IŞİD’i kim yarattı?

Medya
Ahmet KEKEÇ / İkisine de bravo! Uğur Mumcu’nun mahdumu Özgür Mumcu, yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu “bilimsel” bulmuyor.  Şerif Mardin bilimsel buluyor ama bunu Özgür Mumcu bulmuyor. Şerif Mardi...
EMOJİLE

Ahmet KEKEÇ / İkisine de bravo!

Uğur Mumcu’nun mahdumu Özgür Mumcu, yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu’nu “bilimsel” bulmuyor. 

Şerif Mardin bilimsel buluyor ama bunu Özgür Mumcu bulmuyor.

Şerif Mardin’den daha iyi biliyor.

Neden böyle düşündüğünü de gerekçelendirmiş ama yazdıklarından bir şey anlaşılmıyor.

Esasında neyi savunduğu da belli değil.

Demek istediği şey özetle şu: “Davutoğlu çok kötü…”

İlginç bir arkadaş oldu bu Özgür Mumcu…

Bir vakitler, “liberal-demokrat” görüşleriyle biliniyordu. Bu satırların yazarı, “Uğur Mumcu’nun oğlu liboş olmuş” başlıklı yazısında, Mumcu’nun liberal-demokrat görüşlerini yargılayanları eleştirmiş, istikametini doğru bulduğunu yazmıştı.

Erdoğan nefretinin “dönüştürücü” bir gücü var galiba.

Liberal-demokrat Mumcu’yu, Gezi kalkışması döneminde erken devrim rüyaları içinde ve heyecandan kendinden geçmiş bir vaziyette gördük… “Ay resmen devrim bu Banu”, “Benim de içimden devrim demek geçiyor Ece” muhabbetinin geçtiği televizyon programında, “Böyle giderse, birkaç belediye otobüsü daha yakılır, olaylar büyür” müjdesini verirken izledik onu ve çok mutlu olduk.

Birkaç belediye otobüsü daha yakıldı, evet.

Birkaç ambulans devrildi.

Birkaç masum genç öldü.

Kaldırımlr parçalandı.

Halkın istifade ettiği parklar ve otobüs durakları tahrip edildi.

Denilebilir ki, “Devrimin şiddeti” içinde bunlar meşru ve olağan görüntülerdir.” Kemal Kılıçdaroğlu da, 50 bin cana mal olmuş Dersim tenkilini böyle savunmuyor muydu? Bir Kürt ve Alevi olarak, “Devrimin tarihsel meşruiyeti içinde bu yaşananlar normal ve olağandır” diyerek ölü Kürt ve Alevi bedenleri üzerinde tepinmiyor muydu?

Davutoğlu’nu “bilimsel” bulmayan ve hiç beğenmeyen Özgür Mumcu artık “baba ocağı”nda (Cumhuriyet’te) yazıyor…

Müthiş bir özgürlük ortamı sunuyor Cumhuriyet; artık liberal ve demokratmış gibi yapmasına gerek yok… Özü neyi vazediyorsa, onu söyleyecek…

Hayırlısı olsun…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Mehmet Barlas / Bunlar galiba paralel devletin yemin törenini bekliyor

Haberi duyunca siz de herhalde gülmüşsünüzdür… Buna göre CHP 28 Ağustos’taki Meclis Genel Kurulu’nda yapılacak cumhurbaşkanlığı yemin törenini boykot ederek katılmayacakmış. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, o gün Meclis’e de gelmeyecekmiş… Ayrıca CHP Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yurt dışı gezilerine milletvekili göndermeyerek, bu gezileri de boykot edecekmiş.

Bilindiği gibi cumhurbaşkanları, iktidar ya da muhalefet ayrımı yapmadan yurtdışı gezilerine parlamentoda grubu bulunan partilerden birer milletvekili davet eder… Kılıçdaroğlu’nun ve onun beyin takımının boykotlarını daha anlamlı ve etkili hale getirmeyi neden düşünmediklerini anlamak mümkün değil.

Farklı bir yemin metni 

Mesela CHP Genel Merkezi’nde farklı bir cumhurbaşkanı yemin töreni yapabilirlerdi… Bu törende Ekmeleddin İhsanoğlu hem “CHP’nin Cumhurbaşkanı” hem de “Paralel Devletin Başkanı” olarak yeminini ederdi… Bu yemin törenine de dış dünyayı temsilen Pensilvanya’nın temsilcileri olan kıta ve ülke imamları katılırlardı.

Paralel Devlet’in Cumhurbaşkanı yemini için çeşitli beddualardan oluşan bir sentez metin oluşturulurdu… Örneğin “Hiçbir seçimde bizi iktidar yapmayan seçmenlerin ocaklarına ateşler düşsün, her seçimden zaferle çıkanlar yeryüzünde cehennem azapları yaşasınlar” benzeri cümlelere yer verilebilirdi.

Pensilvanya büyükelçiliği 

CHP bu çizgiden giderek eylülün ilk haftasında toplanacak olan kurultayının, aslında “Paralel TBMM” olacağını da, ilan edebilirdi. Bu şekilde nasıl olsa yenilecekleri seçimlere katılıp eziyet çekmek yerine, bitmez tükenmez kurultaylarındaki seçimlerle zaferden zafere koşarlardı…

Kurultayda çarşaf liste ile kazanan lider, kuracağı “Paralel Bakanlar Kurulu” programına “Türkiye Pensilvanya eyaletini bağımsız bir devlet olarak kabul edecektir” maddesini koyardı… Ve arkasından da “Çiftlik” içinde Paralel Devlet’in büyükelçiliğinin açılması için çalışmalar başlatılırdı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Salih Tuna / Hanımefendi siz ne yiyorsunuz?

Bizim Müfid Yüksel geçenlerde, ‘Diaspora’da yaşayan bir kısım Bengallilerin İslam karşıtlığı sergilemesi şizofrenik bir vakıa. Teslime Nesrin, Amberin Zaman gibi…’ demişti.

Teslime Nesrin’i bilmem, gerçekten de ‘şizofrenik bir vakıa’ olabilir; lakin, Amberin Zaman bence sadece ‘vakıa!’

Seçmenin tercihinin aşağılandığı bir programda, ‘Müslüman bir ülkeden bunun tersini beklemek garip değil mi?’ diyerek ‘vakıa’ olduğunu ortaya koydu.

Şizofrenik vakıa, bir yandan ‘İslamcıları’ imana davet ederken, diğer yandan da bu Amberin ‘vakıasını’ dibine kadar arkalamaktır. (Dumanlı Ekrem’in yaptığı gibi.)

Neyse geçelim.

Amberin Zaman her ne kadar ‘sözlerim çarpıtıldı’ falan dese de öteden beri orda burda televizyonlarda söyledikleri ortada.

Müfid Bey kardeşim, İslam karşıtlığının temellerini sorgulamak sadedinde (yine twitter üzerinden) ‘Deden Hindistan’ı, baban da Pakistan’ı parçaladı’ dedi.

Amberin Zaman bunun üzerine olsa gerek şu ‘tweetlerle’ karşılık verdi…

‘Ablam Yasemin Zaman, tek gün haram para yemedi.’ (Londra’da Enfield Belediye Meclisi tarafından başkan seçilen ablasını kastediyor.)

‘Babam Bangladeş için savaştı. Tek gün haram para yemedi.’

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Süleyman Seyfi Öğün / Hikayeler…

İnsanoğlunun en baskın niteliklerinden birisi ‘hikâyeciliğidir’. Yerkürede eylemelerini, yapıp etmelerini hikâyeleştirebilen yegâne mahlûkun insan olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı, hafızalarımız sâdece yapıp etmelerimizin sonuçlarıyla değil, bunlara dâir hikâyelerle de yüklüdür.

Hikâyelerimiz, aslında somut, nesnel gerçekliklerin zihnimizdeki temsilleridir. Meselâ, hayli geri bir uygarlık evresinde, atalarımız, sâdece avlanmıyor; aynı zamanda içinde yaşadıkları mağaraların duvarlarına avlanmanın hikâyelerini anlatan resimler yapıyorlardı.

Tecrübe ile hikâye arasındaki ilişki, sâdece mekanik bir yansıtma ilişkisi değildir. Karmaşık olan husus, zaman içinde ‘temsil’in ‘tecrübe’yi de belirleyecek derecede baskınlaşabilmesidir. Bunu, temsilin en güçlü araçlarından birisi olan hikâyelerimize uyarlayalım: Hikâyeler, uygarlığın belli bir aşamasından sonra tecrübelerin fonksiyonu olmaktan çıkmış; doğrudan ya da dolaylı olarak tecrübenin ‘nasıl’, hatta ‘ne’ olacağını da belirler hâle gelebilmiştir. Burada o kadar ileri gidilebilmiştir ki; temsil, artık bir şeyi temsil etmenin çok ötelerine gidebilmiş, bizzat kendisini temsil eder hâle gelmiştir. Ya da şöyle söyleyelim; artık bir tecrübenin ne olduğundan daha önemli olan, o tecrübenin nasıl hikâye edildiğidir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Yusuf Kaplan / Medeniyet Tasavvuru Manifestosu

Uygarlık yani sivilizasyon, tek boyutludur: Yalnızca yatay düzlemde varolur. O yüzden sadece yüzeyle ilgilenir, her şeyi yüzeyselleştirerek düzleştirir. Ve bitirir.

Uygarlık, bura’yla ilgilidir: bura’yı ele geçirmekle; burada hüküm sürmekle. O yüzden uygarlık, hakikati bütün yönleriyle kavrama melekelerinden yoksundur; zira hakikat diye bir derdi yoktur: Daha ürperticisi de, yalnızca kendisini hakikat olarak görür uygarlık. Ve tanrılaştırır, bir Grek tanrısı gibi.

MEDENİYET VAREDİCİ, UYGARLIK YOKEDİCİDİR

Oysa bura, geçicidir: Burada olan her şey, gidici. Geçici ve gidici olanı, sanki kalıcı ve köksalıcı bir şeymiş gibi görmek, insanın algı melekelerini de, zihin melekelerini de, düşünme melekelerini de ayartmakla ve körleştirmekle sonuçlanır kaçınılmaz olarak.

Uygarlığın dünyası, yalnızca mülk âlemidir: O yüzden her şeye mâlik olmak, sahip olmak, kontrol ve kolonize etmek ister. Melik’leşir. Melekleşmekten ürker: Ürker çünkü melekleştiği zaman, kahpe feleğin, bütün mülklerini, güçlerini elinden alacağını, geçersiz kılacağını vehmeder.

Uygarlık, yok etmesini bilir yalnızca. Her şeyi yok eder. Medeniyet ise, her şeyi var edicidir: Her şeye ve herkese kendi olarak hayat bahşeder.

MEDENİYET’İN ÖZ’Ü HİKMET, UYGARLIĞIN ÖZÜ ŞİDDETTİR

Birbirine bakan ve birbirine akan mülk âlemi ile melekût âleminin birbiriyle buluşması, birbiriyle konuşması, birbirini olgunlaştırması yolculuğudur medeniyet.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Markar Esayan / Bayık’ın Cihangir’i karıştıran açıklamaları…

Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın ‘Kandil ile de görüşülmeli’ sözleri üzerine Vatan gazetesi yazarı Ruşen Çakır’a konuşan KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık’tan ‘Kapımız her zaman açık’ cevabı geldi.

PKK hakkında Şahinler-Güvercinler ayrımının doğru olmadığını çeşitli vesilelerle yazmıştım. Böyle bir dualizme gitmenin olasılıkla iki nedeni vardı. İlki muhatabı kategorize etmenin dayanılmaz rahatlığı, diğeri ise PKK’da muhatap alınabilecek konuşmaya açık bir kesime duyulan ihtiyaçtı. Doğrusu Kandil de bu ikili değerlendirmeye yol açacak savruk açıklamalar ve eylemler ortaya koyuyordu. Bu durum post-PKK dönemine yönelik korku ve hazırlıksızlık kadar, devlete güvenme konusundaki şüphelerden kaynaklandı.

Türkiye eski devletinin pratikleri ona güvenmemeyi haklı çıkaran olaylarla doluydu. Üstelik bu devlet sadece 1999 geri çekilmesinde örgüt üyelerini arkadan vurmak gibi kötücüllükler nedeniyle değil, istikrarlı ve tek bir muhatap olmamasından ötürü de güvenilmezdi. Özal ve Erbakan sorunu müzakere ile çözmeye çalışırken, devletin derin bir bölümü de aynı anda Öcalan’a giderek silahlı güçlerini geri çektiği için onu tehdit edebiliyordu. Öcalan’a ‘Eğer silahı bırakırsanız devlet sizi ciddiye almaz’ diyen rütbelilerin var olduğu, müzakereci Eşref Bitlis ve Bahtiyar Aydın’ın öldürüldüğü parçalı bir devlete güvenmek için fazlaca bir neden yoktu. Üstelik mücadeleyi o güne kadar hep devletin sivil değil, derin yüzü kazanmıştı.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ardan ZENTÜRK / IŞİD’i kim yarattı?

Türkleri, aynı coğrafyada yaşadıkları diğer halklardan, özellikle Arap ulusundan ayıran en önemli özellik, bir soruyla başlar: Doğu halkları, başlarına bir felaket geldiğinde “bize bunu hangi gizli güç yaptı” sorusuyla karşılarlar, Türkler, “biz nerede hata yaptık” sorusuyla konuyu göğüslerler. Bunun, diğer halkların Türkler’den daha az zeki veya daha az donanımlı olmasıyla hiç ilgisi yoktur. Anadolu coğrafyasının insanları, insanlığın bugününe de damgasını vuran “sömürgecilik dönemini” bir imparatorluğun bayrağı altında geçirmişlerdir, bugünkü cumhuriyetleri de vatan, sömürgeci güçlerin postalı altındayken verilen bir “kurtuluş savaşı” sonrasında kurulmuştur. Sömürgecilik yaşayan topraklarda insanlar, “dış güçlerin yarattığı komploları” konuşmakta haklıdırlar, çünkü geçmiş kuşakları bunları yaşamıştır. 

Komplo teorisi, çıkmazdır…

Komplo Teorisi, adı üzerinde, yaşanılan bir gelişmenin perde arkasında olduğu varsayılan bazı güçlerin çevrelediği bir kavramdır, beyin fırtınaları yaratmak için faydalı bir sistematik olarak değerlendirilebilir, ama, yaşam, gerçekler üzerinden sürer. Eğer karşılaştığınız her sorunu, varlığını tam olarak kanıtlayamadığınız, bir takım güçler marifetiyle açıklamaya çalışırsanız,“sosyal paranoya”ya benzin dökmüş, üzerinde konuştuğunuz sorunun çözümünde de gerçek rotayı bulmakta büyük zorluk yaratmış olursunuz.

Komplo Teorisi, bu nedenle, esas olarak, kapalı, anti-demokratik, medyası özgür olmayan, gerçek bilgiye ulaşmakta ciddi engeller yaşayan toplumlarda serpilir, şeffaf ve demokratik zeminli toplumlar ise, onu bir senaryo zemini  olarak kullanır ama mutlaka, gerçek bilgiye ulaşır.

IŞİD önemli örnek…

Irak Şam İslam Devleti (IŞİD)’in yükselişi sonrasında ortaya atılan iddialar ile yaşanılanlar buna çok net bir örnektir. IŞİD ile birlikte geliştirilen komplo teorilerine bir bakalım.

1.Araplar, bu örgütün önce, ABD tarafından kurulduğunu, işin içinde haliyle İsrail’in de olduğunu düşündüler. Amaç, Suriye ve Irak’ta sekter bir hareket eliyle gelişmeleri kontrol olarak değerlendirildi, bu arada, örgütün barbarlığının İslam için kara propaganda olarak hedeflendiği savunuldu.

2.Örgütün Suriye diktatör Esed-Tahran hattında tezgahlandığı, amacın Sünni hareketi bölmek, özellikle Suriye muhalefetini yok etmek olduğu savunuldu.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Sevil NURİYEVA / Davutoğlu’ndan beklentiler

Türkiye’nin yeni imajı ve vizyonu olan Erdoğan, dünyaya yeni ve karizmatik devlet profili sundu. Yorumlar, bakış açıları, bilinen ve bilinmeyen ezberler, Erdoğan’la birlikte değişti.

Kaderini Erdoğan Türkiye’sine bağlayan geniş coğrafya, aynen Türkiye’nin içindeki insanlar gibi, Cumhurbaşkanı seçiminde hem sevinçli hem de tedirgin idi. Tedirginliğin nedeni; “Erdoğan sonrası bu yolun devamı olacak mı? Erdoğan sonrası, onun zamanında temelleri atılan stratejilerin sonuçlanması mümkün olacak mı? Acaba Erdoğan sonrası Türkiye’nin yeni Başbakanı kim olacak?” soruları çok dile getirildi.

Erdoğan liderliğindeki hükümetin, kendisinden sonra coğrafyada en bilinen ve sevilen isminin ise Davutoğlu olduğu bir gerçek idi. Kafkasya, Orta Doğu, Orta Asya, Balkanlar, Afrika, Uzak Doğu’daki akrabaların dikkatleri cumhurbaşkanı seçimi sonrası Türkiye’nin yeni kararına yöneldi. Erdoğan’ın kimi işaret edeceğini ise yakınen takip ederek yorumlar yapıldı. En çok konuşulan, sevilen isim olarak ise Davutoğlu ismi ilk sırada yer alıyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Davutoğlu ismini zikrederek parti başkanlığına ve Başbakanlığa aday göstermesi ise beklenen bir durumdu ve sevince neden oldu. Şimdi hem dikkatler hem de beklentiler Davutoğlu’na yöneldi.

Dışişleri Bakanı olarak sunduğu saygın, zeki ve stratejik derinliği olan devlet adamı kimliği ile kendine sevgi ve saygı oluşturan Ahmet Davutoğlu’nun Başbakanlığı, artık Erdoğan’ın başladığı yolun kuşkusuz devamı olarak algılanıyor. Çünkü Davutoğlu Türkiye’nin sunduğu yeni Türkiye dış politika stratejilerinin mimarı olarak görülüyor.

Birçoklarının yorumlarının aksi olarak, Erdoğan’ın güçlü bir isim üzerinde durması, Erdoğan’ın kendisinden evvelkiler gibi değil yani zayıf ve istediği yöne yönlendireceği bir isim değil, duruşu ve zekası ile inandığı yoldan dönmeyen, kişiliği olan bir şahsiyeti tercih etmesi, aslında Erdoğan’ın bir lider olarak kimse ile kıyaslanamayacak kadar hem zekasını hem de derin bir şahsiyet olduğunu gösterdi.

Davutoğlu ismi coğrafyada zekası ve samimiyeti ile sevilmektedir. Kitapları çok okunan bir siyaset uzmanıdır. Soğuk savaş sonrası bölgedeki dengeleri doğru analiz eden ve doğru tespitler ortaya sunan önemli bir stratejist olarak biliniyor. Ayrıca Bjejinski, Kissenger ve Huntington gibi strateji uzmanları kadar, coğrafyada yorumları itibar gören tek Müslüman ve Türk analitiği olarak sevilmektedir. Rusya, Çin, İran gibi ülkelerin siyaset bilim adamlarının en çok okuduğu uzmanlık çalışmalarında da en fazla kaynak olarak gösterilen isim olarak da dikkat çekmektedir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Orhan Miroğlu / Bıji Davutoğlu!

Kürtçe’de yaşasın anlamına gelen ‘bıji’ kelimesini, 13 yıl kadar önce, Türkiye idamı  ve Kürtçe’ye konulan yasakları kısmen kaldıran yasaları çıkardığı zamanda  kullanmış ve Radikal 2’ye ‘Bıji Türkiye’ başlıklı bir yazı yazmıştım.

Öcalan’ın Türkiye teslim edilmesinden sonra idam edilmesi için büyük kampanyaların başlatıldığı bir dönemde, idam cezasını kaldıran Türkiye’ye bıji demeyecek de ne diyecektim?

Davutoğlu’nun seçildiğini duyduğumda, her nedense, bu başlıkla ikinci bir yazı yazmak geçti içimden.

Davutoğlu’ndan yana yapılan tercihe sevincimi en iyi ifade edecek kelime bu olduğu için belki.

Reform ve açılımları sürdürecek, çözüm sürecini başarıya götürecek  yeni genel başkanını ve başbakanını seçerken, Cumhurbaşkanı  Erdoğan ve AK Parti, Davutoğlu’nu seçmekle  son derece isabetli bir tercih yaptı.

Davutoğlu formülü kimi çevrelerin hesapladığı gibi bir ara dönem formülü olmayacak. Bu tercih,  2023’lü yıllara uzanabilecek sağlam bir stratejiye dayanıyor.

Ana muhalefet partisi olmayan bir ülke ve bir siyaset ortamı ya da görünümü, AK partiye her zaman kazandıracaktır.

Dolayısıyla Davutoğlu’nu bekleyen siyasi mücadele, rakibi ve doğru dürüst muhalefeti olmayan bir mücadele olmaya devam edecek gibi görünüyor. Tıpkı Erdoğan döneminde olduğu gibi..

Şu iki temel sorun, Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde çözüme kavuştuğunda ise, Davutoğlu’nun  hiçbir  siyaset adamına nasip olmayan bir itibar ve güven elde edeceğine hiç şüphe yok. Bu iki temel sorun şudur:

-Çözüm sürecinin başarıyla sona ermesi

-Yeni anayasa yapılması

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Haşmet Babaoğlu / ALS kampanyası… Bu da bir hastalık!

Oturdum, yüze yakın “bir kova buz” videosu izledim.

İsteyen kızabilir ama söyleyeceğim; izlediklerimin yüzde yetmiş beşinde tatlı bir neşeden çok feci bir şımarıklık hâkimdi.

Üstelik “şöhret” şehveti ile “sıkıysa sen de yap” rekabeti iç içe geçmişti.

En son, ALS harfleriyle İngilizce “kıç” harflerinin benzerliğine dayanarak üzerinde “kiss my ALS” yazan ve buzlu sularda yuvarlanan bir kalça görüntüsüyle karşılaşınca buz kestim!

ALS’yi futbolcu Sedat Balkanlı’dan hatırlarız. Merkezi sinir sistemini saran ve kasları kıpırdayamayacak kadar güçsüzleştiren bir hastalık. Beyin normal görünüyor ama yürüyemiyor, konuşamıyor, hatta yavaş yavaş nefes alamaz oluyorsunuz.

“Başından aşağı bir kova buz dök” (ice buklet challenge) kampanyası ise hesapta bu hastalık hakkında bir farkındalık yaratmayı ve araştırma için bağış toplamayı amaçlıyor.

Viral kampanya diyorlar bunlara…

Bu kampanya da gerçekten bir virüs gibi yayıldı ve sanırım sonunda bizzat kendisi bir hastalığa dönüştü. 

***

Şimdi diyecekler ki, “sen de bardağın boş tarafına değil, dolu tarafına bak!”

Bağışlara mı bakayım? O başka yollarla da sağlanabilirdi.

“Bir parça eğlendik işte!” tarafına baksam…

Eğlenmeye itirazım yok da, eğlenmek için ALS hastalarının acıları suiistimal ediliyor gibi gelmiyor mu size?

Hem gördüğüm şu…

Eğlenenler daha çok buzu dökenler.

Kafasından aşağı buz dökülenler de çektikleri sıkıntının karşılığında kısa süreliğine sosyal medya şöhreti oluyorlar.

Şirazenin kaydığını ve dikkatlerin hastalığa değil kampanyaya katılanlara doğru çekildiğini görmek çok mu zor? 

***

Bu kampanyanın belki en kötü tarafı “empati” kavramını iğrenç biçimde naylonlaştırması oldu.

Empati kavramını dünya meğer bu kadar yanlış anlamış!

Bir de tv’lerde oturup konuşuyorlar…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Hasan Bülent Kahraman / Fıkradaki hırsız o…

CHP’yi eleştirdiğim için bana kızan kızana. Bu eleştirilerin çok açık birkaç nedeni var.

Birincisi Türkiye’nin bir iktidar sorunu yok. İktidarın sorunları var. Bundan daha doğal hiçbir şey olamaz. Çünkü toplumsal kurama (sosyal teoriye) ve demokratik kurama göre iktidarın bizatihi kendisi özgürlük, demokrasi, hukuk bakımından sorun teşkil eder. Bu dünyanın her toplumunda böyledir ve ayrı bir konudur. Ama oluşturulması, toplumsal desteği ve meşruiyeti, demokrasinin teknik özellikleri bakımından Türkiye’de iktidar işliyor. Üstelik iktidar son on iki yılda her planda dünya kadar iş yapıyor. Bunlardan kaynaklanan sorunlar elbette mevcut, son derecede doğal olarak.

Oysa Türkiye’de bir muhalefet sorunu var. Ana muhalefet partisi, CHP. 1950’den bugüne kadar geçmiş 63 yılda bu partinin iktidar olduğu yıllar sayılamayacak kadar azdır. O dönemlerde de gerçekleştirdiği hemen hiçbir şey yoktur. CHP toplumsal işlevini muhalefet dönemlerinde ortaya koymuştur. 1950’lerin sonunda, 1970’lerde demokratik dönüşümler bakımından önemli çabaları olmuştur. Fakat CHP neredeyse hiçbir zaman toplumsal dönüşüm katkısı sağlayamamıştır. Doğaldır; o ancak iktidarla elde edilecek bir sonuçtur.

CHP bugün bir muhalefet partisi olarak mesela şu andığım dönemlerle mukayese edilemeyecek ölçüde atıl. Bunun önemli bir nedeni var; benim bu partiyle “uğraşmamın” nedeni de o.

CHP, 1992 sonrasında toplumun değil, siyaset dışı iktidar odaklarının, artık eskimiş bir tabirle, siyasal merkezin yani ordunun ve bürokrasinin partisi oldu. Eğer toplumu etkilediyse de, darbeler ve militarist bir anlayış etrafında etkiledi. Bu yaklaşım içinde yükselen demokratik talebi anlayamadığı için toplum dışına düştü.

Bunlar herhangi bir parti için yanlış ama olabilecek şeyler. Ama CHP, daha da fazla kızdığım budur, büyük bir yalanla toplumu uyuttu. Sol, sosyal demokrat olduğunu söyledi. Alakası bile yoktu. Bahsettiğim tutumunu bu ideolojik vurguyla bütünleştirince toplumla sol, sosyal demokrasi arasındaki bağları kopardı. Toplumla bu genel (sol) ve özel (sosyal demokrasi) ideoloji arasına bir inançsızlık duvarı ördü.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Erdal Şafak / Oyun aynı sahne farklı

O bir vaiz. Tarikat içinde tarikat kurdu. Okullarıyla, camileriyle, sivil toplum örgütleriyle toplumun kılcal damarlarına kadar girdi.

Uzun yıllar Atlantik’in batı yakasındaki diyarda yaşadı. Oradan Atlantik’in doğu yakasında, ama epeyce içerlerde, Avrasya coğrafyasında kalan ülkesindeki okullarını, camilerini, sivil toplum örgütlerini yönetti.

Vaazları, sohbetleri, konuşmaları meşhur. Çünkü konuşmaya bir başladı mı, dur durak bilmiyor. Tabii ipin ucunu da kaçırıyor. Vaazın veya sohbetin konusu darmadağın oluveriyor. 

***

Fethullah Gülen’i anlattığımı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

Yazımın konusu veya kahramanı, Pakistanlı vaiz Muhammed Tahir Ül-Kadri.

Yıllarca Kanada’nın Toronto kentinde yaşadı.

Eh, Gülen de Pensilvanya’da yaşadığına göre, aralarında aman aman bir uzaklık yoktu. Topu topu 486 kilometre. Neredeyse İstanbul-Ankara arası (454 kilometre) kadar. 

***

Gülen ve Kadri tanıştılar mı, oturup konuştular mı, bilmiyorum ama en azından birbirlerini gıyaben tanıdıklarından eminim.

Çünkü, Gülen gibi Kadri de “Dinlerarası diyalog” meraklısı. “Muslim Christian Dialogue Forum” adlı oluşum onun eseri.

***

Muhammed Tahir Ül-Kadri, 2012 sonunda Kanada’dan Pakistan’a dönmeye karar verdi. Amacını da açık açık söyledi: “Devrim yapmaya geliyorum”. Siz onu “Darbe” diye de algılayabilirsiniz.

Döndü. 2013 seçimlerinden umduğu sonucu alamayan eski kriket şampiyonu ve müzmin muhalif siyasetçi İmran Han ile işbirliği yaptı.

Ortak hedefleri: Navaz Şerif iktidarını devirmek.

Yazının devamını okumak için tıklayın..

Tarhan Erdem / Eylül Kurultayı’nda ne yapmalı?

Demokratik tüzük ve program tasarısı örgütte tartışılıp seçimin başlangıcından önce yürürlüğe konmalıdır.

CHP’nin güçlenmesini, iktidara gelebilecek bir parti haline gelmesini isteyen büyük bir kesim var. Güçlü olması istendiğine göre, güçsüzlüğü kabul ediliyor demektir. O

halde niçin güçsüz olduğunu, isteğine ulaşmasını neyin engellediğini görmeye, anlamaya çalışmalıyız. 

CHP’nin amacı, tüzüğü, programı, lideri, yöneticileri, yapısı, … nesi değişmelidir; değişecekse nasıl hangi yönde değişmelidir?

CHP’nin tüzük ve programı engellerin başında gelir.

Meclis’te temsil edilen diğer partiler gibi, CHP’nin tüzüğü de, -üye, örgüt birimleri ve merkez organları ilişkisi ve karar alma usulleri- demokratik değildir.

Halkımızın anlayışı, beklentileri ve alışkanlıkları, partilerin iç ilişkilerinde demokratik olmalarını bugüne kadar engellemiştir.

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Ceren Kenar / IŞİD’cilerimizi sana gönderiyoruz, icabına bak Türkiye

 

“İnsanlık James ile gurur duyuyor…”

Sayıları, hem Esad’ın hem de İslam Devleti (İD, eski ismiyle Irak Şam İslam Devleti)’nin katliamları ile gittikçe azalan öz, hakiki ve ilk Suriye muhalefetinin, Suriye Idlib’de açtığı bir pankartta yazıyordu bu ifade. Amerikalı gazeteci, James Foley’in İD tarafından vahşi infazının görüntüleri tüm dünyada haklı olarak infial uyandırdı. Suriye muhalefetinin dediği gibi, James Foley’in Esad rejimi ve İD’nin suçlarını ifşa etme iradesinin bedeli hayatı oldu…

James Foley’in katilinin bir İngiliz vatandaşı çıkması bu infiali arttıran unsur oldu. İD’nin içinde çok sayıda Batı ülkesi vatandaşı militan var. Bir İngiliz milletvekili (Halid Mahmud) son derece çarpıcı bir istatistik sunuyor. Şu an İD için savaşan İngiliz vatandaşı Müslümanların sayısı, İngiliz ordusunda savaşanların iki katı. İD’de savaşan İngiltere vatandaşı sayısının 1500 olduğu tahmin ediliyor. İngiltere ordusundaki Müslüman sayısı ise 600.

Batı medyasında Foley’in infazı sonrasında İD için savaşan Batı ülkesi vatandaşları meselesi yine gündem oldu. Bu konuya ilişkin çoğu yorumda ilginç bir şekilde Türkiye’nin suçlandığını görüyoruz.

Ne tuhaf… Kendi vatandaşlarının İD gibi radikal bir örgüte nasıl katıldığını, Batı ülkelerinde doğup büyüyen ve bu ülkelerin eğitim sisteminden geçen insanların nasıl olur da böylesi bir vahşete sürüklendiğini tartışmaktansa Batı kamuoyu, İD’deki Batılı savaşçılardan Türkiye’yi sorumlu tutuyor. Sorunun özünü konuşmuyor, entegrasyon sorununu irdelemiyor, konuyu sorunun kaynağına çekmiyor…

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Vedat Bilgin / Tarih önünde Davutoğlu

Yeni Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın, “yeni Başbakan adayımız Ahmet Davutoğlu kardeşimdir” açıklaması tarihi bir karardır. Aslında bu tercih, Davutoğlu’nun devlet bilinciyle, sorumluluk ahlakıyla, bir düşünce ve siyaset adamı olarak, tarih önünde büyük bir sorumluluğu üstlenmesi demektir. 

Bugün Ahmet Davutoğlu adı, içerde dışarıda dost-düşman herkese bir şey söyleyen bir isimdir. Onun akademik kimliğinin, rutin akademik faaliyetlerin ötesine geçtiğini, bir düşünce adamı olarak, bir tarih felsefesine ulaştığını iyi kötü kendisini takip edenlerin bildiği, farkına varabileceği bir husustur.  Bu sebeple, burada Davutoğlu’nun çalışmalarından, eserlerinden bahsetmeyeceğim. Onun sahip olduğu tarih görüşünün dayandığı medeniyet anlayışından bahsederek, bunun siyasete getirdiği, önümüzdeki dönemde “büyük Türkiye yürüyüşüne” katacağı değerlerden söz edeceğim. 

Davutoğlu “Türkiye merkezli bir siyaset anlayışına” inanmış bir devlet adamıdır. AK Parti hükümetlerinin bu dönem süresince ortaya koyduğu gelişmeyle, ülkenin uluslar arası sistem içerisinde “Türkiye merkezli” yaklaşımının etkinlik kazanması tesadüf değildir. Esas itibarıyla yaşanan başarı, bu siyasetin liderlik, dünya görüşü, davanın idrakinde olan bir kadroyla Türkiye’nin toplumsal olarak talep ettiği değişimin, siyasete dönüştürülmesinin eseridir. 

Türk toplumunun, tarihi olarak müzminleşmiş sorunlarını üç kategoride ele almak mümkündür: Birincisi, toplum-devlet karşıtlığı ekseninde ortaya çıkan sorunlar; ikincisi, yüzyıllık geri kalmışlık-kalkınma ekseninde yaşanan ekonomik problemler; üçüncüsü ise, Türkiye’nin içinde yer aldığı dünya sistemi ile kurduğu ilişkiler ve buradan doğan sorunlardır. 

Bu sorunlara ilk aşamada verilen cevap, Türk siyasal sisteminin yapısını “demokrasi yönünde” ilerletmek şeklinde olmuştur. Eğer Türkiye demokratikleşme sürecini ileriye taşıyacak adımlar atan bir siyaseti benimsemeseydi, eski yapıyı değiştirmek bir başka zamana kalabilirdi. AK Parti, eğer bu değişimi, demokratikleşme sürecini “temel strateji” haline getirmemiş olsaydı, kendi varlığını dahi koruyamayabilirdi. Bir anlamda siyasi hareketin temsil ettiği, bütün yerli-muhafazakâr-yeni sivil güçler Erdoğan’ın liderliğinde bu değişimi sürdürdükçe, siyasal varlık alanını genişletmiş, genişlettikçe de “demokrasi mücadelesi daha ileri bir aşamaya” yönelmiştir. 

Demokratikleşme meselesi, ekonomide yeni bir açılım imkânı sunmuştur. Devlet yapısı üzerinden kurulan “ekonomik-politik iktidar” demokrasi sayesinde topluma açılmış, “emir- komuta ekonomisinin” karşısında “sivil ekonomik sektörlerin” yükselmesine, piyasa ekonomisinin oluşmasına katkı yapmıştır. 

Bütün bunların, Türkiye’nin dünya sistemi içerisindeki “Batı’ya bağımlı” konumu üzerinden yapılması ve bu değişimin sürdürülmesi mümkün değildi. Bu bakımdan “Türkiye merkezli” yeni bir uluslararası ilişkiler modeline geçmek zaruret haline gelmişti. Davutoğlu’nun düşünce planında temsil ettiği siyaset anlayışı, bu yeni Türkiye merkezli ilişki biçimini ön plana çıkarmıştır. 

Türkiye yenilenirken, böyle bir vizyona sahip bir başbakana sahip olmak tarihi bir fırsattır. Biliyoruz ki, tarihsel değişme süreçlerinde, “değişimin ruhunu kavrayacak” milli kültürden, medeniyet değerlerinden habersiz olmak, yabancılaşmak demektir.  Bu durumun yaratacağı “ahlakı kayıtsızlık” pratik olarak, akıntıya kapılma etkisiz ve pasif kalmaya razı olmaktır. Bu tarihsel değişimi, zaman ve mekânı, tarihin ve anın, coğrafyanın ve kültürel anlam dünyasının içinden okumak, ona yön verecek donanım ve politikalara sahip olmak ise “ahlaki sorumluluk” taşımak demektir. Tarih önünde duran Davutoğlu böyle bir şahsiyettir. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…

Emin Pazarcı / Cemaat ve cerahat

Yıllarca ne dediyse o olmuş. Ne talimat vermişse yerine getirilmiş. Hikmetinden sual edilmemiş. “Sirke baldan tatlıdır” dese bile doğru kabul edilmiş. 

Biat kültürü iyice yerleşmiş… 

Ne düşünce kalmış, ne sezme kabiliyeti. İş öyle bir hale gelmiş ki… “Su yakar, ateş söndürür” tezini savunsa, peşinden gidecek kitleler oluşmuş. 

Şimdi, bunun yansımalarını izliyoruz… 

Hem de ibretle! 

*** 

Öyle görünüyor ki, bu ülkede bir dönem izlenmeyen insan kalmamış. Dinlenmeyen telefon bırakılmamış. Bazı insanların yatak odalarına kadar girilmiş. Her türlü hukuksuzluk sergilenmiş. 

Diğer suçlamaları saymıyorum… 

Doğal olarak bunların gereği yapılacak. Araştırılacak ve soruşturulacak. Suçlular adalet önüne çıkarılacak. 

Sen misin bunu yapan! 

Dikkat edin, yer yerinden oynuyor. Bazı gazeteler ve televizyonlar, suçlananları ilahlaştırıyor. Bir “vatan, millet” edebiyatıdır, sürüp gidiyor. Hele dün bir haber gördüm ki, evlere şenlik; inanılır gibi değil. 

Fotoğrafı yok, adı belli değil, ne kadar doğru olduğu tartışılır, bir DHKP-C’li, konuşturuluyor. Tutuklanan polis müdürünü yere göğe sığdıramıyor: 

-İnsanlığı ve vatan sevgisini onda gördüm… 

Tekrarlıyorum, bunu söyleyen bir DHKP-C’li. Onun bunun taşeronu, kanlı bir terör örgütünün mensubu! Ama “insanlık ve vatan sevgisi” diyor. Şaka gibi değil mi? 

Bozacının şahidi şıracı! 

O gazete de varlığı tartışmalı bu teröristin, tutuklanan polis müdürüne yönelik övgü dolu sözlerini manşetten veriyor. Adeta hepimizle alay ediyor. Kaş yapmak isterken göz çıkarıyor. 

Çünkü ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Garabet diz boyu. 

***

Ya Fethullah Gülen’in yaptıklarına ne demeli?.. 

Avukatı aracılığıyla 30 ilde savcılıklara ayrı ayrı başvuruda bulundu. Operasyonların sona erdirilmesini istedi. Pensilvanya’dan, Türkiye’deki soruşturmalara müdahale etti. 

Neymiş, verilen emirler kanunsuzmuş! 

Şimdi sorarlar adama: 

-Hani senin bunlarla bir ilişkin yoktu? Hani bu polislerin hiçbirini tanımazdın? Bu çabanın ve çırpınmaların anlamı ne? 

Devam edelim: 

-Bir cemaat liderinin işi midir Cumhuriyet Savcılıklarının kapısını aşındırmak? 

*** 

Son derece ilginç bir yapı ve zihniyetle karşı karşıyayız. Ortada son derece vahim suçlamalar var. Ama bunlar hep başkalarına yükleniyor… 

Haklarında ne yazarsanız yazın, savcılıklara koşup suç duyurusunda bulunuyor, sizi sindirmeye çalışıyorlar. 

Yazının devamını okumak için tıklayın…