Beşiktaş’ın Çarşı grubu denildiğinde akla gelen ilk isim hiç şüphesiz Alen Markaryan’dır. 1990’dan geçtiğimiz yıla kadar, ara vermeksizin Çarşı’nın tribün liderliğini yürüten Alen; konuşmaları, verdiği konferanslar ve spor yazarlığı gibi farklı kimlikleriyle de bir amigodan çok daha öteye geçti. O artık sadece bir spor yazarı ve Beşiktaş için farklı hedefleri var; yöneticilik gibi! Gezi Parkı olayları sırasında Çarşı’nın adını hep duyduk ama Alen Markaryan’ın adını hiç duymadık. Şimdi konuşma sırası onda… “Çarşı, Gezi Parkı’nda olmamalıydı!” diyen Markaryan, “Beşiktaş’ı seven insan, tribünde siyaset yapmaz!” şeklinde devam ediyor…
EGOLARINI TATMİN ETTİLER
Beşiktaş’taki restoranı Alenî’de görüştüğümüz Alen Markaryan: “Beşiktaşlı olmayan birisinin benimle omuz omuza yürümesine karşıyım! Senin isminin altına insanlar giriyor ve kendi egolarını tatmin ediyor.”
Çarşı grubu amigoluğundan neden geriye çekildiniz?
Bu, aşağı yukarı 4-5 senedir zihnimdeydi. En tepeye çıktığınızda, herkes sizi seviyorken bir şeyi bırakmalısınız. Bu düşünceyle yola çıktım. Her seferinde “Tribün sensizliğe hazır değil. Bu seneyi de atlatalım” denile denile 50 yaşıma merdiven dayadım. Benim Beşiktaş’a dair başka hedeflerim var.
KEDİ BİLE BİZDEN SORULUR!
Ne gibi?
Beşiktaş kulübünün herhangi bir biriminde görev almak, yönetim kurullarında görev almak. İyi yaptığım; insanlarla, derneklerle, basınla kurumsal ilişkiler kurmak gibi kafamda bir sürü düşünce var. Yönetim kurulları, başkan adayları, başkanlar; ‘camiadan bir tepki gelir mi’ çekingenliğiyle böyle bir şeyin içine girmek istemiyorlar. Ben Beşiktaş’a hizmet edebileceğimi düşünüyorum. Tribün lideriyseniz, çok farklı insanlarla muhatap olmak zorundasınız, 7/24. Gecenin 12’sinde abisi evden kaçan birisi, “Abi ne olur arasan? Sadece senin telefonunu açar” diyor, telefonda. Bir ara Beşiktaş’ta kedi ölse bize soruyorlardı.
Yöneticiler neden bir taraftar liderinin yönetim kurulunda olmasına soğuk bakıyor?
Bizim camiada tutuculuk ön planda. Bundan mütevellit, eski üyelerin tepkileriyle karşılaşmak istemiyorlar belki de. Benim olduğum yerlerdeki farklı birikimleri istemiyor olabilirler. Geçmiş dönemde, Anadolu derneklerinde gece yapıldığında, “Alen varsa, biz gelmeyiz” diyen yöneticiler biliyorum.
Neden öyle diyorlardı?
Çünkü ben oraya gittiğimde ilgi ve alaka bana yoğunlaşıyor. Bunu yaşamak istemiyorlar. Benim de artık çocuğum büyüyor, onunla ilgilenmem gerekiyor. Yaş bir yere geldi. Fiziken de, zihinsel olarak da yoruluyorsunuz. Özellikle son üç senede tribüncü kimlikler de uzaklaşıyor. Bunların hepsi bir kutuda birikince, geride durmak istiyorsun.
Alen Markaryan, şu an Çarşı’nın neresinde?
Beşiktaş’ta amigoluk silsilesi var.
Siz ne zaman aldınız bayrağı?
Ben çıktığımda amigo yoktu. Aşağı yukarı 10-15 kişi tribünde öne çıkıyorduk. 1990’dan sonra valilik bir karar aldı. Set dediğimiz taşın üzerine bir kişi çıkacaktı. Çok fazla düşen oluyordu. Bir, bir buçuk sene o 100 metrelik taşın üzerine tek başıma çıktım. Bütün kapalı tribünü geziyorduk, taşın üzerinde. Bu döneme gelen kadar birçok şey değişti. Eskiden ara ara bağırılırdı. 2000’li yıllara doğru devamlı tezahürata başlandı. Tüm tribünlere örnek olduk. Alen’in futbol ve futbol dışı aktörlerle ilişkileri hep pozitif olduğu için bu yönde kanaatler oluştu. Ben bir amigo olarak da ilk defa eline kalem verilen, önüne mikrofon konulan insanım. Amigolara “serseri, çapulcu” diye bakanların görüşleri değişti. 6-7 sene içinde 100’e yakın üniversitede panel yaptım.
Gelelim Gezi olaylarına… Orada gördüğümüz Çarşı’daki o siyasi bölünmede, sizin geri çekilmeniz bir etken mi?
Ben hayatımın hiçbir yerinde yamulmadım. Hep dik durmaya çalıştım. Benim bir felsefem var: “Sporun içinde siyaset olmamalı!” Siyasetin her kademesiyle sporun içine girdiği bu dönemde, Beşiktaş da ayrıcalığını göstermeliydi. Siyaseti hiçbir şekilde içinde barındırmamalıydı. Öyle arkadaşlarımız da var zaten; ama…
‘SOL’ DEĞİL SOSYAL MESAJ
Etkili mi olamadılar?
Gezi olaylarına bir ‘sistem’ olarak baktığınızda, sistem bir günah keçisi arıyordu. “TOMA’lar çalındı, vinçler çalındı” denildi. Gezi’ye gidiliyor, devamlı propaganda yapılıyor. Çarşı’nın buralarda olmaması lazımdı. Ben mesela devam ediyor olsaydım, yapılan her haberde çıkar açıklama yapardım. “Biz orada değil, buradayız” diye. Bir açıklama yapılmalıydı, “Tamam ağaçlar kesilmesin diye eylemler yapıldı; ama bu başka bir yere doğru gidiyor. Çarşı bir çevreci olarak destek verdi ama olması gerektiği yere, tribünlere dönüyor” diye. Olmadı! Çarşı, bugüne kadar hep sosyal mesajlar verdi. Sol mesajlar değil! İnsanlık adına. Şiarımız da oydu bizim; kıyıda, kuytuda kalmış insanların sesi olabilmek. Ondan sonraki görev, kollukların. Çizgilerin dışına çıktığınız zaman, mutlaka dışarıdan size cephe açılıyor. Ne kadar iyi olursanız olun. Benim bu fikir ayrılığım, zaten dolmuş olan bardağı taşırdı. İstemiyordum. Çarşı tribünde olmalı ve bu işlere hiç karışmamalıydı.
Bu düşüncenizi beyan ettiniz mi?
Bunu beyan edemem; çünkü aşağı yukarı bir senedir, tribün liderliğinin içinde yokum. Bir konuşma ortamı olmadığı için de hep üçüncü laflarla laflar gidip geldi. Bizim surat ifademize bile bir anlam yükleniyor. O yüzden Taksim’e de çıkmadım. Beşiktaş’a inmedim. Evimden dükkânıma gidip geldim, dedikodulara mahal vermemek için.
Gezi’de ilk üç günden sonra ne oldu, nasıl okudunuz?
Şiddetin her türlüsüne karşıyım. Ben hayatımda karınca ezmedim. Şiddetin olduğu yerde, istişare olmazdı. İki taraf için de geçerli. Devleti karşınıza almak gibi bir lüksünüz var mı? Çarşı bir tribün kültürüdür, bir tribün hareketidir. Asla ve kat’a sokakta olmamalıdır. Evet, mazlumun sesi olabilmelidir; ama sınırları belli olmak şartıyla. Ana tema, bu. Ben 1 Mayıs’ta Çarşı flamasıyla yürüyenlere de karşıyım!
Neden olmamalı?
Çünkü o flamanın altına başka mantalite ve renklerde olan insanlar da giriyor. Ben, Beşiktaşlı olmayan birisinin benimle omuz omuza yürümesine karşıyım! Senin isminin altına insanlar giriyor ve kendi egolarını tatmin ediyor.
GEZİ TRİBÜNDE SÜRÜYOR!
Dün görüştüğümüz Çarşı’nın kurucuları da, Gezi’de, Beşiktaşlı olmayanların Çarşı tişörtüyle dolaşıp “Ben Çarşı’lıyım” dediğini söyledi.
Yeni bir moda var: “Ben Fenerbahçeliyim ya da Galatasaraylıyım; ama yükselenim Çarşı!” Bana çok komik geliyor bunlar. Kendi mecranda egonu tatmin edemiyorsun, başka bir mecrada egonu tatmin ediyorsun ve bundan zevk alıyorsun. Beşiktaş camiasına ve kulübüne, hiç kimse gömlek giydiremez! Beşiktaş kimseye kimlik veremez! Böyle bir şeye her Beşiktaşlı ‘dur’ demeli! Beşiktaş’ı seven insan da, tribün içinde siyaset yapmaz! Yeni bir şey çıktı: “34. dakikada bağırın.”
Tam da onu soracaktım…
Çevik Kuvvet, hesapta, statta flama açmış: “Biz buradayız, Çarşı nerede?” diye. Bu aynı, Gezi olayları sırasında atılan yalan, dolan tweet’lere benziyor! Bilgi kirliliğiyle insanları bir arada tutmak, hengamenin içine atmak, provoke etmek… Bunu bana söylediler, güldüm. Çevik Kuvvet’in flama açması mümkün mü? Bunlara insanlar kanmamalı. Gözlemci raporlarında da var. Statta üç kere,15’er saniye bağırılmış. Zaten esas tribün çocuklarının bağırmadığını da biliyoruz. Bu olaylara karışmadığını da biliyoruz.
Araya giren, sızan insanlar mı var?
Evet; ama bunlar da bitecektir. 34 maçı kovalayacak halleri yok, bu insanların… BİTTİ
Alen, 1990 yılından geçtiğimiz yıla kadar Çarşı tribününü ateşledi
KONUŞA KONUŞA ÇÖZDÜK…
90’LARIN SONUNDA FİKİR AYRILIKLARI YAŞANDI
Çarşı’nın yekpare bir bütün gibi algılanmasında, birleştiriciliğiniz etkili oldu mu?
Her zaman tribünün dengesi oldum. Yüzlerce çeşit insanın ve düşüncenin olduğu yerde, hep “Beşiktaşlılık” kimliğinde birleştirdik insanları. “İnsanların ideolojileri, stattaki turnikelere kadar geçerlidir. Ondan sonraki tek kimlik, Beşiktaşlılıktır” diye her yerde söyledim. Bu söylem de çok tuttu. Bölünmeler çok zaman yaşandı, ama sağduyulu yapımız hep bunların üstesinden geldi.
Hangi dönemlerdi, özellikle?
90’ların sonuna doğru, “sağcı-solcu” ayrışması vardı; ama çok kısa sürdü.
Nasıl önüne geçtiniz?
İki tarafla da oturduk ve konuştuk. Hepsi arkadaşlarımız. Bunların tribüne çok zarar vereceğini konuştuk. Sonra da helalleşildi, siyaset yapılmadı. 1977-78 yılından beri Beşiktaş tribünlerinin içindeyiz. Çocukluğumuz burada geçti. Beşiktaş, dünyadaki iki, üç semt takımından bir tanesi. Taraftarı da öyle. Benim savunduğum ve yöneticilere sürekli dile getirdiğim gibi, “futbolcu-taraftar-yönetici” üçgeninin çok iyi kurulabilmesi gerekiyor. Bunu coğrafi olarak da kanıtladık. “İnönü-Akaretler ve Fulya” üçgeninde, inanılmaz bir başarı yakalanmıştı. Hatta 2003’te 110 metre boyunda bir flama açtık, “Futbolcu-yönetim-taraftar el ele-Hep beraber zafere” diye. O yıl 100. yılımızda büyük bir zafer kazandık.
Şimdi “yönetici-taraftar liderleri” ilişkisini kısıtlamaya çalışıyorlar. Bence tam tersi, bir yöneticiyle tribün liderleri haftada bir gün durum değerlendirmesi yapmalı. Ben bunu başarmıştım. Süleyman Seba döneminde, yöneticilerle durum değerlendirmesi yapardım. Serdar Bilgili, Yıldırım Demirören döneminde de öyle. Yöneticiler de polisle ve emniyetle diyalog halinde olmalı.
Türkiye Gazetesi