Çatı aday Erdoğan

Medya
Taha Özhan, Orhan Miroğlu, Ardan Zentürk, Eyüp Can, Ruşen Çakır, Halime Kökçe, Fehmi Koru, Hayrettin Karaman, Abdülkadir Selvi ve Güneri Cıvaoğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler. Taha Ö...
EMOJİLE

Taha Özhan, Orhan Miroğlu, Ardan Zentürk, Eyüp Can, Ruşen Çakır, Halime Kökçe, Fehmi Koru, Hayrettin Karaman, Abdülkadir Selvi ve Güneri Cıvaoğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Taha Özhan / Çatı aday Erdoğan

12 Eylül 2010 referandumu ile birlikte yavaş yavaş zuhur eden ittifak siyaseti, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin neredeyse tek siyaset teknolojisine dönüştü. Gelinen aşamada bir ‘çatı isim’ bulunup bulunmamasından bağımsız bir şekilde, bu siyasetin ele alınması gerekiyor. İttifaklar siyaset yapımının doğal bir parçası. Lakin bu siyasi teknolojiyi kurucu siyasetin yerine ikame etmeyekalktığınızda kendi krizini ve kısır döngünüzü de hazırlamış oluyorsunuz. İttifak siyasetinde kontrolü tamamen kaybedenler ise bir anda kendilerini anti-siyasetin zirvesi olan ‘boykot’ kampında bile bulabiliyorlar. 

Öncelikle ‘çatı aday’ teklifi getirenlerin en basit gerekçesini ele alalım. Söyledikleri zımnen şu: ‘AK Parti karşısında müstakil olarak varlık gösteremiyoruz, o halde bir araya gelirsek bu basit sorunu çözebiliriz!’. Bunu söyleyenler, farkında olmadan, varlık gösterememelerinin temel gerekçesinin ‘bir arada olmamaları’ olduğunu da söylemiş oluyorlar. Oysa durum elbette bu değil. En azından, bir araya gelmesini arzuladıkları ‘farklı kesimlerin farklı kesimler’ olduğuna dair basit hakikati gözardı ediyorlar. Tam da bundan dolayı kitlelere ulaşamıyorlar. 20. Yüzyıl siyasi hareketleri olarak, hiçbir yapısal değişime gitmeden, temsil düzeyinde vitrin düzenlemeleri ile siyaset yapabileceklerini düşünüyorlar.

Kutuplaşmanın temelindeki 20. Yüzyıl bakiyesi Kemalizm’le yüzleşmek yerine iyi rol kesebilecek, siyasi doğruculuğu yoğun bir şekilde kullanabilecek, her şey ama bir şey olmayacak siyaset ve hayat dışı formüllerin peşine takılıyorlar. Daha ilginci, tarif ettikleri ve umdukları çatı adayın üzerinde taşımasını istedikleri hiçbir özelliği müstakil olarak görmek istemiyorlar. Yani Kürt sorunundan din-devlet ilişkilerine, vatandaşlık tartışmalarından laikliğe, Alevi meselesinden demokratikleşmeye varıncaya kadar her bir başlıkta ciddi krizler yaşıyorlar.

Çatı aday formülünün ete kemiğe büründüğü başarısız bir örnek var aslında. Bu örnek ‘Kılıçdaroğlu ve yeni CHP iddiasından’ başkası değil. 2010 referandumu öncesi bir saray darbesiyle genel başkanlığa gelen Kılıçdaroğlu, kabaca cumhurbaşkanlığı seçimleri için düşünülen çatı aday karakterini hayata geçirmek için ciddi çaba sarf etti. Sonuç kelimenin tam anlamıyla hüsran oldu. Girdiği üç seçimin üçünü de kaybettiği gibi neredeyse üç beş ayda bir partisinin ‘çatısında tadilat’ yapmak zorunda kaldı. Aynı anda Kemalist ana damarı, muhafazakarları, milliyetçi kesimleri, Kürtleri, demokratikleşme sancısı yaşayan farklı kesimleri retorik ve temsil düzeyinde ‘kucaklamaya’ çalıştı. Kaldı ki şahsı da ‘iki öteki kimliği’ kuşatmaktaydı. Sonuçta biri diğeriyle varoluşsal sorunlar yaşayan bu kimliklerin her birine müstakil olarak ulaşma çabası sadece bir önceki çabasını nesh etmekten başka bir işe yaramadı. Çünkü bütün bu vitrin ve mesaj siyasetinin temelinde Kemalizm’le yüzleşme(me) sancısı vardı.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / Muhalefetin ayak oyunları

İki tarafın aday ilân etmede birbirini bekledikleri belli de, düz bir akılla, Ak Parti’nin CHP ve MHP’nin ‘çatı aday’ diye karşısına çıkaracağı ismi beklediğini sanıyordum. Meğer muhalefet partileri Ak Parti’nin adayını açıklamasını bekliyormuş… 

Kaynağım, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Ortak aday çıkaralım” teklifi ile, ona önce olumsuz cevap vermiş MHP lideri Devlet Bahçeli’nin piramitli grafiklerle anlattığı ‘çatı adayı’ karşı teklifini sütununda okuduğumuz Hürriyet yazarı Şükrü Küçükşahin… Dünkü yazısının başlığı açıklayıcı: ‘Muhalefet AKP adayını bekleyecek’…

Aday Abdullah Gül olursa başka, Tayyip Erdoğan olursa başka isim (veya taktik) uygulayacaklarmış… “Muhalefet için” diyor, “Gül’ün adaylığı ile Erdoğan’ın adaylığı arasında uçurum var.”

Oysa ikisi de Ak Parti kurucusu olan isimler…

Eskiden, cumhurbaşkanını Meclis’in seçtiği dönemlerde, Çankaya seçimleri siyaseti çok zorlamıştı. Bir parti adayında ısrar etti diye askeri müdahale (12 Eylül 1980) yaşandığını da biliyoruz, askerin dayattığı bir orgenerali seçtirmeyip bir oramiralin Çankaya’ya gönderildiğini (1973) de… 2000 yılında da, partiler kendi aralarında anlaşamayınca, Meclis dışından biri (Ahmet Necdet Sezer) son dakika adayı olarak önlerine konulmuştu.

Şimdi cumhurbaşkanını halk seçecek, ama muhalefetin konuya yaklaşımı yine değişmiyor: Çankaya’ya en fazla yakışacağını düşündükleri birini değil de, iktidarın adayını zora düşürecek bir ismi seçmen önüne sürecekler…

Bunun adı da ‘siyaset’ oluyor…

Gerçekten ayıp ediyorlar…

Ak Parti’nin Tayyip Erdoğan’ı aday göstermesi durumunda ‘boykot’ taktiğine başvuracağını da Fuat Keyman’dan öğreniyoruz. Belli bir ‘çevre’ ile irtibatlı bildiğim taktik CHP için ciddi bir seçenekmiş… “İlk turda seçimlerin az katılımlı olmasını ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının meşruiyetinin sorgulanmasını sağlamak” diye açıklıyor taktiğin ilk boyutunu Radikal yazarı; ikinci boyut için de “Eğer Erdoğan ilk turda seçilemezse, ikinci turda seçimlerden çekilerek Erdoğan’ı yalnız bırakmak, Erdoğan’a verilecek ‘hayır’ oylarının ‘evet’ oylarından fazla olmasını sağlamak” diyor…

‘Cumhurbaşkanlığı seçimini geçersiz kılmak’ imiş amaçları…

Ne diyelim, “Allah iz’an versin” demekten başka…

Yapıcı değil yıkıcı olan, istikrar değil kaos peşinde, devleti temsil eden kurumların haysiyet ve itibarını gözetmek diye bir derdi bulunmayan muhalefetimizin cumhurbaşkanı seçimine yaklaşımı işte bu…

Etrafa yayılan “Sürpriz bekleyin” söylentisi, büyük ihtimalle, Kristof Kolomb’un “Yumurtayı düz zemine nasıl dik oturtabilirsiniz?” sorusuna cevap olarak yumurtayı bir tarafından çatlatarak masaya yerleştirmesi gibi bir şey…

Kolay bir çözüm, ama marifet yumurtayı çatlatıp kırmadan düz oturtabilmekte…

Seçimde de marifet, Ak Parti adayı karşısına halkın ondan daha fazla teveccüh gösterip oyunu vereceği birini çıkartabilmektir. Seçimi boşa çıkartmak için boykot etmekle, seçmenin, geçmişin ülkeyi kaosa sürükleyen darbe davetçisi nafile turlarıyla kendilerini özdeşleştireceğini bile düşünemiyorlar. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Orhan Miroğlu / Kürtler, Misak-ı Milli ve Öcalan

Siyasetin özü, yönetme talebidir. Fransız devriminden bu yana, modern çağda, belli bir ulusu yönetmeyi zor ve güç belirliyordu. Jakobenizm sanıldığı gibi sadece yeni bir  ulus yaratmak için değil, üstün ırkı (Almanya, Hitler) ve üstün sınıfı (Rusya, Stalin) yaratmak için de kullanıldı. Ama 21. Yüzyılda yönetme talebi hiçbir şekilde jakobenizme dayandırılamaz. Yönetme talebiyle yola çıkıldığında, yönetilenler, yönetmek isteyenin yönetim anlayışını elbette bilmek, deneyimleriyle sınamak isterler. Buna kısaca demokrasi diyoruz. Demokrasi ise bu yeni yüzyılda, idam sehpaları, toplama kampları ve Gulak’tan çıkmaz, sandıktan çıkar..

Türk siyasi kültürü, jakobenizmle malul bir kültürdür. Kürtler de bu kültürden etkilendiler. Toplumu yukardan aşağıya, jakoben bir anlayışla kurmak, Türk’ü ve Kürd’ü ‘yeniden yaratmak’, ‘ulus devleti ebediyete kadar yaşatmak’ ile ‘demokratik ulus inşası’ için verilen mücadele anlayışları arasında ciddi bir fark olduğu söylenemez.

PKK silahlı bir hareket, elindeki imkanların silahlı mücadeleye bağlı olarak tekamül ettiğine ve büyüdüğüne; sivil Kürt hareketinin kaderinin de, bu çerçevede silahlı mücadeleye bağlı olduğuna inanmakta ve silahlı mücadeleden kopuşu, tasfiye olarak görmektedir. Kırk yıl sonra, bu sabit ve hiçbir dönemde ciddi manada sorgulanmamış  inançtan teorik olarak vazgeçilmiş görünse de PKK’yi siyasi alana bağlayan sebeplere bakıldığında, o sebeplerin hala baki olduğunu, dokunulmamış, eleştirisi bile yapılamayan bir takım faktörlerden oluştuğunu görürüz.

Dağda bugün de, elde silah bir gün savaşmayı bekleyen insanlar var. Bu insanlara üniversiteli gençler ve çocuklar katılmaya devam ediyor; PKK için siyasi alan, hala ve büyük ölçüde şiddetle belirleniyor ve şiddetle malul bir alandır.

Öcalan’ın öne sürdüğü yeni fikirler itibariyle PKK için yeni bir paradigma oluşturmaya çalıştığı da işin bir başka ve önemli yanı. Bu paradigma ilanının en bariz ve son örneği, çözüm sürecini başlatan ve 21 Mart 2013 Newroz günü okunan mektuptur.

Bu mektubun muhtevasını hak ettiği ölçüde kimse tartışmadı. Mektupta yazılanlarla siyasi ve insani bir yüzleşme yaşamak kimsenin işine gelmedi.

Bunun yrine, statü talebi, ana dille eğitim gibi konular, çözüm sürecinden bu yana en çok tartışılan konular oldu. 

Oysa dünyanın hiçbir yerinde, ana dil talebi ve siyasi bir kavram olmaktan uzak, ne ifade ettiği belirsiz, ‘kendi kendini yönetme’ anlayışı üzerine oluşturulmuş bir federal veya otonom yapı söz konusu değildir. Federal ve özerk yapılar, siyasi sebepler, teritoryal anlaşmazlıklar, federal bölgenin merkeze göre daha zengin olması veya kendine yeten bir kaynağa sahip olması (Bask ve Güney Kürdistan) yüzyıllarca sürmüş mezhep savaşları (İrlanda’da) gibi çözümü kolay olmayan gerekçelerle inşa edilmişlerdir. Türkiye’nin Kürt sorununda bu sebeplerin hiçbirinin geçerliliği yok.  

Kaldı ki, Türkiye’de bugün, statü talebinin muhatabı, sanıldığının aksine, devlet-hükümet değil, Kürt halkının bizzat kendisidir. Kürtler, mademki otuz yıldır silahlı bir mücadeleyi destekledi, o halde PKK’nin bir siyasi talep olarak müzakere sürecinde masaya getirebileceği demokratik özerkliği zaten onaylamış olmuyor mu diye sorulabilir..

Kanımca net bir cevabı yok bu sorunun.

Demokratik özerklik veya federal çözüm, Kürt halkının ekseri çoğunluğunun siyasi tahayyülünde karşılığı olmayan bir fantazmadır. Bu fantazma Türkiye şartlarında, Kürtler’e bir şey kazandırmaz, kaybettirir. Kürt halkı, ister kabul edilsin ister edilmesin, bugünün şartlarında-nedenini tartışmaya açabiliriz- PKK veya başka siyasi partilerin, önerdiği federasyon, otonomi gibi farklı statü taleplerine değil, Misak-ı Milli statüsüne daha yakın ve daha bağlıdır. Geçen yüzyılda çok şey oldu, çok kan aktı, çok zulüm yaşandı. Kürtler’in vatanı bölündü. Ama bu bölünme bugün fiili olarak sona ermektedir.

Kürt halkı Misak-ı Milli sınırlarının değişmesi veya değişmesini akla getirebilecek bir adım gibi anlaşılmaya ve Türk şoven milliyetçiliğini yeniden tahkim etmeye yarayacak hiçbir siyasi çözüme evet demez. Bölünme korkusunu kendi içinde en az ‘burası dünyanın sonu, buradan başka bir yurt bir ülke yok’ diyerek, Balkanlar, Makedonya ve Kafkaslar’dan gelip, Anadolu’ya yerleşen Müslüman Türk halkı kadar yaşar. Çünkü bilir ki böyle bir bölünmenin sonuçları en çok ona zarar verecektir. Kürtler, Türkiye’yi anavatanları ve Anadolu’yu da, Türkler gibi, dünyanın sonu gibi görürler, çünkü, gidecek başka vatan, başka bir dünya toprağı yoktur. Kader birliği diye bir şey varsa, o da aynı vatan toprağını, iki halkın da dünyanın ucu, dünyanın sonu olarak görmesidir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Halime Kökçe / Anneleri süpüremezsiniz!

Kürt/PKK sorununun tarihinde ilk denilebilecek bir durum, çocuğu PKK tarafından dağa kaçırılan annelerin gösterdikleri isyan cesareti. 

Çözüm süreciyle başlayan barış ikliminin de bir meyvesi bu. 

Ne varsa annelerin merhametinde, cesaretinde, isyanında ve hatta annelerin öfkesinde var. En çok korkulması gereken de anne öfkesi. Hele de annelerin ahı, işte asıl bundan korkmalı…

Çözüm sürecinin yavaşlığından şikayet edenler bilsinler ki sürecin selameti biraz da bu yavaşlıkla kaim. PKK’nın silah bırakmamasına, Türkiye içindeki PKK’lıların çekilmesi yılan hikayesine dönmesine rağmen siyasetin çözüme dair kararlılığı ile Türkiye kamuoyu süreci sahiplendi.

Başbakan Erdoğan’ın güçlü liderlik profili sayesinde Kürt sorununun yokmuş gibi yapıldığı yıllardan bugünlere gelindi.

Batı bölgelerindeki insanlar Türkiye’nin bir bütün olarak varlığının müdafaası için sorunun siyasetle, diyalogla çözülmesinin elzem olduğuna ikna oldu. 

Akil İnsanlar Heyeti, arkalarına takılan mobil eylemcilerin fırlattıkları kaldırım taşlarına rağmen, toplantılarını provoke etmek için her daim hazır bulunmalarına, onlardan önce ilçelere, illere varıp suyu bulandırmalarına rağmen şehir şehir dolaştı, insanları dinledi. Hayır diyen neden hayır diyor “yetmez ama” diyenin beklentisi ne, tek tek not etti. Şehit aileleri ile birlikte gözyaşı döktü, barışı en çok isteyenin onlar ve oğlu dağda olan Kürt anneler olduğunu gördü.

O anneler işte, şimdi Diyarbakır Belediyesi’nin süpürmeye çalıştığı anneler… 

Sesini dyurabilmek için ineğini satıp Diyarbakır’a gelmiş bir anneye, bir oğlunu zaten kurban vermiş öbür oğluna sahip çıkmaya çalışan bir başkasına, ilaçlarını aksatmasın diye üzerine titrediği kuzucuğunun yolunu bekleyen ötekine reva görülen bu mu olmalıydı?

Kim samimi kim değil?

Gültan Kışanak’ı tüylerim diken diken olarak dinledim. Sırrı Süreyya Önder’i dinleyince kulaklarıma inanamadım. 

“O çocuklar zorla kaçırılmadılar”; arkasına sığındıkları cümle bu.

Sırrı Süreyya Önder diyor ki, 18 yaşından küçüklerin dağdan geri gönderilmesi PKK’nın en çok yapmak istediği şey; ama gel gör ki bu çocuklar direniyor, “bizi hiç kimse eve gönderemez” diyor.  

Zayıfın arkasına saklanmaya çalışan iri bir gövde gibi ayıplı bir söz bu. Ayıplı bir bakış. 

PKK’nın sözü geçmiyor demek, daha reşit bile olmamış, kokuları annelerinin burnunda tüten bu çocuklara.

Bunu diyor Sırrı Süreyya, buna inanmamızı istiyor.

Ve böylece PKK’nın kadrosunda çocukların olmasını meşrulaştırıyor…

Kimse zaten o çocukların eter koklatılarak, elleri, ayakları bağlanarak dağa kaçırıldığını söylemiyor. PKK’nın gençleri devşirmek için başka mekanizmaları olduğuna kuşku yok.

Ama siz dağı meşrulaştırıyorsunuz, üstelik Meclis’te siyaset yaparken, çözüm sürecinde siyasi bir aktör olarak aktif görev yürütürken bunu yapıyorsunuz.

İmralı’dan son getirdiğiniz havadise rağmen, hükümetin sürece ilişkin yasal çerçeve oluşturma gayreti içinde olduğunu görmenize ve PKK’nın dağ kadrosunun büyük bölümünü kapsayacak bir yasal düzenleme için çalışıldığını bilmenize rağmen… 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ardan Zentürk / CNN bize ne yapar?

Küresel medya” denilen yapılanmanın içinde yer alan meslektaşların kalibresi ile ilgili fikir sahibi olmam, meslekteki hayli genç yıllarıma rastlar. 1986 yılıydı, İsveç’in efsanevi sosyal-demokrat politikacısı Olof Palme, bir akşam, sinema çıkışı Stockholm’ün orta yerinde öldürüldü. Genel Yayın Yönetmeni Güneri Cıvaoğlu beni oraya adeta “ışınladığında” henüz 31 yaşında bir Dış Haberler Editörü’ydüm. 

Dönemin SAPO Başkanı Hans Holmer’in nafile basın toplantılarını izlerken, biz, 4 Türk gazeteci gelişmenin perde arkasında hayli yanlış işler olduğunu anlamıştık. Ben, -kulakları çınlasın- Sıtkı Uluç, Muammer Elveren ve Faruk Zabçı, Holmer’den gelen tuhaf bilgi kırıntılarını bir kenara bırakıp kendi rotamızda işin perde arkasına sızmaya çalıştık, hatta, bu işi, İsveç Gizli ServisiSAPO’nun merkez binasına bir pazar sabahı “çat kapı” dayanmaya kadar vardırdık. Uzatmayayım, SAPO’da tek tek sorgulanıp bir gün sonra da ülkeden atılmamız hala ortak meslek anıları defterimizde önemli yer tutar.

Biz meseleyi bu ölçüde araştırır, cinayetin perde arkasında Bofors skandalı mı, bir taşeron örgüt olarak PKK mı var diye sorgularken, diğer meslektaşlar, Holmer’in açıklamalarından tuhaf öyküler üretiyorlardı. Bir otel lobisi sohbetimizde,“bunlardan bir halt olmaz” kıvamında konuştuğumuzu da hatırlıyorum.

O günlerden sonra, dünya medyasında yer alan haber ve yorumlara hep, mesafeli baktım, bunları üreten/yazan meslektaşların yetenek, bilgi ve birikimlerinin de sorgulanması gerektiğine inandım.

“Küresel medya” kurumsal kimliği güçlü, barındırdığı gazetecilerin yüksek oranı vasat mesleki birikime sahip bir yapılanmadır.

Öteden beri, Türk medyasının dış basında memleketle ilgili çıkan yorum ve haberlere neden bu kadar önem verdiğini de anlayamamışımdır. Kendi medyamızdan yola çıkalım, bizde nasıl, her analizi zamanın gerçek duvarına toslayan bir sürü yazar varsa, “küresel medya”da da o kadarı vardır. Ne, birisi, Türkiye’nin mükemmel bir yolda olduğunu, ne de diğeri, memleketin battığını yazdığında fazla iplemem, yorumlarını genel olarak dört görme özürlünün bir fili tarif etmesine benzetirim, neresini tuttularsa orasını anlatırlar.

Orgeneral Özel’in söylediği önemli

Genelde, gazetecilik açısından “vasat” elemanlar çalıştırsalar da, “küresel” kimlikli, CNN, Aljazeera, BBC, RT TV gibi yayın organlarının dünyadaki gelişmelere, belirli ülkeler açısından yeni algılar üretmeye güçleri vardır, bunu da yeri geldiğinde pervasızlıkla sergilerler.

Bu açıdan baktığınızda, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in, Efes-2014 tatbikatında yaptığı konuşma (29 Mayıs 2014) önemli. Buraya birebir almayacağım, meraklısı girer internetten okur, komutan, konuşmasında 21’inci yüzyılın bu döneminde“ulusal güvenlik” tehdidinin değiştiğini, “askeri” olmaktan çok, ekonomi, enformasyon (bilişim/medya), teknoloji ve hukuk alanlarından kaynaklandığını söylüyor. “Nitekim yaşadığımız çağda ülkeler askeri yaptırımlardan çok politik ve ekonomik yaptırımların tehdidi altında bulunmakta. Sosyal medya ve enformasyonla şekillenen renkli değişim ve mevsim devrimlerine maruz bırakılmaktadır” sözleri bir gerçeğin de vurgulanması. Yani, komutan, “ben asker olarak bu ülkenin sınırlarını iyi beklerim ama, siz, ulusal güvenlik açısından diğer konularda önlem alın, yoksa, bir gün memleketinizi tanınmaz halde bulabilirsiniz” diyor.

Ergenekon ve Balyoz davalarının işleyiş şekli ile hükümete dönük 17 ve 25 Aralık darbe girişimleri hukukun, Gezi Parkı olaylarıçevresinde şekillenen “küresel medya” gösterisi ile sosyal medya atakları da enformasyonun “ulusal güvenlik” açısından önemini ortaya koyuyor. Borsa ve Merkez Bankası’nı ekonominizin yumuşak karnı yapmaya çalışanlara karşı da uyanık olmanız gerekiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Çözüm sürecine Diyarbakır’da yeni start

Kürt sorunu ve barış sürecininin Türkiye’nin sadece barışa değil, demokrasiye açılan önemli kapılarından birisi olduğu açık.

2013 başında açılan, 2013 Nevroz’unda doruğa çıkan, akil heyetlerin oluşumuyla derinleşen barış süreci daha sonra hız keşmişti.

Biri doğrudan diğeri dolaylı iki nedenle…

Dolaylı neden Mayıs sonu itibariyle, Gezi olaylarıyla ülkedeki siyasi iklimin, iktidar tavrı ve siyasi algılamalar üzerinden önemli bir değişikliğe uğramasıydı. ‘Çözüm, diyalog, barış’ gibi beklentilerden oluşan yumuşak hava yerini bir anda ‘gerginlik, şiddet, kopuş’ gibi unsurlarla sert rüzgarlara bıraktı. Kürt Siyasi Haraketi tüm dikkatiyle, barış sürecinin sekteye uğramaması için bu dalganın içinde yer almaktan kaçındı, ancak tablo değişmedi. Güvenlikçi iklim ve kokunun dolaylı sonuçları hafife alınmayacak kadar önemliydi.

Doğrudan neden, siyasi iktidar ve Kürt Hareketi arasındaki ‘güvensizlik’le tanımlanabilir. Devlet PKK’lıların çekildikleri yerlere karakollar yaptırarak arkalarını doldurmaya yönelmiş, çekilme sürecinin ‘sahte’ olduğunu vurgulumaya başlamıştı. PKK tarafında ise çekilmenin adresi bir yönüyle Rojava olmuş, diğer yönüyle sınırlı kalmıştı. En nihayet örgüt bu koşullarda çatışmasızlık halinin devamını koruyarak, çekilmeyi durdurduğunu açıklamıştı. Aynı günlerde Öcalan kendisini ziyaret eden heyetlere ön görüşmelerin bittiğini, somut müzakerelere geçilmesi gerektiğini, bunun için ise bir çerçeve yasanın çıkması gerektiğini söylüyordu.

Önemli olan soğuma haline rağmen umudun iki tarafta da devam etmesiydi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdülkadir Selvi / İşte dönemin Başbakanı’nın belgesi

Başbakan Erdoğan, Yalova mitinginde, 17 Aralık’ta darbe girişiminde bulunan paralel yapının bir planını deşifre etmişti.

Erdoğan, 17 ve 25 Aralık darbe girişimini düzenleyen paralel cuntanın, ‘Dönemin Başbakanı’ diye fezleke hazırladığını açıklamıştı.

Başbakan’ın bu açıklaması paralel yapının karargahında bomba gibi etki yaptı.

Yargı muhabirini oturtup, fezlekede Başbakan’la ilgili böyle bir ifadenin bulunmadığına dair haber yaptırdılar.

Yetinmediler, 17 Aralık darbe startı verilmeden saatler önce AK Parti’den apar topar istifa eden Hakan Şükür’e soru önergesi verdirdiler.

Yakında faili meçhul biri çıkıp, ihbar mektubu yazarsa, üçgen tamamlanmış olacak.

Bu çabalar ilk başta Başbakan’ı yalanlama çabası olarak görülebilir ama paralel yapının tedirginliğinin altında yatan sebep bu değil.

Başbakan Salı günkü grup toplantısında bu işi biraz daha açtı. Ayrıntılar verdi. İşte paralel cuntayı hop oturtup hop kaldıran sır bu açıklamada gizli.

Ne dedi Başbakan?

‘Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan yazılı olan fezleke emniyet bilgisayarından yok edilmek istendi. Ancak bu bilgisayarlar bulundu, silinmiş dosyalar kurtarıldı’

Meğer ne olmuş?

Dönemin Başbakanı yazan fezleke emniyet bilgisayarından yok edilmek istenmiş ancak bilgisayar bulunarak, kurtarılmış.

Paraleli panikleten bu.

Emniyet ve yargıdaki paralel cuntanın, özel bir yazılımla haberleştikleri ortaya çıkarıldı.

Bir başka şey daha tespit edildi.

17 ve 25 Aralık darbe girişiminde bulunan yapı, 4 bakan dışında bir de Başbakan Erdoğan için fezleke hazırlamış.

Paralel yapının medyası ve milletvekilleri aracılığıyla bu işi itibarsızlaştırmaya çalışmasının altında yatan ise ortaya çıkan bu bilgiler değil. Onlar asıl cuntanın yazışmalarının ele geçirilmesinden dolayı paniklemiş durumdalar.

Çünkü orada yapılan yazışmalar, hazırlanan planlar 17 ve 25 Aralık operasyonlarının tam bir darbe planı olduğunu ortaya koyuyor.

Okumalarım arasında, yakın siyasi tarihimiz ayrı bir yer tutar.

Orada şunu gördüm ki, önlenemeyecek bir darbe yokmuş, yeter ki zamanında ve doğru müdahale edilsin.

Paralel yapının darbe girişiminin başarısızlığa uğramasının tek nedeni var. Başbakan’ın feraset ve cesaretle darbe planını görüp, mücadele etmesi.

Çünkü polis-yargı cuntasının alelacele sildiği bilgisayarlardaki yazışmalarda darbe hazırlığının adım adım planlandığı anlaşılıyor.

Altın vuruş olarak Başbakan hedeflenmiş.

Zaten TÜRGEV’in izlemeye alınması, Bilal Erdoğan’ın telefonlarının dinlenilmesi, Başbakan’ın çalışma ofisine ve Başbakanlık Konutu’na böcek yerleştirilmesi, kriptolu telefonların dinlenilmesinin tek nedeni Başbakan Erdoğan’a ulaşmak.

Gelelim fezlekeye.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hayrettin Karaman / Biri saptırıyor diğeri tahammülsüz

Batı usulü demokrasi, laiklik ve çoğulculuğun İslam ile bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda bilgimi ve düşüncemi yansıtan birkaç yazı yayınlamıştım.

Müspet olmayan tepkilerden ikisini örnek olarak alıp tahlil edeceğim.

Bir bay yazar benim, iktidarın akıl hocası ve fetvacısı olduğumu kaydettikten sonra mealen ‘Madem ki İslam demokrasi, laiklik ve çoğulculukla bağdaşmıyor AB o kadar akılsız mı ki, sizi içine alsın da başına bela etsin’ diyor.

Bir bayan yazar da yazdıklarımdan alıntılar yaptıktan sonra benim için şu bedduada bulunuyor ‘Allah onun elini ve dilini bizden uzak kılsın!’.

Bir İslam Hukuku hocası, İslam’ın nasıl bir siyasi sisteme kaynaklık edebileceği, Batı’dan aktarılan bazı sistemlerin İslam’a uygun düşüp düşmeyeceği konusunda bildiğini ve düşündüğünü yazıyor; hepsi bu kadar. Bu düşünceyi paylaşan veya karşı çıkan nice yazılar yayınlanmıştır. Bunların içinden birini (benimkini) alıp iktidara veya Türkiye’nin mevcut siyasi sitemine mal etmek de ne oluyor? Akıl ve mantık, duygu ve taassuba bu kadar mı yeniliyor?

TC demokratik laik bir cumhuriyet; şeriat devleti değil, iktidar da din alimlerinden değil, gerektiği zaman tabii olarak laik/seküler hukuk bilenlerden soruyor, mütalaa alıyor. Yıllardan beri Türkiye, AB müktesebatına uyum için reform üstüne reform yapıyor. AB kör, sağır ve deli mi ki, TC.’nin İslam alimlerinden fetva alarak yönetildiğine inansın ve bu sebeple onu içine almasın!

Yazar bunu diyeceğine ‘AB’nin Türkiye’yi alma konusunda ipe un serme sebeplerinden biri de bu ülke halkının şöyle veya böyle Müslüman olmasıdır’ deseydi bir gerçeği ifade etmiş olurdu, bunun yerine ‘Filan Hoca’dan fetva alıyor, AB sistemine uymayan şeriat ile yönetiliyor’ demesi, iktidar düşmanlığının onu nasıl körleştirdiğinin delili olmaktan öte bir mana ifade etmiyor. Bunlara göre iktidarı yıpratma ihtimali bulunan davranış ve söz ne kadar saçma ve tutarsız olursa olsun makbuldür!

Yazının devamını okumak için tıklayın..

Markar Esayan / Çankaya ve 2015 seçimleri ya da Sırat Köprüsü…

Uzun bir yürüyüşün en kritik kavşağına gelindi. Hani, 1913 Bab-ı Ali Baskını ile açılan yüzyıllık İttihatçı parantezin kapandığından bahsediyorduk ya, işte o parantezin nihai noktası, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı ve Haziran 2015 Genel Seçimleri olacak.

Yaşanan bir halk devrimidir. Çözüm Sürecinin ilerlemesiyle birlikte, bu iki seçimin başarıyla yapılabilmesi bu parantezi kapatacaktır. Muhtemelen nihai olarak…

Nasıl oldu tam bilemiyorum; ama bir mucize gerçekleşti. Halkın tecrübesi, Erdoğan’ın liderliği ve sanırım tarihin kırılma anındaki doğru ahlaki pozisyon nedeniyle, menfi olaylar bile bu rüzgâra engel olmak yerine yelkenleri daha da şişirdi. Bu yolculuk esnasında hepimiz değiştik, mahallelerimiz farklılaştı, önyargılarımız iyileşti, bazen hatalar yaptık, ama çuvaldızı kendimize batırmayı da öğrenmeye başladık.

Evet, Çankaya adaylığı ve 2015 seçimleri Sırat Köprüsü’nden geçmeyi ima ediyor. Ben biraz daha acı çekeceğimizi, ama sonucu değiştirecek bir sorun yaşamayacağımızı tahmin ediyorum. Ama cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık denkleminin çok iyi kurulması gerektiğini de düşünüyorum. Çankaya adayı belirlenirken, 2015 seçimlerinde AK Parti’nin hükümet kuracak ve yeni anayasayı hiç olmazsa referanduma götürecek çoğunluğu elde etmesinin önemsenmesi gerekiyor.

Bu ise sıfır hata ile çalışmayı zorunlu kılıyor. Erdoğan’ın bu sefer gerçekten hata yapma lüksü yok.

Tam da bu hassasiyet nedeniyle, Erdoğan’ın başbakan olarak kalması ve Gül’ün bir dönem daha Çankaya’da devam etmesine aklı yatanlar var. Ama benim görüşüme göre, 100 yıllık hesabı tam da ‘şimdi’ kapatmak gerekiyor. O nedenle, 2015 Genel Seçimlerine Erdoğan Çankaya’dayken gitme riskinin alınması şart. Çünkü bu olmazsa, reform karşıtı ittifaka son bir yılda yaşattıkları kâbusu bir beş yıl daha tekrarlamaları için mehil tanınmış olacak.

Yazının devamını okumak için tıklayın..

Eyüp Can / Kürt siyasetçilere bir soru: 14 yaşında kızınız dağa çıksa ne

yaparsınız?

‘Buyur çocuğum git’ mi dersiniz, yoksa çocuğunuzun ‘o yaşta’ dağa gitmemesi için gövdenizi siper mi edersiniz?

Ben “Gültan Kışanak o acılı annelere neden kucak açmaz” diye sordum, beklediğim hakiki ve esaslı cevap Altan Tan’dan geldi. Olsun Kışanak’a köşem her daim açık. 

Madem HDP Diyarbakır Milletvekili Tan her zamanki dobralığı ile hiç lafı kıvırmadan topa girdi, gelin önce ona kulak verelim. 

Gazeteciler soruyor: 

Tan cevaplıyor: 

“Öyle bir tablo ortaya çıktı ki memleketteki 14-15 yaşındaki çocuklar için yanan, ağlayan, feryat eden, yemek yiyemeyen, gece-gündüz düşünen, uykusuz kalan bir Başbakan var. Bülent Arınç var, Beşir Atalay var… Öbür tarafta da BDP’li, HDP’li milletvekilleri sanki diyor ki ‘Bu çocuklar dağa gitsin, iyi ki gittiler!’ 14-15 yaşındaki çocuğun dağa gitmesinin doğru olacağını söyleyebilecek bir siyasetçi var mı? Bu yaştaki çocuğun yeri, anasının-babasının yanıdır, sıcak yuvasıdır.” 

Tan’ın buraya kadar söylediği haklı bir itiraz ve genel prensip ama asıl bundan sonrası önemli… 

Tamam ortada devletin kasıtlı olarak yaptığı, bazı medya mensuplarının da bilinçli ya da bilinçsiz sahiplendiği bir çarpıtma var; 14-15 yaşında Kandil’e giden bu çocuklar kaçırılmadı ama hem aileler hem de o çocuklar için gönüllü de gitseler sonuç değişmiyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ruşen Çakır / HDP/BDP oyları Erdoğan’ın cebinde mi?

Dünkü yazımda, “çözüm sürecinde girilmekte olan yeni aşamanın cumhurbaşkanlığı seçimleriyle bir ilgisi var mı?” diye sormuş ve tereddütsüz bir şekilde buna “Hem de çok ilgisi var” cevabını vermiştim. Maddeler halinde tekrarlayacak olursak:

1) So yerel seçim sonuçlarını göz önüne alırsak, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin kaderini büyük ölçüde HDP/BDP seçmeninin belirleyeceği anlaşılıyor.

2) Normal şartlarda HDP’nin kendi gücünü ölçmek için güçlü bir adayla seçime katılması, ikinci turdaysa seçmenini açık ya da örtülü bir şekilde AKP adayına (yüksek ihtimalle Erdoğan) yönlendirmesi bekleniyor.

3) Öte yandan Erdoğan’ın aday olması halinde, kafasındaki başkanlık sistemini dayatmasını daha da kolaylaştıracağı için ilk turda seçilmeyi hayal ettiğini biliyoruz. Yine, bunun belki de tek yolunun HDP/BDP’nin hiç aday çıkarmayıp alenen AKP adayını işaret etmesi veya hiçbir iddiası olmayan bir adayla seçime girip el altından AKP adayına oy verilmesini teşvik etmesi olduğunu da biliyoruz.

Öcalan medyaya konuşursa

HDP’nin aday çıkarmama veya zayıf bir adayla Erdoğan’ı ilk turda seçtirme gibi bir yola gidebileceğine pek ihtimal vermediğimi ancak siyasette her şeyin mümkün olduğunu tekrarlamak istiyorum. Hele işin ucu bir şekilde ülkenin en hayati sorunu olan Kürt sorununa çıkıyor ve Kürt siyasi hareketine (KSH) ve onun lideri Abdullah Öcalan’a cazip bazı teklifler sunuluyorsa bu son derece kritik işbirliği pekala mümkün olabilir. Tabii bunun için her iki hareketin tabanının ikna edilmesi gerekiyor. Açıkçası HDP seçmenini ikna etmek daha kolay olabilir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Güneri Cıvaoğlu / Çankaya peşrevi

Cumhurbaş-kanı seçimine 3 ay bile kalmadı ama…

“Kesin” gözüyle bakılan Erdoğan’ın adaylığı hâlâ -resmen- açıklanmış değil.

“Fiili kampanyayı” çoktan başlattı.

“Vergi – sigorta” borçlarının sıfırlanması/yeniden yapılanması gibi kitlelere atılan çiçek buketlerinden yurtdışındaki Türk seçmenler için toplantılara kadar “adı resmen konulmamış” bir Çankaya maratonu çoktan start aldı.

Gene de…

Bir “Abdullah Gül kardeşimiz adayımızdır II (Birincisi Erdoğan tarafından 7 yıl önce söylenmişti)” sürprizi kafaların kenarında beklemede.

…………………

Buna karşılık CHP ve MHP Genel Başkanları “istişare” başlığı altında “nafile turlarını” sürdürüyorlar.

Artık bunun “zaman kazanma” stratejisi olduğu yolunda kuşkular yaygınlaşmakta.

İki taraf da bekliyor.

Neyi?

Öyle görünüyor ki “birbirlerini kolluyorlar.”

Muhalefet için “Abdullah Gül” aday olursa başka, “Tayyip Erdoğan” olursa başka…

“Bekle gör” politikası.

AK Parti içinde CHP ve MHP’nin ayrı ayrı aday çıkarmaları başka, “çatı aday” çıkartmaları başka…

Bu yüzden pehlivanlar, “peşrev” yaparak dolanmaktalar.

………………….

Bu arada 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel, 12 Mart muhtırasının okunmasına Meclis’te karşı çıkan tek milletvekili Hasan Korkmazcan, bir kadının aday gösterilmesi olasılığında düşünülen isimlerden Tansu Çiller de konuşulanlar arasında.

………………….

Aslında…

“Su yolunu bulur…”

Erdoğan aday olursa ya da Gül sürprizi yaşanırsa CHP ve MHP “çatı” ya da değil aday göstermeyecek mi?

Elbette gösterecek.

O halde…

Aklın yolu birinci turda -mümkün olan en yüksek oyları alacak, fire yaptırmayacak, birbirinin tabanına olumsuz görünmeyecek- iki adayla seçmenin karşısına çıkmalarıdır.

Hedef…

“Erdoğan’a ilk turda seçimi kazandırtmamak” ise bunu denemeleri gerekir.

İlk turda -herhalde- HDP de adayını gösterecektir.

“AK Parti’ye yama” gibi algılanmak elbette istemez.

Hele “Erdoğan Cumhurbaşkanı seçimi için HDP’nin yüzde 6 oyuna da dayanmak hesabında” gibi yorumlar yoğunken bunu doğrulayan bir görüntü vermez.

Böylece “kâğıt üzerinde” Erdoğan’ın ilk turda seçimi -en azından- “banko” olmayabilir.

2’nci turda ise…

Şimdilik oraya girmiyorum.

“Parametre” o birkaç haftanın rüzgârlarına bağlı olacaktır.

Şu kadarına işaret edeyim:

“HDP’nin adayı 2’nci turda olmayacağı için onun yönlendireceği veya yönlendirmeyeceği tabanının oyları -belirleyici- olabilir.”

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hatem Ete / Çözüm sürecinin imkân ve sınırları

Son günlerde, Güneydoğu’da yaşanan hareketlilik üzerinden çözüm süreci tekrar gündemin ilk sıralarına yerleşti. Bir yandan çözüm sürecinin pozitif gündeminin bir yansıması olarak değerlendirilebilecek eylemler gerçekleştiriliyor. Dağa çıka(rıla)n çocuklarının geri bırakılması için annelerin 19 Mayıs’tan beri Diyarbakır’da sürdürdüğü eylemler devam ediyor. Çözüm sürecinin normalleştirdiği siyasal iklimde, aileler daha önce imkânsız görülebilecek taleplerle BDP ve PKK’yı zorluyor. 

Öte yandan çözüm sürecinin pozitif siyasi gündemiyle örtüşmeyen gelişmeler de yaşanıyor: Yol kesme eylemleri, Hüda-Par üyelerine yönelik saldırılar, sokak eylemleri ve sıcak çatışmalar PKK’nın çözüm sürecini sabote etme isteği olarak algılanıp kaygı uyandırıyor. 

Bu iki gelişmeyi ortak kesen yeni bir hareketlenme ise, çözüm sürecini durağanlıktan kurtarıp pozitif gündemi tekrar hâkim kılmaya yönelik bir doğrultuda yaşanıyor: Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklamalar, BDP heyetinin İmralı dönüşünde yaptığı yazılı açıklama ve İmralı görüşmesine katılan Sırrı Süreyya Önder’in aktardığı bilgiler, çözüm sürecinde yeni bir dönemece girildiğini gösteriyor. Her iki açıklamada da, çözüm sürecinin uzlaşılan yeni bir takvimle pozitif bir ivme kazanacağı vurgulanıyor. 

Yeni yol haritasının en önemli iki unsuru; görüşmelerin siyasi bir nitelik kazanması ve süreci ilerletecek yasal düzenlemeler olarak öne çıkıyor. Uzun süredir dillendirilen; süreci gözetleyecek yeni bir akil insanlar heyetinin oluşturulması, gazetecilerin İmralı’ya gönderilmesi, Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesi, hasta mahkûm ve hükümlülerin tahliye edilmesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması ve nihai silahsızlanmayı kolaylaştıracak yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi gibi somut başlıkların bu iki başlık altına nasıl yerleştirildiği henüz muğlak olsa da, çözüm sürecinde yeni bir evreye geçilme aşamasında olunduğu anlaşılıyor. 

Çözüm sürecinin pozitif ve negatif gündemleri eşzamanlı olarak içermesi, Türkiye’nin siyasi takviminden kaynaklanıyor. Türkiye’nin siyasi takvimi, çözüm sürecinin limitlerini de belirliyor. Haziran 2013’te başlayıp muhtemelen Temmuz 2015’e kadar sürecek iki yıllık siyasi takvimin kritik aşamaları şunlar öne çıkıyor: Haziran 2013’te yaşanan Gezi eylemleri, 17 Aralık süreci, 30 Mart seçimleri, 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimleri, cumhurbaşkanlığının tetiklediği gelişmelerin AK Parti’ye olası etkileri ve 2015 genel seçimlerinde göstereceği performans. 

Bu takvime bakıldığında, çözüm sürecinin lokomotifliğini yürüten AK Parti’nin her yıl 2-3 defa sırat köprüsünden geçtiği-geçeceği görülebilir. Bu yoğun takvim, her seferinde öncelikle çözüm sürecini teste tabi tutuyor. Bu zorlu siyasi virajlar, süreci yürüten aktörleri bir taraftan temkinli davranmaya zorlarken, bir taraftan da çözüm ekseninde yakınlaşmalarını, siyasi geleceklerini çözüm sürecinin devamına endekslemelerini sağlıyor.   

PKK-HDP çizgisi, AK Parti’nin bu kritik virajlardan selametle çıkıp çıkmayacağını görmek, AK Parti’nin siyasal geleceğinden emin olmak istiyor. Bu nedenle de, nihai-somut kararlar almak istemiyor. Nitekim başlarda planlanan geri çekilme süreci de bu kaygılarla durdurulmuştu. AK Parti de, bu takvimin her safhasında sırat köprüsünden geçmek durumunda kaldığı için radikal adımlar atamıyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okay Gönensin / Çatı çatılamıyor

CHP ve MHP’nin, Saadet Partisi’nin de destekleyebileceği bir “çatı adayı” arayışının mecburen sona erdiğinin işaretlerini görebiliyoruz.

“Çatı adayı”, her kesimden, hatta AKP seçmeninden bile oy alarak Erdoğan’ın karşısında güçlü bir rakip olması için çok düşünüldü, ama hiç bir isim öne çıkamadı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün CHP ve MHP tarafından ortak aday ilan edilmesi fikri devam etse de, Gül’ün bu fikre sıcak bakmayacağının anlaşılması da başka bir umutsuzluk dalgası yarattı.

Yeni fikir şu: Herkes, bütün muhalefet partileri kendi seçmeninin tümünü sandığa getirecek en kuvvetli adaylarını çıkartsın, böylece Tayyip Erdoğan’ın birinci turda yüzde 50’nin üzerinde oy alarak seçilmemesi sağlansın. İkinci tura kalan adaya da bütün muhalefet aynı kuvvetle destek versin, en azından başa baş bir ikinci tur ihtimali yaratılsın.

Aslında olması gereken

Yeni fikir gibi ortaya atılan bu öneri, aslında doğal olarak olması gereken demokratik bir yarışın ta kendisidir. Devlet başkanını halkın seçtiği ülkelerde sistem böyle çalışır, çoğu zaman da başkan küçük oy farklarıyla seçilir.

Tabii o ülkelerde seçim bittikten sonra kimse seçilenin meşruiyetini tartışmaz, kimse “o benim başkanım değil” diye ortaya çıkmaz, seçimin sonucunu herkes saygıyla karşılar ve sistem çalışır.

Son kamuoyu araştırmalarının tümünde seçmenin oy vereceğini söylediği iki ismin birincisi Tayyip Erdoğan, ikincisi Abdullah Gül çıkıyor. Bu araştırmalarda ikisinin toplamı yüzde 50’yi aşıyor. İki seçenekli araştırmalarda ise yüzde 53-54 oranında öne çıkan isim de Tayyip Erdoğan’dır.

AKP’nin oyu yine arttı

Tekrarlanan belediye seçimlerinden bir sonuç çıkarmak gerekirse, AKP’nin oylarında artış olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Yalova’da bütün partilerin CHP’yi desteklemesine rağmen AKP’nin oyu yine artış göstermiş, CHP ise MHP’nin tam desteğiyle çok küçük bir farkla birinci çıkmıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ceren Kenar / Suriye’de “seçim”: Amerika’nın seçimi

Suriye’de “seçimin” gerçekleştiği gün, Gaziantep’te Suriye muhalefetinin kurduğu geçiş yönetiminin başbakanı Gassan Hitto ile görüştüm. Hitto’nun seçimler üzerine söylediklerine gelmeden, öncelikle Suriye’de gerçekleşen seçimler üzerine bir kaç kelam etmek lazım.

Suriye’de gerçekleşen şey bir seçimden çok Star gazetesi dış haberler editörü Yusuf Özhan’ın ifadesiyle bir yoklama. Oy pusulalarının arkasına kimlik bilgilerinin yazıldığı, mültecilerin eğer oy vermezseniz bir daha Suriye’ye giremezsiniz tehditleri ile oy verilmeye zorlandığı, vekaleten ve mükerrer oy verme “hizmeti” gibi oy verme geleneğinde “çığır açan” uygulamaların yaşandığı bir “seçim” oldu.

Bu anlamda Suriye’deki seçimlerde aslında yeni bir şey yok. 2000 yılında Beşar Esad iktidara %99.7 oy alarak geldi. 2007 yılında gerçekleşen seçimlerde oylarını arttırmayı başardı ve %99.82 oranında oy aldı.

Suriye’de baba Hafız Esad zamanından beri seçimler iktidarı kimin yöneteceğini seçmek için yapılmıyor. İktidarda kimin olacağı zaten belli. Suriye’de seçimler iktidardaki Esad ailesinin fertlerine bir “biat” töreni gerçekleştirmek için yapılıyor.

Ancak 2011’den itibaren dikta rejimine eşlik eden başka bir unsur var: kan. Katliamların ve silahların gölgesinde yapılan bu seçimlere Suriye halkı “kan seçimleri” ismini takmış.

Gassan Hitto, Suriye halkı olarak bu seçimleri, sonucu ne çıkarsa çıksın tanımadıklarını söylüyor: “Eli kanlı bir rejim seçim yapmaya karar vermiş. Sadece Mayıs ayında 1791 sivil Esad rejiminin kullandığı varil bombaları sonucunda hayatını kaybetti. Ortalama her gün 10 çocuk ölüyor, toplamda ölenlerin %20’si çocuk. Ne mi düşünüyorum bu seçimler hakkında? Bu seçimler düzenbazlıktır, bu seçimler yanlıştır. Suriye halkı adına bu konuda konuşma yetkimin olduğunu düşünüyorum, bu seçimlerin sonucu ne olursa olsun, seçimlere kim katılmış olursa olsun, bu seçimleri kabul etmiyoruz. Esad’ın Suriye’de bir geleceği yoktur.”

Hitto’nun son cümlesini belki de şöyle formüle etmek daha doğru: Esad’ın başında olduğu veya içinde olduğu Suriye’nin bir geleceği yoktur.

Kendisine Suriye krizinin geleceğini soruyorum, sahadaki dengeler değişecek mi, rejimin çöküşü, Suriye’deki çatışma ortamının sonu gelecek mi? Üç senedir gazeteciler olarak aynı soruyu soruyor ve aynı cevabı alıyoruz Suriye muhalefetinden. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…