Öğrenciliğinin bir kısmını ya da tamamını ‘yatılı’ okuyanlar iki uç gruba ayrılıyor. Birincisi hoş anılardan, ikincisi kâbustan bahsediyor. Peki, aslında ‘yatılılık’ nedir? Yatılılıkta öğrenci-veli-eğitimci diyaloğu nasıl işletilmelidir?
Kuru fasulye veya mercimek, nam-ı diğer ‘kara şimşek’, yanında da bulgur pilavı, yemeklerin değişmezi. Bir de üzüm hoşafını asla unutmamalı. Kaloriferlerin en soğuk günlerde dahi yanmaması alışılmış, sıradan bir durum. Aylara yayılan anne baba hasretinin tetiklediği karabasanlar ise işin en çekilmez yanı. En sert mizaçlı öğretmen ve idareciler bile ‘neşe kaynağı’. Küçük yaşta üstlenilen büyük sorumluluklar ileriye dönük avantaj, seneler sonrasına taşınan arkadaşlıklar en büyük somut kazanç. Eskilerin tabiriyle ‘leyli’, bugünün tabiriyle ‘yatılı‘. Bu tecrübeyi yaşama şansına sahip olanlar için şikâyet ile memnuniyetlerin iç içe girdiği bir dönem. Her eğitim yılının başında, yolu yurt veya pansiyona düşecek yüz binlerce öğrenci ve onların aileleri ne ile karşılaşacaklarını bilememekten yakınıyor. Yatılılık, bir kazanç mı yoksa telafisi mümkün olmayan bir sıkıntı kaynağı mı? Cevabı bu tecrübeyi yaşayanlarda aradık.
“YATILI OLMASAYDI OKUYAMAZDIM”
“Anne ve babadan ayrılık.” Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik için yatılılığın ilk çağrışımı bu. Şimdilerde hoş bir anı saysa da Tatvan’daki okulun tel örgüleri önünde ağladığı günleri hiç unutmuyor. Seneler sonra geri dönüp baktığında ‘Her şeye rağmen iyi ki yatılı okumuşum.’ O devrin şartlarında ayrılık dâhil tüm zorluklara rağmen ‘yatılılık’ Çelik gibi dar gelirli aile çocuklarının geleceğe açılan umut kapısı; okuyup büyük adamlığa yükselmelerinin tek yoludur.
“Öğrenim hayatının tamamını yurtlarda geçirmiş biri sıfatıyla söylüyorum. Sistem hâlâ aile imkânlarıyla eğitim fırsatı yakalayamayan yüz binlerce çocuğun geleceğini kurtarıyor. Mesela ben… Bu sistem olmasaydı bırakın tahsil hayatımı, ilkokula başlayamaz ve bugünlere gelemezdim.” Eski bakan hâlâ çözülemeyen problemlerin varlığını kabul ediyor. Ancak giderek azalan, bilhassa maddî sıkıntılar bardağın dolu tarafını görmeyi engellememeli. Çelik’in kastı, yatılılığı hayırla yâd edenlerin ‘Hayatı tanıdım.’ hükmüyle kendini buluyor. Bu da ütü becerisinin gelişmesinden kısa sürede karakter analizi yapmaya uzanan karmaşık bir süreç aslında.
Hâlihazırda özel bir şirketin halkla ilişkiler müdürlüğünü yürüten Ünal Memiç de şahsını ‘hayatı tanıyanlar’ grubuna ekliyor. “12 yaşın masumiyetiyle anne babadan uzaklaştık. Okulumuz gündüzlü ve yatılı diye ikiye ayrılıyordu. Dersler bitince çoğu arkadaşımız evlerine giderken, bizler yatakhanenin yolunu tutuyorduk. Her işimizi kendimiz yapmak zorundaydık. Zamanla şunu fark ettik. Yan yana oturduğumuz gündüzlülerden erken olgunlaşıyoruz.” Memiç’in sözlerine ‘Niçin?’ sorusunu yöneltenlerin alacağı cevap açık ve net: Gündüzlü ve yatılı arasındaki hayat şartlarının farklılığı. İlki kimileri için üniversite zamanı dâhil en ufak sorumluluk almaktan uzaktır. Önünde annesi, babası, abisi ya da ablası vardır. Kısacası her sıkıntıya karşı çözüm bekler, kendi ‘üretmez.’ Yurt sakinleri ise her şeyden önce kalabalık bir grupla yaşamayı öğrenmek zorundadır. Yatakhaneden, banyoya her alanı ve demirbaş eşyaları ortak kullanmalıdır. Artık birilerinin belirlediği saat dilimlerine göre hayatı devam eder. Yer yer yaptırımı sert kurallara uymakla mükelleftir. Bütün bu tablo yatılı öğrenciyi tabiatıyla yaşıtlarına nazaran erken olgunlaştırır.