Anaların bozduğu ezber

Medya
Ali Bayramoğlu, Yusuf Kaplan, Hayrettin Karaman, Oral Çalışlar, Beril Dedeoğlu, Yalçın Akdoğan, İbrahim Kiras, Engin Ardıç ve Haşmet Babaoğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler. ...
EMOJİLE

Ali Bayramoğlu, Yusuf Kaplan, Hayrettin Karaman, Oral Çalışlar, Beril Dedeoğlu, Yalçın Akdoğan, İbrahim Kiras, Engin Ardıç ve Haşmet Babaoğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler. 

Beril Dedeoğlu / Meryem Yahya İbrahim İshak olayı

Avrupa Parlamentosu seçimleri, AB üyesi ülkelerde nasyonalist, yabancı düşmanı ve İslamofobik eğilimlerin yükselmekte olduğu gerçeğini sayısal verilerle ispatlamış oldu. Bu endişe verici gelişmenin nedenleri hem AB’nin ekonomik krizinde hem de her bir ülkenin kendi iç dinamiklerinde aranabilir. Ancak kabul etmek gerekir ki, İslam ülkelerinde yaşananların da AB yurttaşlarının korkularının harekete geçirilmesinde katkısı büyük.

Sıradan bir Alman ya da Fransız çiftçi, sabah kalkıp eline bir gazete aldığında, dünya olayları sayfasının Ortadoğu ile ilgili haberlerine her göz gezdirdiğinde savaş, katliam, patlama ve ölüm haberleri dışında bir şey görmüyorsa, iyimser duygular geliştirmesi beklenemez. Suriye’ye ve Mısır’a baksa, Müslümanların birbirini öldürdüğünü, Hıristiyanların da ya kaçmaya zorlandığını ya da saldırıya uğradıklarını görecek. Pakistan’a baksa, ailesinin izin vermediği biriyle evlenen bir kadının recmedilişinin fotoğrafı gözüne takılacak; İran’a baksa yolsuzluk yapanın idam edildiğini okuyacak, Suudi Arabistan’a baksa ya kadınların araç kullanma yasaklarını ya da hükümet karşıtı gencin idama mahkum edilişini öğrenecek.

Korkuları artıran olaylar

İslam ülkelerine ve Müslümanlara dair algıları daha da olumsuz hale getiren konular ise, manşetlere çekilen ve daha çok Hıristiyanlarla ilişkili olan konular. 2013’de Bağdat’ta Noel Ayini sırasında yapılan saldırıda 34 kişinin ölmesi, Mısır’da aynı yıl 44 kilisenin saldırıya uğraması bunlardan sadece bir kaçı. Yakın tarihte Nijerya’da Boko Haram’ın iki yüzden fazla kız çocuğunu kaçırması, aralarında Hıristiyan olanların bile zorla Müslümanlaştırılacak olduklarını kanıtlayan video görüntüleri yayınlamaları, algı konusuna tüy dikti.

‘Müslümanları istememe’ ruh haline katkı sağlayacak bir başka gelişme de, Sudan’da yaşanıyor.

Meryem Yahya İbrahim İshak adlı bir kadın, idama mahkum edildi. Müslüman babasını küçüklüğünden beri görmeyen Meryem Yahya, Hıristiyan annesiyle büyümüş, hekim olmuş ve bir Hıristiyan’la evlenmiş. İşte olanlar bundan sonra olmuş. Zira şeriatla yönetilen Sudan’da babası Müslüman olan birinin Müslüman olduğu varsayılıyor ve kadına ilk yöneltilen suçlama da, din değiştirmek oluyor. Hıristiyanlık kurallarına uygun evlendiği için evliliği de sayılmıyor, dolayısıyla bir de zina yapmakla suçlanıyor.

Bir girişim olabilir mi?

Hali hazırda hapiste olan kadın sekiz aylık hamile. Doğum yaptıktan iki yıl sonra önce 100 kırbaç yiyecek, sonra idam edilecek, çocuğu da devlet alacak. Bugünlerde dünya basının ve sivil toplum kuruluşlarının en fazla ilgilendikleri konulardan biri bu.  Müslüman deyince yüzünü ekşitenleri neredeyse haklı kılacak bir gelişme ve doğal olarak Avrupa’daki siyasilerin kullanabileceği bir örnek.

Ancak bu olayın bir başka biçimde değerlendirilmesi de mümkün.

Bilindiği gibi Türkiye ile Sudan’ın ilişkileri son derece iyi, 300 milyon dolarlık bir ticaret hacmi söz konusu. Bu ilişkilerin bozulmasına izin vermeden, acaba Meryem Yahya için Türkiye araya girebilir mi? Belki Türkiye Sudan’ın iç işlerine karışıyor durumuna düşmek istemez, ama kimbilir belki kadının idam edilmek yerine sınır dışı edilmesini sağlayabilir ve Türkiye’ye getirebilir mi?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yalçın Akdoğan / Anaların bozduğu ezber

Çocuk yaştaki gençleri dağa kaçıran PKK, Kürt annelerin isyanı ve Başbakan’ın eleştirileri karşısında ‘gençler niye dağa çıkar’ türü savunma söylemleri ürettikçe daha fazla batıyor. 

Gençler acaba niye dağa çıkıyormuş!

Devlet yolunu kestiği, evini yaktığı, köyünü boşalttığı, dışkı yedirdiği, işkence ettiği, faili meçhul cinayete kurban ettiği, Kürtçe konuşmasını yasakladığı, etnik kimliğini reddettiği, açlığa ve yokluğa mahkum ettiği, hakaret ve aşağılamaya maruz bıraktığı, adam yerine koymadığı için mi?

Geçmişte gündeme getirilen olumsuzluklardan hangisi bugün var da terör örgütünün faaliyetlerini mazur göstermek için bahane yapılıyor?

İnsanları ölmeye veya öldürmeye sevk edecek vahamette ne tür bir zulüm ve haksızlık var da çocukların eline silah tutuşturuluyor? Demokrasi ve hukukun kökü mü kurudu ki, illegal sapkınlığa kapı açılıyor?

Devlet bugün hizmetle, projeyle, şefkatle, merhametle, muhabbetle bölgeye gidiyor. Geçmişin haksız ve çarpıtılmış bayat söylemlerini bugün tekrar etmek ne kadar anlamlıdır?

Hadi savunma maksadıyla yapılan karakolları saldırı gibi takdim ediyorlar, yapılan yolları, köprüleri, havaalanlarını niye engelliyorlar?

Bugün yol kesen, haraç alan, adam kaçıran, gençleri dağa kaldıran, araç yakan, baskı kuran, kurşun sıkan devlet mi, örgüt mü?

Bugün kandan, zulümden, baskıdan, gerilimden medet uman devlet mi, örgüt mü?

Her şey değişti ama örgütün tahrikleri değişmedi…

PKK’nın bir süredir asayiş olaylarını artırması, yol kesmesi, adam kaçırması, araç yakması açık bir tahriktir, sabotajdır, provokasyondur.

Taktik, baskı, koz, hamle ne derseniz deyin, bu olaylar açıkça süreci zehirlemekte ve toplumda tepki oluşturmaktadır.

Şiddet, terörün kardeşidir. “Terör saldırısı yapmıyorum ama şiddet olaylarını tırmandırırım” demek, sadece kendini kandırmaktır, samimiyetsizliktir, sahtekarlıktır.

Terör örgütü bu tahriklere devam ederse sadece kendisi kaybeder.

Süreci kim zehirlerse, kim sabote ederse millet ona bedelini çok fena ödetir.

Kürt annelerin sesini yükseltmeye başlaması örgütün kimyasını bozdu. ‘Yakarım, yıkarım, vururum’ tehditlerinin annelere sökmediği ortaya çıktı.

Dağa kaçırılan, “Eve dönerseniz ailelerinizi öldürürüz” tehdidiyle ‘çocuk terörist’ olmaya zorlanan gençlerin dramı örgütün gerçek yüzünü deşifre etti.

Bölgenin baharını kara kışa çevirmeye çalışan sorumsuzların tahriklerine karşı elbette sabır ve sağduyu ile hareket etmek gerekir. Hükümet de sabır ve kararlılıkla doğru bildiği yolda yürümektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim Kiras / Milletlerin motivasyonu versus Milletlerin zenginliği

Son seçimde ortaya çıkan şaşırtıcı sonuçlar üzerinden “Avrupa’da ne oluyor” veya “Avrupa’ya ne oluyor” sorularına cevap aranırken temel dinamiğin göz ardı edildiğini düşünüyorum ben. “Milletlerin motivasyonu” diyorum göz ardı edilen dinamiği adlandırmak için… 

Dünkü yazımda AP seçimlerinde ırkçı FN’i birinci yapan Fransız halkının 2005’deki Avrupa anayasası oylamasında da çoğunlukla hayır oyu kullandıklarını hatırlatarak Avrupa ülkelerinde aydınlar ve devlet adamlarıyla sokaktaki adamın meselelere bakışları arasında ciddi bir farklılık olduğunu iddia etmiştim. Hatta daha da ileri giderek 2005’de konu hakkında yazdığım bir yazıdaki“devletinizin büyük devlet olması için milletinizin de büyük millet olması gerekir” mealindeki görüşümü tekrarlamış ve “Fransız devletinin orta ve uzun vadeli milli çıkarlarının gereği olarak gerçekleşmesini arzu ettiği ortak anayasa projesini Fransız halkı günlük çıkarlarına aykırı bulmuştu” demiştim.

“Oysa benzer bir durum Türkiye’de yaşanmış olsa Türk halkının aklına ve gönlüne yattığı takdirde devletin orta ve uzun vadeli çıkarlarını kendi kişisel çıkarlarının önünde değerlendireceğini” de ekleyerek… Ancak Alman halkının Fransızlarla aynı kefeye konulmasını doğru bulmadığımı da ifade etmiştim.

Burada maksadımın herhangi bir milleti hor görmek olmadığı izahtan vareste… Zaten Almanları da işin içine dâhil ettiğime göre bu konuda milliyetçi veya etnosentrik bir yaklaşım içinde olduğumu söyleyemezsiniz.

Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” kitabında bu meseleyi ele alışında da benzer bir yaklaşım vardır. 1997 tarihli bu eserinde Avrasya’nın jeopolitik arenasında beş jeostratejik oyuncunun mevcut olduğunu belirterek bunları Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan şeklinde sıralar. (Türkiye’yi ise jeopolitik eksenlerden biri ve “sınırlı jeostratejik aktör” olarak tanımlar ki sonraki yıllarda bu fikrini değiştirdiğini gösteren ifadeler kullanmış olduğunu hatırlatmak isterim.)

Dikkat ederseniz İngiltere veya Japonya gibi önemli güçler ilk beş içinde değil. Çünkü, diyor Brzezinski, İngiltere ne hareket kabiliyeti olan küresel bir güçtür, ne de hırslı bir vizyonla hareket etmektedir. Hatta “dostluğu desteklenmelidir ama politikalarına dikkat etmeye gerek yoktur” gibi ağır bir ifade bile kullanıyor yakın geçmişin üzerinde güneş batmayan imparatorluğu için… Oysa Almanya veya Fransa bölge ve dünya siyaseti üzerinde etkin olmak için yeterince hırslı ve iddialıdırlar. Bu bakımdan da dikkate alınmalıdırlar.

Meselenin püf noktası bu: Ülkelerin bölge ve dünya siyaseti üzerinde etkili olabilmek için -potansiyellerinden bağımsız olarak- yeterince iddialı ve hırslı olup olmadıkları. Japonya çok güçlü bir ekonomiye sahip ama eski hırsları törpülenmiş bir ülke. (Bu törpüleme işini büyük ölçüde Amerikalıların gerçekleştirmiş olduğu da ayrı bir konu.) Almanya ise iki büyük savaştan mağlup çıkmış ve sonuncusunda taş taş üstünde kalmayacak şekilde tahribata uğramış olduğu halde yeni baştan kendi kendini inşa edip tekrar küresel bir aktör olmayı başarmış bir ülke.

Bu iki ülke arasındaki farklılığın büyük ölçüde sahip oldukları kültürler arasındaki farklılıklarla açıklamak gerektiği düşünülmeli. İlaveten bir ülkenin yönetiminde etkili olan seçkinlerin toplumun geri kalanından farklı veya daha iddialı ve agresif bir vizyon geliştirebilmeleri mümkün olsa bile toplumun çoğunluğunun desteğini alamayan politikaların uygulanma şansı özellikle bugünkü demokratik toplumlarda çok az. Dolayısıyla, Brzezinski ne derse desin, Fransız toplumunun belirli konularda sergilediği bencil ve vizyonsuz politik yaklaşımın bu ülkeyi çok uzun süre daha “jeostratejik oyuncular” liginde tutamayacağını söylemek çok da yanlış görünmüyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Diktatörlük zırvalıkları ile otoriterlik halleri arasında

Şehir Üniversitesi öğretim üyelerinden Burhanettin Duran birlikte katıldığımız bir panelde özetle şunları söylüyordu:

‘Kişileşme eğilimiyle eleştirilen Erdoğan olmasaydı, onun ortaya koyduğu irade bulunmasaydı Türkiye pek çok engeli aşamazdı, yaşadığı değişimle tanışmış olmazdı. Bu bir paradokstur…’

Bir başka sosyal bilimci Murat Yılmaz yine birlikte olduğumuz bir televizyon programında Erdoğan’ın yaptığı kimi işlerle kahramanlaştığını, kahramanlaştırıldığını, kahramanların karar verirken başkalarına danışma eğilimlerinin olmadığını söyleyerek, ‘kişileşme paradoksunun iki yüzü’ne birden işaret ediyordu.

Hakikat belki de bu.

Ben de sıkça bu köşede madalyonun iki farklı yüzüne vurgu yapıyorum. AK Parti bağlamında yaşanan öyküdeki dört ayrı katmanın altını çiziyorum.

Tekrarda fayda var:

Bir tarafta Kürtlerden dindarlara uzanan bir özgürlük alanı genişlemesiyle sosyal, daha adaletli kaynak paylaşımı ve refah düzeyiyle ekonomik bir demokratikleşme hali ve askeri vesayet düzeninin kırılmasıyla gelen devlet içi sivilleşme süreci bulunuyor.

Buna karşılık karşı kefede tüm bunların gerçekleştirilme yöntemi ya da mevcut ‘yönetim anlayışı’nın yarattığı ‘eksilen kurumlaşma’ veya ‘baskın kişileşme’ gibi meseleler var.

Sözü Duran ve Yılmaz’ın vurgularıyla kesiştirelim.

Elbette AK Parti’nin pek çok sosyolojik girdinin sonucu, aldığı yolda iç ve dış dinamiklerin etkisi büyük. Ancak bu öyküde, özellikle siyasi iradenin önemli bir yeri var. Siyasi iradenin hızlı ve kararlı biçimde kullanılmasında da lider faktörünün belirleyici bir yeri var. Başka ifadeyle ortada lider merkezli, kararlılık ve cesaret üzerine oturan bir yol açma, buz kırma işlevi var.

Bu işlev sadece (örneğin iki Nevroz önce Öcalan mektubunun okunması kararında olduğu gibi) değişime yol verme açısından değil, aynı zamanda değişime yönelik direnç ve girişimlerin karşısına dikilebilme bakımından da öyle.

Nitekim Türkiye 2003’ten bu yana ne yol aldıysa, bunu, Annan Planı’nı dönemindeki Ergenekoncu meydan okumadan başlayarak, Sarıkız, Ayışığı gibi darbe hazırlıklarından geçerek, gayri müslim cinayetleriyle, Cumhuriyet mitingleriyle, kaosa kalkan eller manşetleriyle, 27 Nisan muhtırasıyla, parti kapatma davasıyla, MİT müsteşarı operasyonuyla, 17 Aralık vurgunuyla karşı karşıya kalarak yaptı. Değişime karşı büyük bir politik direnç, siyasi iradeye karşı örgütlü bunaltma, yıpratma, yıkma çerçevesinde aldı.

Taraflı tarafsız her gözlemci bilir ve görmüştür ki, AK Parti ve Türkiye bunları önemli ‘siyasi lider’in kararlı duruşu sayesinde savuşturmuştur.

17 Aralık bir örnektir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yusuf Kaplan / Dikkat! Asıl tehlike büyük ve küresel!

Şunu iyi bilelim: Tehlike, Türkiye’yle sınırlı değil; tahmin ettiğimizden de büyük ve küresel.

KELLE KOLTUKTA YAZIYORUM…

Paralel şebeke, önümüzdeki süreçte, küresel sistemin çıkarlarını pekiştirecek ve İslâm’ı küresel sistemin güdümüne girdirerek paçavraya çevirecek paralel bir din icat etmekte kullanılıyor.

Parale şebekeden istenen şey, önümüzdeki 15-20 sene içinde Balkanlar, Türkî cumhuriyetler ve Afrika’daki yönetimleri teker teker devirmek.

Bizzat tanık olduklarıma dayanarak bu ürpertici operasyonun (ameliyatın) nasıl gerçekleştirileceğini göstermeye çalışacağım.

O yüzden bu yazıyı kelle koltukta yazdığımı bilin.

İNGİLİZ PASAPORTUNU NEDEN REDDETTİM?

Ama önce bir anekdot…

1996’da, İngiliz Kraliçesinin verdiği pasaportu reddetmiştim. En yakın dostlarım bile, ‘Sen manyak mısın! Yarın Türkiye’de başına bir iş gelirse, ne yapacaksın?’ diye çıkıştıklarında beynimden vurulmuşa dönmüş ve şu cevabı vermiştim hiç tereddüt etmeden:

‘Yarın Türkiye’de başıma bir iş gelirse, İngiliz yavşaklarından mı medet umacağım? Bir Müslüman, bu kadar alçalabilir mi? Ben, bu ülkenin çocuğuyum. Başıma bir şey gelecekse, burada gelsin! Allah, kefere-i fecere’den medet umma alçaklığına dûçâr etmesin!’

KÜRESEL SİSTEME REST ÇEKMEK…

Türkiye, yüzyıl önce her şeyini yitirdi. Modern tarihte, her şeyini yitiren tek büyük ülke olarak tarihe geçti. Araplar her şeylerini yitirmediler. Ama paramparça edildiler.

Türkiye, her şeyini yitirdi fakat yüzyıl sonra yeniden masum ve mazlum halkların bilkuvve umudu hâline geldi.

Bu mesaj, Afrika’daki, Balkanlardaki, Arap dünyasındaki, Asya’daki halklar tarafından da, Batılılar tarafından da net bir şekilde algılandı.

Türkiye’nin her şeyini yitirmesi ama Anadolu kıtasını emperyalistlere çiğnetmemesi, geldiğimiz noktada, insanlık ve hakikat düşmanı zorba kapitalist küresel sisteme ‘one minute’ diye rest çekmesi ve yeniden İslâm dünyasının umudu hâline gelmesi, öyle basit, geçiştirilecek bir hâdise değildir.

ERDOĞAN’IN TARİHÎ ROLÜ

Bu süreçte, Tayyip Erdoğan’ın oynadığı rol, tarihî bir roldür.

Burada Erdoğan’ı yüceltmiyorum. Yeri geldiğinde eleştiren biriyim.

Ama daha önce de dikkat çekmiştim: İki Tayyip Erdoğan var: Biri, ‘bugün var, yarın yok’ fânî Tayyip Erdoğan. Bunu bizzat Erdoğan’ın kendisi de her fırsatta dile getiriyor zaten.

İkinci Tayyip Erdoğan, sembol şahsiyet olduğunu ispatlayan kişidir. Sembol şahsiyet, yani tarihin akışını değiştirebilecek bir yerde duran kişi.

İNGİLİZCEYİ BİLMEYEN AMA TARİHTE EN ETKİLİ KULLANAN TEK KİŞİ!

Erdoğan’ı, sembol şahsiyet yapan özelliklerinden biri, yabancı dil bilmemesidir.

O yüzden aşağılık kompleksi göstermiyor, yüreğiyle hareket ediyor ve bildiğini söylemekten çekinmiyor Erdoğan.

Örnek: Erdoğan, dünyada İngilizceyi bilmeyen bir kaç liderden biridir. Ama tarihte, bilmediği bir dili, tarihe kayıt düşecek kadar zekice kullanan tek kişidir.

‘One minute!’ dedi, küresel sistemin lordlarının yüzüne tükürdü ve Abdülhamid’in ‘torunu’ sembol şahsiyetin ne demek olduğunu dünya âleme gösterdi.

KÜRESEL ‘PARALEL DİN’ TEHLİKESİ!

Küresel sistem, paralel şebek/e/leri kullanarak paralel bir din icat etmek istiyor: Asıl hedef bu!

Tıpkı Constantine’in, önce, Bizans’ı Hıristiyanlaştırması; sonra da Hıristiyanlığı, Bizanslaştırarak, Bizans’ın çıkarlarını meşrulaştırıcı, her bakımdan kullanılmaya müsait bir araca dönüştürmesi ve yok etmesi gibi tehlikeli bir küresel projeden sözediyorum burada.

TABANIN BEYNİ NASIL YIKANIYOR?

Paralel şebekenin tabanı, klonlandığı için, yapılmak istenen şeyi idrak edebilecek, ‘paralel din’ tehlikesini görebilecek durumda değil.

Tabanın beyni şöyle yıkanıyor: ‘Gece-gündüz demeden yaptığımız çalışmalar sonucunda İslâm dünyasını da, dünyayı da biz kurtaracağız!’

Oysa bu, tam anlamıyla illüzyondan ibarettir. Alimi, arifi, fakih’i, derinlikli düşünürü olmayan, İslâm dünyasındaki bütün İslâmî oluşumlarla arasına mesafe koyan hayalperest ve sığ bir oluşum, İslâm dünyasını nasıl kurtarabilir ki!

YÖNETİMLERİ DEVİRECEKLER!

Kelle koltukta yazıyorum dediğim asıl tehlikeli gelişme şu: Balkanlar, Türkî Cumhuriyetler ve Afrika’da müslümanların yoğun olarak yaşadıkları ülkeler, önümüzdeki 15-20 yıllık süreçte, teker teker ele geçirilecek!

Bosna’da bunun provası yapılıyor!

Bu, iki yolla yapılacak:

Birincisi, bu ülkelerin geleceğine çeki düzen verecek elit kadroları yetiştirerek.

İkincisi ve daha önemlisi de, yeri ve zamanı geldiğinde, kasetlerle, şantajlarla, iç karışıklıklar çıkararak bu ülkeler ele geçirilecek…

Bu ülkelerde hâlihazırda sömürgecilerin diktikleri kişiler işbaşında. Şu an, bu kişilerin veya grupların kolaylıkla devrilebileceği büyük bir şantaj-kaset-devlete sızma operasyonları hazırlanıyor. Yarın bu ülkeler birer birer düşürülecek…

Sonuçta, ortaya küresel sistemin zorbalıklarına itiraz etmeyen, küresel sistemin borazanlığını yapacak, tarih sahnesine çıkma özellikleri yok edilmiş, paçavraya çevrilmiş bir din çıkacak.

ERDOĞAN NEFRETİ’NİN KÜRESELLEŞTİRİLMESİ!

Erdoğan’ın bu tehlikeyi gören ve önleyebilecek tek lider olduğunu iyi biliyor şebekler!

Gece gündüz Erdoğan nefretinin yayılmasının, bu süreçte bilumum kelaynak solcu, muhteris CHP’li kişilerin kullanılmasının, dahası Erdoğan’ın hem Türkiye’de hem de dünya medyasında ‘diktatör bu adam!’ diye lanse edilmesinin nedeni burada gizli.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hayrettin Karaman / Katılım bankaları mevzuatı problemli

Türkiye’deki katılım bankaları (başka yerlerdeki adı faizsiz banka, islamî banka) asıl kazancını üç işlem ile sağlıyor: Murabaha, müşâreke ve leasing.

Bu üç işlem içinden en fazla (yüzde doksanın üstünde) uygulananı ise ‘finansal destek adıyla’ murabahadır. Müşâreke bankanın ve müşterinin sermaye koyarak yaptıkları ortak işleri, leasing ise bankanın satın aldığı bir malı veya hizmeti (mesela kiraladığı bir şeyi) müşteriye, belli bir süre sonunda malik olmasını sağlayacak şekilde kiraya vermesini ifade etmektedir.

Katılım bankalarının verdiği kredi kartı, bu bankaların özelliği sebebiyle ‘kredi kartı’ değil, ‘vekalet ve kefalet kartı’ olmalıdır. Kart hamili bankanın vekili olarak satın aldığı malı bankadan satın almalı, banka malın alındığından haberdar olunca mesaj yoluyla müşteriye peşin veya vadeli satmalıdır. Mevzuatta bu kartların böyle düzenlenmesi gerekir.

Daha ziyade problemli olan iki işlem murabaha ile leasingdir.

Mevcut mevzuata göre leasing ne alıp satmaya ne de kiralamaya uyuyor. Banka malı satın alıp kiraya veriyorsa, kira ilişkisi devam ettiği sürece malın sigortası ve kusursuz hasar ve eskime durumunda tamiri bankanın vazifesi olmalıdır; halbuki mevzuatında böyle değildir. Eğer banka malı müşteriye satmış ise bu takdirde kira almaması gerekir; halbuki uzun süre kira almaktadır.

Murabahaya (finansal desteğe) gelince burada problem (fıkha uygun olmama durumu) daha açık ve kesindir. Mevcut mevzuata göre bu işlem şöyle uygulanır: Müşteri bankaya başvurur, banka müşterinin satın almak istediği malı satan firmaya sipariş formu gönderir, bu formda ‘şu malı, filan kişiye satın, faturayı da ona kesin, bedelini ben ödeyeceğim’ der, firma bunu yapar ve bankaya bilgi verir, banka da ödediği bedele ilave yaparak müşteriyi borçlandırır.

Mevzuatta yazılı olan şekil olduğu gibi uygulandığında bunun caiz olmayacağı açıktır; çünkü müşterinin borcu ödenmekte ve kısa veya uzun vadede fazlasıyla tahsil edilmektedir.

Bu kanun çıktığı zaman katılım bankalarının en büyük işlem kalemi meşru olmaktan çıkıyordu; bir çare arandı ve şer’î danışmanlar tarafından –kanunda olmasa bile- müşteri ile banka arasında sözlü veya yazılı ‘vekalet’ usulü ortaya kondu. Buna göre banka müşteriye ‘malı banka adına satın alması ve sonra bankadan kendine satın alması’ için vekalet verecek, müşteri de böyle hareket edecekti. Bu formül işlemi meşru hale getiriyordu, fakat mevzuatta olmadığı için uygulanması mecburi değildi, ayrıca çalışanların ihmal etmeleri mümkündü.

Defalarca söyledik ve yazdık: ‘Şu katılım bankalarının mevzûatını faizsizlik esasına göre gözden geçirin ve uygun olmayan maddeleri değiştirin, bu cümleden olarak murabaha işleminde –daha önceleri olduğu gibi- çifte fatura uygulamasını getirin, vekil müşteri malı satın alınca bankaya fatura kesilsin, banka satınca da müşteriye fatura kessin, vergi durumunu rekabeti mümkün kılacak şekilde ayarlayın’ dedik, dinleyen ve yapan olmadı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / Dağdaki Kürt çocukların anneleri

Kadınlar da barışçı ortamın verdiği cesaretle; tepki ve dileklerini, daha net bir şekilde ortaya koyuyorlar.

Onların birçoğunu tanıyorum. Çektikleri acıların, yanan yüreklerinin tanığıyım. 30 yıllık savaşta 50 bin kişi öldü deniyor ya, işte bunlardan, dağdaki çocukların annelerinden söz ediyorum. 

Geçen dönem Diyarbakır Sur Belediye Başkanı olan Abdullah Demirbaş’ın eşi Ziynet Demirbaş (kendisi dağdaki bir gencin annesi); 16 yaşındaki oğlu Baran dağa gittiğinde, aylarca evde yemek yapamamış, ağzına bir şeyler koymak istememişti. 

Son günlerde Diyarbakır’da bir grup anne, çocuklarının dağa götürüldüğünü söyleyerek, onları geri getirmek için direniş gerçekleştiriyorlar. Kürt siyasi hareketinin en etkili olduğu bir kentte, belediye önünde yapılan bu direnişe ilişkin; çok değişik siyasi yorumlar yapılıyor, yapılacak da. 

Öcalan’ın mesajı 

En önemlisi, bu annelerin verdiği mesaj. Kadınlar, çocuklarından kopmak istemediklerini, artık çatışma içinde yeralmalarını istemediklerini ifade ediyorlar. Kadınların talepleri; Abdullah Öcalan’ın geçen yılın Newroz kutlamalarında verdiği net mesajın bu bölgedeki etkisi, sonucu. Yumuşayan siyasi iklimin ürünü. 

Öcalan şöyle demişti: “Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun noktasına geldik. (…) Akan kan Türk’üne, Kürt’üne, Laz’ına, Çerkez’ine bakmadan insandan, bu coğrafyanın bağrından akıyor. (…) Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor.” Bu çağrı, yankı buldu. O günden bu yana, çocuklarımız dağlarda ölmüyor. Çatışma durdu. O günden bu yana, Türkiye Kürt meselesine barışçı ve çatışmasız bir ortamda çözüm arıyor. Kadınlar da barışçı ortamın verdiği cesaretle; tepki ve dileklerini, daha net bir şekilde ortaya koyuyorlar. Bölge insanı, barış ikliminin verdiği cesaretle hareket ediyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / Öyle de basar böyle de

Ekrem Alican ismini yeni kuşaklar hiç bilmezler, biz politikaya gözümüzü açtığımız yıllarda en az Ragıp Gümüşpala kadar, en az Sadettin Bilgiç kadar önemli ve tanınan bir isimdi. Nazlı Hanım’a sorun, anlatsın.

Yeni Türkiye Partisi’nin başkanı… Hoppala, öyle bir parti mi varmış?

Evet vardı, “Demokrat Parti’nin mirasını paylaşma kavgasında” geriye düştü ve unutuldu gitti.

Ragıp Gümüşpala da AP’nin başkanıydı… Ortalıkta Süleyman Demirel diye bir isim hiç yoktu, ancak 1965 yılında piyasaya çıkacaktır, çok kişi de “bu da kim yahu” diyecektir. İlhan Selçuk kendisine “Morrison Süleyman” diye isim takacaktır. Kimileri de halkın seçtiği adama “Gayrı Kanuni Süleyman” demekten utanmayacaklardır.

Bu benim sözünü ettiğim, 1960 darbesinin sonrasındaki beş yıl.

Emekli memurlar geçen gün 27 Mayıs’ın elli dördüncü yıldönümünü derin derin göğüs geçirerek “idrak ettiler” ya, bendeniz de yeniden hatırladım: 1961 seçimlerinin sonuçları…

Dört yıllık bir koalisyon dönemine yol açan, “ortada kalmış” bir seçim…

Şimdi herkes tu kaka ediyor (bunda da haklıdırlar), o sıralarda bize koalisyonun “ne kadar iyi bir çözüm” ve Türkiye için ne büyük bir yenilik olduğu anlatılırdı sürekli!

CHP bütün ittirme ve kaktırmalara rağmen gene tek başına iktidara gelememişti, ortaya çıkan başarısızlığın acı gerçeği ve koalisyon ucubesi o zamanın biz çocuklarına bile “atılım” diye pazarlanıyordu. “Tüh be, gene kazanamadık” diyemiyorlardı.

1961 seçimlerinin sonuçlarını şöyle bir gözden geçirdim:

CHP yüzde 36.7… Kendine elverir, hiç fena sayılmaz.

Lakin, AP yüzde 34.7… Onun hepi topu iki puan gerisinde.

Yeni Türkiye Partisi, yani YTP, yani Demokrat Parti’nin diğer mirasçısı da yüzde 13.9…

İkisini toplayın, yüzde 48.6 eder!

Yani, 1961 seçimlerini gene DP kazanmış.

Kazanmış da, bölündüğü için tek başına iktidarı kazanamamış, İsmet İnönü’ye son bir başbakanlık dönemi açılmış.

Bütün hakaretlere, bütün cinayetlere rağmen o “müteveffa” parti ilk seçimde yüzde 48’den fazla çekiyor, CHP’ye 12 puan fark atıyor!

Bugün de AKP’nin bütün hakaretlere, bütün darbe girişimlerine rağmen her seçimde dönüp dönüp “bastığı” gibi (çok şükür bu sefer cinayet yok.)

İşte bunun için ısrarla iddia ederim: “Darbeye gerek yoktu, Adnan Menderes ilk seçimi nasıl olsa kaybedecekti” diyenler çok yanılırlar. Erken seçim de olsa, zamanında seçim de olsa, Menderes gene kazanacaktı!

Bunu kendisi de biliyordu, fakat 1960 yılının o çok gergin mayıs ayında “erken seçime gidiyorum” diye resti çekip havayı yumuşatamamış, hem kendini hem demokrasiyi kurtaramamış olması büyük bir talihsizlik, korkunç bir hata örneğidir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Ezberlerinden başka “Batı”sı olmayan Batıcılık!

2013 yazından bu yana yazılarımda sık sık lafı seküler ve seçkinci malum kesimin yavaş yavaş çıldırmaya başladığına getiriyorum ya…

Bu sürecin elbette tek bir dinamiği yok!

Garip ve her geçen gün mistik bir özellik kazanan Erdoğan nefreti sadece bir semptom. Çıldırma sürecinin en belirgin biçimde dışa vuran yanı; yani bir belirti. O kadar.

Yoksa süreci yaratan pek çok dinamik var.

Her şeyden önce bu sınıf tarihsel bir yüzleşmenin eşiğinde olduğu gerçeğini şiddetle inkâr etmeye çalışıyor.

Apaçık olanı inkâr yer bitirir insanı; basbayağı çıldırtır.

Düşünün, bu insanlar…

Hep Batılı olmayı hedeflemişler, kuşaklar boyu Batı okullarında okumak için çırpınmışlar, yalnızca Batı’ya bakmış, yalnızca Batı’ya öykünmüş, yalnızca Batı’yı öğrenmişler ama Batı bunlarla her hakiki karşılaşmasında “cehalet”lerini ve “yabancılık”larını yüzlerine vurmuş.

Nasıl berbat bir travmadır bu!

Bu “yalnızlığı”; deyim yerindeyse bu “ortada bırakılmışlık” duygusunu kaldırmak kolay değildir. 

İşte daha geçen gün tanık olduk. İnzivaya çekilmek isteyince aklına hâlâ ilk olarak manastır gelen bir kültür bu.

Bunu da marifet olarak gazetesine yazıyor. 

Kültür sandığı şey bu derme çatma bilgiler; bu yapay doluluk, hakiki boşluk.

Bir Avrupalı buna kanar mı? Ancak dalgasını geçer veya kritik zamanlarda işbirlikçi olarak kullanmak için adını bir kenara kaydeder.

Fakat en acısı, kültürlü bir Avrupalının “manastır adasına inzivaya çekilmeye gittiğini” söyleyen bir Türk’e “sizin tasavvuf kültürünüz bu bakımdan çok zengin, halvet ve çile konusunu bir öğren” demesidir.

Ki bir bilseniz, bu anlattığım şey hem akademi, hem de medya çevrelerinde ne çok oluyor! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…