Divan edebiyatçılarına göre Nâbî hikemî şiirin kurucusu ve klasik Türk Şiiri’nde çığır aça bir şair. Ama bütün bunların yanında aynı zamanda bir peygamber aşığı.
Toplumların kültürel mirasını korumak amacıyla kurulan UNESCO, yine bizden önce davrandı. Ve şair Nâbî’yi 300. ölüm yıldönümü dolasıyla 2012’yi Itrî ve Piri Reis ile birlikte Nâbî yılı ilan etti. Biz, onu Hazreti Peygamber’e yazdığı mısralar ile tanıyoruz. Hatta mısraları Anadolu’da darbımesel olmuştur. Nâbî’nin "Sakın terk-i edebten kuy-ı mahbub-ı hudadır bu/ Nazargahı ilahidir, makamı Mustafa’dır bu" beytini bir cami girişinde, bir işyerinde yahut evin herhangi bir odasında görmüşsünüzdür. Bu söze bakıp; uzun uzun tefekkür etmiş ve bu mısraları kuran kişi için hüsnüniyette bulunmuşsunuzdur. Peki, kimdir şair Nâbî? Nasıl bir dil ile konuşmuştur ki, Anadolu’nun derin hafızasında, gönüllerde yerini almıştır? Sergüzeşt-i hayatını şöyle hülasa edebiliriz:
Asıl adı Yusuf olan şair Nâbî, 1642 senesinde Urfa’da doğar. Peygamberler şehrinin manevî havasına kayıtsız kalamaz. Ve bir rivayete göre; Yakup Halife ismiyle meşhur bir şeyhe intisap ederek; tasavvufa meyleder. Şeyhinin işaret buyurmasıyla başşehir İstanbul’a gelir. Belde-i Tayyibe’ye geldiğinde 24 yaşında bir gençtir Yusuf. İstanbul’da aradığını bulamadığını öğrendiğimiz şair, Sultan IV. Mehmed’in musahibi yani sohbet arkadaşı Damat Mustafa Paşa ile tanışır. Bu dostluk sayesinde Urfa’da geçirdiği sıkıntılı günlerin aksine rahata erer. Bürokratik ilişkileri yazdığı şiirlerin başkaları tarafından da görülmesine, tanınmasına sebep olur.
Nâbî, Mustafa Paşa ile Lehistan seferine katılır ve şairliği kayda geçer. Kamaniçe’nin fethi üzerine tarih düşürür ki bu tarih kale kapısına işlenir. 1675 senesinde Edirne’de şehzadeler için düzenlenen sünnet düğününe katılan Nâbî, on beş gün süren bu şenlikleri Surname adını verdiği eserinde anlatır. Şairin hayatındaki dönüm noktası, belki de bizim bu yazıyı kaleme almamıza da neden olan olay ise 1678-79 yıllarında Hac farizasını yerine getirmek için niyetlendiğinde yaşanır. Ramî Mehmed Paşa ile IV. Mehmet’in de izniyle yola revan olur Şair. Memleketi Urfa’dan geçerek kutsal topraklara gider. Malum, o devirlerde hacca deve ile gidilmektedir. Nabi ile Ramî Mehmed Paşa bir devede yolculuk ederler. Nihayet bir seher vaktinde Medine topraklarına girerler.
Nâbî, Peygamberimiz’in kabrini ziyaret edecek olmaktan büyük bir heyecan duyar. Mahmilin öbür tarafında ise Paşa yatmış uyuyordur. Bu durum Nâbî’yi oldukça müteessir eder. "İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?" diye düşünceye gark olur. Ve bu halet-i ruhiye içinde dudaklarından şu mısralar dökülür: "Sakın terk-i edebten kuy-ı mahbub-ı hudadır bu/ Nazargahı ilahidir, makamı Mustafa’dır bu" Bu sözleri Paşa işitir ve Nâbî’ye ne dediğini sorar. Şair de, Peygamber Efendimiz’in kabr-i saadetlerinin bulunduğu Medine-i Münevvere’de olduklarını ve bazı duyguların kendisini sardığını dile getirir. Paşa da Nâbî’nin heyecanına ortak olur. Abdest alıp; Medine sokaklarında Ravza-i Mutahhara’ya doğru yürürler. Bu esnada Mescid-i Nebevi’nin minarelerinden bir şiir okunur. Bu şiir, Nâbî’nin Efendimiz için dudaklarından dökülen şiirdir. Zaman donmuş gibidir, Nâbî’nin gözlerinde. Doğru müezzine koşar.
Aşıklarımdan biri ziyarete geliyor
Müezzine, söylediğinin ne olduğunu, neden söylediğini sorarlar paşa ile birlikte. Lakin müezzin büyük bir edep içinde suallere cevap vermez, veremez. Nâbî ısrar eder; ancak yine cevap alamaz. Bunun üzerine müezzinin minareden yaydığı mısraların kendisine ait olduğunu ifade etmeye mecbur kalır. Bu sefer şaşırma ve soru sorma sırası müezzindedir. "Senin ismin Nâbî mi?" der müezzin. Evet, cevabını alınca müezzin Nâbî’nin ellerine, Nâbî de müezzinin boynuna sarılır. Bu tarif edilmez manzarayı seyreden Ramî Mehmed Paşa, "İsminin Nâbî olduğunu, Allah aşkına söyle!" diye sorar. Bunun üzerine müezzin rüyasını anlatmaya koyulur: "Efendim, akşam abdestli olarak yatmıştım. Biraz evvel Peygamberimiz’i rüyamda gördüm. Ya müezzin kalk yatma. Benim âşıklarımdan biri benim kabrimi ziyarete geliyor. Şu cümlelerle minareden onu istikbal et, dedi. Ben de hemen kalktım. Abdest aldım. Peygamberimizin iltifatına mazhar olan âşık kimdir diye düşünerek minareye koştum."
Nâbî, Musahip Mustafa Paşa’nın vefatından sonra Halep’e giderek; 25 yıl burada ikamet eder. Bu şehirde evlenir ve oğlu Mehmet Çelebi burada doğar. Devletin imkânları sayesinde rahat bir hayat süren Şair, Hayriye adlı mesnevisini burada yazar ve şiirlerini burada divan haline getirir. Hayatının son demlerinde Nâbî, yeniden İstanbul’a gelir ve 12 Nisan 1712 senesinde Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Şiirde ekol açtı
Prof. Dr. Nâmık Açıkgöz: Nâbî, klasik Türk şiirinde, yeni bir ekol açan şairdir. Nâbî’ye kadar lirik vadide gelişen klasik Türk şiiri, onunla "hikmet" dünyasına açılmıştır. O, lirizmle tasavvuf ve hikmeti birleştiren bir şairdir. Kişiler arası ve toplumsal ilişkilerin sırrını, insanların hayatını yönlendiren kavramların derinliğini, keskin bir zekâ, mükemmel bir kelime işçiliği ve geniş bir anlam dünyası ile kurgulayan Nâbî, şiirde "hikmet" açılımı yapmakla, klasik Türk şiirinin orta döneminde ayak değiştirmesini sağlamış ve şiir geleneğinin yeni bir güçle 200 yıl daha devam etmesini sağlamıştır. Kendisinden sonra gelen şairlerin tamamına etkide bulunan Nâbî ekolünün son büyük temsilcisi 19. yüzyıl şairi Ziya Paşa’dır.
Hikmetli şiirlerin sahibi
Hüseyin Yorulmaz: Nâbî, bir üniversitedir. Bu üniversite, Alaaddin Sabit, Koca Ragıp Paşa, Sünbülzâde Vehbi ve Ziya Paşa gibi fakültelerdir. Muallim Naci, Hersekli Arif Hikmet gibi bölümleri, Kâni Efendi, Fıtnat Hanım gibi kürsülerden meydana gelir bu üniversite. Nâbî ve onun temsil ettiği akıma mensup şairlere göre; şiir hikmet ifade etmeli ve insana doğru yolu göstermelidir. Aksi takdirde hikmet ve hakikatten yoksun bir şiir "ağını sudan balıksız çekmeye, içi boş bademe, kokusuz laleye, nakışı olmayan sade bir yüzüğe, çocuktan kesilmiş kadına, dilberi olmayan meclise" benzer.
Şiirleri esin kaynağı oldu!
Mehmet Güntekin: Nâbî, şiirleriyle musikimize de esin kaynağı olmuştur. Klasik dönemde Itri, Bolâhenk Nuri Bey, Şeyh Ethem Efendi, Şevki Bey, Subhi Ziya Özekkan, çağdaş dönemde İsmail Baha Sürelsan, Kanunî Nuri Sesören, Dr. Cahit Öney, Dr. İrfan Doğrusöz, Bekir Sıdkı Sezgin, Kaya Bekât, Âmir Ateş, Hasan Şanlıtürk, Necmi Pişkin, Nabi çakar gibi isimler çeşitli makamlarda Nâbî’nin şiirlerini bestelemiştir.
Zaman