Boko Haram ile PKK’nın farkı (var mı?)

Medya
Fehmi Koru, Erdal Şafak, Cemil Koçak, Taha Özhan, Ali Saydam, Mahir Kaynak, Ali Bayramoğlu, Leyla İpekçi, Ayşe Böhürler, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Okan Müderrisoğlu ve Engin Ardıç gündemdek...
EMOJİLE

Fehmi Koru, Erdal Şafak, Cemil Koçak, Taha Özhan, Ali Saydam, Mahir Kaynak, Ali Bayramoğlu, Leyla İpekçi, Ayşe Böhürler, Haşmet Babaoğlu, Mehmet Barlas, Okan Müderrisoğlu ve Engin Ardıç gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Erdal Şafak / Bilderberg

Komplo teorileri üreticilerinin ve tüketicilerinin (Hangisi daha çok acaba?) sadece gözleri ve kulakları değil, tüm duyuları Kopenhag’a çevrildi. 

Çünkü, Bilderberg Grubu’nun 2014 toplantısı önceki gün Danimarka’nın başkentindeki Marriott Otel’de başladı.

Ve çünkü Bilderberg Grubu, komplo teorilerinin, özellikle de “Yeni dünya düzeni” ve “Dünyanın gizli efendileri” konulu teorilerin -Trilateral Komisyonu ile birlikte- olmazsa olmaz sosu.

Rastlantıya bakın; Bilderberg Grubu’ndan hemen önce de Trilateral Komisyonu yıllık toplantısını yaptı.

25-27 Nisan’da Washington’da. 

Komplo teorisyenleri için yeme de yanında yat durumu!

Bilderberg’in Kopenhag buluşmasına 22 ülkeden 140 kişi katıldı. Grubun resmi sitesinde (www.bilderbergmeetings.org) yayınlanan listede Türkiye’den 5 katılımcı yer alıyor. Sayayım: 

 Mustafa Koç: Koç Holding Başkanı. 

 Umut Oran: CHP Genel Başkan Yardımcısı. 

 Nilüfer Göle: Sosyolog, öğretim üyesi. 

 Ümit Taftalı: İnan Kıraç Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi. 

 Cengiz Çandar: Gazeteci.

Bilderberg bu yıl bir Türk’ü daha çağırdı. Türkiye’den değil, Londra’dan: Büyükelçi Ahmet Üzümcü. Suriye’nin kimyasal silahlarının bu yıl küresel gündemin en önemli maddelerinden birini oluşturması nedeniyle Üzümcü, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’nün Genel Direktörü sıfatıyla davet edildi.

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Bilderberg’in 12 yıldır değişmez katılımcıları arasında yer alıyordu. Ama sanırım cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde bazı spekülasyonlara yol açılmaması için bu yıl pas geçti. Öyle ya; Babacan’a Bilderberg’de cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin sorular yöneltilmesi hemen hemen kaçınılmaz olacaktı. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Özhan/ 2002 devrimi ve Mısır

Mısır’da ortaya çıkan tablo yabancısı olduğumuz bir durum değil. Şunun şurasında yedi yıl önce benzer bir felaketin ucundan Türkiye de dönmüştü. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında yaşananlar daha dün gibi hafızamızda olmalı. Bugünden geriye bakarak şu soruyu sorduğumuzda nasıl bir cevap buluruz: 2007 cumhurbaşkanlığı seçimlerini bir krize çeviren vesayet rejimi, 1997’de olduğu gibi kontrolü iyice kaybetseydi ya da AK Parti bir direniş sergilemeseydi, neler yaşanırdı? 1990’ların manzaralarını çok rahat bir şekilde tecrübe ederdik. Türkiye’nin benzer bir girdaba sürüklenmemesinde, AK Parti’nin ve Erdoğan’ın sebatı ve başarılı siyaseti kadar, vesayet rejiminin tükenmesi de rol oynadı. Özellikle 2013 yazı boyunca Mısır’da yaşanan felaket karşısında, hicap duymadan, kerameti kendinden menkul ‘kazanımlar’ ve ‘cumhuriyet değerlerinin Ortadoğu manzaraları’ üretmemesi ezberlerini tekrarlayıp durdular. 

Türkiye gerçekten farklı bir tecrübeyle mi bugünlere geldi? Demokratikleşme maceramız Ortadoğu ile mukayese edilemeyecek kadar erken dönemde başlayıp bugünlere doğru olgunlaşarak mı geldi? Ortadoğu gibi kansız geçişler mi yaşadık? Bu sorulara verilecek dürüst cevapların tamamı Kemalizmin ideolojik kuzenleri olan Baasçılık veya Mübarekizmden geri kalır yanı olmadığını idrak etmeye yeterli olur. Sadece 1970’lerden itibaren yaşanan maliyete bakmak, Türkiye’nin demokratikleşmesinin yeterince kanlı ve kaotik olduğunu teslim etmek için yeterlidir. 

Mısır bizim yarım yüzyıllık siyasal takvimimizi son üç yıl içerisinde en acı ve kontrolsüz bir şekilde tecrübe etti. Mübarek’in sahneden çekilmesiyle beraber, Mısır’ın Türk siyasal takviminde nerede olduğunu tespit etmek bile oldukça zordu. Bir yönüyle Türkiye’de çok partili hayata geçtiği 1950’ye benziyor diğer yönüyle ise AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’yi andırıyordu. ‘25 Ocak devriminden’ bugüne kadar iki ekstrem arasında gidip gelen Mısır, Sisi’nin 28 Şubat benzeri darbesi sonrası, kendisini her yönüyle sahte bir seçim neticesinde cumhurbaşkanı ilan etmesiyle, 1980 darbesi sonrasına demirlemiş oldu. Türkiye’yi 1980 darbesine taşıyan şartların dönüşmesi 30 yıla yakın ağır sancılı dönemin yaşanmasına sebep oldu. Ancak 2010 kısmı Anayasa değişikliği sonrasında, kriz sancıları dönemi bitip normalleşme sancıları dönemi başlayabildi. Şimdi benzer kritik soru ve süreç Mısır için de geçerli. Mısır’ı bundan sonra ne bekliyor?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Cemil Koçak / 27 Mayıs’ın üniversite tasfiyesi: 147’ler

DP’nin üniversite üzerindeki baskısından şikâyetçi olanlar; 27 Mayıs’ı hürriyet aşkıyla destekleyenler; üniversite tasfiyesi ile şaşkına dönmüşlerdi. 147’ler Derneği’ni hatırlayan var mı aranızda?

27 Mayısçıların bir girişimi de ‘üniversite reformu’ oldu. Reform lâfın gelişi… Türkiye üniversite tarihinde reform kelimesi, üniversite tasfiyesi ile eş anlamlı hale çoktan gelmişti zaten. İttihatçılar, zamanında İtilâfçıları atmışlardı. 1933’de inkılâpçılar, rejime ayak uyduramayanları attılar. 1940’ların ikinci yarısında da CHP’liler, solcu hocaları atmıştı. Sıra 27 Mayıs’a geldiğinde, onlar da üniversitede pek işe yaramadığını düşündükleri hocaları attılar. Hem de özel bir yasayla…

Millî Birlik Komitesi (MBK), 28 Ekim 1960 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanan 114 sayılı yasayla; üniversitelerde görevli bazı öğretim üyelerinin görevlerinden affedilmesine ve bazılarının da başka üniversitelere tayinine karar vermişti. Ankara, İstanbul, Ege, Atatürk ve İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden yasada adları zikredilen 147 hoca üniversiteden atılmıştı. Dört hoca da başka üniversiteye nakledilmişti. Atılanlar altı ay içinde bir başka göreve atanmazlarsa, emekli edileceklerdi. Yine bu kişiler, bir daha üniversite öğretim üyesi ya da yardımcısı olamayacaklardı. Yasada yer alan isimlerden bazıları yanlış yazılmıştı; ama o kadar kusur kadı kızında bile bulunurdu artık!

Yasa çıktığında etrafta çok sayıda söylenti dolaşmaktaydı: Bir söylentiye göre, listeler, yine üniversite hocaları tarafından hazırlanmış ve MBK üyelerine sunulmuştu. Aslında tasfiye MBK’nin fikriydi; ama tasfiye edilen isimleri on kadar hoca tesbit etmişti. Meselâ Çetin Altan, o sırada yayınlanan bir yazısında bunu özellikle vurgulamıştı. Nitekim Cemâl Gürsel de, isimlerin kendilerine üniversitenin içinden geldiğini belirtmişti! Tasfiye kararına tepki gösterenler ise, bu isimlerin “gericiler” ya da “gizli emel sahipleri”nce hazırlandığını ileri sürüyordu. Atılanlar ise “devrimci ve âlim”diler! Yasada ‘İzmir’ üniversitesi diye geçen üniversitenin adı bile yanlıştı; çünkü böyle bir üniversite bile yoktu; doğrusu elbette Ege Üniversitesi olacaktı!

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Fehmi Koru / Boko Haram ile PKK’nın farkı (var mı?)

Açık söyleyeyim, bu işin suyu çıktı…

Diyarbakır’da çocukları PKK tarafından dağa kaldırılan annelerin sayısı 40’a ulaştı… PKK kendisine siyasi alanda rakip gördüğü Hak-Par’ın Dicle ilçe başkanını da kaçırdı… Sınırın öte tarafında, İŞİD, Halep’in Kürt köylerine baskın yapıp 300 kişiyi kaçırdı… Nijerya’da Boko Haram örgütünün elinde kaçırdığı 200’den fazla genç kız ve çocuk olduğu biliniyor… 

Kaçıran kaçırana…

Herhalde dikkat etmişsinizdir: Elinde silâh olan silâhsız birilerini kaçırıyor…

Geçmişte de böyleydi: 1980’ler ve 1990’larda elinde devletin verdiği silâhlar bulunan birileri ‘PKK’lı’ olduğu için insanları kaçırırdı. Kiminin cesedi bir süre sonra bulunurdu; kaçırılanlardan bugüne kadar âkıbetinden haber alınamayanlar da çok…

Devirler değişiyor, taraflar da; ancak eli silâhlıların silâhsızlara reva gördükleri muamele değişmiyor…

PKK’nın, ya da ‘demokratik çözüm’ yolunda adımlar atılmasından ve geleneksel olarak Kürtler’in yaşadığı kentlerle kasabalar ve köylere ‘barış’ havasının gelmesinden rahatsızlık duyan unsurlarının artık anlaması gereken gerçek şu: Türkiye sorunların şiddete başvurularak çözüleceği bir ülke olmaktan çıktı; sıkıntıların karşılıklı görüşmelerle sonuçlandırılabileceği bir ülke haline geldi.

Bu da geçmişte kullanılan yöntemleri günümüzde işlevsiz bırakan yeni bir durum…

Gerektiğinde şiddet kullanmasına izin verilen tek yasal güç olan devletin ‘silâhsız çözüm’ noktasına gelmesi doğası yüzünden zordu; zordu, ama o noktaya sonunda gelindi. Bugün devlete hâkim olan düşünce sorunların kaba kuvvete başvurulmadan ele alınıp çözülmesidir. 

İstenen ne? Devletin zaten iyi bildiği silâhlı mücadeleyi yeniden başlatması mı? Karşılıklı çatışmalarda hayatını kaybetmiş onbinlere yenilerinin eklenmesi mi? Dağa kaldırılan veya dağ kadrolarına katılmaya özendirilen gençlerin, hayatlarının baharında, ölüm korkusunu tatmaları mı?

Nedir gerçekten istenen?

PKK veya PKK adına hareket ettiği iddiasındakiler, Boko Haram’ın Nijerya’da, İŞİD’in Suriye’de yaptığıyla kendilerinin burada yaptıkları arasında hiçbir fark olmadığını görmüyorlar mı?

Yazık ediyorlar; hem kendilerine, hem de kaçırdıkları veya kaçmasına yardım ettikleri çocuklara…

Esas zarar verdikleri ise, çocukların aileleri, anneleridir…

Vakti zamanında devlet adına silâh kullananlara karşı, onların ‘kaybettirdiği’ gençlerin anneleri, feryatlarını duyurmak için, protesto gösterileri yaparlardı. Hatta bir bölümü, yaşadıkları yerlerden kopup sırf dertlerini anlatabilmek için geldikleri İstanbul’dan aylarca yıllarca ayrılmadılar: ‘Cumartesi anneleri…’ 

Şimdi, tarihi tersinden tekerrür ettiriyor PKK; anneler ‘Çocuğumu geri verin’ eylemini artık PKK’ya karşı yapıyor… Bu defa çocukları dağa götürülmüş anneler yaşadıkları yerlerden kalkıp Diyarbakır’a akın etmeye başladı. 

Annelere karşı devlet dayanamadı, PKK mı dayanabilecek?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Saydam / İrfan dairesi içinde ilkesizler barınamaz

Dünyanın neresinde görülmüştür acaba bir iktidar hem ‘diktatörlük’ sultası kurup özgürlüklerinizi teslim alacak ve hem de ‘telekulak operasyonu’na maruz kalacak? ‘Dinlemeler asla kabul edilemez!’ demesi gerekenlerin ‘kumpas senaryosu’ diye topu göğüs stopuyla yumuşatıp orta sahada top çevirdikleri şu günlere bakarak Türkiye’de sapla samanın hiçbir dönemde olduğu kadar birbirine karıştırılmadığını söylemek mümkün.

‘Amerika sonrası postmodern dünya’nın her alandaki ilkesizliğinin simgesi sayılabilecek ‘NSA (ABD Milli Güvenlik Ajansı) dinlemeleri’ başta olmak üzere bilgisayarlarımızın içinde ne var ne yoksa hepsinin izlenebilirliği gerçeğini, herhalde içimizde hiç kimse bir ‘şeffaflık’ belirtisi olarak algılamıyor. Tersine, geleceğe dair umut ve güven duygularını ciddi biçimde hasara uğratan bu tanıklık, müeyyidesiz kalan ‘suçlar’la bir arada nefes alma sıkıntısını her birimize yaşatıyor.

Telekulak skandallarının ayyuka çıktığı, insanı ürperten haberlerin, iletişim kirliliği içinde davulcunun çıkardığı gaz misali araya gittiği, örneğin Merkel hanımefendinin birkaç kez Obama’ya aba altından biraz sopa gösterip sustuğu, aslında özetle insana, insanlığa ayıbın meşrulaştırıldığı sanki edepsizliğin insana kâr kaldığı yılların içinden geçiyoruz.

Dünyada insan hayatına karşı yapılan ihlallerin yanı sıra ard arda yaşanan akıl almaz tuhaflıkların dizim dizim sıralandığı (Sonuncusu Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları) 2010’lu yılların konjonktürünü ‘Kapitalizmin çöküşü’ olarak yorumlayanları bir yana bırakarak şu tesbiti yapabiliriz:

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ayşe Böhürler / 1980 sonrası İslamcılık

Zarafet; sadeleştirme, basitleştirme ve yoğunlaştırmadır; dolayısıyla asla karmaşık ve karışık olarak nitelendirilmeyen şeydir. Camilla Paglia

Cihan Aktaş, ‘Eksik Olan Artık Başka Bir Şey; İslamcılık’ isimli kitabında ağır ve tartışmalı bir konuyu bugünlerde çok ihtiyaç duyduğumuz sade ve zarif bir üslupla kaleme almış. 1980 sonrası İslamcılık tecrübesini güçlü ve yalın kelimelerle anlatıyor. Tıpkı kitabından alıntıladığım Paglia’nın yukarıdaki cümlesindeki gibi.

‘Eksik olan bir şey: Hareketin fıkhı’

Uzun süredir aramızda fazla yapmadığımız tartışmaları tekrar etmeye başladık. Hem kendi sorgulamalarımız hem de dış etkenler, İslamcılık maceramız üzerine bizi yeni tartışmalar yapmaya itiyor. Mükemmeliyetçi ve yeryüzünde ideal Müslümanlığı yaşamak konusunda iddialı söylemler ile yola çıkmış bir kuşağın temsilcileri olarak yol tecrübemizi yol yakınken konuşmak gerekiyor.

İçimizden bir kısmı ‘İslamcılık bitti’ fikrini savunuyor. Bir kısmı ise bunun mümkün olmayacağını; İslamcılığın her merhalede yeni bir söylem üretebileceğini savunuyor. Cihan Aktaş da bunlardan birisi. Seyyid Kutub’un ‘hareketin fıkhı’ kavramını eksene alıyor. İslamcılığın her dönem yeni talepler ile geldiğini, statükoya karşı Kur’an ve asr-ı saadet kaynaklı eleştirisini ve söylemini hep taşıdığını söylüyor.

‘…Son elli yıl içinde İslam ile ilgili her türlü tezahürün, sorunun ve sorgulamanın adı olan ‘İslamcılık’ modern dünyada İslami bir hayat yaşama, bu hayata ilişkin sorular sorma, karşılaşılacak sorulara cevap verecek bir donanıma sahip olma kaygısının oluşturduğu bir dalga ve hareket olarak yaşadı.

…1980’li yıllarda kentleşme, göç, siyasi baskılar karşısında yeni bir dile ihtiyaç duyan dindar insanlar sorularını diyanete bağlı kurum ve kuruluşlara sormayı tercih etmiyordu. Eleştirilerini hem modernliğin hem de geleneği temsil eden mahellenin dayatmalarına yöneltiyorlardı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahir Kaynak / Kullanılmak

Son günlerde ülkemizde bir Alevi-Sünni gerginliği yaşanacağı ve buna bazı dış güçlerin destek vereceği söyleniyor. Şu soruyu cevaplandırmamız gerekir: Bugüne kadar bu farklılık yok muydu, neden bu bir çatışma nedeni olmadı. Hatta bugün farklı görünen kişiler bu farklılığı doğal sayıp kardeşçe bir arada yaşadılar. Dünyayı yöneten güçler bazen ülkelerdeki farklılıklardan yararlanır, bazen de bu farklılığı yaratırlar. Mesela farklı futbol takımını tutanlar, bir tahrikle bir yerde küçük bir çatışma yaşarlar ve medyada bu çok önemli bir olay gibi yayılır. Bundan sonra çatışma büyür ve yayılır. İnsanlar kendilerini bir tarafta görür ve karşı tarafı bir görünüm sonucu fark eder ve çatışır. Mesela farklı üniversitede okuyanlar ya bir ağaç kesimini sebep sayar ya da bir ideoloji farkı nedeniyle çatışma yaratabilir. Geçmişte bir sağ-sol çatışması vardı ve bu ülkenin siyasi yapısını değiştirmek için sebep sayıldı. Bu çatışmadan kazançlı çıkan, taraflardan biri değildi. Tarafları kullanan güç odaklarından biriydi.

Bir çatışmanın tarafı olanlar bu çatışmanın kimin işine yarayacağını ve bunun dünyadaki etkilerini hesaplamalıdır. Ülkemizde daha önce yapılan soy farklılığı ve bunun yaratacağı sonuçlar Türkiye tarafından fark edildi ve görünümdeki bütün zıtlıkların bir dış gücün ülkeyi zayıflatmak istediği anlaşıldı ve sorun önemli ölçüde çözüldü. Çünkü karşı tarafta toplanan Kürtler bu çatışmanın kendilerine değil, onların da vatandaşı olduğu devlete karşı olduğunu ve farklı yapıların onları köleliğe taşıyacağını gördüler. Ülkede bu çatışmanın bir zaferle sonuçlanmasını bekleyenler;  devletle halk arasında bir çatışma olmaz ve kimse zafer kazanamaz diyen yönetimin ve halkın tavrına yenildiler. Ancak geçmişteki çatışmalar ve bunların yarattığı üzüntü herkesi üzdü.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Leyla İpekçi / Yerliliğimizin ‘çoğulcu ruhu’

Kırklı yaşlarımın başındaydım, gençliğimin ‘başkenti’ Paris’te iki ay geçirdim. O vakit şunu yakinen fark ettim. Gerek okuduğum okullarda, gerek yaşadığım çevrede benimsediğimiz Batılı hayat tarzı ve buna uygun olarak geliştirdiğimiz cumhuriyet değerleri benden hep Avrupalı gibi olmadığımı saklamamı istemişti. Oysa artık orta yaşımda Paris sokaklarında dolaşırken hiç de benzeme telaşında değildim.

Epey farklı bir Paris’ti bu kez karşılaştığım. Kendimi aradan çıkardığım için çok daha fazla odaklanabildim kültürüne, sanatına, insan ilişkilerine, sokak hayatına. Ve şunu da fark ettim. Bizde baş tacı edilen bir ‘yerlilik’ damarı vardır. İçinden akan ‘biz’ kanına ise taparız. Bu, siyaseten ve toplumsal olarak hep dışlandığı için artık kendi ‘yerli’ sıfatlarını kendi belirleyen bir biz’dir. Elbet bu çok gecikmiş bir ifade biçimidir ve elzemdir.

Gelgelelim memleketimden uzakta, gençliğimin merkezinde yıllar sonra anlamıştım ki, bizim için ‘yerli’ olanın muhtevasında yine bizim topraklarımızda üretilen farklı ‘biz’ler de mevcuttu bir o kadar da. Tıpkı benim gibi yabancı okullarda okumuş, batılı hayat tarzında yetişmiş, gelenekleriyle ilişkisi bazen güçlü, bazen zayıf, fakat son kertede ne olursa olsun, ‘buradaki çoğulcu ruh’tan tecelli etmiş bir yerliliktir bu.

Bu gerçeği Avrupa’da idrak etmem çok ironik oldu aslında. Çünkü bize 70’li ve 80’li yıllarda öğretilenin aksine, hiç de çoğulcu bir hayat akmıyordu 2010’ların Paris’inde. Afrikalı göçmen nüfusunun yaşadığı bir semtte, bir Fransız’ın evinde kalıyorduk. Bir duvarında yakın dönemin siyasi tartışmasını temsil eden bir afiş asılıydı: ‘Non a la Turquie.’ Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasını istemeyenlerin kullandıkları bir slogandı bu ve bizim de böyle bir ev sahibimiz vardı. Bunu bizden saklama ihtiyacı dahi hissetmemişti.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Yarım gebelik, yarım siyaset, yarım muhalefet

Yeni Şafak gazetesinin 28 ve 29 Mayıs tarihli manşet haberleri son dönemlerin en önemlileri arasındaydı. Habere göre, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nı inceleyen müfettişler, ‘aralarında siyasilerin, gazetecilerin, vali, genel müdürlerin olduğu 64 kişinin, 2008-2010 yılları arasında terör, uyuşturucu gibi hayali suçlar bahane edilerek, sahte isimler üzerinden dinlendiği’ni belirlemiş ve konu Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na intikal etmişti.

Dinlenilen isimlerin yoğun olarak, Savunma Sanayii Müsteşarlığı, ASELSAN, HAVELSAN, İHA (İnsansız Hava Araçları), Milli Savunma Bakanlığı’nın yönetici, mühendis ve proje sorumlularından oluşması haberde de işaret edildiği gibi ‘stratejik bilgi toplama’ faaliyetine açık gönderme yapıyor. Dışişleri Bakanlığı’nda yaşanan dinleme skandalı hatırlanacak olursa devletin iç güvenlik sisteminin ne halde olduğuna işaret ediyor.

Güvenlik deliklerinden önde geleni, şüphe yok ki, mahkeme kararıyla verilen istihbari dinlemelerin, gerekli gizlilik ve güvenlik koşullarına sahip bir kurum tarafından değil, kullanma ve sızmaya tümüyle açık Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı gibi bir regülasyon kurumu tarafından yapılıyor olmasında.

Dinlemeler bir ‘istihbarat faaliyeti’yse diğer önemli bir mesele de elbet, bunu kimin talep ettiği ve kimin gerçekleştirdiği sorusuyla karşımıza çıkıyor.

Dikkat çekici bir husus da şu: Bunlar yasa dışı değil, mahkeme kararlarıyla yapılan dinlemeler. Polis, savcı, hakim silsilesinden geçiyor.

Ve dinlemelerin büyük çoğunluğu, Yeni Şafak gazetesinin haberine göre, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilmiş kararlara dayanarak yapılıyor. Haber bu mahkemenin ‘cemaat merkezli faaliyetleri’ konusundaki şüpheleri de hatırlatıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Onu değiştir, bunu değiştir, ya hayatını?

Uzun zamandır görmemiştim.

Hal hatır sorduktan sonra görmeyeli hayatında neler olduğunu anlatmaya başladı. Gerçi buna “anlatma” denir mi, emin değilim. Yakınma demek daha doğru!

Ailesinden, işinden, arkadaşlarından yakındı.

İşe yaramaz diyetlerinden, bırakamadığı alışkanlıklarından, tansiyon haplarından, zihnini her geçen gün biraz daha saran takıntılarından yakındı.

Onu görmeyeli, çok şey değişmişti. Fakat aradığı bir parça huzur bir türlü gelmemişti.

Yaşı henüz 40’ları bulmuştu ama bu tür monologların vazgeçilmez aşamasına uğramayı ihmal etmedi; günümüzün insanlarını, ilişkilerini, hallerini eleştirdi.

Bunları merkezde kendisini tutarak anlattı elbette. İçinde kendisinin olmadığı bir “dünya” umurunda değildi.

Dikkat ettim, hep zarfı eleştiriyor, zarftan yakınıyor ama sıra bir türlü mazrufa gelmiyordu. Belki bunun farkında bile değildi!

Aslında anormal bir tarafı yoktu konuştuklarımızın.

Haydi ben de nostalji yapayım; maalesef çoktandır eş dost sohbeti denilen şey yakınmalarını değiş tokuş etmekten ibaret değil mi?

Fakat bir ara ağabeyliğime sığınarak sert bir soru sordum: “Diyetini, tansiyon haplarını, arabalarını, işini, oturduğun semti falan değiştirmek yerine hayatını, yani hayat tarzını değiştirmeyi düşündün mü?”

Hayat tarzını değiştirmek mi?

Biliyordum, günümüz insanının imkânsız olarak gördüğü bir şeydi bu.

Oysa kilit tam o noktadaydı.

Durdu. Sustu. Epeyce sürdü suskunluğu.

Sonra zarif bir iki dostluk cümlesinden sonra lafı değiştirmeyi tercih etti.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / “Gezi ruhu”nda “zamanın ruhu”nu arayanlar

Halkın bilincinin ülkenin yönünü belirlediği bu zamanda, akla ziyan gelişmelere de sahne oluyor bu topraklar…

Anadolu’dan İstanbul’a gelmiş, esnaflıktan holding patronluğuna yükselmiş, sahip olduğu varlıkları milyar dolarlarla ölçülen bir girişimciyi düşünün…

Bu girişimci Türkiye’deki olayların gelişimine uyum gösterdiği ve devletle asla karşı karşıya gelmediği için, şimdiki noktaya geldiğinin bilincindedir… Seçilmiş iktidarlar varken demokrasi ile askeri yönetimler varken de otoriter yapı ile arasını iyi tutmuştur. Döviz krizleri yaşanırken koruma duvarları arkasında büyümüş, Özal sonrasında da dünyaya açılmıştır…

Kısacası bu örnek girişimcinin en değerli varlığı, zamana uyum gösterebilen aklıdır…

Ve şimdi bu başarılı girişimcinin çocuklarının Türkiye’nin yarınını “Gezi Ruhu”nda aramalarını, acaba babalarının aklı kabul eder mi? 

Ezikler mi yön veriyor? 

Bu durum gazeteler ve genel olarak “Medya” için de geçerli değil midir? “Merkez Medyası” olarak bilinen gazeteler, 1997’deki 28 Şubat post-modern darbesinde zamanın ruhunu yanlış yorumladılar. Bu son darbenin 1000 yıl süreceğini yazdılar, haberleştirdiler. Ve bu öngörüleri 2002 genel seçimleri ile tümden çürük çıktı…

Şimdi 2014’teyiz… O yalancı kâhinlerin bugünü ve geçen yıllarda olup bitenleri ve ayıplarını yok sayıp, Gezi olaylarını gazetelerinin varlık felsefesine yapıştırmalarını, şimdiye kadar aklı ve uyumu kendine rehber etmiş sermaye nasıl kabul edebilir? 28 Şubat’ın eziklerinin bugünün Türkiye’sinin medyasında yol gösterici olmaları mümkün olabilir mi?

Ama bu olabiliyor…

Bugün seçmene ve seçilmişlere hakaret ederek ve çarpıtılmış algı üretim merkezlerinin sözcüsü olarak yayın hayatını sürdüren bir yayın organının patronu olan eski ve başarılı aklın sahibi, acaba çocuklarını uyarmıyor mu? 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / İstanbul’u fethetmek, fetih psikolojisi…

Fetih, hep bir ‘ele geçirme’ ruhuyla anlaşıldı; bir hegemonya olarak okuyup, anlatıldı.

29 Mayıs, İstanbul’un fethinin yıldönümü. İslami kesim, bu günü bir bayram günü olarak anmayı, şenliklerle kutlamayı, bir gelenek olarak sürdürür. Hz. Muhammed’in “İstanbul’u alacak büyük kumandan” hadisiyle de bu fetih ruhuna, dini bir boyut kazandırılır. 

Meselenin böylesine dini bir motife dönüşmesinin arkasında yatan asıl mesele, İstanbul’un Hıristiyan bir yönetimden Müslüman bir idareye geçmesidir. Bizans, Hıristiyan bir imparator tarafından yönetilirken Fatih Sultan Mehmet’le bir İslam padişahı’nın yönetimine geçmiştir. Adı da Konstantin’den dönüşerek İstanbul olmuştur. İslam dünyası açısından bu kadar kutsal kabul edilen bu ‘ele geçirme’, Hıristiyan dünyası açısından bir ‘büyük facia’dır. Hıristiyan kaynakları; 

fethin gerçekleşmesiyle birlikte gerçekleşen katliam ve yağmayı anlatırlar. Anlatılanlar, gerçekten de yürek paralayıcıdır. 

İslam dünyası ve Osmanlı tarihçileri ise Fatih’in, Hıristiyan tebaaya karşı hoşgörüsünden, Ayasofya’yı her iki dinin ibadetine açma hamlelerinden söz eder. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / Mareşal Abdülfettah

Kahire büyükelçiliğimizin bahçesinde bir davetteydik, büyükelçimiz Korkmaz Haktanır bana dedi ki: “Bizde asker hiç olmazsa geldikten birkaç yıl sonra gidiyor, bunlar 1952 yılında geldiler ve bir daha hiç gitmediler!”

Hüsnü Mübarek devri… O zamanlar Mısır’la aramız iyiydi. Bir dönem soğumuş olan ilişkiler başbakanın ünlü “one minute” çıkışıyla tekrar canlanmıştı. Şimdi gene buz gibidir.

Mısır ordusu gider gibi oldu, geri geldi. Mısır’da geçen gün bir başkanlık seçimi yapıldı. Mareşal Abdülfettah kazandı.

Öyle bir günde falan da değil. Katılım az olunca üç güne sarkıtıldı, bu üç gün “resmi tatil” ilan edildi, sandık başlarına bedava yolcu taşındı. Oyların sayımı da sürüyor vallahi, önümüzdeki hafta sonu bitecekmiş!

Çünkü Mısır halkının çoğunluğu sandığa gitmedi, hiçbir muharebe kazanmamış haybeden mareşal Abdülfettah El Sisi’ye oy vermiş olmamak için…

Katılım yüzde 46’da kalmış. 

Halkın yarısından azının oy verdiği seçimi, savaş kazanmamış Sisi yüzde 93’le kazanmış, şimdi kendisiyle dalga geçiliyor (bir yandan da oy sayımı sürüyor ha…)

Kutlaya kutlaya da bin kişi toplayabilmişler Tahrir Meydanı’na.

Hüsnü Mübarek de böyle kazanırdı seçimleri.

Hitler bile, herhalde Alman olduğu için, bu soytarılığa hiç tevessül etmemiş, oylarla oynamamıştı.

Şimdi Aydın Doğan’ın adamları “Mursi’nin kazandığı seçimde de katılım yüzde 52’de kalmıştı” diyerek akılları sıra Mısır halkının bu direnişini küçümsüyorlar.

Mısır halkı darbeye karşı yalnızca “pasif direniş” göstermedi. Bin dört yüz kişi öldü, on altı bin kişi içeri tıkıldı. Beş yüzden fazla kişi idam cezası yedi.

Bizde de 1980 yılında bir darbe oldu. Attıkları zaman mangalda kül bırakmayan anlı şanlı solcularımız kaçacak delik aradılar.

O zaman Yeltsin gibi tankın üstüne çıkacak petkası olmayan politikacılar da sonradan “bizim sokak dardır, zaten tank girmez” diye şark kurnazlığına yattılar.

Şimdi muhalefetin çok sevdiği ve değiştirilmesin diye direndiği 1982 Anayasası kampanyasında muhalefet yasaktı!

Evet, karşı propaganda yapılamıyordu.

Oy zarfları da saydamdı, kimin evet kimin hayır oyu verdiği görülüyordu…

Kenan Evren de aşağı yukarı Sisi’yle aynı oranda oy aldı.

Öyle ya da böyle, halk bu anayasayı kabul etti mi? Etti. Bu anayasa, cumhurbaşkanına büyük yetkiler tanıyor mu? Tanıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okan Müderrisoğlu / Türkiye siyaseti yapamayan Çankaya’ya isim belirleyemez

12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra 30 Mart 2014 yerel seçimleri de bir gerçeği teyit etti:

“TBMM’de üç bölge partisi ile bir Türkiye partisi temsil ediliyor!”

CHP, MHP ve HDP (BDP) ancak belli bölgelerde siyasi varlık gösterebiliyor, Türkiye genelinde siyaset yapamıyor. Bir başka ifade ile ülkenin dört bir tarafına umut ve heyecan veremiyor. Buna karşın AK Parti, 81 ilde de seçmenden karşılık buluyor. 

Yarın yenilenecek belediye başkanlığı seçimlerine dönük çalışmalar da bir başka gösterge. CHP, 30 Mart sürecinde Yalova’da miting yaparken Ağrı’ya uğramadı bile. Ağrılılar, CHP yönetimini en son üç yıl önce görmüşlerdi.

MHP bu iki ilde dün de miting düzenlemedi, bugün de düzenlemiyor.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise “Bir ihtimal kazanırız” düşüncesiyle Yalova’yı son dakika miting programına dahil etti.

Başbakan Tayyip Erdoğan’a gelince… Gerek 30 Mart gerekse 1 Haziran öncesinde Yalova ve Ağrı mitinglerinde konuştu. AK Parti ayrıca Ağrı ve Yalova’daki mevcut vekillerin yanı sıra çevre illerin milletvekillerini de görevlendirdi. Bakanlar da farklı tarihlerde bu iki ili ziyaret etti. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…