Yusuf Kaplan Yenişafak’ta bugün yayınlanan yazısında dershane konusunu ele alıyor. Dershanelerle ilgili tartışmanın eğitim tartışmasından çok siyasi bir tartışma ve bir iktidar kapışması olduğuna dikkat çeken Kaplan, Türkiye’nin en yakıcı ve yıkıcı sorunun eğitim sorunu olduğunu dile getiriyor.
İşte Yusuf Kaplan’ın yazısındaki önemli noktalar…
Dershanelerle ilgili yaşanan tartışma, esas itibariyle dershanelerle de, eğitim sistemiyle de ilgili bir tartışma değil. Görünüşte eğitim tartışması ama gerçekte siyasî bir tartışma: Bir tür ‘iktidar kapışması’.
Üstelik de ok yaydan çıkmak üzere… Geri dönüşü zor, tehlikeli bir sürece doğru sürükleniyoruz.
Oysa keşke, tartışma, eğitim sorunu etrafında odaklanıyor olsaydı, belki hepimiz için yararlı bir noktaya evrilebilirdi.
Zira Türkiye’nin en yakıcı ve yıkıcı sorunu eğitim sorunudur.
Türkiye, eğitim sorununu halletmeden hiç bir sorununu kalıcı olarak halledemez. Bütün sorunlarımızın kökeninde eğitim sorunu gizli çünkü.
EĞİTİM MESELESİ, BİR MEDENİYET MESELESİDİR
Eğitim sisteminin merkezinde insan vardır: İnsan yetiştirir eğitim sistemi. Bir eğitim sisteminin izini sürdüğü en temel soru, ‘nasıl bir insan tipi yetiştirileceği’ sorusudur.
Eğitim sistemi ‘nasıl bir insan tipi yetiştirileceği’ sorusunun izini, ‘iyi, güzel ve doğru’ fikri geliştirerek sürebilir.
Yetiştirilecek insan tipi ve geliştirilecek iyi, güzel ve doğru fikri meselesi, eğitimin bir medeniyet meselesi olduğunu gösterir.
Medeniyet meselesi, Tanrı, insan ve dünya tasavvurlarından oluşur: Bir medeniyetin Tanrı, insan ve dünya tasavvurları, bir toplumun insan tipinin ve iyi, güzel, doğru fikrinin yegâne kaynağını oluşturur.
Okul öncesi eğitimden üniversite eğitimine kadar bir ülkenin eğitim sistemi, işte bu kaynağı bütün müfredat programına yayarak hayata geçirmeye çalışır.
PERGEL METAFORU VE İYİ, DOĞRU, GÜZEL FİKRİ
Özetle… Bir ülkenin eğitim sistemi, o ülkenin medeniyet tecrübesini, tarihî derinliğini, kültürel zenginliğini, entelektüel ufkunu iyi, güzel ve doğru fikri çerçevesinde genç kuşaklara aktarabildiği ve yeni ufuklara taşıyabildiği ölçüde o ülkenin geleceğe emin adımlarla yürüyebileceğinden sözedilebilir.
Sonuçta, bir ülkenin eğitim sistemi, bu temel ilkeler çerçevesinde çocuklarına kişilik, özgüven ve eleştirel düşünme yetenekleri kazandırabildiği ölçüde başarılıdır.
Bir ülkenin eğitim sisteminin genç kuşaklara iyi, güzel, doğru fikri çerçevesinde kişilik, özgüven ve eleştirel düşünme yetenekleri kazandırabilmesinin en imajinatif yöntemi, Mevlânâ’nın pergel metaforudur: Pergel’in sabit ayağı, içinde yaşanılan, nefes alıp verilen zihnî, kültürel ve sanatsal coğrafyaya bastığı, pergelin diğer ayağı ise bütün kültürlere, medeniyetlere ve dünyalara ulaşabildiği ölçüde genç kuşaklara karşılaştırma, eleştiri ve keşif imkânları sunar ve bunun sonucunda da kişilik, özgüven ve ufuk kazandırır.
MANKURTLAŞTIRICI SİSTEMİ GÖRELİM LÜTFEN!
Altını çizerek tekrar hatırlatmak zorunda hissettiğim gerçek şu: Türkiye’de sömürgeci bir eğitim sistemi mevcuttur. Türkiye, Batılılar tarafından sömürgeleştirilememiştir ama içeriden, tepeden uygulanan seküler / Jakoben eğitim sistemiyle kendi kendini sömürgeleştirmiştir.
Türkiye’deki eğitim sistemi, genlerimizle oynuyor. Sadece eğitim sistemi değil, medya rejimi de, kültür sanat rejimi de çocuklarımızın kültürel genlerini delik deşik ediyor: Genç kuşakları mankurtlaştırıyor. Bunu görelim lütfen!
O yüzden önümüzdeki çeyrek asırda, eğitim sorunu konusunda devrim niteliğinde adımlar atamaz, önaçıcı atılımlar yapamazsak, Türkiye mankurtlaştırıcı eğitim sistemiyle de, yıkıcı medya rejimiyle de, yabancılaştırıcı kültür-sanat rejimiyle de bir yere gidemez, devrilir sadece.
Bize ait olan değerli her şeyi bitirir; bize ruh üfleyebilecek muhkem dinamiklerimizi dinamitler, bütün köklü kaynaklarımızı eritir ve bizi Batı kültürünün posası çıkmış ürünlerinin körkütük tüketicileri / kölesi hâline getirir.
Sözün özü: Kültürel genlerimizi delik deşik eden, ruh-köklerimizi kökünden söken, bizi yok edici bir çölün eşiğine sürükleyen mevcut seküler, yabancılaştırıcı, yıkıcı eğitim, medya ve kültür-sanat rejimi ile iki kuşak sonra her şeyimizi yitirmek gibi bir felâketin ve helâketin ortasına sürükleniriz sadece.
Dershanelerden sömürgeci, kültürel genlerimizi yok edici eğitim, medya ve kültür sanat rejimini konuşmaya, her bakımdan tartışmaya geçemezsek, bu ülkenin varlığını bile sürdürebilmesi zorlaşabilir.
DİL VE ÜSLÛBA DİKKAT!
Geçen akşam A Haber’de Başbakan Erdoğan’ın katıldığı programda Yeni Şafak’ın genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül kardeşimin Başbakan’ın açıklamalarından sonra Erdoğan’a sorduğu soru, çok önemliydi: Karagül, dershane tartışmasında kristalize olan tartışma dilinin tedirgin edici boyutlar kazanabileceğine dikkat çekmişti.
Aynı şekilde Türkiye’nin parlak fikir adamlarından Erol Göka da dün yayımlanan yazısında ‘tartışmayı öğrenmek için dershaneye ihtiyacımız olduğunu’ hatırlattı ironik bir dille!
BİR TEŞEKKÜR BİLE ETMEDİLER!
Bu noktada, yeri gelmişken, ‘Okulları kapatın, dershaneleri değil!’ başlıklı yazıma gösterilen yoğun ilgiden ötürü okuyuculara teşekkür etmek ve bu arada böylesine kritik bir zaman diliminde Hizmet hareketi açısından kritik önem arzeden (kelle koltukta yazdığım) sözkonusu yazıya cemaatin yöneticilerinden hiç birinin teşekkür bile etmemesine teessüf ettiğimi not etmek isterim.
Böyle bir yazı, seküler bir yazar tarafından yazılmış olsaydı, neler olurdu, neler yapılırdı söylemek bile gerekmiyor!
Yine de sağlık olsun, diyorum.
‘CEMAAT’İ HANGİ GEREKÇEYLE ELEŞTİRİYORSAM, DERSHANELERİ DE AYNI GEREKÇEYLE SAVUNUYORUM
Öte yandan yazı, bazı çevrelerde şok etkisine yol açtı. Nasıl olur da dershaneleri bu kadar ‘ölesiye’ savunurdum?!
Önce şunu söylememe izin verin lütfen: Bendeniz, istikamet üzere olmaya, her hâl ve şartta hakikatin, adaletin ve vicdanın izini sürmeye, bu nedenle hiç bir kınayıcının kınamasına aldırış etmemeye çalışan bir yazarım.
Cemaatle ilgili gözlemlediğim bazı önemli sorunları kardeşâne ve Müslümanca bir dille ve duyarlıkla eleştirdim yer yer. Meselâ cemaat’in Mavi Marmara konusundaki tavrını ve yayınlarını hiç bir zaman tasvip etmedim ve Müslüman bir cemaate yakıştıramadım.
Meselâ, suçları henüz ispatlanmamış insanların, Hizmet’in televizyonlarında adeta ‘canavar’ gibi takdim edilmesini bir Müslüman yazar olarak İslâm’ın adalet ve vicdan anlayışıyla aslâ bağdaştıramayacağımızı hatırlattım.
Daha da önemlisi cemaatin hizmet anlayışının -cemaat öyle bir kaygı gütmese de- İslâm’ı protestantaştırma projesine su taşıyabileceğini hatırlattım.
Dahası cemaatin siyasallaşmasının, kadrolaşmasının, başka cemaatlere nefes aldırmamasının, (mesela bir televizyon kanalına benim ismimi referans verdiği için parlak bir arkadaşın müracaatının derhal geri çevrilmesinin), gayr-i müslim dinlerin müntesiplerinin örgütleriyle kurulan yakın ilişkilerin diğer İslâmî cemaatlerle kurulmaktan kaçınılmasının Müslümanları yaraladığını hatırlattım burada.
Bütün bunlar, cemaatin dershanelerde yaptığı hizmetin niteliğini, uzun vadeli hayatî amaçlarını ve sonuçlarını gözardı etmeme yol açmadı; aksine, dershane çalışmasının basit bir dershane çalışmasından çok daha fazla anlamı ve önemi olduğuna özenle dikkat çekme mesuliyetini hatırlattı bana.
‘İSLÂM’A KARŞI İSLÂM’ PROJESİNE DİKKAT!
En hayatî nokta da şu: ‘İslâm’a karşı İslâm’ projesinin uygulanmaya başlandığı, makro düzlemde İran’ın önünün açılmaya, Ehl-i Sünnet omurganın çökertilmeye, İslâm dünyasının şiî-sünnî ayırımı üzerinden ortadan yarılmaya, mikro düzlemde ise cemaatlerin, etnisitelerin, farklı oluşumların birbirine düşürülmeye çalışıldığı bir zaman diliminde, İslâm’ın basiret ve feraset kılıcını kuşanarak kardeşliğimize sımsıkı sarılmamız gerektiğini hatırlatıyorum özenle.
YENİDEN KARDEŞ OLMALIYIZ…
Şu noktanın altını çizmek istiyorum dikkatle: Müslümanlar, zaaflarını erdemlere dönüştürmek, erdemlerini çoğaltmakla mükellefler.
Zira Efendimiz’in (asv), ‘birbirinizi sevmedikçe hakkıyla iman etmiş olamazsınız’ buyruğu, hepimizi silkelemeli, kendimize getirmeli, birbirimize daha fazla yaklaştırmalı; özetle yeniden kardeş olmalıyız.
Birbirimizin zaafları üzerinde yoğunlaşmak yerine, birbirimizin önünü açmalı, birbirimize kucak açmalı, kardeşliğimizin gereği olarak bir bedenin uzuvları gibi yekvücut olabilmeliyiz.
CEMAATLER, BU TOPLUMUN RUHU VE SİGORTASIDIR
Son olarak: Cemaatleri bu toplumdan çekin çıkarın, bu toplum 10 yıl içinde çöker, kardeş olma ruhunu bitirir; bencilleşir ve biter.
Cemaatlerin, İslâmî oluşumların birbirlerine ekmek kadar, su kadar ihtiyaç hissettikleri, dünyanın geleceğinin Müslümanların İslâmî bir fikir, ufuk ve atılıma her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde, Müslüman cemaatlerin, oluşumların birbirlerinin önünü tıkamaları değil, birbirlerinin önünü açmaları en başta gelen yükümlülükleri olmalı, diyorum.
GAYRETULLAH’A DOKUNUR!
O yüzden, dershaneleri kapatmak yerine, eğitim sistemini köklü bir reforma tabi tutmamız gerekiyor. Aile ile okulu, çocuklarla ailelerini karşı karşıya getiren, şizofren (çift kişilikli) kuşaklar yetiştiren, mankurtlaştırıcı, çocuklarımızın ruh köklerini yerle bir edici ve kültürel genleriyle oynayan sömürgeci eğitim sistemi, medya rejimi ve kültür sanat dünyasının çocuklarımızın kimliklerini, kişiliklerini ve özgüvenlerini tarumar ettiği bir zaman diliminde, dershaneler, minimum düzeyde de olsa, çocuklarımızı bataklığa düşmekten kurtarıyor, çocuklarımıza belli ölçüde bir kimlik, kişilik ve özgüven duygusu kazandırıyor.
Ayrıca şimdiye kadar masonik eğitim örgütlerinin el attığı parlak çocuklarımıza ilk defa bu dershanelerin sahip çıktığını, onların elinden tuttuğunu, nasıl gözardı edebilir, nasıl küçümseyebiliriz ki?
Yazının devamını okumak için tıklayınız!