Bilecik hakkında genel bilgiler;
İklim
Bilecik ilinin geçit bölgesinde bulunması, su kaynakları ve farklılık gösteren topografyasına paralel olarak 3 farklı iklim tipi görülür. Genel olarak Merkez, Gölpazarı, Osmaneli ve Söğüt İlçelerinde Marmara Bölgesi; Bozüyük, Pazaryeri ve Yenipazar ilçelerinde ise İç Anadolu Bölgesi iklimleri geçerlidir. Ayrıca Gölpazarı, Osmaneli ve Söğüt ilçelerinin Sakarya Irmağı kıyı şeridinde mikro-klima iklim bölgeleri görülmektedir. Bilecik İlinde yıllık yağış toplamı 450 kg/m² dolayındadır. Yağış en çok ocak ve mayıs aylarında düşmektedir. Bulutluluk durumu açısından 92 gün açık, 96 gün kapalı ve 177 gün bulutlu geçmektedir.
Diğer klimatik veriler şöyledir: Yıllık sıcaklık ortalaması: 12,3 °C Karlı gün sayısı: 25 En soğuk ay: Ocak (2,5 °C) Donlu gün sayısı: 55 En sıcak ay: Temmuz (21,7 °C) Sisli gün sayısı: 14 Yıllık ortalama nispi nem: % 66 Kırağılı gün sayısı: 25 İl merkezini kapsayan klimatolojik veriler, ilçelerde farklılık göstermektedir. İl düzeyinde tespit edilen en yüksek sıcaklık 1945 Ağustosunda 40,6 ºC, en düşük sıcaklık ise 1950 Ocak ayında -16 ºC olarak bulunmuştur. Bilecik’te batı ve kuzeybatı rüzgârları etkindir. Ortalama rüzgâr hızı 3,4 m/sn’dir. Yıl içinde rüzgârlar 135 gün kuvvetli rüzgâr ve 17 gün de fırtına şeklinde esmektedir.
-Türkiye’nin İlleri Hakkında Genel Bilgiler Tam Liste-
Bitki Örtüsü
Yağış yönünden yeterli miktara sahip olan Bilecik ili, yüzölçümünün %47’sinin ormanlık alan olması nedeniyle de orman zenginliği bakımından Türkiye’nin şanslı yörelerinden biridir. İlin orman zenginliği av hayvanları bakımından da zenginleşmesini sağlamıştır. Bin metreye kadar yükseklerde orman örtüsü genellikle meşe, otsu bitkiler ve makilerden oluşmaktadır. 1500 metre sınırına kadar da karaçam, kayın, kızılçam, kestane türündeki yüksek boylu ağaçlar sıralanır. 1500 metreden daha yükseklerde ise köknar cinsinden ağaçlar vardır.
Flora
Flora Ülkemizde sadece Bilecik İlinde yetiştirildiğinden ile özgü karakteristik ürün şerbetçi otudur. Endüstri bitkileri arasında yer alan şerbetçi otu botanik olarak kenevir ile akrabadır. Çiçekleri iki evciklidir. Cannabinaceae familyasından olması dolayısıyla sarmaşık gibi sarıcılıdır. “Şerbetçi otu’’ Humulus cinsinden H.Lupus L. türündendir. Şerbetçi otu çok yıllık bir bitkidir. Çok yıllık kısmı toprak altındaki kök ve rhizomlardır. Toprak altı aksamı 100 yıl kadar yaşayabilir. Toprak üstü kısmı ise her yıl kuruyarak ölür. Bu yüzden hasattan 3-4 hafta sonra sürgünler toprak üzerinden budanarak tesisten uzaklaştırılır. Kök sistemi 4 m. derinliğe kadar inilebilmektedir.
Şerbetçiotunun çoğaltılması yalnız vegetatif olarak yapılır. Yeni tesisler bu yolla kurulur. Sadece ıslah amaçlı çoğaltma generatif yolla yapılır. Bilecik ormanlarında hakim olan flora türleri: o Kızılçam (Pinus brutia) o Karaçam (Pinus nigra) 33 o Sarıçam (Pinus silvestris) o Göknar (Abies nortmandiana) o Kayın (Fagus orientalis) o Adi Ceviz (Juglans regia) o Adi Fındık (Corylus aelliana) o Kermes meşesi (Qercus coccifera) o Saçlı meşe (Qercus cerris) o Dişbudak (Fraxinus exelsior) o Titrek Kavak (Populus tremula) o Sandal (Arbutus andrachne) o Ladin (Picea orientalis) o Funda (Erica mediterranea) o Eğrelti (Pteridium aquilinum) o Çayır otları (graminase) o Ihlamur (Tilia tomentosa) o Üvez (Lavristaerminalis) o Defne (Laurus nobilis) o Ardıç (Juniperus sp.) o Kocayemiş (Arbutus unedo) o Çitlenbik (P.Terebinthus) o Böğürtlen (Rubus fruticosus) o İncir (Cicus caria) o Alıç (Crataegus) o Kekik (Thymus)
Fauna
Fauna Anadolu, birçok türün anavatanı olmasının yanında özellikle geçmişteki jeolojik ve iklimsel değişikliklerden etkilenen canlılara barınak olmasından dolayı dünyadaki herhangi bir kara parçasından çok daha fazla biyolojik öneme sahiptir. Anadolu, yaşayan öğeleri içeren zengin bir müzedir. Avrupa kıtasının tümünde bitki türlerinin sayısı yaklaşık 12.000 kadar olmasına karşın, bugün Türkiye’de kaydedilmiş bitki türü sayısı hemen hemen bu sayıya yaklaşmıştır; gelecekteki çalışmalarla bu sayının daha da artacağı düşünülmektedir. Hayvan türlerinin sayısının ise, Avrupa Kıtasında yaşayanların hemen hemen 1,5 katı kadar, yani 80.000’in üzerinde olduğu varsayılmaktadır. Ayrıca her türün, topografik özelliklere bağlı olarak çeşitlenmesi sebebiyle, çok fazla miktarda alttür ve ırkla temsil edilmesi, bu zenginliğe ayrı bir değer daha katmaktadır.
Ekonomik Yapı
İlin ekonomisinde tarım ve hayvancılığın yanı sıra madencilik, ormancılık, mermer, seramik ve tahta işlemeciliği de önemli bir paya sahiptir. Bilecik’te bulunan zengin mermer ocakları, şehrin ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır. Özellikle Bilecik’in merkezindeki ve Bozüyük ilçesindeki sanayi tesisleri, ilin ekonomik gelişmesinde büyük öneme sahiptir. Madencilik açısından zengin kaynaklara sahip olan Bilecik’in, seramik ve cam kullanılan kil, kaolin ve feldispat rezervleri çok zengindir. Bilecik ayrıca, “Bilecik taşı”denilen mermeriyle (kireç taşları) de meşhurdur.
Bilecik İlçeleri
YENİPAZAR :
Eski adı Kırka olan ilçenin toprakları sırasıyla Hititler, Frigler, Lidyalılar ve Perslerden sonra M.Ö. 336 yılında Büyük İskender’in eline geçmiştir. Helenistik dönemde Bithinya Krallığı’na bağlanan bölge, sırasıyla Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Anadolu Selçukluları, 1323 yılında Osmanlı Devleti, 1402 yılında Candaroğulları, 1419 yılında yeniden Osmanlı Devleti’nin eline geçmiştir. Osmanlı döneminde önce Sultanönü (Eskişehir) sancağına bağlandı. 15. yüzyılın başlarında Anadolu eyaletine bağlı Bursa sancağının Göynük kazasına bağlı bir köydü. Daha sonra Göynük kazası 16. yüzyılın yarısında Bolu sancağına bağlandı. 1694 yılında Bolu sancağı voyvodalığa yani bağımsız kazaya, Göynük de kazalıktan bucaklığa indirildi. Bu durum 1811’e kadar sürdü. 1811’de Bolu bağımsız sancak yani Mutasarrıflık oldu. 1864 yılında Bolu sancağı Kastamonu vilayetine bağlandı. Bu dönemde Yenipazar ismini alan Kırka, Bolu Sancağının Göynük Kazasına bağlı köydü. Kurtuluş savaşından sonra Bilecik’in Söğüt ilçesine bağlanan yöre, 1926 yılında ilçe yapılan Gölpazarı ilçesine bucak olarak bağlanmış, 11 Ağustos 1988 yılında ilçe olmuştur.
SÖĞÜT :
SÖĞÜT’ÜN TARİHÇESİ
Söğüt’ün ilk bilinen ismi İTEA’ dır. Bizans döneminde isimi ise THEBASİON veya SEBASİYON’dur. Söğüt 796 veya 797 yıllarında Emevi Halifesi Harun REŞİT döneminde Müslümanların eline geçmiştir. Arap coğrafya ve tarih kaynaklarında Söğüt BELDET’us SAFSAF şeklinde isimlendirilmiştir. Aynı şekilde Farsça kaynaklarda da HITTA İ BİD şeklinde anılmıştır. Gerek SAFSAF gerekse BİD kelimeleri söğüt ağacı anlamındadır.
İLK DÖNEM TARİHÇESİ
Günümüzde Marmara Bölgesi olarak bilinen bu bölge pek çok çekişmeye sahne olmuş ve çeşitli uygarlıkların etkisinde kalmıştır. Kocaeli Yarımadası denilen bu bölgede ilk iskanlar M.Ö. 700’lerde başlamıştır. Bu tarihlerde bölgeye BİTHYNLER gelmiştir. Bu sebeple bu bölgenin adı BTHYNİA olmuştur. Yaklaşık M.Ö. 279-74 yılları arasında bağımsızlığını sürdüren BİTHYNİA M.Ö. 73’de Roma egemenliğine girmiştir. M.Ö. 63’den itibaren de PONTUS ile birleşerek PONTUS ET BİTHYNİA adıyla Roma eyaleti olarak kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Dönemi Tarihçesi Söğüt kuruluş itibari ile anayol üstü kasabasıdır. Mudanya – Bursa’dan ve Gemlik İskelesi’nden gelerek Konya’ya doğru uzanan tarihi şose Söğüt’ün içinden geçmiştir. Özellikle İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra Mekke’ye, Söğüt’e uğranılarak gidilmiştir. Bu sebeple bu yola ‘Hacılar Yolu’ adı verilmiştir. Söğüt’ün tarih sahnesindeki parlak dönemi 13.y.y sonlarında başlar. Bu dönemde doğudan gelen Oğuz Türkleri’nin Kayı Boyu bu küçük kasabada sınırları Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılan Osmanlı Cihan Devleti’nin ilk nüvelerini oluşturacaklardır. Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat, batı sınırındaki çatışmalara son vermek üzere 1231’de Eskişehir civarında Sultanöyüğü’ne sefer düzenlenmiştir. Kayı Beyi Ertuğrul da Selçuklu sultanının yanında yer alır. Sonra Selçuklu ordusu bugünkü Bozüyük ile Pazaryeri arasındaki Ermeni Derbend’inde Bizans ordusuyla karşılaşır. Bu savaşta Ertuğrul Bey’in akıncılarının gösterdiği üstün kahramanlıkları ile zafer kazanılır. Haber birinci Alaattin Keykubat’a iletildiğinde Ertuğrul Gazi taltif edilerek Sultanöyüğü kendisine mülk olarak verilir.
KURTULUŞ SAVAŞI DÖNEMİNDE SÖĞÜT
Milli Mücadele yıllarında Ertuğrul Sancağı’na ( Bilecik ) bağlı bir kaza merkezi olan Söğüt ve çevresi halkı, Anadolu’da Yunan işgalinin başladığı ilk günden itibaren maddi ve manevi bütün gücünü vatanın kurtarılması için seferber etmiştir. İşgal hareketiyle birlikte yörede Müdafa – i Hukuk Cemiyetleri kurulmuştur. Ayrıca Gündüzbey taburu ve Savcıbey müfrezesi olmak üzere pek çok milli müfrezeler teşkil edilmiştir. İnönü cephesi adıyla bilinen Gündüzbey, Tekke ve Kanlıtepe istihkamları 1921’de Şubat ve Mart ayları boyunca Söğüt ve çevresi halkı tarafından kazılmıştır. Her geçen gün Söğüt daha da güzelleşmekte ve gelişmektedir. Söğüt hem kuruluşta hem kurtuluşta gerçekten Ertuğrul ocağı olarak vazifesini eksiksiz yapmıştır.
BOZÜYÜK :
Bozüyük,adını bulunduğu yerin coğrafi özelliğinden almaktadır.Şehir merkezinin kuzeyinde ve çevresindeki tepelere göre bozkır bir tepe bulunmaktadır.Şehre ismini veren tepe,bir hüyük’e benzediği için ve bozkır olduğundan Bozüyük denilmiştir.Hüyükler yığma topraktan yapılmış yapay tepeler olmasına rağmen buradaki tepe tabii bir şekilde oluşmuştur. Türk ağız ve ses yapısına uygun olarak ve çabuk söylemeye yönelik şekilde Bozhüyük adı zamanla Bozüyük olarak şekillenmiştir.
İlkçağdan itibaren sırasıyla Hititlerin M.Ö. 1200 yıllarından sonra Balkanlardan gelen Frigyalıların bölgeye hakim oldukları antik kalıntılardan anlaşılmaktadır. Bölgedeki 600 yıllık Frigya hakimiyetine Kafkaslardan gelen Kimmer’ler son verirler. Kimmer’lerin bir asır süren Hakimiyeti Lidyalıların gelmesiyle son bulur. Daha sonraki yıllarda Persler,Makedonyalılar, Btinyalıların yaşadığı bu bölge,395 yılından itibaren Roma hakimiyetine girmiştir. Bizans döneminde Bozüyük’ün adı “Lamunia” olarak bilinmektedir. 660-720 yıllarında bölge Arap-Emevi kuvvetlerinin geçit yeri olmuş,1071 yılından itibaren Bozüyük ve çevresi Türklerin hakimiyetine girmiştir.1289 dan itibaren Osmanlı hakimiyetine geçen Bozüyük,Selçuklular döneminde Sultanönü uç beyliğinin bir köyü idi.
Osmanlıların ilk dönemlerinde Çayköy,Arıklar,İçköy ve Atkaydı mezra köylerinden oluşan Bozüyük’te ilk birleşme Kanuni’nin komutanı Kasımpaşa’nın kendi adıyla anılan camii ve külliyeyi yaptırmasıyla meydana gelmiştir. Bu külliyede han,hamam,camii, Sıbyan mektebi bulunmakta olup,külliye 1525-1528 yılları arasında tamamlanmıştır. Bu dört köy şimdiki Kasımpaşa Mahallesini ve bugünkü Bozüyük’ü oluşturmuşlardır. 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra Balkanlardan Anadolu’ya göç eden Türklerin bir bölümü Bozüyük’te iskan edilmiştir. 4 Eylül 1922 ‘de düşman işgalinden kurtulan Bozüyük,1890 yılında Belediyelik olmuş , 1924 yılına kadar Söğüt Kazasına bağlı nahiye merkezi olarak kalmış ,1924 te ilçe haline getirilmiştir.
İNHİSAR :
Bilecik iline bağlı olan İnhisar yerleşiminin; Osmanlı Devleti’nin Söğüt’e yerleştiği tarih olan 1299’dan daha eski tarihi vardır. İnhisar’ın ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bu konuda birkaç rivayet mevcuttur. Bir rivayete göre, ağalar ve taycılar olmak üzere iki kabilenin (birinin Tekkeönü, diğerinin Çiftepınarlar mevkiinden geldiği söylenir) yerleşmesi ile kurulmuştur. Bu iki kabilenin arasında düşmanlık olduğu, bir kız alıp verme olayıyla ilişkilerin düzeldiği ve birleşme sağlandığı söylenmektedir.
Diğer bir rivayette ise; çevrede ayrı ayrı sekiz obanın bulunduğu, bu obaların sonradan birleşerek bir beylik meydana getirdiği söylenir. Bu beyliğin başına Kübat Çelebi isminde bir yönetici bulunmaktaydı. Savaşların beyliklere toprak kazandırmak ve genişlemek maksadıyla sıkça patlak verdiği bu zamanda, Karaca Davut (askeri kanadın başında bulunan komutan) ve Kübat Çelebi beylik savunmasını daha iyi yapabilmeleri için beylik merkezinin etrafını hisar ile çevirerek Bizanslılara karşı direnme güçlerini artırmışlardır. İnhisar ismi bu “hisar” ve beyliğin karşısında bulunan “in” kelimelerinin birleşmesinden doğduğu rivayet edilir. Kentin güneydoğusundaki tepenin yamacında halen korunan bir tekke bulunmakta, bu tekke alanından Sakarya Nehrine kadar olan yamaçta duvar yıkıntıları bulunması, eski kentin bu alanda kurulduğunu göstermektedir. Sakarya nehrini karşı yakasında da Ermenilerin bir han yaptırdığı, mallarının sattıkları, Akkum mahallesi karşısında da Yunan Evleri diye nitelenen bir yerleşim bulunduğu, yine İnhisarlılardan öğrenilmiştir.
Tarpak ve Muratça’da da Rumlardan kalan kaya evler bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunu kuran Ertuğrul Gazi, Söğüt civarına geldiğinde İnhisar Beyinden de yardım almıştır. Selçuklu boylarından olan İnhisar halkı, Söğüt Kasabası ve Mihalgazi arasında Hıristiyanlarla savaşırmış. Yöre halkı Kübat Çelebi isimli komutanın halk ile yaptığı görüşmeler sonucunda savaşa karar verdiğini ve kafirleri yendiğini anlatmıştır. Ertuğrul Gazi’nin Söğüt’e yerleşmesinden sonra İnhisar beyliği de Ertuğrul Bey’in emrine girmiştir. Bu katılıştan sonra Nallıhan ve Seyitgazi taraflarına kadar olan bölgenin asker toplama ve yetiştirme işlemlerini İnhisar beyliği üstlenmiştir.
İnhisar merkezinde asker kaçaklarının ve suçlularının yargılandığı, kervanların konakladığı büyük konaklama evleri olduğu söylenir. Yaşlıların naklettiğine göre hükümet konağının bulunduğu yerde “Kırk Odalı Han” diye anılan büyük bir yapının bulunduğu bilinmektedir. Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları tarihinde Söğüt’ün doğusunda Koca Göbekli Hasan Ağa’nın hanı olarak anlattığı ve tarihçinin belirttiği gibi, yeri tespit edilemeyen o hanın İnhisar’daki “Kırk Odalı Han” olduğu sanılmaktadır. Bu ve bunun gibi eserler gerek İstiklal Harbi esnasındaki yangınlarla ve gerekse daha önceki tarihlerde yok olmuşlardır. Kurtuluş Savaşı döneminde Yunanlıların, köyü işgal etmiş olmaları nedeniyle halk Sakarya nehrinden geçerek karşı köylere sığınmıştır. Hisar’a yerleşen düşmana karşıdan baskınlar düzenlenmiş, Türk ordusunun gelişiyle beraber düşman kaçarken köyün tamamını yakmıştır.
İşgalden kurtulduktan sonra köy yeniden imar edilmiştir.İnhisar kentinin mevcut yerleşim alanının 1850’li yıllarda kurulduğu sanılmaktadır. Ağaların mezarlığı diye adlandırılan güney bölgesinde bulunan mezarlık ve camiinin bu tarihlerde yapıldığı sanılmaktadır. Merkez Camii 1890 yılında yapılmıştır. Şimdiki Cumhuriyet Meydanından yamaçlara doğru gelişmiştir. O yıllarda üzüm, şarapçılık kentin geçim kaynağıdır. Kent 1990 yılında Merkez Camii arkasında gelişmeye başlamıştır.
GÖLPAZARI :
Gölpazarı ilçesi göç yolları üzerinde bulunduğu için çok eski zamanlardan itibaren milletlerin uğrak yeri haline gelmiş çok çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Hitit, Frig, Lidya, Pers, Roma, Doğu Roma ve son olarak Osmanlı Beyliğinin eline geçerek Türk hakimiyeti altına girmiştir. Tarihte Bithinya bölgesi olarak bilinen ve Gölpazarı’nın da içinde bulunduğu bölgede ilk olarak Hititler devlet kurmuştur. Ancak bu devletten günümüze gözle görülür bir tarihi eser kalmamıştır. Hititlerin ardından Sakarya Nehri çevresinde başkent Gordion olmak üzere devlet kuran ünlü Midas Efsaneleri sayesinde dilden dile dolaşan Phrylerin (Frigya) yaklaşık 300 yıllık Orta Anadolu yaşamlarında, Gölpazarı’nın da önemli bir yeri vardır. Ne yazık ki Gölpazarı’nı da içine alan ve günümüzde de tam olarak yazıları çözülemediği için Frig Uygarlığı hakkında pek az şey bilinmektedir.
Bu topraklar Phrygler’in yıkılmasının ardından Batı Anadolu’da hüküm süren Lidya Devleti’nin eline geçmiş. M.Ö. 546da Lidya Devleti’nin Persler tarafından ortadan kaldırılmasıyla bir dönem Pers İmparatorluğu’na da ev sahipliği yapmıştır. M.Ö. 3. yüzyılın başlarında Bithinya Krallığı kurulmuştur. M.Ö. 1. yüzyılda Romalılar tarafından idare edilen bu bölge, Roma İmparatorluğu’nun parçalanması üzerine Bizans Devleti’nin idaresine geçecektir. 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile Türkler Anadolu’ya yerleşmeye başlamışlar, doğudan batıya bütün Bizans topraklarını fethetmişler, böylece Anadolu Türklerin yurdu haline gelmiştir. Alparslan’ın komutanlarının Anadolu’da ilk Türk beyliklerini kurmalarıyla başlayan Anadolu tarihimiz, 1075 yılında İznik’te Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’yle devam etmiştir.
Malazgirt Meydan Muharebesi sonrası dönem içersinde Anadolu’ya doğudan gelen Türk boyları yerleşmeye başlayacaklardır. Anadolu Selçuklu Devleti doğudan gelen Türkmenleri iyi savaştıkları için sınırları korusunlar diye uçlara yerleştirmiştir. Bunlara daha sonra uç beyliği denilecektir. Bu dönemde gelen Türk boylarından Bayat ve Beğdili boyları da yurt olarak Gölpazarı topraklarını seçmişlerdir. Günümüzde bu isimle anılan köylerimiz mevcuttur. Gölpazarı, Osmanlı Beyliğinin kuruluş yıllarında, Köse Mihal’in beyi olduğu Harmankaya Tekfurluğu’na bağlı idi. Daha sonra Köse Mihal’in müslüman olup Osman Bey’in hizmetine girmesiyle Harmankaya bölgesiyle birlikte Gölpazarı toprakları da Osmanlı Beyliği’ ne katılmış oldu.
İlçemiz Osmanlılar zamanında RESULŞEL, DÖNEN, AKÇAOBA, AKÇAOVA gibi adlar almıştır. İlçenin Osmanlılara katılmasından sonra güney yönünde bulunan gölün kenarında büyük bir kır pazarı kurulmuş ve bu yüzden GÖLPAZARI adını almıştır. Küçük Yenice köyünün batısında Sakarya nehri kıyısında ayak kalıntıları olan bir taş köprü bulunduğu ve İstanbul-Bağdat yolunun buradan geçtiği söylenmektedir. Osmanlılar döneminde çeşitli Türk Eserleriyle süslenmiş olan Gölpazarı, Bursa (Hüdavendigar) sancağı sınırları içinde Bilecik (Ertuğrul ) kazasına bağlı bir bucak iken, 1926 yılında Bilecik iline bağlı bir ilçe olmuştur.
PAZARYERİ :
Pazaryeri’nin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. İlkçağlarda “BİTHİNİA” denilen bugün Bursa, Bilecik, Kocaeli topraklarını kapsayan bölgenin güney batı bölümünde yer alıyordu. Roma döneminde Anadolu’nun içinden gelip Bursa’ya giden Roma yolu Pazaryeri’nden geçerdi. Bu yolun geçtiği yerler halen yöre halkı tarafından “BAĞDAT YOLU” veya “İPEK YOLU” olarak bilinir. Roma döneminden kalma antik eserlere Fıranlar, Ahmetler köyleri ve Doğanlar mevkiinde rastlanır. Bizans döneminde, Pazaryeri “BİTHİNİA THEMAKİON” bölgesinde “ARMENO KASTRON” adlı bir yerleşim birimiydi. Bu ismin anlamı “Ermeni Kalesi”dir. Fakat bu bölgede Ermeniler yaşamamıştır. “ARMENO” ismi Ahi dağlarının antik ismidir. Bu isim Anadolu’nun yaklaşık M.Ö 3000–2000 yılları arasında yaşamış “LUVİ” halkının konuştuğu dilde “Aytanrısı Ülkesi”dir.
Bizanslılar bu dağların geçit bölgelerine haberleşme ve gözetleme kuleleri yaptığı için bu ismi vermişlerdir. Kayı aşireti 1232 yılında Söğüt’e yerleşir sonra Ertuğrul Gazi’ yaylak olarak verilen Domaniç yaylasına giden en kısa yol Pazaryeri’nden geçmekte idi. Osman Bey Osmanlı devletini kurduktan sonra İnegöl’e (ANGELO KOMA) ve verimli ovalara ulaşmak ve fethetmek amacı ile batıya yöneldi.”Ermeni Derbendi” denilen bugünkü Pazaryeri’nin civarından geçen yolu kullandı. Bu isim Osmanlılar tarafından Ahı dağına verilen “Ermenek” isminden geldiği sanılır. Adı geçen yol Söğüt-Bozüyük’ten gelir “Karani Derbendi”nden (Bu derbent bugün Pazaryeri’ne bağlı Karaköy civarındadır.) geçip Pazaryeri’ne vardıktan sonra Ahi Beli/Büyük Derbent/Nazif Paşa köyü civarında Ahi dağını kuzeyden aşardı. Küçük Derbent/Bahçesultan köyünden geçerek Kurşunlu yolu ile İnegöl’e ulaşırdı. Osman Bey buraları fethettikten sonra III. Oğlu olan Yahşi Pazarlu Bey’e iskan ve idare etmesi amacıyla Pazaryerini ve havalisini verdi. Bu bölgenin ismini Yahşi Pazarlu Bey kendi adını taşıyan “PAZARLUCUK” ismi ile değiştirdi. Bu isim zamanla “Pazarcık”a dönüştü.
Osmanlılar döneminde önemli ticaret ve askeri yolların üzerinde olduğu için Avrupalı seyyahlar Anadolu’ya giderlerken Pazaryeri’nden geçerlerdi. 17.yy’da İran seferine çıkan IV. Murat’ın sadrazamı Kara Mustafa Paşa ordusu ile birlikte askeri yol üzerinde olan Pazaryerine uğramış ve konaklamıştır. Buraya kendi adını taşıyan cami ve külliyeyi yaptırmıştır. Fakat bu cami Yunan işgali sırasında yıkılmış yalnız tarihi minaresi kalmıştır. Caminin yerine yenisi yapılmıştır. Pazaryeri 19. yy’ın sonlarına kadar Hüdavendigar (Bursa) livasına (vilayet) bağlı bir nahiye idi. 1852te (H.1301) Pazarcık adı ile Ertuğrul (Bilecik) livası merkez kazasına bağlı nahiye merkezi oldu. Rumeli’den Kafkaslardan gelen göçmenlerin ve Yörüklerin buralara iskan edilmesiyle Pazaryeri’nin nüfusu artmış. Çok renkli ve gelişmiş bir kültür alt yapısı oluşmuştur.
OSMANELİ :
Osmaneli, İstanbul-Bağdat-Mekke yolu üzerinde bulunmaktadır. Avrupa’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Avrupa’ya giden kavimler, ordular ve aşiretler buralardan geçmişlerdir. Hititler, İyonlar, Yunanlılar, Traklar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular ve Osmanlılara ait tarihi kalıntılar bulunması; Osmaneli’nin çok eskiden beri yerleşim yeri olduğunu göstermektedir. Osmaneli’nin hemen kuzeyinden akan Göksu çayı, ilkçağlarda Mela ya da Gallos Aşağı Sakarya’nın bir kolu olan bu ırmağın kaynakları antik Modrene kenti yakınlarında olup Adapazarı’nın biraz kuzeydoğusundan Sakarya’ya kavuşan bugünkü Mudurnu çayıdır.) adıyla anılıyordu. Bu nedenle kentin ilk adı Anadolu’nun yerli halklarından Luwilerin dilinde Melawana, Mela halkının kenti olarak anılmıştır. Helenleşme çağında kentin adı Melagina’ya dönüşmüştür. Daha sonraki dönemlerde Lefke olarak tanınan kent, ismini eski Helence Leukai “AKKAVAKLIK” deyişinden almıştır. Sözcük LEFKE olarak söylenmekteydi.
Kent adının Luwice olmasından, en azından M.Ö.2000’li yıllardan beri yerleşime sahne olduğu sanılmakla beraber, ilçe yakınlarında bulunan (istasyon mevkii üzeri) Trak mezarı kalıntısından da anlaşılacağı üzere yerleşimin kesin olarak M.Ö. 1000 yıllara uzandığı söylenebilir. İlk Çağ’da küçük bir kent olan Osmaneli, Ortaçağ’da önemli bir merkez oldu. İstanbul’dan Arap ve İran sınırına giden en önemli Bizans sefer yolu üzerindeydi. İznik ve Kastamonu yönünden gelen ana yolların merkezinde önemli bir konaklama yeri olmuştur. İznik’in doğu yönündeki kent kapısının adı LEFKE kapısıdır. Bu da İznik’ten doğuya giden yol üzerindeki ilk merkezin Lefke olduğunu göstermektedir. 1308 yılında Osman Gazi tarafından fethedilerek Mekece ile birlikte Lefke de Osmanlı ülkesine katılmıştır. Osmanlı döneminde önemli bir geçit yeri olmuş, ticari, seferi ve Hac yolu üzerinde menzil noktası olarak önemini korumuştur. Lefke’ye İstanbul’dan gönderilen Cebecioğlu adlı bir yeniçeri ağası serdar olarak atanmış ve uzun yıllar bu aile tarafından yönetilmiştir.
EVLİYA ÇELEBİ SEYAHATNAMESİ’NDE LEFKE’Yİ ŞÖYLE ANLATIYOR
“Köy halkı buraya Lefke derler. Bursa toprağında ve eski Bursa krallarının yapısındadır. Sonra Osmanlıların ilk beyi olan Osman bey burayı Rumlardan almıştır. Kalesi dört köşe, küçük harap ve viranedir. Kendisi 150 akçalık kazadır. Yetmiş pare kadar köyleri vardır. Kadısına senede üç kese has olunur. Ayrıca hekimi vardır. Şehri Sakarya kenarında olup bağlı bahçeli, altıyüz evli, beş camili, dört hanlı, hamamlı, mektepli, küçük çarşılı şirin bir kasabadır. Sipahi kethüda yeri, yeniçeri serdarı vardır. Nakib-ül-eşrafı (hükümetçe tayin edilen din işleri memuru) ve şeyhülislamı yoktur. Lakin bilginleri ayan eşrafı vardır. Birer buçuk okka gelir sulu Ayvası olur ki, Allah bilir dünya yüzünde benzeri yoktur. Ayva perverdesi (Ayva şırasından yapılan tatlı), Ayva reçeli dünyaca meşhurdur. Sakarya üzerinde uzun ve ahşap büyük bir köprüsü vardır ki ibretle seyrolunur.” Bu şirin yerleşim, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in anısına saygıyla, 1913 yılında OSMANELİ adını almıştır.
Kurtuluş savaşında İstanbul ile Ankara arasında bir geçit yeridir. Bu yıllarda kurtuluş savaşımızın bazı ünlüleri Geyve-Osmaneli demiryolunu kullanmış, burada konaklamışlardır. Lefke işgalden Abdurrahman ÖZGEN komutasındaki Kuva-i Milliye süvarilerince kurtarılmıştır. Lefke, Osmanlı döneminden beri önemli ipekböcekliği merkezi olmuştur. İpekböcekçiliğinin çok yaygın olmasına istinaden yerleşimin adının “İPEK İLİ” olması da düşünülmüştür. Osmaneli, 30 NİSAN 1926 yılında BİLECİK iline bağlı bir ilçe olmuştur. Kaynak: http://www.osmaneli.bel.tr/index.php/osmaneli/tarihcemiz
Bilecik Ulaşımı
Demiryolu : Bilecik İli coğrafi konumu itibariyle Marmara Bölgesi’nin Anadolu’ya açılan kapısı niteliği taşımaktadır. İstanbul-Ankara demiryolu bağlantısı üzerinde bulunan Bilecik İli, İstanbul-Eskişehir karayolunun 236. km sinde yer almaktadır. İstasyon Bilecik Merkezine 5 km mesafededir. Şehiriçi dolmuşları 5 dakikada bir şehir içine hareket etmektedir.
Havayolu : İlimizde havayolu bulunmamaktadır. En yakın havayolu Bursa ili, Yenişehir İlçesinde İlimize 50 km mesafededir.
Karayolu : İl’in komşu illere ve Marmara Bölgesi’nin diğer illerine olan karayolları mesafeleri; Bilecik Merkez’in başkent Ankara’ya olan karayolu mesafesi 313 km, İstanbul İli’ne olan mesafesi ise 250 km’dir. Komşu il merkezlerinden en yakın il merkezi olan Eskişehir’e uzaklığı 80 km, aynı zamanda bölge ili olan Bursa İl Merkezi’ne uzaklığı 95 km olup, diğer komşu il merkezlerinden kuzeyde Sakarya’ya 102 km, güneyde Kütahya’ya 110 km, kuzeydoğuda Bolu’ya ise 216 km mesafede yer almaktadır.
Bilecik Otogar Tlfn: 0.228 212 84 14 – 55 51
KAMİL KOÇ Bilecik Otogar Tlfn: 0.228 21252 53- 52 54
BUZLU Bilecik Otogar Tlfn: 0.228 212 12 73
İSMAİL AYAZ Bilecik Otogar Tlfn:228 212 90 00- 228 4442626
YÜKSEL TURİZM Bilecik Otogar Tlfn: 0.228 212 43 85
Ali ÖKSÜZ Firmalar Yüksel Trizm Yalova Seyehat Kütahyalılar Göltur Seyehat Denizli Seyehat Pamukkale Seyehat Aksel Seyehat Kütahya Astur Kontur Seyehat Bilecik’ten;Söğüt-Gölpazarı-Yenipazar-Pazaryeri ilçelerine ulaşım için; Tlfn: 0 228 212 43 85
Bilecik’ten; Bozüyük İçin; Tlfn: 0 228 212 76 15
Bilecik’ten Osmaneli için ; Tlfn: 0 228 212 58 03
Denizyolu : İlimizde Denizyolu bulunmamaktadır.
Bilecik Yeryüzü Şekilleri ve Bilgileri
Sakarya Nehri : [Nehir] , Nehir kenarlarında seracılık çok gelişmiştir. Piknik, kamp ve karavan turizminin yanında amatör balık avcılığı da yapılmaktadır. Nehrin il sınırları içindeki uzunluğu 80 km.dir.
KAMÇI YAYLASI : [Yayla] , Pazaryeri ilçesinin Bozcaarmut köyü yöresindeki yayla çam ormanları ile önem taşır. Kamp ve dinlenme yeri olarak kullanılmaktadır.
DODURGA BARAJ GÖLÜ : [Baraj Gölü] , Bozüyük ilçe merkezine yaklaşık 20 km. uzaklıkta Dodurga kasabasının 2 km güney batısında yer alan DSİ’ye ait baraj ve çevresi dinlenme ve kamp yapmaya elverişlidir.
KIZILDAMLAR BARAJ GÖLETİ : [Baraj Gölü] , İlimiz Merkez Kızıldamlar köyünden 9 km mesafe de bulunan Baraj Göleti sulama hizmeti vermektedir.
KINIK ŞELALESİ : [Şelale] , Bilecik-Bursa karayolunun Kınık köyü Alamandere mevkiinde bulunan şelalenin il merkezine uzaklığı 25 km.’dir
İNHİSAR MAĞARASI : [Mağara] , İlçe merkezindeki İnkaya tepesinin kuzey yamacında bulunan mağara Sakarya nehrine ve İnhisara tepeden bakmaktadır. 350 metre rakımı olan mağaranın uzunluğu 170 m, derinliği ise 40 m’ye ulaşmaktadır.
ÇİÇEKLİ YAYLA : [Yayla] , Bozüyük İlçe Merkezine yaklaşık 32 km. uzaklıkta yüksekliği 1906 metre olup, Endemik bitki “Çimtien” sadece Çiçekliyayla’da yetişmektedir.
SOFULAR YAYLASI : [Yayla] , Bozüyük ilçe merkezine 25 km. uzaklıktaki çam ve köknar ağaçlarıyla kaplı olan yaylanın yüksekliği 1600 metredir .Kış ve yayla turizmi açısından önemli olan yayla 104 ha açık alana sahiptir.
GÜNYURDU BARAJ GÖLÜ : [Baraj Gölü] , 2007 yılında sulama amaçlı yapılan gölet hem doğal güzelliği hem de olta balıkçılığı açısından ilimizin en nadide mesire yerlerindendir.
KÖMÜRSU YAYLASI : [Yayla] , Bozüyük ilçe merkezine 28.km. uzaklıkta Köknar, Karaçam,Kayın,Ardıç ağaçları ve envai çeşit çiçeklerle kaplı olan yayla kamp ve trekking turizmi amaçlı kullanılmaktadır.
SUUÇTU ŞELALESİ : [Şelale] , Yenipazar ilçesi, Yukarı Çaylı Köyündeki şelalenin çevresi ilgi çekicidir. Hafta sonları piknik alanı olarak kullanılmaktadır.
YENİPAZAR GÖLETİ : [Baraj Gölü] , İlçe Merkezine 3 km mesafede bulunan gölet sulama amaçlı yapılmış, olta balıkçılığına da elverişlidir.
Pelitözü Göleti : [Gölet] , Etrafı çam ağaçları ile kaplı olan gölet, il merkezine 7 km. uzaklıktadır. Ulaşım kolaylığı ve geniş bir alana sahip olması nedeniyle özellikle hafta sonları büyük ilgi görmektedir.
HARMANKAYA KANYONU : [Kanyon] , Bir doğa harikası olan kanyonun uzunluğu 3 km.yi bulmaktadır. Özellikle dağcıların ve trekking yapmak isteyenlerin uğrak yeri olan kanyon, ildeki keşfedilmemiş gizli turizm hazinelerindendir.
Bilecik tarihçesi
BİLECİK İSMİ NEREDEN GELMEKTEDİR?
İlin bilinen eski isimleri arasında Agrilion ve Belekome’yi görmekteyiz. Prof. Dr. Bilge UMAR “Bithynia” adlı kitabında Agrileion / Belo Kome / Bilecik adı hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: “Agrilion/Agrileion adının öz biçiminin Akr(a)-ilion olduğunu kesin güvenle görebiliyoruz. Bu, ‘dorukların boğaz yeri’ anlamını belirtir. Bilecik kentinin atası olan yerleşimin son Bizans çağındaki adının Belo Kome olduğunu bilmekteyiz. Yani o kome (köyün) lokalizasyonu konusunda bir duraksama yoktur; köy, tarihçi Pakhymeres’in yapıtında anılmaktadır. Fakat Belo adının o dilde bir anlamı yoktur. Ramsay’e göre (s.227 No.17) Belo Kome adı, Türkçe Bilecik adının Rum ağzına uydurulmuş biçimidir. Oysa Bilecik sözcüğünün sondaki –cik takısı dışında Türkçeyle bir ilgisi yoktur. Türkçede anlamı yoktur. Bele Kome adı (Vilo Komi okunur), bazı bilgi kaynaklarımızda, örneğin (Devlet yayını) Türk Ansiklopedisi’nin Bilecik maddesinde, Bele Kome diye aktarılıyor. Bele (Vile) adının Türk ağzından önce Vile-cik, sonra Bilecik olması doğaldır. Bu ad, Thrak kökenli Bithyn dilinden ya da (yine Thrak kökenli) Phyrg dilinden gelmiş olmalıdır. Gerçekten, Bizans İmparatorluğu’nun Thrake (Trakya) ilinde, Iustinianus döneminde (527–565) kurulan bir kale, Beledina adını taşıyordu.”
Aynı şekilde Anadolu’yu gezen A. Körte, şehrin 2,5 km. güney-batısına düşen Selöz yolu üstündeki Beşiktaş tepede kurulu Agrilium isimli bir kentten söz etmektedir. Yine yöreyi gezen Goltz da Beşiktaş tepedeki nekropol (mezarlık) ve yolun solundaki antik kentten söz ediyor. Beşiktaş tepede bulunan birkaç arkeolojik kalıntı (anıt mezar, tümülüs, aquadükt, su kanalı), özellikle bir lahit (Koç Müzesi’nde bulunan Beşiktaş Lahdi) ile Gülümbe Agrilium kentini kanıtlar niteliktedir.
Daha sonraki dönemlerde Bilecik’i bir Bizans kenti olarak görüyoruz. Doğu Roma (Bizans) döneminde Belekoma ismiyle bilinen kent, şimdiki Bilecik’in doğusunda, Hamsu ve Tabakhane dereleri arasındaki bir kaya çıkıntısı üzerinde inşa edilen kale çevresinde kurulmuştur.
Bilecik adının nereden geldiğiyle ilgili halk arasında da söylene gelen farklı hikâyeler vardır. Şöyle ki; Anadolu’ya doğudan gelen bir topluluk Bilecik yöresinde kendilerine bir yerleşim yeri arar. Kentin kurulacağı yeri belirleyip temellerini kazarken ilginç bir olayla karşılaşırlar; kullandıkları araçların bıraktıkları yerden başka bir yere taşınmış olduğunu görürler. Aynı olay birkaç kez tekrarlanınca topluluğun yaşlı üyelerinden biri araçların bulunduğu yeri göstererek “bileydik” kentin temellerini buraya atardık” der. Söylentiye göre bu ‘Bileydik’ sözcüğü zamanla değişerek Bilecik olmuştur. Yöredeki yaşlıların anlattığı ikinci bir söylentiye göre de; Osman Bey, çevredeki kasabaların fethine çıkmadan önce yiğitlerine ‘kılıçlarını iyi bileylemelerini’ söylermiş. Böylece Osman Gazi’nin ‘bileyleme’ sözü zamanla değişmiş ve Bilecik olmuştur.
ANTİK ÇAĞDA BİLECİK
Bilecik’te ilk yerleşim M.Ö 3000 yıllarına kadar uzanmakta ve günümüze kadar kesintisiz bir şekilde gelmektedir. Anadolu’da Tunç Çağına geçiş sürecinde önemli bir yeri olan Bilecik’ten İ.Ö.3000’lerde tunç yapımı için kalay çıkarıldığı bilinmektedir. Nitekim Bilecik ve çevresinde birer Tunç Çağı yerleşimi olan höyüklerin ve arkeolojik alaların varlığı bilinmektedir. Merkezde Yıllık Höyük, Bozüyük ilçesi Dodurga kasabasında Çokçapınar Höyük ve Gavurtepe, Söğüt ilçesinde Oluklu Höyük ve Zemzemiye Köyü Arkeolojik Buluntu Alanı olarak bilinen yerlerde Tunç Çağı’na ait kalıntıların varlığı gözlemlenmektedir.
Siyasi ve kültürel gelişimi, Anadolu’nun geneliyle paralellik gösteren il, M.Ö.2.binde Hitit, ardından da İ.Ö.1200’de Frig egemenlik bölgeleri içerisinde kalmıştır. Bu süreçte Bilecik, hem maden ticareti dolayısıyla hem de Trakya ve Anadolu arasında bir geçiş noktası olması nedeniyle, hızlı gelişen bir yerleşim merkezi olmuştur. Frigler zamanında bölgeye hayat veren Sakarya ırmağının adı Sangarios (ulu ırmak tanrısı) olarak bilinmektedir. Bilecik’in yer aldığı bölge Phrygia Epiktetos, Trakyalı Bithynialılar ülkesi olarak adlandırılmıştır.
M.Ö. 6. yüzyılda Anadolu’nun neredeyse tamamını istila eden Perslerin egemenliğinde Daskyleion Satraplığı’na bağlı olan bölge, Perslerin ortadan kaldırılmasının ardından kurulan ve merkezi Nicomedia (İzmit) olan Bithynia Krallığı’nın (M.Ö.280/M.Ö.74) sınırları içinde kalır. Bilecik’in bu yüzyıllardaki hayatı bağlı bulunduğu krallık dolayısıyla Bithynia bölgesinin genel tarihi içerisinde gösterilmektedir.
Bithynia Kralı IV. Nikomedes, Roma’nın imkânlarından faydalanmak gayesiyle M.Ö.74 yılında Bithynia’yı Roma İmparatorluğuna bağlamış ve bu bölge Roma’nın Asya Eyaleti olmuştur. Bölgede Domitianus (M.S.81–96), İmparator Traianus (M.S.98–117), İmparator Hadrianus (M.S.117–138) dönemlerinde önemli gelişmeler sağlanmış ve Bilecik sınırları içerisinde bazı yerleşim yerleri kurulmuştur. Bilecik merkezinde, güneydeki Beşiktaş mevkiindeki dorukların boğazı anlamına gelen Agrilion (Akra-ilion) ve Pazaryeri’nde Armenokastron. Medetli ile Üyük Köyü civarında Chogeae, Selçik Köyü ile Osmaneli arasında Midum (Modrene). Çay Köy ile Himmetoğlu civarında Tottain (Tataovion) ve Attavion, Nesimhocalar ile Sarıhocalar köyleri civarında Protunica, Osmaneli ilçe merkezinde Leukai (Lefke), Çay Köy’de Dableis (Dablai),Arıcaklar Köyü yakınında Tataion ve Gölpazarı civarında Emporion (Pazaryeri) antik kentleri kurulmuştur.
Roma İmparatorluğu’nun M.S. 395 yılında ikiye ayrılmasıyla birlikte Bithynia Bölgesi ve Bilecik Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) sınırları içerisinde kalmış ve Bilecik tekfurluk olmuştur. Bu dönemde de yeni yerleşimlerin kurulduğu ya da eski yerleşimlerin gelişerek yaşamını sürdürdüğü görülür. Belekome, Malagina ve Mesonesos önde gelen ve adlarına sık rastlanan Bizans yerleşimleridir. Abbasi Halifesi Harun Reşid döneminde (797 yılında) Bithynia bölgesinin diğer şehirleri gibi Bilecik ve Söğüt civarı da fethedilerek Abbasi idaresi altına girmiştir. Çevresi kale ile korunan Belekoma kenti, tarih içerisinde Bizanslılar-Emeviler ve Bizanslılar ve Abbasiler arasında bir kaç kez el değiştirmesine karşın bölgede Bizanslı Beyler egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Bilecik, Bizans’ın ileri bir karakolu olarak sık sık Selçuklu akınlarına hedef olmuş ve 11–13. yüzyıllar arasında Bizans-Selçuklu mücadelesine sahne olmuştur.
OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA BİLECİK
1071 Malazgirt Savaşından sonra Anadolu fatihi ve Anadolu Türk devletinin kurucusu Selçuklu Kutalmışoğlu Birinci Süleyman Şah’ın ordularınca Bilecik fethedilmiş; Birinci Haçlı Seferinde ise Bilecik yeniden Bizans tarafından alınmıştır. Selçukluların bir boyu olan Kayıların bir bölümü (400 çadırlık bir oba) Ertuğrul Gazi yönetiminde batıya doğru yer değiştirerek Söğüt ilçesi ve çevresine gelmişlerdir.
Osmanlı vaka-i namelerinde Kayıların Söğüt ve çevresine yerleşme tarihi olarak 1230’lu yıllar gösterilmektedir. 1231 yılında İznik İmparatoru, Selçuklu sınırına tecavüz edince Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat Bizanslılara karşı bir sefer düzenlemiş, Ertuğrul Bey de bu sefere bir akıncı olarak katılmıştır. Selçuklu ve Bizans orduları arasında Sultanönü mevkiinde meydana gelen savaşın sonucunda Bizans ordusu yenilmiş, Karacadağ ve Söğüt dolayları Büyük Selçuklu Devleti’nin eline geçmiştir. I. Aleaddin Keykubat Belekoma (Bilecik) Tekfurunu vergiye bağlamış; savaşta büyük yararlıklar gösteren Ertuğrul Bey’e Söğüt’ü mülk, Domaniç’i de yaylak olarak vermiştir. Ertuğrul Gazi’nin 1281 yılında vefat etmesi ile oğlu Osman Bey’in yönetiminde Söğüt uç beyliğinin kurulması (1284) hem bölge hem de dünya tarihi açısından bir dönüm noktası olmuştur.
Babasının yerine geçen Osman Bey 1286 yılında İnegöl yakınındaki Hisarcık kalesini Bizanslılardan alır; 1287 yılında da İnegöl Tekfuru’nu Domaniç yakınlarındaki İkizce’de (Erice) yenilgiye uğratır. Osman Bey ve silah arkadaşlarının Bizans Tekfurları ile olan savaşlarını izleyen Selçuklu Sultanı III. Alâeddin Keykubat büyük bir ordu ile Karacahisar önlerine gelmiş, Osman Bey’in kuvvetleriyle birleşerek Bizans’ın elindeki bu kaleyi kuşatmıştır. Kuşatma sürerken Selçuklu Sultanı geri döner. Osman Bey’e bir sancak, tuğ, âlem ve gümüş takımlı bir at göndererek Söğüt ve Eskişehir’i de içine alan bu sancağı Osman Bey’e verir. Karacahisar’daki Rum kilisesini camiye çeviren Osman Bey ilk kez kendi adına hutbe okutmuştur ki (1289) bu olaylar Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk işaretleri olarak nitelendirilmektedir.
O tarihlerde henüz Türklerin elinde olmayan ve bir Bizans kenti olan Bilecik’in Osman Bey tarafından fethi ise 1299 yılında Belekoma kalesinin ve Yarhisar’ın fethedilmesiyle olmuştur.
Bilecik, Yıldırım Bayezid dönemine kadar Osmanlı yönetiminde kalmış ancak 1402 yılında Ankara meydan savaşında Bayezid’in Timur’a yenilmesi sonucunda 2 ay kadar Timur’un hâkimiyetine geçmiş ve Çelebi Sultan Mehmet tarafından geri alınmıştır. Bu tarihten sonra, Osmanlı yönetimi sırasında Bilecik giderek gelişmiş, ancak, şehrin kurulu bulunduğu alanın iskân için uygun olmaması daha hızlı gelişmesini engellemiştir. Bununla birlikte Bilecik, Bursa ve İznik’ten Eskişehir’e ve Anadolu içlerine giden yol üzerinde önemli bir konaklama ve dinlenme yeri olarak önemini korumuştur. Bilecik Trakya ve Marmara bölgelerini İç, Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgeleriyle Ön Asya’ya bağlayan İstanbul-Bağdat demiryolu kenarında kurulmuştur. Roma ve Bizanslılar zamanında kent merkezinin küçük bir yer olduğu sanılmaktadır. Türklerin eline geçtikten sonra önem kazanmıştır. Osman Gazi’nin fethettiği ilk önemli kale olması ve Şeyh Edebalı Türbesi’nin burada bulunması, şehre olan ilgiyi artırmıştır.
MİLLİ MÜCADELEDE BİLECİK
Ana hatları 24 Nisan 1920’de San Remo Konferansı’nda kararlaştırılan Sevr Antlaşması, 11 Mayıs 1920’de incelenmek üzere Osmanlı Hükümeti’ne verilmişti. Antlaşmanın kabulünü kolaylaştırmak ve Sevr hükümlerini uygulamak üzere, İtilaf Devletleri’nin teşvik ve desteği ile Yunan ordusu 23 Haziran 1920’de Anadolu’da ve Trakya’da saldırıya geçti. Bursa’nın, Balıkesir’in, Uşak’ın ve Nazilli’nin ardı ardına işgali ile Sevr’in uygulanmasını sağlamak ve antlaşma maddelerinde herhangi bir değişikliğe meydan vermemek bu saldırıda esas amaç olmuştu.
Sultan Vahidettin’in başkanlığında toplanan Şüra-yı Saltanat 22 Temmuz 1920’de “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih edilmeğe değer” görerek antlaşmanın onanmasına karar vermişti. Tevfik Paşa’nın, Türk topraklarını parçalayan, milli şeref ve haysiyetle bağdaşmayan bu antlaşmayı imzalamaması üzerine Damat Ferit Paşa tarafından görevlendirilen Reşat Halis Bey, Hadi Paşa ve Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey Sevr Antlaşması’nı 10 Ağustos 1920’de imzaladılar. Sevr Anlaşmasını ulu önder Atatürk ve yüce Türk Milleti hiçbir zaman kabul etmemişti.
Nitekim Atatürk, idealist arkadaşlarının kılavuzluğunda Ankara’da çağdaş bir parlamento kurarak padişahı devre dışı bırakmış, özgürlük ve bağımsızlığa doğru bilinçle ilerlemekteydi. Karar kesindi; düşmana karşı bir ölüm kalım mücadelesi başlatılacak, düşman ülkeden atılacak ve peşinden modern bir Türk Devleti kurulacaktı.
Anadolu’daki bu kararlı hareket, İstanbul’da padişah yönetiminde büyük bir panik yaratmıştı. Bab-ı Ali hükümeti Kuva-i Milliye hareketlerini bastırmaya çalışmış fakat bunda başarılı olamamıştı. Nitekim damat Ferit Paşa kabinesi bu yüzden istifa etmek zorunda kaldı. Yeni hükümeti Tevfik Paşa kurmuştu.
Tarihi Bilecik Mülakatı (Görüşmesi)
İstiklal Savaşında T.B.M.M. hükümeti ile İstanbul’da bulunan hükümet arasında ortaya çıkan ihtilafı gidermek amacı ile İstanbul’daki Tevfik Paşa hükümeti adına Dâhiliye Nazırı Ahmet İzzet Paşa, Ankara Hükümeti ile bir görüşme yapmak istedi. Görüşmenin Bilecik İstasyon binasında yapılması kararlaştırıldı. Heyetler 1920 yılının 5 Aralık günü Bilecik İstasyon Binası’nda bir araya geldiler. İstanbul Heyeti Ahmet İzzet Paşa, Salih Paşa, elçilerden Cevat Bey, Ziraat Nazırı Kazım Bey, Hukuk Danışmanı Münir Bey ve Hoca Fatih Efendi’den oluşmuştu. Ankara heyetine ise Mustafa Kemal Paşa başkanlık etmişti. Heyette İsmet Bey (İnönü) de bulunuyordu. Bilecik Mülakatından olumlu ve somut bir sonuç elde edilememiştir.
Atatürk’ün Kendi Anlatımıyla Bilecik Mülakatı
“Saygıdeğer Efendiler, müsaadenizle bu hikâyeyi şimdilik burada bırakacağım. Aynı günde, yani 5 Aralık 1920’de Bilecik istasyonunda bekleyen Ahmet İzzet Paşa Heyetine temas edeceğim: Hatırınızdadır ki, İzzet Paşa’nın istek ve teklifi üzerine, kendileriyle Bilecik’te görüşülmesine karar verilmişti. Heyet, ayın dördünden beri beni Bilecik istasyonunda bekliyordu. Bu heyet, İzzet ve Salih Paşa’larla elçilerden Cevat, Ziraat Nazırı Hüseyin Kazım, Hukuk Müşaviri Münir Bey’lerden ve Hoca Fatih Efendi’den kurulmuştu. Bilecik istasyon binasının bir odasında birleştik. İsmet Paşa da beraberdi. Görüşme şöyle geçti: Ben, ilk söz olarak ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti Başkanı’ diye kendimi tanıttıktan sonra ‘Kimlerle müşerref oluyorum?’ sorusunu yönelttim.
Salih Paşa, benim maksadımı kavrayamadığı için, kendisinin Bahriye ve İzzet Paşa’nın da Dâhiliye Nazırı olduğunu söylemeye çalışırken, ben derhal, İstanbul’da bir hükümet ve kendilerini o hükümetin üyeleri olarak tanımadığımı; eğer İstanbul’daki bir hükümetin nazırları olarak görüşmek istiyorlarsa, kendileriyle görüşmekte mazur olduğumu bildirdim. Ondan sonra kimlik ve yetki söz konusu edilmeden görüşülmesi uygun bulundu. Konuşmanın bazı safhalarında, Ankara’dan bizimle birlikte gelen bazı milletvekili arkadaşları da bulundurdum. Birkaç saat süren konuşmadan, gelen kimselerin esaslı hiçbir bilgi ve kanaate sahip olmadıkları anlaşıldı. Sonunda, kendilerine İstanbul’a dönmelerine izin vermeyeceğimi ve beraberce Ankara’ya gideceğimizi bildirdim.
II. İnönü Muharebes (23 Mart/1 Nisan 1921):
Birinci İnönü Savaşı’nda yenilen Yunanistan, kurulmakta olan Türk ordusunun gücünü görmüştü. Bu savaş Türklere moral ve itibar sağlamıştı. Bu bakımdan, Türk Ordusu’nun yeterince kuvvetlenmesine fırsat vermek istemeyen Yunanistan, Londra Konferansı’nın sonucunu beklemeden, yeni bir saldırıya hazırlandı. Kral hem itibarını kurtarmayı, hem de Türk Ordusu’nu yok ederek, Türkleri Sevr’i kabule mecbur edebileceğini umuyordu. İzmir’e yeni kuvvetler çıkartıp, Trakya’daki kuvvetlerinin de bir kısmını Anadolu’ya taşıyan Yunanlılar Lloyd George’dan da politik destek aldıkları için durumu kendileri için çok elverişli görüyorlardı.
Hatta Albay Sarıyanis, Samsun ve Trabzon’a da asker çıkartılarak Türk Ordusu’nun iki ateş arasına alınmasını önerdi. Fakat bir milyar drahmiye ihtiyaç duyulan bu hayalden, “Bu kadar para İngiltere de bile yoktur.” düşüncesiyle vazgeçildi. Yunanlılar lehine olan bir önemli durum, Türkiye’nin henüz iç güvenliğini sağlayamamış olması idi. Bir yandan 20–25.000 kişilik Pontus çeteleri, diğer yandan Koçkiri Aşireti’nin ayaklanması cephe gerisini tehdit ediyordu. Asker kaçakları olayları da yeniden çoğalmıştı. Salgın hastalıklar, yiyecek ve ilaç yokluğu Türk Ordusu’nu kırıyordu. Yalnızca soğuktan olan hastalıklardan 9.000’den çok asker bu kış içinde ölmüştü. Askerin sırtına giydirecek, sıcak tutacak elbise bulunamadığı için halk, evlerindeki kilimleri basit bir şekilde dikip orduya veriyordu. Bütün bu yokluklara rağmen Türk Ordusu inançla ve yılmadan hazırlanıyordu. Lloyd George, Yunanlıları uyarmak için, “Alınan önlemleri yeterli görüyorum, hiçbir şeyin talihe ve tesadüfe bırakılmaması gerekir. Çünkü yapılacak taarruz başarısızlığa uğrarsa bundan sonra Türklerle uyuşulamaz.”diyordu.
Yunanlılar 23 Mart’ta Bursa, Uşak, Eskişehir ve Afyon’dan üstün kuvvetlerle taarruza geçtiler. Buna göre Yunan ordusu yararına 7.375 tüfek, 485 ağır makineli tüfek,3079 hafif makineli tüfek, 116 top fazlalık vardı. Türk Ordusu yalnızca 400 kılıç fazlalığına sahipti. Yunan Ordusu’nun ateş gücü açıkça görünüyordu.
Yunanlılar 24 Mart’ta Bilecik’i, 25 Mart’ta Pazarcık yöresini işgal edip İnönü mevzilerini sıkıştırmaya başladılar. 30 Mart’a kadar süren, zaman zaman süngü savaşı halini alan savaşlar sonucu önemli stratejik bir yer olan Metris Tepe Yunanlıların eline geçti. Yunanlılar Güney Cephesi’nde de Refet Bey komutasındaki birliklere saldırmışlar ve Afyon’u işgal ederek ilerlemişlerdi. Oysa Refet Bey yenilgi durumunda olduğunu görmemiş, İsmet Bey’e yardım için Ankara’ya başvurmuştu. Bu sıkışık durumda, T.B.M.M Muhafız Taburu (900 tüfek, 4 makineli tüfek) cepheye gönderildi. Bu kuvvetin gelmesiyle, güçlenen Türk ordusu 31 Mart 1921’de karşı saldırıya başladı.
Türk ordusunun erleri ve subayları insanüstü fedakârlıklar göstererek, komutanlar ön hatlarda çarpışarak, Yunan Ordusu’na büyük kayıplar verdirdi. Bu sırada Ankara, savaşın sorumlusu İngiltere’ye sert bir nota verdi. Fakat daha İngiltere’nin yanıtı gelmeden, Yunan ordusu 1 Nisan tarihinde yenilgiyi kabul ederek çekilmeye başladı. Türk süvarileri Yunan Ordusu’nu takip etti. Refet Bey’in emrindeki süvariler düşman çekilişine ağır kayıplar verdirtti. Fakat Türk Ordusu’nun iki katı kuvveti olan Yunan Ordusu yeterince ezilip yok edilemedi. Savaşın geçtiği birçok Türk şehir ve kasabası tamamen tahrip oldu.
İsmet Paşa, 1 Nisan tarihinde Metristepe’den Ankara’ya telgrafla Yunan Ordusu’nun yenilgisini bildirdi. M. Kemal Paşa İsmet Paşa’ya aynı gün verdiği yanıtta:
“Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Savaşları’nda yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar pek azdır. Ulusumuzun bağımsızlığı ve varlığı, çok üstün yönetiminiz altında şerefle görevlerini yapan komutan ve silah arkadaşlarımızın duyarlılığına ve yurtseverliğine büyük güvenle dayanıyoruz. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz…” diyordu.
İnönü Zaferi, 8 Nisan’da kazanılan Aslıhanlar Zaferi ile tamamlandı. Afyon yönünde ilerleyen Yunan ordusu, İnönü’deki kuvvetlerinin yenilip çekilmesi üzerine Afyon’u boşaltıp çekildiler. Yolda Aslıhanlar’da ağır bir yenilgiye daha uğradılar. Fakat Uşak’ta takviye aldıkları için Türk Ordusu ileri harekâtını durdurdu. İkinci İnönü Zaferi içte ve dışta büyük bir etki yaratmıştı. Türk halkının orduya güveni iyice artmış; İstanbul’da mitingler düzenlenmiş ve Kızılay’a para yardımları yapılmıştı.
Veliaht Abdülmecit Efendi’nin oğlu da Anadolu Savaşı’na katılmak için İnebolu’ya gelmiş fakat isteği Ankara tarafından reddedilmişti.
Dışta ise Yunanlılar ve İngilizler Türk Ordusu’nun gücünü kabul ettiler. Bu kadar kısa zamanda Türklerin bu derece güçlü bir ordu kurmasını mucize olarak nitelendirdiler.
Alman ve Bulgar basını bu başarıya geniş yer vererek kendi halklarının moralini yükseltmeye çalıştılar.
Fransız basını “Eskişehir Savaşı” adını verdiği bu savaşa geniş yer verdi. Türk başarısını övdü. Hatta bazı gazeteler, “Tek bir çözüm var: Samimiyetle Türklerin bağımsızlığını tanımak, İzmir’i Edirne’yi vermek…” diye yazarak büyük gerçeği dile getiriyordu.
Türklerin bu savaşta 1.493 şehit, 2.740 yaralı ve 76 esir kayıplarına karşılık, Yunan Ordusu’nun kaybı 15.000’den çoktu. Bunların 6.000’i İnönü’de, 5.000’i Gündüzbey’de, 5.000’i de İnegöl-Pazarcık arasında öldürüldü. Ayrıca yüz kadar ağır, 200 hafif makineli tüfek ve önemli sayıda cephane, 10 otomobil, 2 uçak kaybettiler. Fakat düşman geri çekilirken, sivil halktan çok kimseyi öldürdü, köy ve kasabaları intikam için yaktı. Ankara, bu durumu tespit etmek için bir “Tahkikat Heyeti” gönderdi. Dış basından gözlemciler çağrıldı. Batı ve Doğu Trakya’da da Türklere karsı büyük baskı yapıldı. Türklere karşı Trakya’da katliam girişimleri İtilaf Devletleri’nin (İtalya ve Fransa) araya girmesiyle engellendi.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE BİLECİK
Kurtuluş Savaşından çok büyük yaralar alarak çıkmış olan Bilecik, savaşın getirdiği sosyal ve ekonomik çöküntü nedeniyle Cumhuriyet dönemine çok güçsüz başlamıştır.
Bilecik halkı Kurtuluş Savaşına tüm varlığı ile katılmış, gerek milis kuvvetleri ve gerekse düzenli ordularımıza onbinlerce evladını vermiştir. Bilecik, Kurtuluş savaşından yanmış, yıkılmış; tam bir enkaz halinde çıkmıştır. 1920’lerde 12.000 olduğu tahmin edilen şehir nüfusu, savaştan sonra 4.000’e kadar inmiştir.
Savaştan önce Bilecik, bölgenin en önemli ipek endüstrisi merkezi olup; şehirde çok sayıda ipekçilik tesisi ve ipek kadife üreten fabrika bulunmaktaydı. Ancak, çıkan yangınlarda bu fabrika ve tesislerin tümü yanmıştır. Bu arada diğer fabrika ve işyerlerinin de yanmış olması il ekonomisini çökertmiştir. Cumhuriyet döneminde sosyal ve ekonomik yaralarını sarmaya çalışan Bilecik’in ilk gelişmesi tarım faaliyetlerde olmakla beraber bunu 1970 yıllarından başlayarak endüstriyel gelişme izlemiştir.