Arkadaş ne içiyorsun bunları yazarken?

Medya
Eser Karakaş, Taha Özhan, Ahmet Taşgetiren, Taha Kıvanç, Cüneyt Özdemir, Oral Çalışlar, Ali Bayramoğlu, Leyla İpekçi, Abdullah Muradoğlu, Akif Emre,Kayahan Uğur, Nazif Gürdoğan, Turgay Güler ...
EMOJİLE

Eser Karakaş, Taha Özhan, Ahmet Taşgetiren, Taha Kıvanç, Cüneyt Özdemir, Oral Çalışlar, Ali Bayramoğlu, Leyla İpekçi, Abdullah Muradoğlu, Akif Emre,Kayahan Uğur, Nazif Gürdoğan, Turgay Güler ve Ali Saydam gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Eser KARAKAŞ / Deniz Seki ve devletin çifte standardı

Deniz Seki hapiste kaldı, dışarı çıktı, Yargıtay bana çok ilginç gelen bir gerekçe ile cezayı onadı, Seki şimdi bir kez daha içeri girecek, bilmem kaç sene daha hapiste kalacak. 

Türkiye’nin her zaman çok sıcak tartışma konuları oldu, Soma faciası gündeme bomba gibi düştü ama kanımca konu yavaş yavaş soğumaya bile başladı, şimdi gündemde Cumhurbaşkanlığı seçimleri var, arkasından muhtemelen 2015 seçimleri, AK Parti’nin başkanlığı, başbakanlık gibi konular gelecek.

Ancak, bir konu var ki, sıcak gündem ne olursa olsun daima orada durur ve işin ilginç yanı da gereken ilgiyi hiç görmez, uyuşturucu konusudur bu, yakalanan 500 kilo dolayında eroin volileri manşetlere çıkmaz.

Ben, yanıldığımı düşünen varsa tartışmaya açığım, uyuşturucu konusunun ülkemizin en temel, en belalı konusu olduğu kanaatindeyim, söz konusu paralar o kadar da muazzam ki, kimlerin bu pislikten pay aldığı bile belli olmuyor.

Bir kilo eroin batı Avrupa’da yüz elli bin dolar, geçen hafta İstanbul’da 500 kilo eroin bir kireç kamyonu içinde ele geçirildi, değeri yaklaşık yetmiş beş milyon dolar yani yüz elli milyon TL’den fazla, başka bir ifadeyle de bir kamyonete sığan eroin Bağdat Caddesinde yedi ya da sekiz yeni ve lüks apartmana bedel.

Uyuşturucu ile mücadele en birinci görevimiz olmalı ama yöntemleri konusunda rivayet muhtelif, ben, şahsım adına, yasaklama ve cezanın en etkin yöntem olmadığı fikrine daha yakınım, zaten sonuç da alınamıyor.

Gelelim, Deniz Seki ve devletimiz meselesine.

Devlet dediğimiz mekanizma en genel hatlarıyla yasama, yargı, yürütme birlikteliği.

Bu üçlünün temel konularda, temel hukuk ilkelerinde belirli mutabakat içinde olmaları gerekir, uyuşturucu meselesi de bunların başında gelir.

Deniz Seki’nin ismini verdim zira tüm basın güncel olarak bu kızdan bahsediyor, Yargıtay’ın onadığı suçu uyuşturucu kullanmak ve belirli ortamlarda arkadaşlarıyla paylaşmak, Yargıtay bu paylaşım işini uyuşturucu satmak olarak değerlendirmiş, hukuk tekniğinden hiç anlamam, belki de haklıdırlar ama meselenin bir de aması var.

Yargıtay böyle çok katı bir karar alıyor ama acaba yargı, yasama, yürütme bu konuda, uyuşturucu karşısında nasıl pozisyon alıyorlar?

Türkiye’nin ve belki de dünyanın en büyük uyuşturucu baronlarından biri ülkemizde yargı kararıyla, komik bir bedele, diyelim altı, yedi kilo saf eroin bedeli karşılığında, kefaletle serbest bırakıldı mı, bırakılmadı mı?  

Ülkemizin yine en büyük uyuşturucu baronlarından biri bu ülkenin, ülkemizin yasama organında milletvekilliği yaptı mı, yapmadı mı?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / Cumhurbaşkanı seçim satrancına hoşgeldiniz

Her gün büyük bir heyecanla benim ‘’Orayı gözleyin’’ dediğim yerde ‘çatı aday’ konusunda ipucu arıyormuş dostum; ‘’Adayları haftadan haftaya değişiyor; sanki isim açıklandığında onlar da ilk kez öğreneceklermiş gibi bir durum var’’ dedi dostum, biraz da beni suçlarcasına… 

Dediği büyük çapta doğru… Hürriyet bir türlü ‘çatı aday’ konusunda renk vermiyor… Kemal Derviş’le başladılar ‘aday adayı’ sunmaya, bu hafta Mansur Yavaş’a kadar geldiler… CHP ile MHP’ye ‘’Seçin, beğenin, alın’’ der gibiler…

Yoksa hedef mi şaşırtıyor Hürriyet? Esas adayı gözlerden saklama şaşırtması?

Önce, ‘çatı adayı’ ile Hürriyet arasındaki ilişkiyle ilgili tezimi sunayım: Tayyip Erdoğan karşısındaki muhalefetin üç bacağı var: Biri CHP… Diğeri MHP… Üçüncüsü de Doğan grubu (Hürriyet, Posta, Radikal, CNN-Türk ve bunların internet siteleri)… 

Yurt içi ve dışında geniş ilişki ağına sahip bu grup; diğer ikisi onun desteğine muhtaç…

‘Partiler Hürriyet’ten bir isim üzerinde anlaşabilir’ beklentisi bile var…

Yalova’daki ara seçimin sonucu ‘üçlü ittifaka’ umut vermişe benziyor… Taraflara yakın biri ‘’Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalmasına kesin gözüyle bakabiliriz artık; kalırsa, sürprize hazırlanın’’ dedi bana… Üzerinde uzlaşılacak isim, ikinci turda, Tayyip Erdoğan karşısındaki bütün oyları toplayacak bir isim olacakmış…

Muhalefet —siz bunu ‘üçlü ittifak’ diye okuyun— bütün hesaplarını seçimin birinci turda sonuçlanmayacağı varsayımı üzerine oturtuyor… Zaten Kemal Kılıçdaroğlu teklif ettiğinde reddettiği ‘ortak aday’ çıkarma teklifine, ‘çatı aday’ kavramını icat ederek bu yüzden ‘’Evet’’ dedi Devlet Bahçeli… ‘Çatı aday’ MHP’yi CHP karşısında güçlü kılıyor çünkü…

Sebep şu: Seçim ikinci tura kaldığında, her parti kendi adayıyla seçmen karşısına çıktığı taktirde, Ak Parti adayının karşısında CHP’li aday kalacak demektir… Kendi adayları ilk turda elenecek MHP ve HDP seçmeni, adayı kim olursa olsun, büyük çapta Ak Parti adayını destekleyecektir… Bu iki partinin seçmen tabanının eli CHP’den birine oy vermeye gitmez de ondan…

Kamuoyu yoklamalarında MHP’li ve HDP’li seçmenlere sorulan, ‘’Kendi partiniz dışında bir partiye oy vermeniz gerekse, o hangi parti olur?’’ sorusuna gelen cevap genellikle ‘’Ak Parti’’ oluyor… İki parti tabanında da ikinci seçenek Ak Parti…

Eğer ‘çatı aday’ formülüne uygun bir aday bulacaksa ‘üçlü ittifak’, bu, MHP’ye CHP’den daha yakın biri olmak zorunda…

Gördünüz mü ‘sihirli formül’ nasıl MHP lehine çalışıyor?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Özhan / Suriye’de süreç nereye gidiyor?

Darbe yönetiminin başkomutanı olarak kendisini ilk turda cumhurbaşkanı seçtirten Sisi gibi Suriye’de de tam anlamıyla trajik-komik bir seçim bu hafta yapılacak. Esed üçüncü kez yedi yıllığına cumhurbaşkanı olacak. Sisi gibi Esed de bir seçim kampanyası yapmayacak, sokaklarda ve meydanlarda görülmeyecek. Mursi’nin kazandığı seçimleri en hassas şekilde mercek altına alan Batı medyasının, Sisi’nin absürt ve sahte seçimini altyazı düzeyinde görmesi gibi Esed’in seçimine de benzer bir ilgi gösterecek. Sisi’nin darbesiyle statükoya dönüş umuduna yatırım yapanlar, Esed’in hangi gayri meşru yolla olursa olsun varlığını sürdürmesini eski düzen adına beklemeye devam edecekler.

Suriye’nin Şam-sahil hattına sıkışmış Esed rejimi, I. Dünya Savaşı sonrası hayata geçirilen ve 5-10 yılda yıkılan mezhep veya şehir devleti kurma hülyasının peşine iyice takılmış durumda. Hal bu olunca, rejim, Suriye’nin geriye kalanına dair her türlü vahşeti hayata geçirmek için yeterince motivasyona sahip durumda. Zira Rusya’nın Çeçenistan tecrübesinin Suriye’de tatbik edilmesi, bugünlerde Esed tarafından ‘Cezayir modeline’ dönüşmüş durumda. Esed’in Cezayir’den anladığı, 7-8 yıl boyunca yüzbinlerce kişiyi öldürdükten sonra rejimin bütün ülkede kontrolü eline alması. 1990’larda Cezayir katliamları Fransa’nın sağladığı kamuflajla mümkün olurken, Esed’in katliamları çok daha güçlü bir eksen tarafından çoktan meşrulaştırılmış durumda. Amerika’nın pasif, Rusya’nın da aktif desteğiyle Baas rejiminin Suriye’de yapmaktan çekineceği bir katliam kalmamıştır.

Bütün bunlara rağmen Suriye’de muzaffer bir Baas rejimi bulunmamaktadır. Esed bütün aktif ve pasif desteğe rağmen kazanmamış, ayakta kalmıştır. Eğer Cezayir modeline yatırım yapıyorsa, baştan Suriye’ye bütün vekalet savaşı verecek dinamikleri davet ederek bu ihtimali kendisi ortadan kaldırdı. Kaldı ki Cezayir, yaptığı katliamları ve ülkeyi harabeye çevirmesini finanse edecek kaynaklara sahipken, Esed baştan aşağı siyasi ve iktisadi bir yük olarak varlığını sürdürmek zorunda.

Suriye’nin geldiği son nokta gerçekten uluslararası ve bölgesel jeopolitiğin kalitesi açısından bir turnusol testi imkanı veriyor. Bu konuda Suriye analizlerini sahada var olarak, aktörlerle çok yoğun teşrik-i mesai yapabilen iki değerli ismin önemli bir raporu geçtiğimiz günlerde SETA’da yayınlandı. Ufuk Ulutaş ve Halid Hoca tarafından kaleme alınan ‘Suriye: Devrim mi bölünme mi?’ başlıklı analiz sahadan en sıcak bilgileri sunmanın yanında bir çıkış yolu da göstermeye çalışıyor. Burada çok küçük bir kısmını aktaracağım önerilerin ve raporun tamamı ilgilenenler tarafından okunmalı. Özellikle muhaliflerin neler yapabileceğine ya da yapması gerektiğine dair önemli uyarılar var:

Suriye’deki siyasi muhalefet, bölgesel dengelerin değişmeyeceğinin garantisini almadan ve istikrarlı gelecek görmeden Suriye’de köklü değişikliğe müsaade etmeyecek dış ülkelerin desteğine dayanan ve bu yolla kendilerini sahanın nabzından uzaklaştıran durumlarını tekrar gözden geçirmelidir.

Öte yandan kendi gücü ve halktan gördüğü ilgi ile yetinen, I?slami olarak sınıflandırılabilecek etkin silahlı grupların, dış dünya ile güvene dayalı ilişkiler kurmadan rejimi düşürme amaçlarına ulamalarının mümkün olmayacağını anlaması gerekmektedir.

Kendisini mutedil Selefi olarak tanımlayan, halkın desteğine sahip olan ve muhalif grupların sayıca en büyüğü olan İslam Cephesi’nin; ayrıca Şam Askerleri İslami Birliği’nin, Suriye muhalefetinin ana akım gruplarıyla güven ilişkisi kurması gerekmektedir.

Koalisyonun uygulayıcı kurumu olarak kurulan geçici hükümetin Suriye’deki kurtarılmış bölgelere girip yerel konseyler ve tugaylarla koordinasyon sağlayarak sağlık, eğitim, belediyecilik ve altyapı hizmetlerine başlaması gerekmektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ahmet Taşgetiren / İyi de zalim kim?

Paralel yapı dünyası” şimdi oturmuş, ülkenin semadan – arzdan gelen felaketler yaşamasını bekliyor. Yazıp söylediklerine baktığınızda bunu temenni ettiklerini bile düşünebilirsiniz. 

Neden?

Çünkü şayet o felaketler gelirse, o meşhur mülaanenin tuttuğu ve Allah teala’nın, falancaları vurduğu inançları pekişecek.

Bir kere Hoca mülaanede bulunmuş, bunun geri çevrilmesi söz konusu değil!!

İkincisi de, zaten semavi ve arazi afetlerin, insanların yapıp ettiklerine yönelik bir karşılık olma noktasında sünnetullah var.

Öyleyse Soma gelip, Türkiye’de son dönemde olan bitenler için ikaz mahiyetine bürünüversin.

Bürünüversin ama, Soma’nın üzerinde, “bu felaket falancaların yaptığı şu işin karşılığıdır” diye bir cümle yazmıyor.

Bunun için “Sünnetullah çözücülüğü” gibi bir üstün beceri lazım.

Kadim İslam büyükleri, bu tür hadiselerde en çok kendi nefislerini hesaba çekmeyi tercih etmişler. “Ya Rabbi, biz nefislerimize zulmettik, bizi bağışlamazsan, bize rahmetinle muamelede bulunmazsan biz mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz” diye yakarmışlar.

“Acaba ben ne yaptım” diye düşünmüşler.

Aile halkıma zulmettim mi, ana babama zulmettim mi, çalıştırdığım insanlara zulmettim mi, yönetimim altında bulunan herhangi bir kimseye zulmettim mi, dağa taşa, ağaca kuşa zulmettim mi, ülkede bir fitne – fesat varsa onun bir parçası oldum mu, kendi payıma ne düşüyor ilahi gazabı çeken toplumsal hayat defteri konusunda?

Acaba polis olup insanların mahremlerine girmek zulüm sayılır mı?

Acaba hakim olup polisle işbirliği yaparak insanlara kumpas kurmak zulüm sayılır mı?

Sizin hakkınızda kitap kaleme alan bir adama cehennem hayatı yaşatmak zulüm sayılır mı?

Tasfiye etmek istediğiniz kişi hakkında uydurma suçlamalar üretmek zulüm sayılır mı?

Mü’min kardeşlerinizi çiğneye çiğneye yükselmeye çalışmak zulüm sayılır mı?

Kendi payınıza düşen hiçbir şeye bakmayacaksınız ve dışarıda, mesela “Zalim” arayacaksınız.

Bu “Sünnetullah”a bile zulmetmek anlamına gelmiyor mu?

Bu, Kur’an ayetlerini bile istismar etmek, dolayısıyla Allah kelamına karşı zulüm icra etmek anlamına gelmiyor mu?

Elbette, insanlar ve toplumlar olan biten hadiselerin ilahi hikmeti üzerinde düşünmeli, ibret almalı ve kendi paylarına ilahi gazabı davet edecek şekilde kollektif günahları büyütecek bir davanış içine girmemeli.

Ama, “Ya Rabbi, memleketin şurasına burasına bir felaket gönder de, Hocamızın duasının ne kadar keskin olduğu anlaşılsın, hem de bizimle uğraşmanın memleket için bile bir bela olduğu görülsün” gibi bir beddua dili de oluşturmamalı.

Şimdi ben kalkıp desem, “Paralel yapı insanların mahremine girmek noktasında o kadar azıttı ki, bu gayretullaha  dokundu ve bundan dolayı başımıza şu şu belalar geliyor.” Nasıl olur mu?

Niye hep şunun bunun vebali de, sizin değil?

Bunun bir cevabı var mı?

Siz sütten çıkmış ak kaşık mısınız?

İlahi irade, Türkiye’yi bir acı ile sarsacak ise acaba bunu en çok hangi günah sebebiyle sarsacak ve hangi takvimde sarsacak?

Bu takvimi ve bu günah çeşidini kim biliyor da onu, şu hadiseye ve şu takvime şıppadanak yapıştırıyor.

Ben, zaman zaman “Cemaat beni”nden söz ediyorum. Cemaat egosu, “ene”si yani. Cemaat çıkarcılığı. Şimdi artık çıkarcılık dediğimizde bunu “Cemaat”le birlikte değil “Örgüt”le birlikte anmak gerekiyor.

Bu çıkarcılık maalesef, tek insanın ben-merkezciliğinden daha vahim sonuçlara götürüyor insanları.

Aşağıya iki ayet alacağım. Hadi gelin, bu ayetlerin bugünkü davranışlarımız açısından nasıl bir örtüşme hali ortaya koyduğunu tahlil edelim:

“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin; (bunu yaparak) Allah’a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?” Nisa Suresi, 144)

“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Dönüş yalnız Allah’adır.” (Al-i İmran, 28.)

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Kayahan Uygur / Hürriyet gazetesinde ‘Polis müdahalesi’

Hürriyet gazetesinin dünya basın tarihine geçecek  bir buluşu  çoğu kişinin gözünden kaçsa da ihmal edilmeyecek önemdedir. ‘Eski güzel günlerinde’ manşetleriyle hükümet kurup, düşüren oligarşinin amiral gemisi son bir yıldır yeni bir saptırıcı başlık buldu: ‘Polis müdahalesi’. 

Nerede birileri sokak eylemi yapsa,  polise molotof atsa, esnafın ekmek teknesi zarar görse, nerede belediye otobüsleri  bazen içinde yolcularıyla yakılsa ‘Hürriyet’ gazetesi haberi hemen şu başlıkla veriyor: ‘Polis müdahalesi’. ‘Okmeydanı’nda polis müdahalesi’…’Taksim’de polis müdahalesi’…’Kızılay’da polis müdahalesi’… 

Hürriyet gazetesi sanki halkın terörize edilmesi, kamu görevlileri ve malının zarar görmesi haber değilmiş de, ‘normal’ olaylarmış da, polis müdahalesi ‘anormal’miş gibi başlıklar atıyor. Gazetecilikte bir kural vardır: ‘köpeğin insanı ısırması haber değildir, insanın köpeği ısırması haberdir’ şeklinde. Çünkü birinci durum olağan, ikinci durum olağanüstü sayılır ki, bu da mantıklıdır. Hürriyet için haber değeri taşıyan olay polisin müdahalesi olmalı ki başlıkları bu şekilde atıyor. Sanki eylemin kendisinin haber değeri yokmuş gibi. 

Dünyanın her yerinde, asgari bir medya ahlakı olan her yayın kurumu bu tür olayları en fazlasından ‘filanca yerde falanca eylem’ şeklinde verir. ‘Polis müdahalesi’ ifadesi ancak  terör örgütlerinin ve eylemleri destekleyen tertipçilerin kullanabileceği bir ifadedir. 

Türkiye’de 50 bin kişinin öldüğü, faili meçhul cinayetlerin zirve yaptığı yıllarda aynı Hürriyet gazetesi polisi, askeri göklere çıkarır ve gösteri yapan eylemcilere yönelik ‘kansızlar’, ‘hainler’, ‘falanca dölleri’ gibi utanç verici başlıklar atardı. Ne zaman ki oligarşi hükümetle takışmaya başladı, Hürriyet için asker-polis tu kaka oldu, eylemciler ise cici çocuklar.  

Şimdi Hürriyet, ‘polis müdahalesi’ şeklinde başlıklar atıyor ki, ‘polis devleti’ imajı verilsin, Türkiye Batı’ya kötü gösterilsin. En önemlisi de, eylem yapmak isteyenlere destek anlamında ‘gaz verilsin’, ‘medya arkanızda, imajınız ekranlarda’ denilsin. Biber gazına karşı ‘Hürriyet gazı’ bu. Hürriyet’in psikolojik savaş uzmanları bu  buluşlarını o kadar ustaca medyada yaydılar ki, bugün bu ifadeyi maalesef  her görüşten gazete ve TV kanalları kullanıyor. Hatta dünya medyasından bile Türkiye’deki olayları verirken bu icattan  etkilenenler oldu. Bunun nedeni gazetecilerin psikolojik savaş yöntemleri hakkında bilgili olmamasıdır. 

Yine de, Türkiye halkı uzun yılların birikimi sonucu  oluşan tecrübesiyle bu saçmalıktan etkilenmiyor. ‘Hürriyet’ zaten kötü niyetli olan küresel finans medyasına malzeme taşırken  aklı beş karış havada birkaç zengin çocuğunu da hayal dünyasında yaşatır ama Türkiye halkı da kimin, nerede ne yaptığını iyi bilir.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / ‘Apo bir şey söyler, KCK durur’ mu?

Meseleyi; ‘Öcalan’a tepki’ veya ‘Erdoğan’a tepki’ gibi gözlüklere indirgeyenler; yanıldılar, yanılacaklar. 

Abdullah Öcalan, BDP heyetiyle yaptığı son görüşmede; bazı TV yayınlarında ve gazetelerdeki kendisine yönelik değerlendirmelere değinmiş: “Örneğin şöyle yaklaşanlar var; ‘Apo bir şey söyler ve şu uygulamalar değişir’ ya da ‘şunlar şöyle bir hal alır, KCK durur ya da başlar’. Bu, süreçten ve Kürt halkından ve onun siyasal kurumlarından hiçbir şey anlamamış olmak demektir.” Öcalan’ın tepkisini şöyle yorumlamak mümkün: “Benim ‘Ne dersem olur’ yaklaşımında olduğumu düşünmek; Kürtlerin iradesini, siyasal kurumların iradesini ciddiye almadığımı düşünmek demektir.” 

Öcalan herkesin gözü önünde; önerilerini, siyasi değerlendirmelerini ve çözüme ilişkin çizdiği yol haritasını; Kandil’e danışıyor, BDP heyetiyle tartışıyor, yurtdışındaki örgüt temsilcilerinin görüşlerini alıyor ve gelen cevaplara göre, bir yol haritası çiziyor. Onun liderlik ettiği bir müzakere ve diyalog süreci içindeyiz hâlâ. Sonunda onun söylediği, ortak bir irade haline dönüşüyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Cüneyt Özdemir / Akıllı telefonlar aklımızı alırken!

Sigara içilmez’ simgeleri gibi ‘telefonlara bakmak yasaktır’ amblemleri de mönülere konulabilir.

Geçen gün akıllı telefonların insani ilişkilerimizi nasıl aptallaştırdığına dair bir yazı yazdım. Bu, daha çok bir durum tespitiydi. Artık nicedir iki sevgili, bir grup dost hatta aileler bir arada oturup telefonlarına bakmadan birkaç dakika bile geçiremeyecek noktaya geldiğimizi söylemiştim. ‘Zombi sohbetler’ adını taktığım bu durum hakkında inanın az bile söylemişim. Hafta sonu etrafıma biraz da bu gözle dikkatle baktım. Mesela bir kafede bir grup kadın sohbet ederken aralarından bir tanesi telefonunu açmış oyun oynuyordu. Belli ki daha ilk buluşmalarında iki sevgili sürekli cep telefonlarına gelen mesajları yokluyorlardı. Sinemada filmin en heyecanlı yerinde what’s up’dan arkadaşı ile sohbet eden 3 kişi saydım. Dedim ya insanlığı tehdit eden bir salgınla karşı karşıyayız. Peki nasıl mücadele edeceğiz?

Gelelim, durum tespitinden sonra mücadele yöntemlerine… 

Şunu artık kabul edelim ki hiçbir zaman cep telefonsuz günlere geri dönmeyeceğiz. Bu yüzden alınacak tedbirleri bu salgınla kökten mücadeleden çok, insani değerlerimizi yitirmeden yaşayabilme eşiğinde tartışmakta fayda var. Mesela en azından bir restorana gidildiğinde cep telefonsuz birkaç dakika geçirilebilir mi? Buna bakalım. Aslında bu mümkün. Hafta sonu İnovasyon İzmir’de etkinliğinde beraber olduğumuz DDF ajansının en yaratıcı ismi Arhan

Kayar bununla ilgili ilginç bir uygulama anlattı.  

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / MİT Müsteşar Yardımcısı’nı kim dinledi?

TİB’deki mahkeme kararlarına dayanan yeni dinleme furyası düşündürücü.

Bunun kadar düşündürücü olan diğer bir husus bu konuya, özellikle savunma ve silah sistemleriyle ilgili kişilerin dinlenmesine dahi merkez medyanın soğuk ve ilgisiz kalması.

Bu güvenlik deliklerine, cemaatin ürettiği ve kullandığı enformel ve gayri meşru alana AK Parti’nin özel meselesi gibi bakmak gerçekten ciddi bir sorun. Nedeni ise malum. Bu gayri meşruluğun ve tehlikenin varlığını kabul etmek kimileri için yolsuzluk ve otoriterleşme iddialarına halel getirmek anlamına geliyor. Sonuç olarak hükümetin 17 Aralık sonrası yargıya yaptığı müdahaleyi, salt iktidar kişileşmesine bağlayarak ‘kısmen ele geçirilmiş emniyet ve yargı’ gibi kendi başına bir otoriterlik hali ve baskısı üreten ‘nedenleri’ görmezden gelmek, soluduğumuz kutuplaşmış havanın ağır yan etkileri arasında yer alıyor.

Bu yan etkilerin iki boyutu var.

İlki Türkiye’yi anlamayı bir kez daha ıskalamakla ilgili…

‘Cami ile kışla kavga ediyor bize ne’ formülüne benzeyen bir tarzda ‘eski ortaklar kapıştı, bizim dışımızda ve asıl mesele AK Parti’nin yıpranmasını engellemek bizim işimiz değil…’ yaklaşımı, kaba bir iktidar mücadelesi takıntısıyla ‘Türkiye’yi anlamamanın açık simgesi’ haline geldi.

Türk siyasi hayatını AK Parti liderinin kişisel eğilimleri üzerine oturtmak, otoriterlik ve yolsuzluk üzerine kurulu ‘tek faktörlü analizler’de yapmak, bunu dünyaya haykırmak başta muhafazakar kesimi ve ülkedeki siyasi hareketliliği açıklamıyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Leyla İpekçi / Şimdi ve burada bir ‘biz’ var mı?

Zannedilir ki bu ülkede bir dindar hayat tarzı vardır. Bir de laik hayat tarzı. Bu ayrıştırmayı sabit veri kabul ettiğimiz andan itibaren gündelik hayatın dip akıntılarına izini düşüren her çoğul ve iç içe olguyu bu iki ana tanıma rehin bırakmış oluyoruz. Hayatın bütün çeşidini ve çoğulluğunu bu ayrıma sığdırmak imkansız, unutuyoruz.

Sözgelimi Kemalist zihinaltının bir İslamcı’nın dünyasında farkında olmadan kapladığı geniş alanı göz ardı ederiz bu şekilde. Ya da mesela bütün muhafazakarların ille laiklik karşıtı bir yaşam istediğini varsayabiliriz. Eğer Müslüman olarak kendimizi tanımlıyorsak, bu sefer de laik hayat tarzından gelenlerin buradaki geniş kesimlerin hayatına yabancı olduğunu, köklerinin dışarıda ve Batı özentisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu tespitlerde doğruluk payı olsa da, ‘ana akım sıfatlar’ın görkemine kapılmak hayatın ana damarlarından koparıyor bizi büyük ölçüde.

Bir güncel örnek daha. Gezi’ye gitmeyen ve işgal ederek direnmenin diline mesafeli kalan Müslümanlar laik kesimin sosyologları tarafından birörnek bir tanımlamayla güce biat edenler ve vicdanını susturanlar olarak itham edilmişti. İşgal, direniş gibi kavramların müminin nezdindeki karşılığının çok farklı olması ise bir ölçüt olarak dahi kaale alınmadı.

Önceki iki yazımda böyle birbirini dışlayan iki ana yaklaşım üzerinden toplumsal hayatımızı anlamanın imkansızlığını bizzat Avrupa’ya bakışımızla ilgili kendi tecrübelerim üzerinden açmaya çalıştım. Ve şunu söyledim: Bizde ‘yabancı’ olmamakla itham edilen, ama aslında farklı niteliklere sahip de olsa dibine dek yerli ve burada üretilmiş farklı kültür ve hayat tarzları vardır. Her daim olmuştur. Bizim varoluş mayamızda farklı yerliliklerin olması, aramızdaki kimseyi ‘yabancı’ yapmaya yetmiyor.

Evet, şimdi ve burada: Her şey var. Doğulusu, batılısı, Kemalisti, ulusalcısı, milliyetçisi, dindarı, seküleri, muhafazakarı, Gezi’yi destekleyeni, desteklemeyeni… Ve bu birbirinin zıddı gibi duran tanımların hiçbiri birbirinden ayrı değil. Ne siyasette, ne hayatta. Aynı kesimde, aynı mahallede, aynı ailede ve hatta aynı kişide aynı anda birden fazla özellikleriyle mevcut olabiliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Abdullah Muradoğlu / Sahipsiz Ahıskalılar

‘Kırım’ Rusya tarafından ilhak edildiğinde gözümüz ‘Tatar Türkleri’ne çevrilmişti. Kırım’ın asıl sahipleri olan, ancak 200 yıldır uygulanan baskıcı politikalar nedeniyle ‘azınlık’ durumuna düşürülen Tatar Türkleri’nin durumu ne olacaktı? Türkiye’de Kırım’dan göç etmiş yüzbinlerce yurttaşımız yaşıyor. Bu yüzden Kırım’da ne olup bittiği bizi yakından ilgilendiriyor. Kırım Tatarları’nın hikayesini daha önce anlattığımız için detaylara girmeyeceğim. Ukrayna’nın doğu bölgelerinde, başta ‘Donetsk’ olmak üzere pek çok ilde yaşayan etnik Ruslar da Kiev yönetiminden ayrılmak amacıyla isyan ettiler. Bu arada Ukrayna’da 9 bin civarında ‘Ahıskalı Türk’ün yaşadığını da öğrendik. Donetsk ili ve civar köylerinde yaşayan 1800 kadar Ahıskalı ise çatışmalarının arasında mahsur kalmışlar. Ahıska nere, Donetsk nere? Ahıska, Türkiye’nin Ardahan vilayetine bitişik bir bölge idi. ‘İdi’ diyorum, çünkü 1944’ten beri Gürcistan haritasında ‘Ahıska’ diye bir bölge yok.

Kırım Tatarları ile Ahıskalıların ortak bir noktaları var. Ahıskalılar da, Kırım Tatarları da, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, 1944’te, Stalin tarafından yurtlarından topluca sürgün edilen iki müslüman halktır. Stalin’in topluca tehcir ettiği bir diğer müslüman halk ise, ‘Çeçenler’ idi. Tatarlar, Ahıskalılar, Çeçenler 1944’de yük vagonlarına doldurularak Rusya’nın iç bölgelerine sürgün edildiler. Her üç halktan onbinlerce insan yük vagonlarında açlıktan, havasızlıktan, hastalıktan, soğuktan öldü. Stalin’in ölümünden sonra sürgün halkların durumunda bir parça iyileşme olduysa bile yurtlarına dönmeleri için uzun yıllar mücadele etmeleri gerekmişti. ‘Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Çeçenler ve Tatarlar yurtlarına güç bela dönebildiler ama evleri, arazileri başkalarına peşkeş çekilmişti. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Saydam / Ruhsuz beden yaşamaz...

İspanya’da, bizdeki olayların ilk üç gününde ortaya çıkan ‘Gezi Ruhu’yla kısmen de olsa ortak özellikler taşıyan protestocuların, dört ay önce kurduğu ‘Podemos’ (Yapabiliriz) –Başkan Obama’nın kulakları çınlasın- adlı parti, son Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki ataklarıyla siyasete nasıl da çabuk adapte olabildiklerini gösteriyor. Şaka değil, AP’ye beş vekil göndermişler.

‘Gezi Ruhu’nun ilk halkasında tezahür eden ve özellikle iş hayatındaki yeni neslin içinde sıkça ve hoşnutlukla tanık olduğumuz ‘sorgulama’ ve ‘inovasyon’ özelliklerinden gelecek için bir sağlıklı ‘muhalefet’ nüvesi çıkabileceğini tahmin edip, biraz da siyaset adına umutlanmıştık. Çünkü Türkiye’nin son yıllardaki en büyük meselesinin demokrasinin önemli payandalarından biri olan ‘muhalefet sorunu’ olduğunun idraki içindeydik.

Hâlâ da, bu tahminimizde yanıldığımıza dair bir işaret almış değiliz. Ne var ki, geçen yıl bu tarihlerde yaşanan ‘Gezi Deneyimi’ süreçlerinde ‘deneyimsizliği’ ile sempati toplayan o ilk halkanın etrafına kendilerini böylesi günler için eğiten terörle bağlantılı gruplar yamanınca iş çığırından çıkmıştı. Gezi’nin o günlerde pek de dışarıya yansıtılmayan ancak devlet katlarında prova edilen ‘İktidardan Payımızı İsteriz!’ adlı oyunun dekoruna dönüşebileceğini akıl edebilmek için hayli gelişmiş bir hayal gücüne sahip olunması gerekiyordu.

Dejenere edilmemiş Gezi Ruhu, o muhteşem ilk halkasıyla Türkiye’de öncelikle bir ‘şehir bilinci’nin varlığını kanıtlamış, ardından tıpkı iş hayatında örneklerine sıkça rasladığımız, ‘İkna edilmedikçe ben bu işi yapmam’ tavrının sürdürücüsü olmuştur. Bu doğru ısrarlarına ve kendilerini dinlemeye hazır bir hükümetin işaretlerini almalarına rağmen, ne yazık ki çevrelerinde mantar gibi bitiveren ikinci ve üçüncü halkalar tarafından başka bir mecraya sürüklenivermişlerdi.

Üretimin ve iş hayatının içinde kalıcılığın peşinde olup da, ‘çok sesliliğin uyumu’nu aramayan, farklılığın ve inovasyonun katma değerinden haberdar olmayan yönetim kadroları artık kalmadı. En azından bu fikir hepsinde var.

İspanya’daki ‘Öfkeliler’ hareketinin siyasete evrilerek partileşmesi, bir ‘itiraz ruhu’nun bedenleşmesidir ve dünyanın neresinde olursa olsun gidişata tepkili, sorgulayan, yenilenmek isteyen bir protestocu nüvenin silah (zor) veya seçim (demokrasi) arasındaki tercihini ikincisinden yana yapabilmesinin koşullarına iktidarların destek vermesi, yine zamanın ruhuna gayet uygun bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

Muhalefetin soluk alması, iktidarın da lehine değil midir? İktidarın sınırsız gücünden ürkmesi gerekenlerin başında yine hükümet edenlerin gelmesi o ülkedeki demokrasinin güvencesidir aynı zamanda.

‘Yeter söz milletin!’ diyen Demokrat Parti ruhu da, barajlarla simgelenen o kalkınma dönemine ivme kazandıran Demokrat Parti’nin sürdürücüleri Adalet Partisi de, Meclis’e sosyalizmin heyecanını sokan Türkiye İşçi Partisi de, ülkücülüğün özünü rahmetli Türkeş’in gayretli çabalarıyla parlamentodan ülkeye yansıtan MHP de, bir başka anlamda ‘Artık yönetemiyorsunuz; Yeter söz milletin!’ diyen ve liberalizmin önündeki ‘bürokratik oligarşiyi’ sorgulayan, gelişimin önünü açan AK Parti transformasyonu da hep bir ‘itiraz kültürü’nün sonucu olarak ruhlarına aradıkları bedeni bulmamışlar mıdır?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Akif Emre / Medyatik aydın öfkesi

Sebebini anlmazsanız kendi öfkenizin esiri olursunuz. Karşıdakinin öfkesinin gerekçesini doğru okuyamazsanız kendi gerçekliğinizin esiri olursunuz.

Türkiye’de öfke birikmesi yaşanıyor. Öfke sahiplerini de, öfkenin muhataplarını da teslim alan, akıllarını, iradelerini rehin alan gerilim.

Öfkenin hedefi kabaca Başbakan, hükümet ve daha geniş anlamda muhafazakar kesim. Öfkelenenler ise dünün muktedirleri, statükocuları ve bunların sürüklediği dün de, bugün de anlaşılmayanlar, ötekileştirenler; yani muhalefet.

Öfkelere biçim verenler, siyasal bir muhalefete dönüştürüp, siyasal hedefe yoğunlaşmasını sağlayanlar, algı yönetimini yönetenler dünün muktedirleri. Kendilerini statükoyu kontrol eden, sistemin ve de memleketin sahibi gören mutlu azınlık olarak dünün muktedirleri bugün kendilerini ‘düşük iktidar’ olarak görüyor.

Öfke patlamasının nesnel gerekçeleri, somut ve gerçek uygulamalar elbette var. Ancak bu gerekçelerin ve olguların mevcut öfke patlamasının rasyonel açıklamalarından bağımsız bir kaç boyutu var. Somut gerçekliğin muhayyel düşman algısına dönüşmesi korkudan çok öfke patlamasına neden oluyorsa burada daha karmaşık bir durum var demektir.

Öfkenin sahibini aklı seliminden uzaklaştırması anlaşılır bir durumken öfkeye hedef olanın kendini, sorgulamaktan uzaklaştırması da bir o kadar dikkat çekici.

Öfkenin kaynağında olan, daha doğrusu öfke siyasetini yönlendiren iki grup var: Kabaca statükoyu, siyasal iktidar erkini kontrol etmeye alışkınlar; ikincisi bu dönüşüm de dahil olmak üzere siyasal ve entelektüel hayatı kontrol eden iktidar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nazif Gürdoğan / Yeni Roma’nın İstanbul’a dönüşmesinde Ayasofya

Bilgi ve bilgeliğe sevdalı, Bilge Sultan Fatih’in, İkinci Roma’yı İstanbul’a dönüştürmesinin, yeni bir yıldönümünde, Anadolu insanına büyük fetih kapıları açılıyor. Bilgeliğe dönüşen bilgiyi, yitirdikleri paha biçilmez bir hazine olarak gören Türkler, bilgi ve bilgeliğin peşinde, Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine doğru, uzun bir bilgelik yolculuğuna çıkmışlar. Yeryüzünde bilgelik yitirilse, Bilgelerin Sultanı Mevlana’nın izini sürenler, yitirilen bilgeliliği zenginleşmiş olarak tekrar bulurlar.

Fatih Ayasofya’dan yola çıkarak, Doğu Roma’nın başkenti Yeni Roma’yı, Türk dünyasının başkenti İstanbul’a dönüştürdü. İstanbul, Üsküdar ile Mekke, Eyüp ile Medine, Yarımada ile Kudüs toprağıdır. Dünya şehirlerinin başkenti Mekke’nin, Kurtuba ve Kazan’da batan güneşi, İstanbul’da yeniden doğdu. İstanbul’un odak noktası Fatih’tir. Fatih’i bilen bütün hazineleriyle İstanbul’u bilir. İstanbul’da Ayasofya’nın yerini Süleymaniye aldı. Süleymaniye Türk tarihinin özü ve özetidir. Süleymaniye’ye bakan Türkler’in bin yıllık tarihini görür.

Onbeşinci Yüzyıl’da, Avrupa’nın dönüştürülmesinde olduğu gibi, Yirmibirinci Yüzyıl’da dünyanın dönüştürülmesinde İstanbul, Anadolu insanına yeni kapılar açıyor, yeni fırsatlar sunuyor. Ancak kare dünyanın dönüştürülmesi, küre dünyanın dönüştürülmesinde olduğu gibi, silahlı kurum ve kuruluşlarla değil, silahsız kurum ve kuruluşlarla yapılan bir dönüşümdür. Yeni değişimin öncüleri, bilgiyi nükleer silahlara dönüştüren kurum ve kuruluşlar değil, bilgiyi bilgeliğe dönüştüren kurum ve kuruluşlardır.

Bilge Sultan gibi, Arapça ve Farsça yanında İngilizce ve Almanca’nın dayandığı Latince ve Grekçe’yi, anadilleri Türkçe kadar bilen kuşaklar yetiştirilirse, kare dünyanın bütün kapıları, Anadolu insanının kurum ve kuruluşlarına açılır. Kare dünyada ülkelerin bayraklarını, devletler değil, kusursuz ürün, hizmet ve bilgi üretmesini bile, kusursuzlukta rakip tanımayan kurum ve kuruluşlar taşır. Kare dünyada kusursuzluğu arayanlar, kusursuzluğun kaynağı olurlar.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Turgay Güler / Doğru söyle, ayık kafayla mı yazdın bunları?

Moda tabirle soralım: “arkadaş ne içiyorsun bunları yazarken?” diye. 

Zira ayık kafayla edilecek laf değil bunlar. 

Çatıyla matıyla olmaz, ne yapsanız nafile, Erdoğan’ı yenemezsiniz diyor. 

Ardından da çözüm önerisini sunuyor. 

“Sandığa gitmeyin, cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot edin”. 

“Pislik çıkarın!” demeye getiriyor. 

Seçime katılım yüzde 40’larda kalsın, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı tartışmalı ve gayri meşru hale gelsin-miş! 

Dahası da var. 

Erdoğan’ın “diktatörlüğü!” de tescillenir-miş. 

Yeminle söylüyorum, normal bir insan ayık kafayla yazamaz bunları! 

Verdiği örnek de fecaat! 

“…Bakınız Mısır. Sisi %99 oy aldı da ne oldu? Milyonlarca kişinin sandığı boykot etmesi siyasi meşruiyetinin olmadığını ve diktatörlüğünü tescilledi!” diyor.  

Liderleri ve yöneticileri darağacındaki Müslüman kardeşlerin sandığa gitmesi düşünülebilir mi? 

Meşru iktidarları darbeyle alaşağı edildi. 

Tasfiye oldular. 

Siyaset yapamıyorlar. 

Aday çıkaramıyorlar. 

Bu nasıl bir kıyas böyle? 

Yok yok, şayet aklından zorun yoksa, ayık kafayla yazmamışsındır bunları. 

Dahası var. 

Türkiye’de milyonlarca insana ettiği hakaret de cabası. 

Erdoğan’a oy veren milyonlardan söz ediyorum. 

O milyonları da gayrimeşru ilan etmektir bu yaklaşım. 

Gerçi bu arkadaş sık sık yapıyor bunu. 

Peki diyelim ki boykot çağrısı karşılık buldu. 

İnşallah bulur! 

Ülkenin yarısı sandığa gitmedi. 

İnşallah gitmez!  

Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi. 

Peki bu seçimin gayrimeşruluğunu kim tartışacak? 

İşte burası çok mühim! 

Zira bu tipoloji zaten 12 yıldır aynı türküyü söylüyor. 

Söylüyor da ne oluyor? 

Bu nedenle verilmek istenen mesaj içe değil, dışa dönük. 

Amaç Batı’yı harekete geçirmek! 

Böylesi bir seçime Avrupa tepki versin, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını yok saysın! 

Yetmez; Türkiye’ye ekonomik, siyasi, askeri yaptırımlarda bulunsun. 

İstedikleri bu. 

Haçlıları yardıma çağırıyorlar yine! 

Peki sonra. 

Erdoğan bir daha aday olmamak üzere çekilsin. 

Oldu canım! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hatem Ete / Türkiye’nin siyasal serüveni

Türkiye, son on yıldır, cumhuriyet tarihinin en kapsamlı değişim-dönüşüm sürecinden geçiyor. Yüzyıldır çözüm bekleyen sorunlar, birbirleriyle yarışırcasına gündeme geliyor. Bir sorunu çözmek için başlatılan bir süreç, başka bir sorunun derinleşmesine yol açıyor; bu fark edildiğinde başka bir çözüm yolu aranıyor. Bazen çok radikal bir adım atılıyor, ardından uzunca bir süre beklemeye geçiliyor. Tam çözüm iradesi rafa kaldırıldı derken, başka bir radikal adım atılıyor. Nihayetinde sorunlar, beklenen süre ve kapsamda olmasa da çözüme kavuşturulmaya çalışıyor. Sorunların üstü örtülmüyor, çözüm umudu ve iradesi diri tutuluyor. 

Bu dönüşüm sürecinde, siyasal merkez neredeyse tamamen yeniden yapılandırıldı. Siyasal rejim içerik değiştirirken, siyasal merkez de el değiştirdi. Askerin ve yargının siyasal sistem üzerindeki ağırlığı azaldığı ölçüde, seçilmiş siyasi aktörlerin sistem üzerindeki belirleyicilikleri arttı. Siyasal kimlikler üzerindeki baskılar büyük ölçüde kaldırılarak, sorunlarının çözümüne ilişkin yadsınamaz gelişmeler kaydedildi. Kırdan kente yaşanan göçle, kır-kent dengesi tamamen değişti. Orta sınıf neredeyse ikiye katlanarak, yüzde 21’den yüzde 40’a çıktı. 

Normalde, ancak devrim veya darbe gibi olağandışı enstrümanlarla gerçekleştirilebilen bu kapsamlı değişiklikler; Türkiye’de zamanında gerçekleşen seçimler, rutin işleyen idari, yasal ve anayasal prosedürlerle hayata geçiriliyor. Devrim veya darbe seçeneklerinde yaşandığı üzere, hızlı ama kanlı bir değişim sürecinden geçmektense, Türkiye nispeten yavaş ve eksik ama barışçıl bir değişim modeli izliyor. 

Aktörleri ve ideolojisiyle, eski siyasal sistem rafa kaldırıldığı için siyasetin yeni gündemini, vesayet rejiminin yerine inşa edilecek yeni demokratik siyasal sistemin, kimin eliyle, hangi parametreler üzerinden kurulacağına dair arayışlar belirliyor. Her güç odağı kendi tezinin hayata geçmesi için şiddetli bir mücadele yürütüyor. 

Yüzyıllık otoriter bir rejimin hâkimiyetini sürdürmek için, kullandığı enstrümanlar, ürettiği teamüller, dayandığı siyasal ve toplumsal kesimlere tanıdığı ayrıcalıklar, muazzam bir direnci de mobilize ediyor. Böylece, siyasete müdahil bütün kimlikler-aktörler, değişim-statüko ekseninde mevzileniyor. Bu mevzilenme-kamplaşma dolayısıyla, eski siyasal fay hatları canlanırken, yeni fay hatlarının da tohumları atılıyor. Her söylem ve uygulama, hak ettiğinden büyük bir yankı uyandırıyor; destek buluyor veya dirençle karşılaşıyor. Türkiye, yüzyıllık siyasi tarihinde hiç olmadığı kadar, siyasete müdahil oluyor, siyasallaşıyor. 

Bu süre boyunca Türkiye, demokratikleşmeye direnç gösteren yeni bir mücadele tarzıyla da tanışıyor. 2010 referandumuyla beraber, vesayetçi kurumlar üzerinden siyaseti terbiye etme imkanlarından mahrum kalan batıcı seçkin azınlık, süregiden dönüşüm sürecine direncin yeni adresi olarak muhalefet partilerine yaslanmışlardı. Ancak, CHP ve MHP’nin siyasal performansını artırmak üzere hayata geçirilen mühendislik faaliyetleri beklentileri karşılamayınca, sokak ve kaset gibi anti-demokratik arkaik enstrümanlar, demokratikleşmeye direncin yeni unsurları olarak tedavüle alınmış görünüyor. Sokak ve kaset, siyaseti terbiye etmenin, siyaseti vesayet altına almanın yeni enstrümanları kılınmaya çalışılıyor. Eskiden vesayetçi fren mekanizmaları marifetiyle talepleri görmezden gelinen toplumsal çoğunluk, şimdi de aktör ve talepleri meşruiyetten arındırılarak, karikatürize edilerek iradesiz kılınmaya çalışılıyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okay Gönensin / Gül’ün dönüşü

Cumhurbaşkanı seçimi yaklaştıkça AKP’de, Erdoğan sonrasına ilişkin tedirginliğin ortaya çıkması kaçınılmazdı, öyle de oldu.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığıyla ilgili bir sorunun AKP’de olduğu gibi, genel kamuoyunda da kalmadığı görünüyor.

Bu aşamada Erdoğan’ın, “Ben vazgeçtim Abdullah Gül ile devam edelim” demesini bekleyen herhalde kalmamıştır.

Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıkarken, başbakan olarak istifasını vereceği gibi AKP genel başkanlığından da ayrılmış olacaktır.

Vekil başbakan olacak

Hükümette bir başbakan yardımcısı, AKP’de bir genel başkan yardımcısı vekil olarak görev yapacaktır.

Erdoğan yemin ettikten sonra vekil başbakan hükümetin istifasını verecek, Erdoğan da yeni bir başbakanı yeni hükümeti kurmakla görevlendirecektir. AKP’nin yetkili kurulları da toplanıp, yeni genel başkanın seçileceği genel kurul için karar alacaktır.

Bir yanda genel seçime kadar görev yapması öngörülen hükümet oluşturulurken, diğer yanda Erdoğan’dan sonra partiyi yönetecek ve genel seçim sonrasında başbakan olacak yeni lider seçilecektir.

Bu her siyasi parti için, hele iktidar partisi için büyük bir değişimdir ve bazı çalkantılar yaratması kaçınılmazdır. AKP’nin iç disiplini kuvvetli bir siyasi parti olması da bu çalkantıları yok etmez, çünkü çıta çok yüksektedir.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduktan sonra, hükümet ve parti ile kuracağı ilişki tarzı, yetkilerini kullanma tarzı, bazı sonu işaretleri taşısa da bugüne kadarki bütün Çankaya sakinlerinden farklı olacağı da kesindir.

Genel seçime kadar “geçici” bir hükümet görevde olsa da hem iç hem dış politika açısından genel bir frene basma halinin olması da beklenemez, dolayısıyla bu dönemde ana politikalarda Erdoğan’ın en yüksek etki ve yetki hali kaçınılmazdır.

Mesele AKP kongresinde

Ancak genel seçimlere bir yıldan az bir süre kala AKP’yi bu seçimde de galip çıkarma ve “2023 hedefi”ne götürme açısından bakıldığında mesele AKP kongresinde düğümlenmektedir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün adının tekrar ve oldukça kuvvetli bir şekilde ortaya çıkmasına bu açıdan bakmak gerekiyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hüseyin Yayman / Çözüm sürecinde yeni perde!

BDP heyetinin Öcalan görüşmesi sonrası yaptığı açıklama tartışmaları bir kez daha sonlandırdı. Başta Kandil olmak üzere bazı çevrelerce dile getirilen radikal eleştiriler bir süreliğine susacaktır. Fakat temelli son bulması zor. Bir hafta sonra yeniden ‘felaket tellalı’ ifadeler ortaya dökülecektir. İmralı çözüm süreci başladığından bu yana hep böyle oldu. 

Bu çevreler, BDP’ye hükümete daha fazla bir pres ve markaj önermek yerine her defasında negatif bir dil kullandılar. Bunun en çarpıcı örneği bir hafta önce Özgür Gündem’de Hüseyin Ali müstear adıyla yazan Mustafa Karasu, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ı doğrudan hedef alarak ‘Doğru söylemiyorsunuz’ dedi. Söylenenlerin içeriğinden çok bu dil ve üslup sakil değil mi? 

Geldiğimiz yerde PKK’nın Öcalan’ı yanlış anladığını söylemek ‘kraldan çok kralcılık’ olacak ama ortada da somut bir durum var. Öcalan yaklaşık bir buçuk yıl önce görüşmeleri başlattığında PKK için de bir paradigma değişimi öngörmüştü. Bu değişimin ana fikrini 2013 Nevroz’unda verdi. Ancak PKK ve BDP ‘demokratik siyasete’ evrilme konusunda pek istençli davranmadı.

Kandil, önce Gezi’de sonra 17 Aralık operasyonunda süreci sonlandırmak istedi. Her iki olayda da Öcalan, sürecin devamını istedi ve özellikle 17 Aralık operasyonunun hükümete karşı bir darbe olduğunu ileri sürdü. Öcalan, 2010 referandumu sonrası Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘eski devleti tasfiye ettiğini’ dile getirirken ilk defa Erdoğan hükümetiyle ciddi diyalog başlattı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

 

Melih Altınok / Eureka! Erdoğan’dan diktatör çıkmıyorsa diktatörden Erdoğan çıkartalım

 

Seçime pek bir şey kalmadı ama muhalefetin Cumhurbaşkanlığı için çatı adayı arayışları sürüyor.

Deniz Baykal, Kemal Derviş, İlhan Kesici ve Sami Selçuk gibi siyasete taze bir soluk getirecek yeni isimler tartışılıyor… Süleyman Demirel’e gidiliyor… Rakip cepheye Çin usulü taarruzlar düzenlenip Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, Meclis Başkanı Cemil Çiçek’in adı zikrediliyor… Öyle ki iş, 2001 krizinde kafalarına anayasa fırlatan Ahmet Necdet Sezer’le buzların eritilmesine kadar vardı.  

Hikâye acıklı olsa da, ortada demokrasi sınırları içerisindeki bir sandık yarışına hazırlık var. Dolaysıyla siyasi etik ayaklar altına alınmış olsa da girişim meşru. Öyle ya, kimsenin kafasına silah dayanmıyor. Ak Parti seçmeni dışındaki yüzde 55’in, yani CHP’nin, MHP’nin, HDP’nin, Cemaat’in, TKP’nin, İstanbul sermayesinin, Aydın Doğan medyasının üzerinde uzlaşacağı Frankeştayn’ı oluşturup, seçmeni bu “insandır” diye ikna edebilirler ve oy da alırlarsa ne ala!

Ne var ki köşesini, ekranını iktidardaki partiyi devirmek için permütasyon hesaplarına vakfetmiş parti gazetecileri müsabakanın ring dışında sürdürülmesini önermeye başladılar bile.

Bunların içinden, Gezi sene-i devriyesinden umduğu devrimi çıkartamayan bir şampiyon hafta sonu köşesinde Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri tadında bir yazı yazdı. Radikal’in “İcabında benim annem de başörtülü” yazarı diyor ki, boykot var ya boykot, ne güne duruyor!

 “Muhalefetin çatı lider ‘proce’sinin teknik olarak bile cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir şansı yok. Ancak siyasette alternatifler tükenmez! Mesela ilk turda her parti kendi adayını çıkartır ve sonuna kadar destekler. Demokrasi ise demokrasi… [Muhalefet] Eğer ilk turda Erdoğan’ı seçtirmemeyi başarırsa ikinci turda bambaşka bir taktiğe yönelebilir. Oy vermek gibi oy vermemek de demokratik bir duruştur, göstergedir; Bakınız Mısır. Sisi %99 oy aldı da ne oldu? Milyonlarca kişinin sandığı boykot etmesi siyasi meşruiyetinin olmadığını ve diktatörlüğünü tescilledi! Muhalefetin en güçlü ve tek silahı cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunu ‘boykot’ etmektir!.. Bu şekilde yıllardır dillerinden düşürmedikleri ‘diktatörlük’ unvanını da dünya âlemin gözü önünde cumhurbaşkanlığı unvanı öncesinde Erdoğan’ın göğsüne iliştiriverirler. Haydi, hayırlı olsun!”

Haydi, öyle olsun bakalım da kafamıza takılan çok şey var be adamım. İnsanlık ailesi, demokrasilerde kentteki tek meşru oyunun serbest ve genel seçimler olduğu üzerinde konsensüse varalı epey bir yüzyıl olduğu halde, bu endişeli Robespierreciliği “ahanda demokrasi” diye pazarlamak da nereden çıktı şimdi?

Aynı okuldan mezunuz, sen de birinci sınıfta siyaset bilimine giriş almışsındır illa ki ama.. Demokrasilerde şiddet içermeyen barışçıl protestolar ve boykotlar elbette haktır. Ancak tüm bu araçlar meşruiyetlerini, demokratik yollarla iktidara gelmiş siyasetin politikalarını yönlendirmek, şekillendirmek için kullanılmaları halinde kazanırlar. Yani bağlam dışında mutlak bir meşruiyetleri yoktur. Senin bir demokrasiyi zümrene ayrıcalık tanımıyor diye diktatörlük ilan etmen siyaset bilimi açısından “bir şey” ifade etmediği gibi, geri çağırma araçlarının “bağıl” meşruiyeti de jakobenizmini demokratik kılmaz.

Ama “bunlar teferruat” diyor arkadaş, “dediğimi yapın!” Peki, ne yapacakmışız? Önce bu “seçim oyununa” ya kazanırsak diye girecekmişiz. Sonra, baktık ki kaybedeceğiz, Survıvor yarışmalarında yalandan kendini yere atarak neresini bulursa tutan Tolga Karel gibi kendimizden 3. Tekil şahısta bahsedip “Ama Jüneyt’in oyu çok hassas, yenilince ağlar” diyecekmişiz?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ceren Kenar / Anti-demokrat Enternasyonel

Beşar Esad’ın kuzeninin kanalı SAMA TV’de konuşan sarışın hoş bir kadın. Suriye krizini yorumluyor 2013 yılında. Ölü sayısı 100.000’i geçmiş, kimyasal silah kullanılmış,  konuşması sırasında Halep’te siviller varil bombası ile hedefleniyor.

Paris’ten programa katılan kadın, Suriye’yi köktendinci İslamcılar’ın ele geçirdiğini ve bundan dolayı Batı’nın sorumlu olduğunu söylüyor. “Libya’da yaptıklarının aynısını Suriye’de yapıyor Batılı güçler” diyor ve ekliyor “Batı her ulusal ülkenin egemenlik hakkına saygı duymalıdır.” Fransa gibi ülkelerin Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi “İslamcı” ülkelerin “kölesi” haline geldiğinden yakınan konuşmacı, Suriye’de sivillerin hayatını kaybetmesinden bu aktörlerin sorumlu olduğunu söylüyor.

Esad’ın kuzeninin sahibi olduğu kanalda, mükemmel Fransızcası ile, “seküler” Suriye rejiminin maruz kaldığı uluslararası komployu deşifre eden kişi Esma Esad değil, Marine Le Pen. Babasından miras aldığı şey sadece ırkçı genler değil, aynı zamanda şu an oturduğu koltuk. Kendisi şu an babası tarafından kurulan aşırı sağ Ulusal Cephe partisinin lideri.

Marine Le Pen’in başka konularda da “çığır açıcı” ve “ilginç” görüşleri var. “Afrikalı göçmen sorununu ancak Ebola virüsü çözer” sözleri göçmen politikasını tek cümlede özetliyor. Lideri bulunduğu parti Fransa’da idam cezasının yeniden getirilmesini savunuyor ve hapishane kapasitelerinin arttırılmasını talep ediyor.

Marine Le Pen, Fransa’nın Batı bloğu yerine Rusya ile ayrıcalıklı ilişkiler kurması taraftarı. “Putin’e hayranım. Evet bazen hata yapıyor olabilir, ama hangimiz hata yapmıyoruz ki” sözleri ile açıklıyor Putin rejimine bakışını. Avrupa Birliğine karşı. Arap devrimlerini “İslami faşizmin” demokrasi sloganı ile mevzi kazanması olarak yorumluyor.

Le Pen’in lideri olduğu parti, Fransa’nın en büyük üçüncü partisi. Ürkütücü değil mi? Lakin bardağın dolu tarafı da var. BVA adlı kamuoyu yoklama şirketinin araştırmalarına göre Fransa halkının yüzde 65’i, Le Pen’in sandıktan birinci çıkmasını “ülke siyaseti açısından endişe verici” buluyor.

Fransa’da yaşanan medeniyetler arası bir çatışma mı, yoksa medeniyetler içi bir mücadele mi?

Fransa’daki Ulusal Cephe’nin, İngiltere’deki partneri sayılabilecek Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP) Lideri Nigel Farage’de epey renkli bir kişilik. Çingene bir komşusu olsa rahatsız olacağını söyleyecek kadar “açık sözlü.” Putin hayranı, Suriye’deki kimyasal silahların muhalifler tarafından kullanıldığına inaniyor. Sadece Hristıyan olan Suriyeli mültecilerin İngiltere’ye kabul edilmesi gerektiğini düşünüyor.

Yunanistan’da aşırı sağ bir örgüt olan Siyah Nilüferler’in Esad’ın yanında savaşmak için gönüllü arayan çağrılar yapmış olmasını da not düşelim.

Radikal sağ böyle de radikal sol farklı mı?

Yazının devamını okumak için tıklayın…