Polis göstericiyi öldürürse…

Medya
Mahmut Övür, Nedret Ersanel, Ali Saydam, Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Leyla İpekçi, Akif Emre, Engin Ardıç, Mehmet Barlas, Sedat Laçiner, Nasuhi Güngör, Taha Kıvanç, Mahir Kaynak, Haşmet Baba...
EMOJİLE

Mahmut Övür, Nedret Ersanel, Ali Saydam, Ali Bayramoğlu, İbrahim Karagül, Leyla İpekçi, Akif Emre, Engin Ardıç, Mehmet Barlas, Sedat Laçiner, Nasuhi Güngör, Taha Kıvanç, Mahir Kaynak, Haşmet Babaoğlu, Oral Çalışlar, Okan Müderrisoğlu gündemdeki konuları değerlendirdiler.

Akif Emre / Muhafazakarlığın muhalif hali

Muhafazakarlıkla yerlilik arasında Türkiye sosyolojisi göz önüne alındığında kaçınılmaz bir ilişki olduğunu varsaymak hem çok yanıltıcı hem de o derece karşılığı olan bir çelişkinin formülasyonudur. Zaten bizatihi muhafazakarlığın kendisi çelişkiler içinde var olma halidir. Müslüman zihnin ilahi olanı/kutsalı/emaneti muhafaza etme cehdi ile modern siyasal eğilim olarak muhafazakarlığın davranış kodlarının birbirinden farklı olduğunu belirtmeliyim.

Yerlilik-muhafazakarlık ilişkisi yanıltıcıdır. Türk siyasal hayatının adına muhafazakar denebilen sağ partilerinin tümünün beyin kadrosu, dünya tasavvurları en az Kemalist sol kadar batıcıdır. Sadece büyük kısmı köylülerden oluşan -ve bizzat muhafazakar liderlerin de aşağıladığı- kitleyle iletişim kurmak çabasındandır, bazı değerleri öne çıkarmaları.

Ancak konumuz olan Türk sağının, muhafazakarlık cilasının dökülüşüyle en az sol Kemalistler kadar elitist ve Batıcı cepheyle birleştiklerinden beri yeni muhafazakarlığın şifrelerini okumak daha zor. Yeni muhafazakarların önemli kısmı, en azından çekirdek kadrosunun bir dönem İslamcı retorikten beslenmiş olmaları durumu daha da çetrefilli hale sokuyor. Burada yapılması gereken ayrım, daha çok muhalefetteki muhafazakarlık davranışları ile iktidar olarak muhafazakar/laşmış/lığın kodlarını doğru okumak.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Leyla İpekçi / Benliğin lekeleri

On yedinci asırda yaşayan İslam tasavvuf tarihinin en yetkin simalarından Niyazi Mısri Ege’deki Limni adasında ayağında bukağı ile yıllarca sürgünde yaşamıştır. Malatya doğumlu olan Mısri, Diyarbakır, Kerbela, Mardin, Şam, Kahire, İstanbul, Elmalı, Uşak Kütahya ve Bursa’da yaşamış, iki kez sürgüne gönderildiği Limni’de göçmüştür.

Hazreti Pir Limni’de iken ihvanından beş on kişi hep birlikte kendilerine ziyarette bulunmak üzere İstanbul’dan bir gemiye binerler. Yolda her nasılsa yemek pişirdikleri tencere kaybolur. Kaptan zımmi (gayr-ı müslim)dir. Acaba o saklamış olmasın diye sorarlar. O da biraz sert çıkışınca kavga büyür. Kaptanı döverler. Bir müddet sonra tencere başka eşyaların içinden çıkar.

Sahile yanaştıklarında bir derviş onları beklemektedir. ‘Mısri Efendimiz size haber gönderdi, sakın benim yanıma gelmesinler, nereye isterlerse gitsinler dedi.’ Bu söz üzerine hepsi şaşırır. Başka bir şey sormaya fırsat bulamazlar. Epeyce düşünürler. Sonunda ne olursa olsan Şeyh’imizdir, gider anlatırız diye karar verip utana sıkıla giderler. Daha dergaha yaklaşmadan yine derviş gelir. Evvelki emri tekrar eder.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

İbrahim KaragüI / Ismarlama terör ve Alman etkisi

Birkaç gündür Okmeydanı’nda olanlar tamamen bir ısmarlama terördür.

Son bir yıldır Türkiye’de yeni bir ulusal güvenlik sorunu inşa etmeye dönük çalışmaların parçasıdır. Çözüm Süreci’ne yönelik çalışmaların toplumsal destek bulmasından sonra, PKK’nın bıraktığı boşluğu doldurmak için bir tür ikame proje yürütülmektedir ve ortada bir terör ihalesi vardır.

İşin daha da toplumsal görüntüsü şudur: Kürt sorunu yerine bir Alevi sorunu inşa edilmek istenmektedir. Türkiye’nin barış ve istikrarına yönelik çok ciddi bir müdahale söz konusudur. Daha yaygın ve toplum geneline yayılmış çatışmalar planlanmaktadır.

Gezi eylemlerinden bu yana söz konusu proje adım adım uygulanmaktadır. Gezi’deki kısmen toplumsal muhalefet, ihaleyi alan örgütün merkezi bir rol üslenmesiyle dağılmıştır. Öyle ki; siyasi iktidarı hedef alan geleneksel muhalefetin yerine ikame edilmek istenen yeni muhalif dalga DHKP-C’ye teslim edilmiş, bu durum platform içindeki bazı çevrelerin kopmasına yol açmıştır. Böylece muhalefet marjinalleşmiş, ancak keskinleşip silahlı bir harekete dönüşmeye, Türkiye genelinde sıcak çatışmalara imza atacak bir hale gelmeye başlamıştır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Bayramoğlu / Paradoks…

Siyasi gerginlik ve kutuplaşma her olayda karşımıza çıkıyor, her olayla ivme kazanıyor. Öylesine ki, siyasi olmayan konuları, acıları, insanlık hallerini, adabı muaşeret kurallarını bile kendisine araç kılıyor.

Muhalefet, sokaktaki itiraz siyasallaşmasıyla, CHP’si ve MHP’siyle (Kürt hareketi dışında) adeta tüm enerjisini bu gerginlikten alıyor.

Kutuplaşmayı bir tür varoluş kriteri olarak benimsiyor.

Özellikle muhalif siyasi partiler açısından, bu, yeni bir durum değil.

Gerginlik, siyasi iktidara yönelik blokaj arayışlarından ibaret bir siyasi duruş Türkiye’de uzun süredir muhalefeti tarif ettiği gibi, ülkedeki muhalefetsiz siyasetin ana nedenini oluşturuyor.

Kutuplaşma ve gerginlik söz konusu olunca siyasi iktidardan söz etmemek mümkün mü?

Tercih edilen olarak sadece muhalefeti değil, açık bir şekilde siyasi iktidarı da tanımlar hale geldi.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ali Saydam / ‘Yeter ki şu Başbakan gitsin!’..

Halil İnalcık hoca, Rönesans Avrupası (Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme Süreci) adlı kitabında Osmanlı Batılılaşması’nı 15. Yüzyıldan başlatıp üç aşamada deşifre eder. Bu topraklarda hangi kültürlerin, kimliklerin ve üretim biçimlerinin geçtiğini bilmeden Batılılaşma sevdasını bodoslamadan Cumhuriyet’le başlatanların, günümüzde yaşanan her olayı, içinde bulunduğu dünya görüşünün ‘köşeleri’yle izah edip, çıta olarak da soyut bir ‘evrensel’likle kıyaslaması öncelikle entelijansiyamız adına ne büyük bir talihsizliktir.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de olup biteni anlamak için biraz yukardan yani boylamasına ve aynı zamanda ufkî olarak yani enlemesine bakmak gerekiyor. Bu ülkedeki transformasyonun, son 12 yılın çıktısı zannedenlerin bir daha durup düşünmelerinde yarar olduğunu ifade edenlerdeniz.

Bu topraklardaki transformasyon, bazı tarihçilerimizin de tespit ettiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik ve kültürel yapısının uğradığı değişimlerden bugüne ama asıl kırılma noktası olarak da Cumhuriyet’in ilanıyla rüzgârına yelken doldurmuş, hiçbir alanda gelişimini tamamlamadan bugünlere akmış, bundan sonra da devam edecek devasa bir süreçler bütünüdür.

Kültürleri, kimlikleri, sosyal yapıyı birbirine harmanlayarak zamanın içinden bugünlere kayan uzun soluklu bu transformasyon, feodal yapının toplumu üzerine rahmetli Adnan Menderes (Çok Partili Dönem) ile kapitalizm elbisesini giydirmeye çalışmış, rahmetli Turgut Özal ile de yumurtasını çatlatan kapitalizmden liberalizmin terzilik denemelerine geçmiş. Bu arada ne tam anlamıyla soy ölçekler nezdinde, ne tam kapitalist toplum olabilmişiz, ne de tam liberal. Pek çok disiplin açısından durum böyle. Biz siyaset yansımasının izinden giderek soralım:

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nedret Ersanel / Türkiye enerji oyununda kimin yanında?

Stratejik ağırlığı üzerinde uzun boylu konuşulmayı hak eden 400 milyar dolarlık Rusya-Çin doğalgaz anlaşması, Doğu ve Batı’ya siperlerini daha derin kazdıracak! Herkese, ‘kimin yanındasınız, Batı’nın mı bizim mi’ sorusunu getirecek yılda 38 milyar metreküplük bu anlaşma, ABD’nin ricata imkân bırakmayacak denli ilerlediği çok boyutlu ‘kuşatma planı’nı da deliyor! Hemen öncesine denk gelen, ‘Çinli subayların siber suçlar yüzünden ABD mahkemeleri tarafından suçlandığı’ haberleri de aynı baptan sayılabilir.

Büyük resim için ‘üst katlar’dan bakarak okuyalım; sonuçları yeni açıklanan Irak seçimlerinin ardından oluşan Kürtler’in yeni siyasi ağırlığı, Türkiye’ye gelecek/gidecek petrol denklemini nasıl etkileyecek? Kürtlerin eli, Ankara-Erbil-Bağdat arasındaki hattın kelepçelerini açacak kadar güçlendi mi? Hemen Çin-Rusya anlaşmasının yanına koyunuz. (Bölgesel Kürt yönetimi enerji konusunda Ankara için çok önemli hale gelecek. 2-4 yıl içinde patlama gücünde gelişmeler olacak.)

Sadece Türkiye’de veya bölgede değil, dünyada genel kanı; Ukrayna krizinin masaya yeniden ve acilen getirdiği enerji arayışları içinde Ankara’nın ‘yükselen stratejik değerler’ listesinde tepeye fırladığı yönünde. Esasen, Ukrayna olmasa da/kriz geçse de bu pozisyonun değişmeyeceği görülmeli! (Bunun tabii sonuçlarından biri, Kıbrıs ve İsrail’in yani konunun Akdeniz ayağındaki bağların çözülmesi durumunda Türkiye’nin enerji ihtiyaçlarının konu edilmeye bile fırsat kalmadan giderilmesi olacaktır. Irak ve bir noktada İran odur!) Bunu da sepete ekleyelim.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahmut Övür / Hürriyet sadece bir gazete değil

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin iktidar değişimlerinden daha sancılı ve gerilimli geçtiğini yakın tarihimizden biliyoruz.

O makam sistemin merkezi… Onun için değişmesi istenmiyor. Ama ilk kez değişme olasılığı olduğu için kavga çok daha büyütülerek sürdürülüyor. İçeriden ve dışarıdan her türlü saldırı yapılıyor. Bu yüzden “milat” bu seçim.

İlginçtir böyle zamanlarda Hürriyet gazetesi özel bir misyon üstleniyor. Eskilerin deyimiyle zarfa değil mazrufa bakınca bu misyonun ne anlama geldiğini görmek mümkün. Patron veya genel yayın yönetmeni değişse de Hürriyet’in bu misyonu değişmiyor.

Ne zaman siyaset, Türkiye’nin temel bir sorununa dokunsa veya sistemde köklü bir değişim öngörse o gazete devreye giriyor ve “basın özgürlüğü” havarisi kesilerek amansız bir mücadele başlatıyor.

Oysa o gazetenin tarihi derin devletin tarihinden, misyonu da o derin yapının siyasetinden ayrı düşünülemez. Geçmişte, derin yapıların sola, dindarlara, Kürt siyasetine, azınlıklara yönelik kirli politikaları ağırlıkla onun üzerinden hayata geçirildi. Darbelerin makulleşmesinde de katkısı büyüktü.

Son 60 yıllık tarihimizin önemli olaylarını hatırlayın, 6-7 Eylül olaylarından, Ahmet Kaya’nın maruz kaldığı linç girişimine, “Hayata Dönüş” operasyonundan, 17 Aralık darbe sürecine, hepsinde misyonunun gereğini yaptı.

Bunlar birer manşet hatası değil, düpedüz derin siyasetti. Şimdi biraz geriye, rahmetli Turgut Özal dönemine gidelim ve bugünle kıyaslayalım. Yıl 1988. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir yıl var. Özal’ın önemsediği konulara bakın; sivil cumhurbaşkanı, sivil MİT ve Kürt meselesinin çözülmesi… Tıpkı bugünkü gibi.

Bir de olanlara bakın: Fazla bilinmeyen tuzakları bir yana bırakıyorum, en önemlisi 18 Haziran 1988’de Anavatan kongresinde Özal’a düzenlenen suikasttı. Özal, suikasttan kurtulduktan sonra olayı Savcı Uğur Tonik’in araştırmasını ister. Daha önce de yazdım, Tonik araştırmayı sürdürürken kızı kaçırılır ve Ortaköy’de bir binaya çağrılır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Engin Ardıç / Darbe bayramı yaklaşıyor

Çok bozuluyorlar, niçin milli bayramlar eskisi gibi kutlanmıyormuş?

Bozulan, ulusalcı basın. Cevap da ceplerinde tabii: Tayyip yapıyor! 

“Atatürk’le yüzleşme cesaretine sahip olmadıkları için” diye de bir formül uydurmuşlar.

Demek ki Atatürk bu bayram kutlamalarını yakından izliyor, her akşam kalkıp Anıtkabir’in ziyaret defterini dikkatle okuduğu gibi de, onun çakmak çakmak gözlerine bakamıyorlar…

Oysa her milli bayramda “malum zevat” Anıtkabir’in yolunu muntazaman tutuyor, Ankara çiçekçileri de azıcık daha para kazanıyorlar. Ortada hiçbir ihmal, hiçbir kusur, hiçbir falso yok.

Ne yapacaklardı politikacılar, “ay çok sevinçliyiz, yerimizde duramıyoruz” diye şakkada şukkada bir de göbek mi atacaklardı?

Çelenk koyuyorlar, saygı duruşunda bulunuyorlar, deftere basmakalıp birşeyler çiziktiriyorlar, “çokbilmiş” bazı çocukları koltuklarına oturtup sözde görüşlerini alarak abes bir geleneği sürdürüyorlar ya işte, daha ne yapacaklardı? Zil takıp oynayacaklar mıydı?

Haaa, soru yanlış. Doğru soru “halkta niçin coşku yok” olmalıydı.

18 Haziran 1815 Waterloo Meydan Muharebesi’nin yıldönümlerinde İngiliz halkında niçin coşku yoksa, ondan. (Oranlarsak, bizim zaferlerimizden çok daha büyük ve parlak bir zaferdir, on sekizinci yüzyılı bitirip on dokuzuncu yüzyılı başlatmış ve İngiliz İmparatorluğu’nun taa 1945’e kadar sürecek dünya hegemonyasını sağlamıştır. Belki bir tek bizim İstanbul’u almamızla kıyaslanabilir.) 

11 Kasım “mütareke bayramında”, 1918 mütarekesinin yıldönümlerinde, Fransızlar niçin kafa dinlemeye banliyödeki evlerine kaçmaya bakıyorlarsa, ondan. (Hitler Almanyası’nı da yendikleri çok daha önemli 8 Mayıs’larda bile tepinmiyorlar, çoğu bu tarihi hatırlamıyor bile.) 

Çünkü üzerinden çok zaman geçmiş.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Yazılı olmayan anayasanın en önemli hükmü buharlaştı

Şu anda Türk demokrasisinin ve siyasal ortamın ana sorunu ne kamplaşmadır, ne de bundan kaynaklanan gerginliklerdir.

Ana sorun siyasetin bazı aktörlerinin ve kayıt dışı siyaset erbabının, “Yeni Türkiye”nin eskisinden çok farklı olduğunu görememelerinden kaynaklanmaktadır…

Oysa dün ile bugün arasındaki fark, her alanda göz çıkarırcasına ortadadır. Bu fark yazılı olmayan anayasal yapıda da vardır, medyanın yapılanmasına da yansımıştır.

Bunun yanında kentlilik, dünyaya açık olmak, iletişim çağının tüm araçlarını kullanır hale gelmek de, eski ile yeni arasındaki bazı farkların kaynakları arasındadır.

Eski Türkiye’nin demokratik modelindeki işleyişi hatırlayın.

Seçim yolu ile iktidar olamayanlar sonunda olayı sokağa ve eylemlere dökerlerdi.

Tabana inen bu gerginlik tepedeki gerginliği körükler ve medyanın da pompalaması sonucu, askeri darbe ile iktidar devrilirdi… 

Hep aynı şarkı 

Bayar’ı, Menderes’i ve Demokrat Parti iktidarını deviren 27 Mayıs 1960 darbesinin gerekçesi “İçine düşülen kardeş kavgasını önlemek için Silahlı Kuvvetler duruma müdahale etmiştir” şeklindeydi.

Süleyman Demirel’in ve Adalet Partisi iktidarının devrildiği 12 Mart 1971 darbesinde, kuvvet komutanları tarafından verilen “Muhtıra”yı hatırlayın… Şu ifadeler vardı bu Muhtıra’da: 

“Parlamento ve hükümet, süregelen tutum, görüş ve icraatıyla yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyunda yitirmiş ve anayasasının öngördüğü reformları tahakkuk ettirememiş olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ağır bir tehlike içine düşürülmüştür.” 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Sedat Laçiner / Türk-Alman ilişkilerinde neler oluyor?

Anglo-Sakson dünyada, en azından son bir yıldır tartışmasız bir şekilde yoğun bir Erdoğan-karşıtı kampanya sürüyor. İngiltere, ABD veya Avustralya medyasında hemen her gün Türkiye ve Hükümet aleyhinde sert yazılar bulmak mümkün. Kampanya, Gezi Olayları’ndan sonra daha bir şiddetlendi. 

Şaşırtıcı olan ise benzeri bir kampanyanın çok daha sert bir üslup ve içerikle Almanya’ya taşınmış olması. Almanya’nın saygın gazeteleri bile Başbakan Erdoğan sözkonusu olduğunda ‘cehenneme git’ gibi hem alışılmadık düzeyde sert, hem de avam tabirler kullanabiliyor. İlginç bir şekilde Alman basınındaki kampanyayı Soma maden kazası alevlendirmiş görünüyor. Sanki kaza Soma’da değil de Türk-Alman ilişkilerinde yaşandı.

***

Bu tür yayınları “basındır, ne isterse yazar, ilişkileri etkilemez” diye değerlendirmek mümkün değildir. Basın, devletten topluma hayatın her kademesini etkiliyor ve ilişkileri bozuyor. Bundan daha önemlisi basında yer alan haberler çoğu kez devletlerin bilinçaltını veya bilinçli tercihlerini yansıtıyor. ABD örneğine bakacak olursak Amerikan basının haberlerinde Washington Yönetimi’nin etkisini görmemek imkânsız. ABD Dışişleri Sözcüsü Psaki’nin açıklamaları ile medyada çıkan haberleri yanyana koyduğumuzda ne demek istediğimiz kendiliğinden anlaşılıyor.

Ne yazık ki Almanya’daki durum da böyle: Rahatsızlık sadece medyada değil, haberlerin satır arasında Alman Hükümetinin Türkiye’ye karşı tutumunu rahatlıkla görebiliyoruz. Örneğin Almanya Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel, Başbakan Erdoğan’ın Almanya ziyaretinden birkaç gün önce internet gözetleme ve diğer bazı ileri teknoloji ürünlerinin “baskıcı ülkeler”e ihracını yasaklayacaklarını açıkladı ve bahsettiği “baskıcı ülkeler” arasına Türkiye’yi de kattı. Türkiye bu listede zikredilen tek NATO üyesi ülkeydi. Gabriel’e göre söz konusu ülkeler halka sadece tank ya da makineli tüfekle değil aynı zamanda internet gözetleme teknolojileriyle de baskı uyguluyor.

Hiç şüphesiz Gabriel’in sözlerini geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden ve medya önünde çok ağır eleştirilerde bulunmaktan çekinmeyen Almanya Cumhurbaşkanı Jaochim Gauck’un sözleriyle birlikte değerlendirmek gerekir.

Son olarak Almanya Başbakanı Merkel’in Erdoğan’ı Köln konuşması öncesinde medya üzerinden uyarması ve “Köln onbinlerce Türkün sorunlarının taşındığı yer haline getirilemez. Başbakan Erdoğan, Almanya’da kutuplaşmanın artmasına neden olacaksa konuşmasından vazgeçmesi iyi olur” demesi basında yer alan Türkiye karşıtı haberlerin hiç de tesadüfi olmadığının bir başka kanıtıdır.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Nasuhi Güngör / Sokakların perde arkası

Meydanlara yine puslu bir hava hakim olmaya başladı. Dün Gezi adı altında, bugün başka hassasiyetleri kullanarak birileri ortalığı kana bulamaya çalışıyor. Yaşadığımız ülkenin belki de en hassas fay hattı üzerinden yeni bir kaosa kapı aralanmak isteniyor.

Bir ülkenin hassas noktaları, fay hatları, eğer onları normalleştirme konusunda zamanın ruhuna uygun adımlar atamazsanız, daima başkalarının hedefidir. Adı bugün Kürt sorunu olur, bir başka gün mezhep üzerinden devam eder; fark etmez.

Kuşkusuz son günlerde yaşanan olayların, kendi iç sorunlarımız ve gündemimiz üzerinden olduğu kadar, dünya üzerinden de okunması gerekiyor. Sözgelimi Başbakan Tayyip Erdoğan’ın çok kritik bir Almanya seyahatinden hemen önce bu olayların ortaya çıkması asla tesadüf değil.

Ziyaret edilen ülke orada yaşayan milyonlarca insanımız üzerinden zaten yeterince önemli. Ama bu ülkenin aynı zamanda çok açık ve pervasız biçimde Türkiye’de mezhep ayrımı üzerinden operasyonlar yapması ve bu yöndeki faaliyetlerin teröre dönüşmesine verdiği destek, hafife alınacak boyutları çoktan aşmış durumda.

Bazı aklı evvellerin hala ‘Masum bir başlangıçtı, sonra kontrolden çıktı’ gibi sözlerle hafifletmeye çalıştığı Gezi operasyonu, düpedüz bu ülkenin organize ettiği bir hamleydi. Nitekim özellikle İstanbul sermayesinde kendisine yakın olan kesimleri de içine alarak hayli ilginç bir muhalefet denklemi oluşturuldu.

Şimdi sokaklara taşınmak istenen ve ne yazık ki şu ana kadar iki cana mal olan olayların, az önce söz ettiğimiz parantezin dışında okunması imkansız. Bu yine apaçık bir operasyon ve hedefi de Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin yükselişi.

Gelişmeleri bu kadar hızlandıran bir diğer iç dinamik, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin giderek yaklaşması. Türkiye’nin yakın geleceğe nasıl bir siyasi mimariyle gireceği, daha net bir ifadeyle, Tayyip Erdoğan’ın yoluna hangi zeminde devam edeceği, sanıldığından çok daha büyük bir dikkatle takip ediliyor.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Taha Kıvanç / Aday arayışları sürüyor -tabii muhalefette…

MHP lideri Devlet Bahçeli ‘çatı adayı’ arayışı çerçevesinde Süleyman Demirel’e de uğramış… Dışarıya sızan bilgi doğruysa, “Kim olabilir?” sorusuna cevap olarak iki isim vermiş eski cumhurbaşkanı… 

“Kimmiş onlar?” merakınızı dün tatmin etmişsinizdir: “Abdullah Gül de olabilir” demiş Demirel, “Cemil Çiçek de…”

Dedikoduyu duyduğumun akşamı Amerikan politik dizisi ‘Scandal’ın ikinci sezonundan bir bölüm izledim. Senato’ya yeni başkan seçileceği gün, ABD başkanı, çoğunluk rakip partide olduğu için o partiden birini ismen“O olursa destekleriz” diye tercih edince öteki aday bayram etti dizide. Nitekim, rakip parti senatörleri başkanın tercihinin tersine kullandılar oylarını…

“Acaba Demirel de benzer bir taktik mi uyguladı?” diye düşünmeden edemedim.

Amerikan dizisini izleyene kadar, ikili görüşmeden dışarıya sızan bilgiye kulak asmamış, “Benim bildiğim Demirel, misafirine, ‘Neden beni düşünmüyorsunuz?’ diye sormuştur” diye düşünmüştüm.

Ne de olsa CHP’li bir aileden geliyor Süleyman Bey; siyasi hayattayken kendi burada gönlü orada bir görüntü çizmişti. MHP de kendisine sempati besliyordur, eminim; birbirlerine ters konuşlanmış görünseler bile,Süleyman Demirel ile MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş her zaman yakın durmuşlardır…

“Çok yaşlı” mı dediniz? Politikacı tek kolunu hareket ettirebiliyorsa her koltuğa aday olabilir… İtalya’nın yeniden seçilen cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano da Süleyman Bey gibi 1925 doğumlu… İtalyanlar bayağı aradılar, taradılar, sonunda Napolitano’nun devamında karar kıldılar… “Yaşı 90” demeden…

Devlet Bey dış görüşmeleri yürütürken Kemal Kılıçdaroğlu da ‘çatı aday’ arayışını CHP zeminlerinde sürdürüyor. Milletvekilleri ve parti meclisi üyeleri arasında bir anket çalışması yapmışlar ve “Kim olsun?”sorusuna cevap aramışlar. Gazetelere “Eskişehir belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen önde” bilgisi geçti, ama benim işittiğim önde giden isim hayli değişik.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mahir Kaynak / Hangisi Yersiz?

Yaşadığımız bir olay birbirine zıt iki duygu ve düşünceyi bir arada yaşattı. Soma faciasının bütün gönüllerde yara açtığı bir abartma değildir. Halkımızın kültürünün en doğal sonucu acıları paylaşmaktır. Bunu ifade etmese bile yüreğinde hisseder. Yönetimin yas ilan etmesine bile gerek yoktu. Bu duyguyu zaten herkesin yüzünden okurduk. Gazetelerde her gün okunan kaza haberlerinin yazılma nedeni nedir? Bunu okuyanlar üzülürler ve kaybedilenler için dua okurlar. Hiçbir etkisi yoksa neden yazılıyor? Bunu herkesin kazalara karşı tedbirli kılmak için yazıldığı yeterli bir düşünce değildir. Halkımız, kim olursa olsun, birinin yaşadığı acıyı hisseder.

Kültürümüzde var olan ve bir acıyı bir ölçüde paylaştıran bu duyguya bir başkası eklendi. Şimdi siyaset, her duyguyu kullanıyor. Mesela muhalefetin hedefinin, mevcut iktidarı ayakta tutan liderin, halkın duygularına ters hareket ettiği düşüncesini yaratmak olduğu anlatılıyor.

Siyasette muhalefet hükümetin izlediği siyasetleri eleştirmeli ve halka doğru politikalarının neler olacağını söylemelidir. Bunların yerine karşı tarafın görünüşü diyebileceğimiz konularda büyük eleştiriler geliştirmesinin bir anlamının ya da faydasının olacağını sanmıyorum. Hükümetler, kendileri istemese bile, bu konuda karşı tarafa cevap verirler. Bu tavırlar neredeyse magazin sayfalarına benzer.

Mesela şu soruların cevabı yoktur. CHP’nin ekonomi politikası nasıldır? Mesela otomativ sanayiinde parçaların çoğunu ithal edip bunları kullanarak üretim mi yapacak yoksa tümünü kendisinin üreteceği malları üreten tesisler mi kuracak? Ülkenin enerji ihtiyacını nasıl karşılayacak? Bunun ilerde ülke içinde üretilmesini sağlamaya çalışıp günümüzde dış politikamızı belirleyen etkenlerden biri enerji güvenliğini sağlamak mı olacak? Dünyayı önce bir bütün olarak değerlendirip ülkemizin yerini ve siyasetini bu modele göre mi oluşturacak, yoksa her ülkenin günlük davranışı politikamızı belirlemekte etkili mi olacak?

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / Saat

Geçmiş zaman. Haberle daha sıcak ilişkimin olduğu dönemler.

Tanınmış bir işadamıyla konuşuyorum. Dikkatimi çekiyor. Gözü sürekli kolumdaki saate takılıyor.

Bana göre, saatimin çok hoş bir tasarımı var. Halis İsviçre yapımı iyi bir marka. Üstelik bir armağan olarak benim için ayrı bir anlamı var. Fakat karşımdaki gözlerde küçümseyici bir bakış var.

Sonunda birden patlıyor: “Herkesin bir takıntısı var ya, benimki de saatler. İyi saatleri bir bakışta fark ederim!” diyor.

Anlıyorum o an; benim saatim iyi görüntülü fakat iyi değil. Burada “iyi”nin kazandığı anlamı tartmayı size bırakıyorum.

İçimden “beceriniz müthiş olmasına müthiş de, sonuçta neye yarıyor?” demek geliyor ama vazgeçiyorum.

Hem hazlar, mallar ve markalar dünyası böyle dönmüyor mu?

Karşımdaki kişi merak ve zevk duyduğu alanda “derin”leşmiş nihayetinde! Öyle de bakılabilir hani!

Görüşme bitip çıktıktan sonra asansörde saatime bakıyorum. Hâlâ güzel!

Sonra öğreniyorum ki; o tür saat tutkunları benimkinin en az 20 katı pahalı saatlere “eh, iyi sayılır!” diyorlarmış. 

Fonksiyon mu dediniz? Çok eski bir yalan. 

Ustalık ve el işçiliği mi? O da “ikna sanatı”nın lüks parçası.

Bir nesne üzerinden güç, gösteriş ve özgüven (!) devşirmenin sonu yok ki! 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Oral Çalışlar / Polis göstericiyi öldürürse

Şimdi bir askeri darbe tehlikesi ufukta gözükmese de toplum idare edilebilir olma halini yitiriyor.

Polis, göstericiye silah sıkıp öldürmeyecek, öldüremeyecek. İktidarın ve idarenin alacağı ilk önlem, yaşama hakkının korunmasıdır. İnsan öldürüldüyse, gösteriye müdahale biçimi kabul edilemez ve mazur görülemez. Birisi öldüyse, silahı sıkan görevli tereddütsüz hemen adalete teslim edilmelidir. İdarenin ilk işi bu olmalıdır. Bir ülkede gösteri de olur, protesto da. Asıl mesele, can kaybına yol açmadan bu gösterileri idare edebilmek. Son dönemde polisin olaylara müdahale biçimi, bir devlet şiddeti, bir polis şiddeti haline dönüştü ve süreklilik kazandı.

Bu, artık ciddi bir soruna dönüşmeye başladı. Okmeydanı’nda iki insanımızın hayatını yitirmesine neden olan çatışmalı ortam, gelişmelerin çığırından çıkmakta olduğunun işaretlerini veriyor. Kutuplaşma, kaygı verecek ölçüde derinleşiyor. 

Bazen öyle dönemler olur ki, hepimiz gidişatı görürüz, siyasiler de görür, (belki siyasetin tabiatı icabı), olanlara ‘dur’ diyecek bir feraset gösterilemez. Sanki böyle bir durumun içindeyiz. Her olay, karşılıklı düşmanlık ve öfke kabarmasını beraberinde getiriyor. 

Siyasetçiler de gerginliğin farkında olmalarına rağmen, kutuplaşan tarafların esiri gibi davranıyorlar. Bunu geçmişte de yaşadık. Her şey göz göre göre oldu. O dönemler, daha çok askeri müdahalelerle sonuçlandı ve Türkiye büyük acılar yaşadı. Şimdi bir askeri darbe tehlikesi ufukta gözükmese de toplum idare edilebilir olma halini yitiriyor.

Siyaset, toplumsal kutuplaşmanın orta yerinde, sonuca odaklanmak yerine, gelişmelerin seyrine kapılmış gibi görüntü veriyor. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Okan Müderrisoğlu / Almanya… Sancı… Erdoğan faktörü…

Türk-Alman ilişkileri sevgi- nefret ekseninde ilerleyen oldukça karmaşık, tarafların birbirinden vazgeçemediği ama birbirini sürekli kolladığı ilişkiler yumağı olageldi. Bu, Almanya’nın ulusal birliğini sağladığı 19. yy.’ın sonlarından bu yana böyle.

1. Dünya Savaşı öncesinde altyapısı kurulan bir asırlık işbirliğinde stratejik oyun kurucu genelde Almanlardı. Almanların büyüme ve genişleme iştahı, enerji kaynaklarına hâkim olma, kritik geçiş yollarını tutma çabası, dönemin Osmanlı İmparatorluğu’na yaklaşımının esaslarını belirledi.

O tarihten itibaren de ana doğrultusunu korudu. Almanların gerek Türk idare sistemini ve idarecilerini (asker- sivil) tanıma gerekse Anadolu coğrafyasını her türlü etnik, dini ve mezhebi farklılıkları ile keşfetme süreci hiç bitmedi ve yıllar boyu güncellendi. 2. Dünya Savaşı şartları paranteze alındığında, Alman tarafının 1950’lerden itibaren küresel sisteme yeniden entegre olma, hatta o sistemi düzenleme hedefinde Türkiye önemli yer tuttu. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…