

Önceki yazımda bahsettiğim çok birimli, çok kollu bir medeniyet enstitüsünün insanlığa yapacağı katkı bu yüzden çok kıymetli. Böyle bir kurumun ne tür icraatları olabileceğine geçmeden evvel, toplumsal kıyamın sosyolojik, siyasi, ekonomik yönlerini ele aldığım pek çok yazımdan farklı olarak, bu yazıda biraz da işin ‘nefs eğitimi’ne bakan yönüne değinmek istiyorum.

Medeniyet inşası ihtiyacımızın toplumsal hayatın içinde bir arzu sosyolojisine tekabül ettiğinden hareket ediyorum, çünkü yıllardır canlı tanıklığım hep bu yönde. Öte yandan ‘medeniyet inşası,’ ‘Yeni Türkiye’ veya ‘yüz yıllık parantez’ gibi kavramlardan söz ettiğinizde ya idealist olarak kodluyorlar sizi, ya hayalci, ya da mesela Osmanlı nostaljisine kapılmış olduğunuza hükmediliyor. Hiçbiri değilse, en azından ‘kültürel emperyalist’ bir hırs içinde olduğunuz söylenecektir. Bölgesinde ona buna kafa tutan liderlerle gerçek anlamda büyük devlet olamayacağınız da muhakkak bir kere söylenir.

Toplumsal zihniyette ve gündelik hayatın dip akıntılarında karşılığı canlı olan bu olguları ironize eden muhalif yakın çevreme hak vermesem de anlayabilecek kadar içinden geliyorum. Alaycı bir dille bu kavramların içini boşaltmaktan aldıkları zevki ve aidiyet duy-gusunu ancak böyle bir karşı çıkış üzerinden oluşturabilmelerini ilgiyle izliyorum.

Devletin, illegal oluşumlara yenik düşerek on yıllarca sürmüş sistematik zulmüne muhalif olmakla, bir medeniyet projesine en kritik aşamalarından itibaren muhalif olmak aynı birimle ölçülemiyor maalesef. Bir yandan da adalet duygusunu köreltiyor böyle muhalif kalma ısrarcılığı.

En büyük adaletsizliğin kalbin gerçekte hissettiklerini inkâr etmek olduğunu düşünüyorum. Sabah akşam dil afeti işleyerek muhalif dil konuşamazsınız. Bizi saldırganlığa, entrikaya, şantaj ve tehdide, etrafa üstten bakmaya, ötekini aşağılamaya, ondan nefret etmeye yönelten bir muhalefet dili adalet üretmez. Haklı bile olsanız, haklı olmanın getirdiği gücü bu şekilde istismar ederek büyük ve çoğulcu bir medeniyet inşa edemezsiniz. O halde toplum olarak en çok ihtiyacımız olan nefs eğitimi muhalif dil oluşturmaya dair olmalı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İsmail Kılıçaslan / Roma notları ya da iki kişilik yalnızlıklar

BAŞBABAKANI GALLERİA MODERNA’DA ÖĞRENMEK

Roma’daki müzenin tam adı Galleria Nazionale d’Arte Moderna. Avrupa’da gördüğüm en iyi çağdaş sanat müzelerinden biri. Van Gogh’dan Klimt’e, Monet’den Miro’ya, Morelli’den Rodin’e 19 ve 20. yüzyılların neredeyse bütün büyük ustalarının eserleri var.

Müzede dikkatimi çeken en önemli husus, şehrin hemen her yerinde gördüğümüz Türklerin bir tekini bile bu müzede görmememiz oluyor. Aynı şey, Floransa’daki Ufizi’de de dikkatimi çekmişti. Hayır. Tuhaf bir genelleme yapacak değilim. Ancak biz Türklerin sanatı pek de önemsemediği sır değil. Nehir kenarında yürüyüp pizzacı kovalamayı, indirim yapan dükkanlara sorti yapıp şarap turuna çıkmayı daha çok önemsiyorlar. Neyse…

Müzeyi yaklaşık 3 saat gezdikten sonra çıkıştaki merdivenlere oturup internetlerimizi açtık ve Türkiye gündemini takip etmeye başladık. Recep Tayyip Erdoğan, tam bir ‘neo klasik’çi olarak yeni başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nu açıklıyor, kimi cemaat yazarları hazımsızlıklarını ‘sürrealist’ formlarda ortaya koyuyor, ‘AK Parti gençliği’ diyebileceğim tanımsız kütle ‘pop-art’ın dibini buluyordu. Muhalefet bloğu ise gene ‘deneysel’ takılıyordu.

Tekrar müzeye girip Duchamp’ın ‘Fountain’ adlı eserini seyredeyim istedim. Tatili birlikte yaptığım arkadaşım uyardı: ‘Boş ver. Türkiye siyaseti daha heyecan verici…’

SAHİ ÇOCUKLAR NEREDE?

‘Biz gene iyiyiz; bizim artış binde beş. Sen bir de kuzey Avrupa’yı gör. Onlar ekside’ diyor konuştuğum yaşlıca Romalı amca. Nüfus artış oranından bahsediyor.

Bu ilginç konuşmayı başlatma sebebim, etrafta turist çocuklar dışında çocuk görmekte zorlanmamızdı. Amca, bunun sadece İtalya’nın değil, bütün Avrupa’nın en büyük sorunu olduğunun fena halde farkında. ‘Devlet çocuk doğunca bir sürü para veriyor, bir sürü masrafını da karşılıyor. Gene de bizim gençler böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyor’ diyerek dalgasını geçiyor.

‘Göçmenler’ diye soruyorum amcaya. ‘Onlar ve güney İtalya olmasa bizim de nüfus artışımız ekside olur. Tabii bir de ben bu kadar uzun yaşamasam’ diyor.

Nüfusun artmıyor olma problemi, şu an Avrupa’nın en net problemlerinden biri. Bin türlü tedbir alınıyor, çeşitli teşvikler veriliyor. Yine de henüz bir çaresini bulabilmiş değiller. Aslında kesin çare, insanı dört bir yanından kuşatan modern hayata karşı bir direniş hattı oluşturmak. Ancak ortada bunu yapabilecek hiçbir sosyolojik kitle görünmüyor.Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Akif Emre / Devletin Müslümanlıkla imtihanı

Elimde iki ayrı derginin İslamcılık meselesini ele alan sayıları var. Bunlardan biri, hacimli bir özel sayı hazırlayan Birikim Dergisi’nin ‘Dinden ideolojiye, itirazdan ikbale İslamcılık’ başlığıyla sunulan 246 sayfalık nüshası. Diğeri ise ‘İslamcılık: İmkan ve muhasebe’ başlığını kullanan Tezkire Dergisi… Düşünsel olarak iki farklı uçta duran bu iki yayının İslamcılık yorumlarının farklı olması beklenir ve bu da tabiidir.

Belli ki, Birikim özel sayı için iyi bir editöryal hazırlık yapmış, konu hakkında yazı ve konuşmalarıyla değerlendirme yapabilecek isimleri seçmede kendi kriterleri ölçüsünde titiz davranmış. Gerçi Tezkire’nin İslamcılık dosyası derginin tamamını kapsamasa da Sait Halim Paşa dosyasıyla birlikte ele alındığında ağırlıklı olarak İslamcılık meselesini ele almış denebilir.

İslamcılık tanımı, kimlere İslamcı ya da hangi fikriyata İslamcılık denmesi lazım geldiği gibi temel bir sorunla malul olmakla beraber İslamcılık tartışmalarının bugünlerde odak noktası İslamcılık-devlet ilişkisi olsa gerektir. Nitekim Türkiye’yi on iki yıldır yöneten iktidar ve partisinin söylem, icraat ve kadrolarının geçmiş ideolojik, siyasal kimliklerine bakarak İslamcılık-iktidar ilişkisi ister istemez tartışılmaktadır. Keşke bu tartışmalar daha sağlıklı zeminlerde, daha tarihsel boyut ve siyasal arkaplanı da ele alınarak, din ve devlet ilişkisinin asıl mesele oluşu göz ardı edilmeden tartışılabilse. Gerek iktidarı savunmak adına İslamcılık meselesini AKP ile ilişkilendirenler, gerekse İslamcılık denilen hareketin aslında iktidar nimetini ele geçirmekten ibaret olduğu şeklinde özetlenebilecek duruma mahkûm edenler meseleyi bu kapsamlılıkla ele almaktan uzak.

İtiraf etmek gerekir ki her iki yaklaşım tarzını cesaretlendiren, muhafazakâr demokrat kanadın yer yer İslamcılık imalarıyla yüklü söylemleridir ve hatta bu tür itham ve iltifat türünden yakıştırmalara sessiz tepki vermeleri…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Müfit Yüksel / Türkiye ve Orta Doğu’nun dönemeci

Erkân-ı Harbiye Binbaşılarından ve Mustafa Kemal’in Suriye-Filistin cephesindeki arkadaşlarından Vecîhî Bey, 1337/1921 senesinde ‘Filistin Ric’ati’ adıyla harp hatıraları mahiyetinde bir kitap yayınlar. Kitabın önsözünde şöyle ilginç ifadeler yer alır:

‘Biz Türkler, bundan sonra yaşamak istiyorsak, çok uzaklara gitmeğe lüzum yok. Yakın bir mâzinin ibretlerinden ders almak kâfîdir. Önümüzde apaydınlık duran şehrâh-ı selâmete dâhil olabilmek için en evvel bütün ağırlığıyla omuzlarımıza çökerek bizi yerimizden oynatmayan hamûle-i mirâs-ı mâziyi atmalı. Ne olduğumuzu, ne yapacağımızı bilmeli, görmeliyiz. İtikâdımca, şekl-i hâzırımızla amelden, fikre kadar harekât-ı ictimâiyyemizin her nev’ine izâfe ettiğimiz tavr-i millî doğru değildir, sahtedir; olsa olsa bununla kendimizi iğfâl etmiş oluyoruz.

Millî Avrupa’ya benzemek istiyorsak, evvelâ millî bir Türkiya olalım ve lütfen teşbihim su-i telakkiye uğramasın: Fikrimce, bir lahza kendimizi devr-i evvelimizde farz ederek, Osman Gâzî mekteb-i ibtidâiyesinden bir şehâdetnâme alırsak, ben şüphe etmiyorum, çok geçmez. Serî bir yürüyüşle asr-ı hâzır medeniyetinin kıymetli ve pek güzîde bir uzvu oluruz.’ (Vecîhî, Erkân-ı Harbiye Binbaşısı, Cihân Harbine Ait Hatıralardan: Filistin Ric’ati, Matbaa-i Askeriye, Dersaâdet, 1337. Shf. 3-4)

Binbaşı Vecîhî Bey’in hem kitabının ismi, hem de bu sözleri ile anlatmaya, betimlemeye çalıştığı, Orta Doğu’dan çekilmenin, redd-i miras ile yüzünü başka yöne çevirmenin fiiliyattaki adıdır. 18 yüzyıl başında, peş peşe gelen yenilgiler ve toprak kayıplarıyla tedricen çöküşe doğru giden bir imparatorluğa ve mirasına son noktanın konulmasıydı. Yine benzeri bir bakış açısı Falih Rıfkı Atay tarafından Ateş Ve Güneş (Halk Kütüphanesi, 1335/1919, İstanbul, Shf. 5-12) ile Zeytindağı adlı eserlerinde daha açık ifadelerle dile getirilmiştir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nedret Ersanel / Yedi günah, yeni savaş

Amerikalı gazeteci James Foley’in bir yandan ‘Turuncu üniformalı tutsak’ görüntüsüyle Guantonamo’ya, diğer yandan final sahnesiyle akılda kalan ‘Seven’ (Yedi) filminin görsel çarpıcılığına ‘flash-back’ yaparak katledilmesi, üstelik bunun ‘İngiliz cellat’ tarafından gerçekleştirilmesi ‘savaş baltaları’nın topraktan çıkartılmasıdır…

ABD Başkanı Barack Obama ve Dışişleri Bakanı John Kerry’in öfkeli açıklamaları, ‘dışarıdan gelmiş’ 12 bin yabancı terörist sayısının zikredilmesi-yani ‘içimizden birilerinin’ demektir-farklı bir Yeni Savaş’ın önünde durduğumuzu göstermekte…

Bu ABD’nin de tek başına kontrol edemeyeceği bir savaştır. Maalesef, bugüne kadar radikal örgütlerle yapılan mücadelelerden daha gıllıgışlı ve global bir savaş çarkının dönmesini gerektirmekte…

NİXON METAFORU…

‘Vietnam Savaşı döneminde ABD, protesto eylemleri ve savaş karşıtı meşhur ‘peace’ hareketiyle çalkalanıyordu.

Başkent Washington’daki tüm siyasi semboller ve resmi binaların önü, bu eylemlerin sabit adresine dönüşmüştü.

‘Çiçek çocuklar’ bu merkezlerin önünde yatıp kalkıyordu.

Başkan Nixon bir gece ilerleyen saatlerde, Amerika’nın efsanevi başkanlarından Abraham Lincoln’ün heykelenin bulunduğu (Lincoln Memorial-beyaz mermerden bir büyük koltukta oturan, o meşhur figür) binanın önünden geçerken arabayı durdurur.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Kekeç / Davutoğlu yandaşı iş başında

Serde “yandaşlık” var… O halde vakit geçirmeden bir “Ahmet Davutoğlu güzellemesi” döşenmemiz gerekiyor. 

Böyle itham ediyor bir terbiyesiz, ahlaksız ve düstursuz vatandaş.

Bir sürü de küfür sıralıyor…

Demek ki sadece Ceyda Karan’ı şeytanlaştırmıyorlar.

Kendileri için hak saydıkları bir tutumu (siyasal taraftarlığı) 

başkalarında görünce en ucuz ve ahlaksız yolu seçiyorlar: Küfür ve tahkir… Buna hak kazandıklarına inanıyorlar.  

Bu satırların yazarı, yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu için rahatlıkla “yakınlık” bildiren ifadeler kullanacak (kullanabilecek) bir garip âdemdir. 

Davutoğlu, onun için, sadece bir siyasetçi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetecek kişi değil, rahatlıkla “çevremizden biri” ve “arkadaşımız” ifadesini sarf edebileceği 

kadim bir tanıdıktır.

Bunları yazacak, işi ayrıntıya dökecek değilim.

Muhitimden çok milletvekili, çok bakan, hatta Başbakan çıktı.

Mebzul miktar bürokrat tanıdığım var.

Çok şükür, bugüne kadar, hiçbir milletvekilini, hiçbir bakanı, hiçbir Başbakanı aramadım.

Hiçbir siyasinin tavassutunu istemedim.

İş kovalamadım.

İş takipçilerine aracılık etmedim.

İhale beklentim yok. İhalenin nasıl yapıldığını bile bilmem.

İslamcı sosyolog Ali Bulaç örneğinde olduğu gibi, belediyeler tarafından maaşa bağlanmadım.

Hele, bağımsız akademisyen Koray Çalışkan’ın yaptığını hiç yapmadım… Siyasetçi otobüsüne binip çılgınlar gibi eğlenmedim.

Başbakan’ın uçağında yer kapma derdim de yok.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Saadet Oruç / Başbakan Davutoğlu

Ahmet Davutoğlu, uluslararası siyaset zemininde önemli bir noktada duruyor.

Gazze krizinin en kritik anlarında, Davutoğlu’nun taşıdığı kilit rol, Washington tarafından dillendirilmişti.

Seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “orkestra şefi” olarak yönettiği ve Davutoğlu’nun da “baş kemancı” olarak damgasını vurduğu dış politika, aralarında iktidar partisine yakın isimlerin de olduğu çevreler tarafından zaman zaman eleştirildi.

Davutoğlu sendelemedi. Bütün dünya, Suriye konusunda neredeyse günlük “shift”ler yaşarken, Ankara sınır komşusundaki depremin domino etkisini doğal olarak yaşayabilirdi.

Ancak yaşamadı. Yaşanması için avucunu ovuşturanların girişimleri bitmek bilmedi.

Dış politik cephelerden Türkiye’yi vurmak isteyenlerin memleket içindeki taşeronunun hedefi dış politikanın iki kilit isim oldu.

Davutoğlu, Suriye dosyasında vurulmaya çalışılırken, AB Bakanı Egemen Bağış da bir itibar suikastine uğruyordu.

Bağış’ın maruz kaldığı saldırı, sonuçları açısından boşa çıktı. Bağış, siyaseten aynı yerde duruyor.

Davutoğlu da zincirleme saldırılardan güçlenerek çıktı. Başbakan olarak adı ilk telaffuz edilen isim oldu.

Ve ardından da AK Parti tarafından Başbakan adayı olarak belirlendi.

Yıkmayan her darbe daha güçlü kılıyor.

Hayatın her alanı gibi siyasette de…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Selim Atalay / ABD’de uzun yaşamanın sırları

Amerikan polisi silahını çekince, karşısındakinden mutlak itaat bekler… Ve polis tetiğe basmaya karar verdiğinde öldürmek için ateş eder… Öldürücü Kuvvet Kullanmak- deniyor… ABD polisi için silah kullanmak, bir güvenlik adımı… Yetkiyi anayasa mahkemesinden alıyorlar. Mahkeme kararlarından çıkan sonuç şu: Polisin, diğer polislerin ya da çevredekilerin yaşamına tehdit oluşturan bir kişiye polis ateş eder. Ayrıca eğer sanık ağır bir suç işlemişse ve kaçmaya çalışıyorsa ve de kaçması ciddi bir tehdit oluşturacaksa, yine vurulur. 

Ferguson’da günlerdir süren ayaklanmanın ve polisle çatışmaların temelinde 18 yaşındaki silahsız ve siyah gencin en az 6 kurşunla polis memurunca vurulması var… Silahsız birisinin öldürülmesi, her durumda rahatsız edici, ancak olayın ayrıntıları hâlâ tam bilinmiyor. Gencin, polisin silahını almaya çalıştığı ya da polise yumruk attığı iddiaları var. -Dur- ihtarından sonra koşarak polisin üzerine yürüdüğü de öne sürülüyor, ancak ayrıntı hâlâ yok.

Bu olayın daha etkisi sürerken, 5-6 km ötede bir başka olayda polis bir siyahı daha öldürdü… Görüntüleri de var. Bu kez sanık bakkaldan iki kutu içecek alıp, ödemeden dışarı çıkıyor, sonra dönüp raftan bir de donut kurabiye alıyor… Dükkanın önünde oyalanırken ve akıllı hareketler yapmazken, polis geliyor. İki polis araçtan çıkarken, sanık bıçak çıkarıyor ve polislere doğru sallayıp, bağırıp çağırıyor. Bu arada -Olduğun yerde kal- komutu var, ancak dinlemiyor ve iki polis 12 el ateşle sanığı öldürüyor. 

Neden yaralamıyorlar? Polis anlayışında yaralama yok. O hareketlerin filmlerde olduğunu söylüyorlar… Yaralamaya çalışırken ıskalayıp başkalarına zarar vermeleri riski varmış. Ayrıca yaralamakla tehdidin durmayacağına inanç var. O yüzden silah çekiliyor, şöyle böyle ihtar ediliyor ve öldürücü kuvvet kullanılıyor. Ferguson’daki olayda ve diğerlerinde polisin ceza da almadan dosyanın kapanması mümkün. ABD’de 2012’de 410 kişi polis tarafından öldürüldü ve dosyalarda yargılamaya gerek görülmedi. 2013’te bu sayının 450’ye yaklaştığı söyleniyor. Tam veri yok. Japonya’da ise yakın tarihte bilinen hiç böyle bir olay yok. Almanya’da 8 kişi öldürülmüş. Yani Amerika’da her gün en az bir kişi polis kurşunuyla öldürülüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın… 

Hakan Albayrak / Davutoğlu’na cart-curt edenler

Erdoğan, manipülatörlerin manipülasyonlarına aldanmadı. Yapması gerekeni yaptı. Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti genel başkan adaylığını ve dolayısıyla başbakan adaylığını gereken şekilde ilan etti. Gereken şekilde: Davutoğlu’na layıkıyla iltifat ederek, O’nun ‘mâna ve ehemmiyetini’ vurgulayarak.

Ne diyordu manipülatörler? “Davutoğlu Türkiye’yi maceraya sürükledi, herkesle düşman etti, komşularla sıfır sorun diye diye sıfır komşu noktasına getirdi… Beceriksiz… Başarısız…”

Yuh!

Yalancının…!?

Bir zamanlar bize ezelî düşman diye yutturulmaya çalışılan Yunanistan’la olabildiğince iyiyiz. Saraybosna, Belgrad, Zagreb’le “BENELUX” gibi olduk. Gürcistan’la can-ciğer kuzu sarmasıyız; iki devlet gibi değil de aynı devletin iki eyaleti gibiyiz. Ermenistan’la -Karabağ meselesinden kaynaklanan- sorunlarımız devam etmekle beraber, bazı hususlarda bu sorunlar yokmuş gibi davranma büyüklüğünü göstererek, bunalan Ermenistan halkına İstanbul’da nefes aldırıyor, onların gönüllerini kazanıyor, bu sayede inşaallah geleceği kazanıyoruz. Azerbaycan’la ilişkilerimiz her zamanki gibi iyi; karşılıklı rezervlerimizi resmi söylemlerimize bulaştırmaktan imtina ediyor, resmiyette “iki devlet, tek devlet” anlayışını muhafaza ediyor, üçüncü ülkelerin menfi tesirlerini bertaraf edecek kadar kuvvetlendiğimizde bu anlayışın kuvveden fiile geçeceği -hatta bunun ötesine de geçebileceği- umudunu diri tutuyoruz.

Pakistan’la “iki devlet, tek millet”liğimiz daha da ileri seviyede. 

Afganistan’la (Taliban dahil) en menfî şartlar altında bile ilişkilerimiz bozulmadı, bilakis gelişti, eksisinden de iyileşti. Rusya’ya karşı açık ve net bir şekilde savunduğumuz Ukraynalıların kahramanı olduk, ama bu süreçte Rusya ile de papaz olmadık. Suriye’deki muarızlığımız da bizi Rusya ile papaz etmedi; bilakis, Suriye’de kozlarımızı paylaşırken beri tarafta yüksek düzeyli stratejik işbirliğimizi hayata geçirdik, ortak bakanlar kurulu toplantısı düzenledik Rusya ile. Aynı şekilde İran ve Çin’le Suriye’de karşı cephelerde yer alırken beri tarafta ilişkilerimizi geliştirdik; Çin’le -NATO’ya rağmen- füze kalkanı anlaşması imzaladık, İran’la doğalgaz fiyatında indirim konusunda prensip anlaşmasına vardık. Kürdistan Bölge Yönetimi ile karşılıklı tereddüt ve korkudan karşılıklı muhabbet ve itimat ilişkisine geçtik, gayri resmi platformlarda konfederasyon çatısı altında birleşmeyi bile konuşuyoruz.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Ağva… Güzel ve tedirgin!

Eski yazılarımda denizden, çakıllı kıyılardan, ufuklara bakmaktan çok söz ettiğimi hatırlayanlar vardır, eminim Artık bu manzaralar yazılarımda yer bulamıyor.

Çünkü gitmiyorum oralara. 

Çünkü Maldivler’den kum taşıyan; bizim çakıllı kıyılarımıza burun kıvırıp ille de şık bir ahşap iskele isteyen ama Yunan adalarına gidince oradaki dededen kalma plajlara övgüler düzen arsız tatil kültüründen tiksinti geldi.

Başka bir şey daha oldu: kapalı su havzalarına, derelere, çaylara, yeşilliklere, farklı bitki örtülerine ilgi duymaya başladım.

Anlayacağınız, hep “uzaklara gitme” duygusu veren denizin yerine insana “gitme, burada kal” diyen yeşillikler ve derelerle ilgilenmeye karar verdim bir süreliğine.

***

Geçen gün birden küçük valizimi toplayıp Ağva yoluna düştüm.

İstanbul’dan yaklaşık bir buçuk saatte ulaşılabiliyor. 

Şile’den sonra daracık orman yolunu seçerseniz, birkaç kilometre fazla gidiyor ama tabiat tarafından yeşilin türlü rengiyle ödüllendiriliyorsunuz. 

Karadeniz kıyısında kilometrelerce uzunlukta açık plajı bulunan Ağva son yıllarda Göksu deresi boyunca açılan şirin butik otellerle ayrı bir değer kazandı. 

Yani biraz konfor ve Göksu’nun tabii asudeliği…

Kızılağaçlar, söğütler, arkada fındık bahçeleri ve elbette sessizlik. 

Gidecek olanlara tavsiyem şu…

Göksu deresinde tekne gezisi yapacaksanız, turizm ofisi veya otelinize başvurup Explore Ağva turizm platformunun elektrikli teknesini isteyin. O zaman kuş seslerini dinleyerek derenin derinliklerine kadar ilerleyebiliyorsunuz.

Wineport Lodge’un sahibi Haşim Bey, sağolsun bu konuda beni uyarmasa çok şey eksik kalacaktı!

***

Gelelim, bölgenin sıkıntılı ve geleceğe dair tedirginlik yaratan yanlarına…

Birincisi… 

Güzelim Göksu deresinin suyu eskisi gibi tazelenemiyor. Dereye eğilen dev kızılağaçlar yavaş yavaş kurumaya başlamışlar. Yabani söğütlerin gövde ve dalları beş yıl öncesine göre cılızlaşmış. Artan tuzluluk oranıyla su karakter değiştiriyor. Neden?

Çünkü Yeşilçay ve Göksu suları Darlık barajına pompalanıyor.

İkincisi…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emre Aköz / Anti-emperyalizm: Soldan İslamcılığa

Genel hatlarıyla ifade edersek, “anti-emperyalizm”, yani “emperyalizme karşı mücadele” sosyalist solun doğuşunda yoktu.

Marx, devrimin, kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerde (mesela İngiltere’de) olacağını düşünüyordu. Sermaye sahipleri ile işçiler öylesine kutuplaşacaktı ki… Neticede toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan işçiler, devrim yaparak yönetimi ele geçireceklerdi. Bunun sonucu olarak dünyayı sömüren emperyalizm de kendiliğinden sona erecekti Ancak olaylar başka türlü gelişti:

Devrim Rusya’da oldu. Acaba sırada komünistlerin güçlü olduğu Almanya mı vardı? Eğer Almanya düşerse, sıra İngiltere’ye gelebilirdi.

Ama olmadı.

Devrim Rusya ile sınırlı kaldı. Ancak sistem değiştirdiği ve tehlike oluşturduğu için Rusya, Batı âleminden soyutlanmış, tek başına kalmıştı.

Bunun üzerine Rusya ve sosyalistler, ezilen- sömürülenbağımlı ülkelere yüzlerini döndü. Oralardaki milliyetçi ideolojiyle donanmış bağımsızlık hareketlerini desteklemeye başladı. 

Hayat tarzı 

Evet bildiniz: Türkiye de bunlardan biriydi. Rusya’nın yardımı olmasaydı Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı.

Bugün artık sol, etkinliğini yitirmiş durumda. Yapısal şartlar değişmeden, eski şaşaalı günlerine dönmesi mümkün değil. “Sınıfsal farklara” atıfta bulunan politikalar gözden düştü, onların yerini “kimlik” politikaları aldı.

Kimlik politikaları da aynı kimliği taşıyan herkese, mesela hem zengine, hem de fakire hitap edebilmek için “popülist” olmak zorunda.

Bu dönemde antiemperyalizm bayrağını İslamcılar taşıyor. (Tabii çeşit çeşit İslamcılık var. Din üzerinden sosyal -siyasal hareketler geliştiren çok sayıda aktör olduğundan, belli bir kesimden söz ediyoruz.) 19’uncu yüzyıldan beri din üzerinden anti- emperyalizm yapan İslamcılar, Ortadoğu bağlamında esas olarak ABD’yi hedef alıyor.

Amerikalı gazeteci James Foley’nin, IŞİD tarafından kafası kesilerek katledilmesi karşısında Türkiye’deki birçok İslamcı kayıtsız kaldıysa… Bunun tek sebebi “Müslüman kardeşliği” olmasa gerek. Bence işin içinde sözünü ettiğim “yeni anti-emperyalizm” de var.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / “Aptallara kızmam ama mütecaviz aptallara kızarım”

Maktul ABD Başkanı Kennedy “Zaferin bin tane babası vardır, yenilgi ise yetimdir” demişti bir zamanlar… Bu sözleri siyaseten yorumladığınızda demokratik ülkelerdeki zaferin de, yenilginin de, seçim sonuçlarına bakılarak belirlendiğini düşünürsünüz… Ve Türk siyasetinin sürekli yenilen eziklerinin söylemlerine kulak verdiğinizde de herhalde, “Bunlar yenilgiyi evlat edinmişler” dersiniz.

Yanlış hatırlamıyorsam Kemal Tahir de “Aptallara kızmam ama mütecaviz aptallara çok kızarım” demişti.

Topluma “Muhalif siyaset” veya “Eleştirel medya” etiketi altında sunulan yazılı ve sözlü söylemler, açıkçası giderek insan zekâsına tecavüz eylemlerine dönüşmeye başladılar.

Seçim yapılmış. Recep Tayyip Erdoğan halkın çoğunluğunun oyunu bir kez daha alarak Cumhurbaşkanı olmuş… Daha sonra da etkin bir danışma mekanizmasını işleterek Ahmet Davutoğlu’nun hem Başbakan, hem de AK Parti Genel Başkanı olması kararına varıldığını açıklamış. 

İstikrara devam 

Bundan sonra Davutoğlu Hükümeti’nde kimlerin bakan olacaklarına ve bu hükümetin programında hangi konuların öncelik taşıyacaklarına dönük beklentiler, siyasetin gündemini oluşturacaktır. Bu arada yeni Cumhurbaşkanı’nın kimleri yanında Çankaya’ya taşıyacağı, kimin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olacağı ve Cumhurbaşkanlığı danışmanlar heyeti üyelerinin kimlikleri gibi şu anda bilinmeyenler de, siyasetin gündemini oluşturuyor.

Türkiye’de istikrarın süreceğine olan inancı pekiştiren bu gelişmeleri aklı başında olan herkes ve her kesim görmekte… Bu gerçeği içeride ve dışarıda yapılan açıklamalardan görebilirsiniz. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahmut Övür / Davutoğlu mu, eleştirenler mi haklı?

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na yönelik 5 yıldır yürütülen eleştiri ve algı operasyonu, genel başkan ve başbakan olma ihtimalinin ortaya çıkmasıyla yeniden devreye sokuldu.

Bırakın muhalefet veya muhalif medya cephesini, muhafazakâr çevreden de benzer sesler yükseldi.

Oysa komşularla sıfır sorun politikasından Türkiye’nin çevresindeki bölgeyle aktif ilgilenmesine kadar her politika, aslında AK Parti’nin içerideki siyasi yürüyüşünün devamından başka bir şey değildi. 

Davutoğlu, Türkiye’nin ve AK Parti’nin yapması gerekenleri kavramlaştırıp hayata geçirdi. Bunu bölgeyi ve Türkiye’yi yakından izleyenler de kabul ediyor ve hakkını veriyor. Bugün içeride çok eleştirilmesine rağmen, Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’da durduğu yerin haklılığı yavaş yavaş da ortaya çıkıyor.

Filistin’de, Mısır’da, Suriye’de ve Irak’ta Türkiye ilkesel bir siyaset izledi. Darbecilerin, İsrail gibi saldırganların ve Esat gibi diktatörlerin, Maliki gibi Sünnileri ve Kürtleri yok sayan “mezhepçi” siyasetçilerin karşısına “vicdanın” sesi olarak çıktı.

Eski ABD Dışişleri Bakanı Clinton bile Obama’nın Suriye’de izlediği yanlış siyasetin IŞİD vari terör örgütlerini öne çıkardığını söylüyor. İşte Irak’ta Maliki’nin gidişi…

Türkiye’nin haklılığı ortaya çıktı, daha da çıkacak. 

Davutoğlu’nun başbakanlığa gidişiyle bu tartışmalar yeniden gündeme gelince ABD’li yazar George Friedman’ın yazdığı “Gelecek 100 Yıl- 21. Yüzyıl İçin Öngörüleri” isimli kitabını ve 2011’de Amerika’nın sesi Radyosu’ndan Meltem Çağlar’a verdiği söyleşiyi hatırladım.

Türkiye’deki muhalefet partileri ve muhalif odaklar sadece o kitabı okuyup, o söyleşiyi izleseler belki biraz daha insaflı olurlardı. O kitabında Friedman şöyle yazmıştı: 

“21. yüzyılın ‘süper devleti’ gene ABD olacak. Avrupa çağı kapanıyor.

Amerika çağı daha yeni başladı. Diğer büyük güç Japonya olacak. Rusya bir kez daha dağılacak.

Ya 21. yüzyılın yeni büyükleri?

Bunlar Türkiye, Polonya ve Meksika olacak.”

Bu öngörüde bulunan ABD’li yazar Friedman, Türkiye’nin son dönemde izlediği dış politikaya ilişkin 2011’de de şunları söylüyordu: “Bölgenin istikrarı Türkiye açısından önem taşıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, komşularla sıfır sorun dış politika stratejisini açıkladı. Türkiye’nin Irak’ta, Suriye’de, İran’da, Balkanlar’da önemli çıkarları var. Ama düşman edinmeden bu çıkarları korumak imkânsızdı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okan Müderrisoğlu / Neden Davutoğlu?

AK Parti’nin Genel Başkan ve Başbakan adayının seçimi, “ilkelerin, süreçlerin ve ilişkilerin” sonucu oldu. Belirleyici başlıklar, Haziran 2013 Gezi olayları ile 17-25 Aralık 2013 siyasete müdahale girişimlerine karşı takınılan tutumlarda gizliydi.

Önce, hafızaları tazelemek isterim. AK Parti liderliğinde kırılma yaratan olaylar dizisi yaşanmadan çok önce, 16 Mart 2013’te yayımlanan yazımın son bölümü şöyle idi: 

“Halkın seçeceği Cumhurbaşkanı’na 16 ay kala Gül, ‘Emekli olmak istemediğini’ ilan etmişken, bundan sonra ne beklenebilir? Senaryo çok… Ama belirleyici kriter “özel hukuk” olacaktır.

Kardeşlik hukukunun üzerine “Fedakârlık hukuku” bina edilecektir.

Çözüm, “özveriden” geçecektir. Hareketin liderine göre çizgi çekilmezse bir kazanan, çok kaybeden olur!”

Yani… Ağustos 2014’te karşılaştığımız siyasi tablo, aylar öncesinden belliydi. 

***

Bir diğer nokta… Ahmet Davutoğlu ismi… Dışişleri Bakanı’nın onlarca seyahatine katıldım. Tarzını, üslubunu, düşünce dünyasına etki eden unsurları yeniden sıralamaya gerek yok. Ancak sahadaki performans, bakanlığın ve hocalığın üstünde özellikler de gerektiriyor. Bu nedenle, 21 Mart 2014’te, yerel seçimlere gidilirken Davutoğlu’nun Konya’nın ilçelerinde düzenlediği mitingleri izledim. Meydanın diliyle konuşma, halkla soru-cevaplı diyalog kurma, kitleleri coşturma gibi ölçütler açısından, “Davutoğlu, bu işin üstesinden gelir” izlenimi edindim. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / Kovmadı Başbakan yaptı

Ahmet Davutoğlu’nun Başbakan Başdanışmanlığı dönemiydi. Küçük kızı Hacer, Başbakan Erdoğan’a bir mektup yazdı: 

“Lütfen babamı işten kovun.” 

Çünkü, Ahmet Davutoğlu günlerinin büyük bölümünü yurt dışında geçiriyordu. Hacer, babasını göremiyor, tepki gösteriyordu. 

Ama tam tersi oldu. Davutoğlu’nun yükü Dışişleri Bakanlığı görevi ile daha da ağırlaştı. Hacer büyüdü ve durumu anlayışla karşılamaya başladı. Bu defa torunu ortaya çıktı. 9 Ağustos’ta Konya’daki evlerinde bizzat şahit oldum. Şu günlerde torunu kulağına eğilip “dede” diyor: 

-Kaçamak yapalım mı? 

***

Sabah’ın Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu’nun bir sözü var. “Davutoğlu ile Konya’ya diye yola çıkar, kendinizi Hanya’da bulursunuz” diyor. 

Aynen öyle. 

Gazeteci arkadaşlarımızın çoğu bilirler. Davutoğlu uçağa biner, peş peşe 5-6 ülkeye gider. Mesela, 2011’de bir gezide Katar, Suudi Arabistan, Mısır, Macaristan ve Almanya turu atmıştı. Daha sonra benzer gezileri tekrarladı. Hatta, gelişmelere göre program dışı rota değişiklikleri yaptı. 

Sürekli hareket halinde ve telefon elinde! 

Bir ayda 200-300 telefon görüşmesi yapıyor. Dünyanın her yerindeki meslektaşlarına ulaşıp diyalog kuruyor. 

En büyük özelliği “koşan” bir isim olması. 

***

Ortadoğu’yu çok iyi biliyor. Pek çok ülkenin yönetim kadrolarındaki isimlerle özel dostlukları var. 

Türkiye’yi Asya’ya açtı. 

Mazlumların sesi oldu. Arakan Müslümanlarına destek için bölgeye giden dünyadaki ilk Dışişleri Bakanı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kurtuluş Tayiz / Davutoğlu çözüm süreci için şans

Çözüm sürecini bir “iç süreç” olmaktan daha çok, dış politika hamlesi olarak gördüm hep. Suriye’de iç savaş patlak verdiğinde bölgedeki statüko da sarsıldı; yüz yıl önce bölgeyi şekillendiren Sykes-Picot düzeni çöktü. Bu gidişatı ilk tespit eden de Türk dış politikası oldu. Çözüm süreci kararı, bu gelişmeler üzerine  alındı. Süreç, öncekilerden farklı bir temel üzerine inşa edildi. Sykes-Picot’nun hükmü sürüyor olsaydı, bugünkü çözüm sürecinden de büyük ihtimalle bahsedilemeyecekti. Kuşkusuz akan kanın durması için görüşmeler sürecekti ama süreç, bugünkü barış tasavvurundan yoksun olacaktı.  

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’nin genel başkan ve başbakan adayı olarak belirlenmesini bu açıdan son derece önemli buluyorum. Ahmet Davutoğlu, yüz yıl önce kurulan Ortadoğu’nun dağılmasına birinci elden şahitlik eden ve bu yıkımın yol açtığı etkilerden ülkesini korumaya çalışan önemli isimlerden. Çözüm süreci kararı, etrafımızı saran bu yıkım koşullarında alındı. Türkiye’yi de yangın yerine çevirecek bir süreç böylece engellenmiş oldu. Türkiye’nin önünde de öyle sanıldığı gibi çok fazla seçenek yoktu; ya statükodan yana tavır alıp “eski Türkiye” olarak kalacak ve bölgedeki yangın kendi içine de sıçrayacaktı ya da yeni Ortadoğu’nun bir parçası olacaktı. Türk dış politikası işte kimi çevrelerin “maceracı” bulduğu o cesur adımı atarak yeni Ortadoğu’nun kuruluşunda yer alma girişiminde bulunan gücü ve iradeyi gösterdi.  

Çözüm süreci, meseleyi hala “PKK sorunu” olarak algılayanların ufuklarının sınırlarını aşacak nitelikte bir süreç. Kürt meselesi, yeni Türkiye’nin ve yeni Ortadoğu’nun kilidi konumundaki bir meseledir. Güneydoğu ile sınırlı olmadığı gibi, aynı zamanda Irak, İran ve Suriye demektir. Dört ülkeyi ilgilendiren Kürt meselesi Ortadoğu demektir. Yüz yıl önce galip devletlerin çizdiği sınırlar dağılırken Türkiye bu gelişmelere seyirci kalmadı ve kendi çözüm sürecini başlatarak bir nevi ön almayı başardı. Türkiye, bu meselede dünya tarafından da kabul görecek en demokratik çözüm modelini üretti.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Murat Kelkitlioğlu / Davutoğlu’nu gizlice dinleyenler

Tarih: 13 Mart 2014 

Yer: Dışişleri Bakanlığı 

17 ve 25 Aralık sivil darbe girişimlerinin deşifre olduğu, 30 Mart yerel seçimleri öncesi Başbakan Erdoğan ve hükümetinin hedef alındığı günler. Türkiye’yi dinleme merkezi haline getiren ‘paralel örgüt’ün ihanetlerinin bir bir ortaya saçıldığı karanlık günler. 

İşte o günlerde, 13 Mart 2014 tarihinde Dışişleri Bakanlığı’nda, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun katıldığı çok gizli ‘Suriye zirvesi’ yapılıyor. Bu çok gizli toplantıda konuşulanlar birkaç gün sonra internet üzerinden servis ediliyor. Servis edilmeden önce ise ülkenin anamuhalefet lideri televizyon ekranlarında toplantıda konuşulanlarla ilgili imalı açıklamalarda bulunuyor. 

Skandal üzerine başlatılan soruşturma kapsamında çok ilginç bilgilere ulaşıldı. 

Gelin onları da hatırlayalım! 

Yüzyılın casusluk faaliyeti olarak değerlendirilen olayda, dinlemenin nasıl yapıldığı ortaya çıkarken, dinlemeyi yapan kişi de tespit edildi.  MİT tarafından yapılan soruşturmanın sonunda dinlemenin Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun makam odasında, oturma grubunun yanında bulunan masa telefonuna koyulan böcek ile yapıldığı tespit edildi. Bakanlıkta yapılan toplantının programa alınmasının ardından böceğin telefona yerleştirildiği ve toplantının hemen ardından yerinden alındığı tespit edildi. Böceği koyan casusun ise alt düzey bir Dışişleri personeli olduğu öğrenildi. Bakanlıkta çalışan kişinin alt düzey personel olduğu, paralel örgüt tarafından yönlendirildiği öğrenildi. Savcılık, ‘Bu görüşme, diğer yasadışı dinlemelerle aynı merkezden dinlenip kamuoyuna yansıtılmış’ sonucuna varmış, Gölbaşı Başsavcılığı da soruşturma dosyasını, ‘paralel dinlemeler’ soruşturmasıyla birleştirilmesi için Ankara Başsavcılığı’na göndermişti. 

Evet, o günlerden bugünlere geldik! 

Tarih:21 Ağustos 2014. 

Yer: AK Parti Genel Merkezi. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin millet tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, ülkenin 26. Başbakanı olarak Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ismini açıkladı. 

Ve açıklamayı yaparken en önemli vurgusu ‘paralel örgütle mücadeledeki azim ve kararlılık’tı. Yani sayın Davutoğlu’nun bu konuda çok iyi bir sınav verdiğinin altını çizdi. Bir anlamda Davutoğlu, kişisel kariyeri, bilimadamlığı kimliği, politik deneyimi, parti içindeki konumunun yanısıra ‘paralel örgüt’ün önündeki dik duruşu nedeniyle Başbakan olarak seçildi. 

Belki de Davutoğlu’nu gizlice dinleyenler, yeni başbakanın kim olacağının karar verilmesinde istemeden etkili oldu. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…