“Okullarda Hayaller Öğretilmelidir…”

Eğitim Güncel
Bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra hayatına Helsinki’de yeni okullarda devam eden, köşe yazılarıyla arkitera.com’a kuzeyden esintiler taşıyan mimar Hüseyin Yanar ile bir söyleşi g...
EMOJİLE

Bir süre Türkiye’de çalıştıktan sonra hayatına Helsinki’de yeni okullarda devam eden, köşe yazılarıyla arkitera.com’a kuzeyden esintiler taşıyan mimar Hüseyin Yanar ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pınar Koyuncu: Öncelikle Mimar Sinan yıllarınızı bize biraz anlatabilir misiniz? Akademiden mezun oldunuz ve sonrasında neler yaptınız?
Hüseyin Yanar:
Bam telime bastınız. Mimar Sinan benim eski dünyam. Uzun yıllarımı geçirdiğim çok önemli bir yer, iki okul arasında bir okul. Bu okullardan bir tanesi İstanbul, diğeri benim aslında mezun olduğum Muammer Onat Atölyesi. Tabii ki Bina Bilgisi Kürsüsü’nü, diğer hocalarım ile çok şey paylaştığım dostlarımı ve öğrenci arkadaşlarımı da unutamam. Akademiden mezun oldum ve hocanın yanında asistanlığa başladım. Öğrencilere birlikte baktık ve bundan çok keyif aldık. Kendisinden de, öğrencilerden de çok öğrendim. Sonrasında doktoramı yapmak için yurtdışına gittim ve orada başka bir okulla karşılaştım. Anladım ki insanın hayatında peşinden gelen bir sürü okul oluyor. Oxford’da "Mimarlıkta Ritm Olgusu" ile ilgili bir tez yaptım. Türkiye’ye döndüğümde Akademi’de, yine bizim kürsüde çalışmaya devam ettim, Muammer Hoca’yla yine "Ritm" konusundaki doktoramı tamamladım ve Yardımcı Doçent oldum. Daha sonra özel, ailevi nedenlerden dolayı ayrıldım. Yepyeni bir dünyada, yepyeni bir sayfa açtım ve Oxford Mimarlık Okulu’nda proje hocalığına başladım. Orası da benim için çok önemli bir yerdir.

Oxford yılları, olanı biteni önüme koyup uzaklardan baktığım yıllardır. Farklı üç mimari gelenek ve üç mimari eğitim sistemi arasında tam bir transformasyon dönemidir. Bir arayış ve yorumlama süreci olmuştur bana ilerisi için. John Stevenson, Layla Shamash, Jane Tankard, Matt Gaskin ve diğer hocalarla, jüri ve stüdyolarda çok şeyler paylaşmıstık. Toplam beş yıl kaldım orada.

Finlandiya’ya gittiğimde ise yıl 1998’di. Orada bana kapıları gösteren önemli bir kişiyle tanıştım. Hayatta hep kapıları gösterenler, evliyalar vardır. Bu evliyaların en başı, bizim hepimizin ellerine farklı bir anahtar vermiş olan Muammer Hocamız’dı. Helsinki’de ise kapıları işaret eden kişi Juhani Pallasmaa oldu. Bilirsiniz, Pallasmaa kuzeyli, tanınmış bir mimar, düşünür ve önemli bir hocadır. Dünyada çok tanınır. Çok sayıda kitabı basılmıştır. Türkiye’de de, uzun yıllar önce yazdığı "Tenin Gözleri" kitabının çevirisi baharda çıktı. Mimarlık adına çok önemli bir kitaptır, tavsiye ederim.

İngiltere’de öğrencilerle birlikte yaptıklarımı, projelerimi gösterdim. Bunlar sanata da mimarlığa da gidiyordu, birbiriyle bütünleşebiliyordu. İlginç bir yelpaze olduğunu söyledi, kapıları işaret etti. Çok değerli bir sohbetti. Bu görüşmeler, karşılaşmalarımız devam etti. Ben de böylece başladım ve o yolda önemli okullarda, önemli öğrencilerle, önemli insanlarla birlikte oldum.

PK: Hangi okullardı bunlar?
HY:
Oxford Brookes Üniversitesi’nin Mimarlık Bölümü’nden sonra, Finlandiya’ya geldiğimde ise önce Tampere Teknoloji Üniversitesi’ndeki Mimarlık Okulu’nda stüdyolar yaptım. Ardından Sanat ve Tasarım Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü’nde… Sonra Alvar Aalto’nun tasarladığı, fakat nedense bir türlü hocalık yapamadığı Helsinki Teknoloji Üniversitesindeki Otaniemi Mimarlık Fakültesi’nde çalıştım. Şimdi bu iki okul Aalto Üniversitesi’nin ismi altında. Yine Tampere’de Sanat ve Medya Üniversitesi’nde de stüdyolar yaptım. Kısacası Finlandiya’da tanınmış mimarlık ve sanat okullarında görev yaptım. Son olarak da Helsinki Güzel Sanatlar Akademisi’nde.

Bütün bu stüdyolarla ilgili çalışmalar, genellikle deneysel çalışmalardı. Bir yere bağlı, programa bağlı proje yapma yöntemi değil de, hiçbir şey olmadan bembeyaz bir kağıtla başlayan ve sonunda mekanlara, binalara kadar giden serüvenler olmaya başladı. Çalışmaların pedagojik tarafı çok önemliydi. Böylece öğrenciler kendilerine daha çok mekan buluyorlardı. Benim bir hayalim vardı, sanatla mimarlığı birleştirmek. Çünkü ben bir sanat okulundan geliyordum. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde iki sene sanatçılarla ve mimarlıkla birlikte okuduk, sonra tümüyle mimarlığa geçtik. Onlarla yaptığımız derslerden, bu tat bende hep kaldı. İlerleyen akademik kariyerimde hep mimarlığın sıkışmış kalıplar içinde kaldığını düşünmeye başladım ve içgüdüsel olarak sanatın mimarlık için önemli bir yer olduğunu, bakmak için önemli bir balkon olduğunu anladım. Sonunda bazı mimarlar ve sanatçılarla ilgili yazılar yazmaya başladım.

Bazı yazıları baştan neden yazdığımı çok da bilemeden yazdım. Sonrasında bazılarını kitabımda yer verdiğim o sanatçılarla tanıştım, bazıları ile çok iyi dost oldum. Birbirimizi çok iyi anlar hale geldik ve beraber sanat öğrencileri ile mimarlıkla iç içe giren stüdyo yapmayı önerdiler. Bir İstanbul sevdalısı sanatçı Seppo Salminen ile bir gün oturduk, her şeyi koyduk ortaya. Zamanı unuttuk. Saatler geçmiş anlamadık. Kitaplardan, mimarlıktan sanata herşey döküldü ortaya. Buradaki Akademi’de başkanı olduğu "Space and Time" bölümünde ve stüdyolar yaptık. Son çalışmada da finali İstanbul’da yapmayı ve dönüp çalışmalarımızı Helsinki’de toparlamayı planladık.

O zaman anladım ki, içgüdülerim çok da yanlış değilmiş. Sanatçı günlük yaşamını, kendisinde olan derin izleri, yaşamını kullanan biri. Bizler gibi her şeyi programlayan, her şeyi baştan bilen değil. Farkettim ki en başından beri bütün bu yazıları yazarken mimarlığın yaşamın en içlerine kadar girmesini düşünerek yazmaya başlamışım. Yıldızları, sıradan olanları, isimsizleri ve mimarlığın eğitimini, doğrusunu yanlışını, hissettiğim şekli ile yazmışım. Sokakta yürüyen bir insan gözüyle, bilinen mimari kalıpların, terminolojinin ötesinde hislere bağlı, duygulara bağlı bir şeyler paylaşmışım sizin sitenizde ve diğer dergilerde.

Öğretir sanırken aslında öğrencilerimin hepsinden çok şey öğrendim. Bu sanat öğrencilerinden de hepsinden ayrı ayrı çok şey öğrendim. Öğrenciler her zamanki gibi, her yerde gördüğüm gibi gene müthiştiler. Bu hocalık işinin her anı bir şölendir aslında. Problem zaten hiçbir zaman öğrencide değildir, problem her zaman -ben de dahil- hocalardadır. Çünkü öğrenciler her şeyi görürler, ilk dakikadan itibaren bütün hocaların, her anın röntgenini çekerler. Hocalar da sanır ki kendileri çeker bu röntgeni. Hiç alakası yoktur. Onlara çok güvenirim.

PK: Ders vermeye devam ediyor musunuz şimdi?
HY:
Şu anda okulda bir sergi hazırlıyoruz sevgili Seppo ile birlikte.

PK: Onu da öğrencilerle beraber mi hazırlıyorsunuz?
HY:
Evet. İlk dönemi Sınırlar-1, Sınırlar-2 diye iki döneme ayırmıştık. Aslında başından ne yapacağımızı planlamadık. "Sınırlar" çok geniş bir kavram. Kişisel, mental sınırlar ya da mekanların, disiplinlerin sınırları… Böyle bir başlık koyup değişik sanat atölyelerinden gelen öğrenciler ile birlikte Helsinki Güzel Sanatlar Akademisi "Space and Time" bölümünde bir dönem yaptık. Oldukça iyi, anlamlı sonuçlar aldık. Gene hiçbir şeyi başından bilmiyorduk. Öğrencilerden aldığımız tepkiye göre değişen bir program uyguladık Seppo’yla. Seppo beni izliyordu, ben de onu izliyordum. Birbirimize çok güvendik ve bunu adım adım sonuna kadar götürdük, öğrenciler yaptıklarını sergilediler. Sınırlar-2’de ise bizim İstanbul devreye girdi. O da ilkinden daha başka bir hikaye…

PK: Sergi İstanbul’a da gelecek mi diye soracaktım ben de…
HY:
Evet, getirebilirsek. Eğer sınırlardan bahsediyorsak, İstanbul herhalde bu dünyada sınırlar üzerine konuşulacak en önemli yerlerden bir tanesidir. Kültürel, fiziksel, mental, etnik, tarihi açılardan, ne ararsanız hepsi İstanbul’da görülebilir.

Önce İstanbul’u Helsinki’ye getirmeye çalıştık. Ben sunumlar yaptım. Kendi İstanbulum’u anlattım. İstanbul’u bilenleri çağırdık, onlar anlattı. Filmler izledik. Ancak benim kafamda "İstanbul’u öyle anlatalım ki çok klişeleştirmeyelim, biraz flu bırakalım, eskiz bırakalım," gibi bir düşünce vardı. Zaten İstanbul eskiz bir kent, onun hakkında arkitera.com’da da yazmıştım (Eskiz Bir Kent: İ s t a n b u l…). Burası Helsinki gibi donmuş, bitmiş bir kent değil. Ama bunu iyi-kötü diye değerlendirmiyorum. Burası da çok başka değerleri olan bir kent.

Ben de öğrencilerle birlikte, yeni bir İstanbul’u öğrendim. Bir yağmurlu günde düştük İstanbul’a öğrencilerle. Kendi yaşadığım İstanbul’dan tamamen başka bir İstanbul da görmeye başladım. Gece Kabataş’ın üstünde bir otelde kaldık. En üst kata çıktığımız zaman bütün boğaz ayak altındaydı, köprüden ta İstanbul’un silüetine, Üsküdar’a, Sarayburnu’na, Ayasofya’ya, Süleymaniye’ye kadar uzanan… Ezanlarla başlayan bir İstanbul oldu, bir hoca alıyor, öbür hoca bırakıyor, öbür hoca alıyor, diğeri bırakıyor, çocukların hepsinin gözleri şaşkınlıkla açıldı. Çünkü ben onlara "İstanbul bir anlamda büyük bir tapınaktır," demiştim. Buna başka açıdan baktığınız zaman koca kent bir anda başka bir havaya döner, dev bir cami, ibadet yeri haline gelir. Tabii bir yorum yapmaya çalıştım ve çocuklar onu yerinde gördüler. Sonra yavaş yavaş öğrencilerin peşinden gitmeye başladık, projede yaptığımız gibi. Her akşam üstü aynı yerde yukarıda toplanarak, bütün gün çalışarak, bir yerlere giderek, bulguları tartışarak bir İstanbul yaşadık. Sonunda da hiç kimsenin bitmesini istemediği 12 günlük bir seyahat oldu. Ben onlarla birlikte bambaşka bir İstanbul gördüm her zaman olduğu gibi. Şimdi oradaki programı bir sergiyle bitireceğiz. Ama bitirirken hocalar da bir şey yapsın diye düşündük. Çocuklara hep "Şöyle yap, böyle yap," deriz; eğer kolaysa sen yap, değil mi? Bu bir yarışma değil tabi. Herkesin özel, kendine ait hisleri var, bunların bizim yapıtlarımıza nasıl yansıyacağını görmek istedik. Benim yapacağım Ayasofya ile ilgili, orada yakaladığım ve hissettiğim bir şey. Onu olabildiğince büyük, belki 3-4 metrelik büyük bir duvarda sergileyeceğim. Seppo’nun yaptığı da gene Ayasofya’dan bir şey. Ama öğrencilerin yaptıkları bambaşka şeyler.

PK: Türkiye’deki serginin ne zaman olacağı belli mi?
HY:
Şubat ayının son haftasında Helsinki sergimiz açılacak. Umarım başarırız. İstanbul’daki daha kesin belli değil. Helsinki’de daha başka stüdyolar düşünüyoruz sonraki dönemler için. Bakalım.

PK: Heyecanla ve merakla bekliyoruz. Helsinki’deki ofisinizde mimarlık pratiğine de devam ediyorsunuz bir yandan. Biraz da o işlerden bahsedebilir misiniz?
HY:
O pratik yaşam, mimarlığın piyasaya çizme işi hep olabildiği kadar gitti fakat akademik kariyerde iseniz öğrencileri bırakmanız çok zor. Hakikaten bana derseniz ki "Şurada birkaç öğrenci var," ben giderim. Başka bir içgüdü bu.

Eşimle beraber Orpheus North Architects isminde ufak bir firmamız var. Bizim ofisin de içinde olduğu diğer arkadaşlarla paylaştığımız, kentin önemli bir meydanına bakan arnavut kaldırımlarından düz ayak köşesinden girilen bir bürodayım. Önünden tramvaylar geçiyor. Büyük pencereleri var. Burası multidisipliner bir grubun yeri, mimarlar, iç mimarlar var, heykeltıraş bir arkadaşımız, bir sinema yönetmeni, set tasarımcısı, bir tekstil sanatçısı var.

Bizim olduğumuz mekanda, uzun, kırmızı bir masamız bulunuyor, onun üstünde tek bir ışık var ve hepimiz bu masanın etrafında oturuyoruz. Paylaştığımız işler oluyor, bazende tek tek yapmaya çalışıyoruz. Ama mekan olarak, birlikte olmak ve bütün bir atmosfer oluşturmak esas amacımız. Yapmaya çalıştığım projelerin bir tanesi benim kitapta yer alıyor. Kitabımın en son makalesi, Betonart’ta da basılmış olan "Sofi’nin Dünyası". Finli bir pilot ve kızı Sofi’ye yaptığım ev. Sofi’nin Dünyası isimli bir romandan yola çıkmıştık. İç dünyada ışığın içeri aktığı bir doğa, bir peyzaj yaratarak, ortada kaya gibi bir mutfağı olan bir ev yapmaya çalıştım. Bir senaryosu oldu. Tabii fırsat olsaydı daha başka taraflara gidebilirdi ama bütçeleri bu kadardı.

Bunun yanında bazen yarışma projeleri yapıyorum. Bazı projeler yapmaya çalışıyorum. Bir gün öğrencilerime borcumu ödersem, ki ödeyebileceğimi hiç sanmıyorum, artık kafamdaki ve hep eskizlerini çizdiğim başka türlü, bina gibi olmayan binaların projelerini gerçekleştirmek istiyorum kitapların yanında…

PK: Mimarlıkla sanatın iç içe olduğu yaklaşımlarınızı eğitim metodu olarak nasıl entegre ediyorsunuz?
HY:
Bunlar çok karmaşık örgüler tabi. Mimarlıkta daha önce de sözünü ettiğim, bildiğimiz bazı doğrular var. Bu doğrular baştan çok net, gıcır gıcır. Bir masa yaptığınız zaman her tarafı pırıl pırıl, lekesiz tasarlanmalı. Tasarım günümüzde zaten o yöne gidiyor, her şey pürüzsüz bir dünya yaratmak için. Halbuki sanat dalında bu böyle değil. Hayatın gerçeklerine baktığımız zaman da, pürüzsüz bir dünya yok. İnsanlar bir sürü zorluklarla karşılaşıyor. Biz soyutlamaya gittiğimiz zaman da kendi zirvelerimizde yaşıyoruz ve insanlar bunu anlayamıyorlar. Ne mal sahibi bizi anlıyor, ne biz mal sahibini anlamaya çalışıyoruz, kendi bildiğimize göre planlıyoruz. Bu işi çok iyi yapanlar var tabii, ama genelde toplumla mimarlık arasında böyle bir mesafe, kopukluk var. Halbuki sanat dünyasına baktığınız zaman başka. Özellikle öğrenciler benim için çok önemli sinyaller verirler. Sanat öğrencileri, sanatçılar kendi özel hayatlarını yapıtlarına aktarıyorlar. Bizde bunu yapan mimarlar çok fazla değil. Tasarımda pürüzsüz bir dünya için, gıcır gıcır şeyler için parametrelerimiz var. Sanatta böyle değil. Mesleğimizde bazı yanlış şeyler var ve belki sanata bakarak, çözümü arayabiliriz belki de. Sizin Görüş bölümünde "Paramparça Mimarlık" başlıklı, belki yayınlanmaz diye korktuğum bir yazı vardı. Onu yazmamın nedeni bütün bu bölünmüşlük: iç mimarlık, dış mimarlık, peyzaj, kent planlama, kentsel tasarım vb. olarak… Bu paramparça olan dünyayı en azından kafada bütünleştirmek gerekir. Mimarlıkta pürüssüz, kusursuz bir dünya yaratmayı baştan hedeflemez isek mimarlık ve eğitimi de, parametreleri de çok daha başka olacaktır. Hataların da kabul edilebileceği, risklerin rahatlıkla alınabileceği, farklı taksimetrelerle yarışan, notlara bağlı olmayan, tasarımın gizlerini kendi hızı ile arayan öğrenciler için başka kapılar açılabilecektir.

PK: Biraz da kitabınız hakkında konuşalım isterim. Arkitera.com’da ve Betonart’ta yazdığınız yazıların bir derlemesi sanırım. Siz tabi Türkçe yazıyordunuz, Fince’ye çevrildi ve orada basıldı. Kitabın hazırlanış sürecinden biraz bahseder misiniz?
HY:
Yıllardır yazdığım tezler, doktora tezi gibi disiplinli yazıların yanında, benim yazdığım bir yer var, Git dergisi. Çok eski bir dostumun, Timur Danış’ın çıkarttığı, harcıalem, cepte taşınabilecek, yaşamın içinden olan, beni bir anlamda yazmaya alıştıran dergidir. Arkitera’ya yazdığım gibi, çok şey borçlu olduğum onun dergisine de yazarım. Güvenilir bir yerdeyseniz, kendinizi özgür hissediyorsanız özgürce yazarsınız, yazdıkça yazarsınız. Arkitera da böyle benim için. Ayrıca RH Sanart’ta, Betonart’ta ve Arredamento Mimarlık’da bazı yazılarım yayınlandı.

Benim mimarlık serüvenimde iki dünyalı bir yaşamım var. Yarısı Türkiye’de, diğer yarısı yurtdışında. Öyle bir durum oldu ki, ben Türkiye’den öğrencilerimin arasından ayrılıp gittim fakat orada da öğrencilerimi buldum. 8 yıl önce bu tür yazılara başladım. Benim burada beraber olduğum o öğrenci arkadaşlar, dostlarım, mimar olarak mimarlık camiasında artık başka başka yerlerdeler. Onlardan yazılarımla ilgili çok iyi karşılıklar alınca özel mesajlar gelmeye başladı "Devam et, çok sevdik," diye. Çok cesaretlendim ve arka arkaya yazmaya başladım. Bütün bunlar öyle bir şey oldu ki sanki ortak masada arkadaşlarla bir araya geliyorsunuz, samimi bir ortamda onlarla tartışıyorsunuz. Kimse de kimseye kızmıyor. Tabii ki mimarlığı çok seviyoruz. Mimarlığın doğasıyla ilgili, olanıyla ilgili, olmayanıyla ilgili böyle yazılarım bir araya geldi. Aralarından seçtiklerimi de Finlandiya’dan verilen üç bursla kitap halinde bastık.

Tabii çok kolay olmadı. Kitabın ismi "Muotokuvia" yani "Portreler". "Portreler"i önemli bir dost Jussi Tiainen’in basımevi PARVS Publishing yayınladı. Orhan Pamuk’un kitaplarını Fince’ye çeviren Tuula Kojo harika bir şekilde Türkçe’den Fince’ye çevirdi. Timo Setala çok güzel grafik düzenini yaptı. Juhani Pallasmaa da anlamlı önsözünü yazdı ve bu kitap piyasaya çıktı. Şanslıydım böyle bir takımla çalıştığım için. Benim kahrımı çektiler.

Bu kitap fikri ortaya çıktığı an çok ilginç bir zincirin halkaları önüme dökülmeye başladı. Çünkü ben bunları yazarken ilk günden beri yazıların bu kadar birikeceğini bilmiyordum. İnsanlar hakkında, mekanlar hakkında yazdım, yıldız savaşlarını yazdım, Fredan Murkina’yı yazdım… Sonunda anladım ki bunlar su damlaları gibi düşüyor düşüyor, kendi içlerinde büyüyorlar ve bir bütün oluşturuyorlar.

Bir gün bir elektronik posta aldım, Teknik Üniversite öğrencileri, "Hüseyin Bey, sizi şenliğimize davet etmek istiyoruz," dediler. Çok memnun oldum ve 17. Taşkışla Şenliği’ne geldim. Beni içtenlikle karşıladılar. Orada genç hocalarla tanıştım. Yazılarımı dikkatle okuyorlarmış. Bir söyleşi yaptık. İTÜ’ nün 127 numaralı anfisinde çok anlamlı, benim içinde çok öğretici bir akşamüstü geçirdik.

Ben o zaman, o toplantıda bana sorulan sorulardan vaziyeti anladım ve inanarak dedim ki "Tabii herkes okuyabilir ama ben bütün bunları öğrenciler için, sizler için yazdım, yazmışım."

Bütün bunları yazıyorum, Helsinki’nin orta yerinde limana gidiyorum, limandan yazdığım kağıtları denize atıyorum; onlar gidiyorlar ve aşağıda İstanbul kıyılarında öğrenciler onları bulup okuyorlar. İTÜ toplantısında duyduklarım, yazdığım bu yazılara verilen en büyük ödül oldu.

PK: Kitabınız Türkiye’de de basılacak mı?
HY:
Umarım. Enteresan olan, dediğim gibi bunların orijinalleri zaten ilk defa Türkiye’de yayınlandı. Yaptığım aslında şu, bir sanatçı ve bir mimarı yan yana getirdim ve bunlarla birlikte büyük bir tapınak kurdum. Tapınağın içinde kolonlar var. Bu kolonlar, orada yazdığım sanatçı ve mimarlar, her biri önemli kişiler. Bunlar yan yana gelerek, yüz yüze çiftler oluşturuyorlar. Şimdi bunun ikinci cildi var, onu piyasaya sürmek üzere çalışıyorum. Bütün yazıları hazır, gene Arkitera’da yazdığım bir sürü kritik makale kitaba giriyor. Bu defa o kolonlara çok yaklaşıyorum. O kolonlardaki yazıları okumaya başlıyorum ve mimarlık kültürü ile sanat kültürüne çok derinden girmeye başlıyorum. İkisi bir araya geldiği zaman 2 cilt olarak "Öğrencilere Mektuplar" diye Türkiye’de yayınlanacak, Finlandiya’da olduğu gibi bir yayıncı bulabilirsem…

Bu yazılar Türkiye’ye yazılan, dönüp Finlandiya’da Fince’ye çevrilen, şimdi kitaplaşan ve tekrar Türkiye’ye dönüp kitaplaşacak bir yankılanmanın hikayesi ve arada oluşturmaya çalıştığım bir köprü. Şu anda bu ikinci kitap için de burs almaya çalışıyorum. İlk kitabımın basılması burada önemli yankılar yaptı. Helsinki Sanomat gazetesinin bir röportajı oldu. Ardından "TD- Sanat & Dizayn" dergisinde bu kitap hakkında Tarja Nurmi imzalı önemli ve çok olumlu bir görüş yazısı çıktı. Fin Mimarlar Odası’nın çıkarttığı ARK yani Finnish Architecture dergisinde de bir makalem yayınlandı. Aynı dergide yeni çıkacak sayısında geniş bir tanıtım yazısının hazırlandığını söylediler.

Bunlardan sonra kitap teklifleri de almaya başladım. Kutsal mekanlarla ilgili başka bir kitaba da başladık. Bu kitabı basan fotoğrafçı arkadaşım mekanları fotoğraflıyor, ben de o mekanları yorumluyorum. Arredamento Mimarlık’ın bir bahar sayısında "Ters Dönmüş Kayığın Hikayesi" adıyla ilk parçasını yazdım, yayınladılar. Ona da başladık. Bir de son olarak şunu söyleyeyim bu kitapla ilgili. İki senede bir, Finlandiya’da o süre içinde Finlandiya’da yapılan binalar gözden geçirilir, jüri kurulur ve İngilizce bir kitap basılır. Bu yıl adını "Finnish Approaches" olarak koydular.

PK: Bizim her sene yaptığımız Arkiv Seçkileri’ne benziyor galiba…
HY:
Benziyor evet. Fin Mimarlık Müzesi organize ediyor. Ülke çapında, sizin de yaptığınız gibi bir jüri oluşturuyorlar. Projeleri seçiyorlar. Ondan sonra da seçilenleri kitaplaştırıyorlar, kitabım yayınlandıktan sonra sonra bana teklif geldi. Finlandiya içinden iki kişi, Finlandiya dışından bir kişi bu kitap için yazı yazacak. Finlandiya içinden seçtikleri isimlerden biri olmuşum. Güzel bir davet oldu. Umarım birşeyler çıkarabilirim.

Hüseyin Yanar (Fotoğraf: Uğur Ceylan)

PK: Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?
HY:
En başta sevgili Muammer Hoca’dan bahsetmiştim. Üzerimizde çok kişinin emeği olmuştur fakat Hoca’nın ödenemeyecek çok büyük emeği vardır. Onunla çok yakındım. Her zaman anıyorum, yanımdadır. Hoca’yı ben konuşmalarımda çok anlatamıyorum. Duruyorum, donuyorum. Çok yakınınızı, bir aile büyüğünüzü anlatamamak, hiç konuşamamak gibi bir şey bu. Ama bu fırsat ile bu defa söylemeliyim. Eğer bir gün Türk mimarlığında eğitimin tarihi yazılacaksa, Hoca’nın çok büyük bir yeri olduğu görülecektir. Umarım o ortaya çıkar. Yeni nesiller onu çok iyi tanır.

Bunca yıllık akademik kariyerimden ve öğrencilerle birlikte bu kadar vakit geçirdikten sonra söylemek istediğim şu ki, mimarlıkta gerçeklerin yanında hayaller de öğretilmelidir. Hatta okullarda hayaller öğretilmelidir. Çünkü zaten öğrenci okulu bitirdikten sonra çok farklı bir ortamın içine düşecektir. Bir kısmı bu işi belki de yapmayacaklardır, bir kısmı da yapmaya fırsat bulamayacaktır. Okullar öğrencilerin kendilerini bulmaları için, kendi dünyalarında hayalleri yaratıp onların üstüne daha sonra koyabilmeleri ve geliştirilebilmesi, kendi mimarlıklarını yaratmaları için önemli bir yerdir. Bunun için öğrencilerin sınırsızca çok desteklenmesi gerekir. Mimarlık eğitimi yaşama hazırlar. Hayallerin olmadığı, desteklenmediği bir yaşam nasıl olur ki… Bütün ünvanların ötesinde, yarıştıran bir dünyanın ve notlamaların çok uzağında herkese aynı elbiseler giydirmek yerine, binlerce mimari anlayışın olduğu ve bunların denendiği ortamın yaratılması gerekir. Bunu yaparsak öğrenciler de kendilerini daha iyi bulurlar, çok daha ileriye giderler diye düşünüyorum.

Son olarak bu zincirin halkalarını bağlayan Arkitera’ya ve tabii ki en başından bugüne kadar çok şey öğrendiğim öğrenci arkadaşlarıma, dostlarıma çok teşekkür ederim. Bu yazdıklarım onlar için ve bir başlangıç, ben onlara bu mektupları yazmaya devam edeceğim.

PK: Çok teşekkür ederiz.

www.arkitera.com