Ankara bu kitaba gülümsüyor

Edebiyat
Abdullah Güner’in röportajı  Geçmişten günümüze Ankara’nın gri havasını “Anıtkabir ve meclis” hikayeleriyle birleştiren Ebubekir Kurban’la siyasetin merkezine, başke...
EMOJİLE

Abdullah Güner’in röportajı 

Geçmişten günümüze Ankara’nın gri havasını “Anıtkabir ve meclis” hikayeleriyle birleştiren Ebubekir Kurban’la siyasetin merkezine, başkente doğru bir yolculuk yaptık.  Kurban’ın Ankara’yı anlattığı son kitabı “İsmet Saat Kaç”ı konuştuk.

 

“ORTADOĞU TOPRAKLARINA ATILAN BOMBALARIN SEBEBİ BİZİM TEBESSÜMÜMÜZ”

“İsmet Saat Kaç” kitabınızda enine boyuna Ankara’yı anlatıyorsunuz.  Öncelikle Ankara’yla alıp veremediğiniz nedir? Neden böyle bir eser kaleme aldınız?
Ben tebessüm edenlerin yaşadığı bir ülkeyi özlüyorum esasında. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin adını “Tebessüm Cumhuriyeti” yapsak ne kadar güzel olur değil mi? Hepimiz tebessüm etsek. Mesela Filistinliler çok tebessüm ediyor, Afrikalılar çok tebessüm ediyor. Filistinliler kendi ülkelerine aşkla bağlı… 16 yaşında bir çocuk düşün, eline bir taş almış; sevgilisine bağlı olduğu gibi o taşa bağlı. Mitralyözlere fırlatıyor o taşı. Daha mübarek bir ülke yapmak için uğraşıyor kendisi. Bir tarafta cenaze var bir tarafta düğün var. Ama insanlar gülüyor, tebessüm ediyor. Acayip hoşuma gidiyor bu. Afrika’ya gidiyorum, en son Somali’ye gittim. Dünyanın en güzel tebessüm eden çocukları Somali’de yaşıyor. Bayılıyorum ya! Aslında gavurlar bizim tebessümümüzü  kıskanıyorlar. Ortadoğu topraklarına atılan bombalar, onların başka başka sebepleri olabilir ama temelde yatan bence en büyük sebep bizim tebessümümüz.

Bizim her şeye rağmen gülümsüyor olmamız mı?
Gülüyor olmamız. Bunu kıskanıyor gavur, zoruna gidiyor ben niye gülemiyorum diye. Türk niye gülüyor, Müslüman niye gülüyor, Kürt niye gülüyor?… Niye gülüyoruz. Mevzu bu!

Ankara’da tebessüm eden az. Acayip bir mutluluk içerisinde insanlar, ama salakça bir mutluluk içindeler. Ahmakça bir mutluluk içindeler. Anlatabiliyor muyum? Kurnazca bir mutluluk içindeler. Memurlar. Esnafı da memur, öbürü de memur, hepsi memur. Eski memurla yeni memur arasında fark yok. Eski memur, tipik laik hassasiyetleri olan eski amir, lacivert takım elbiseli kravatlı tiplerdir. Onların yerine badem bıyıklı tipler geldi. Ama bizimkilerin de hiç vakti yok! Sevmeye vakitleri yok. Böyle bir şey olur mu?

Bir kalbin var ona nasıl dikkat edeceksin Ankara’da, bilmiyorum ki! Uzun uzun gazete okuyorlar, ama Taraf gazetesi okuyorlar. Uzun uzun Zaman gazetesi okuyorlar. Ama sana vakti yok, sana vakit ayırmıyorlar. Bürokrat. Bilmiyorum ki ne desem boş Ankara için. Ama Ankara yazılmalı, yazılmalıydı, ben biraz tebessüm kitabı olsun istedim. Şöyle ne var ne yok orda diye. Bir şekilde Ankara’ya yolu düşenler “Üstat güzel olmuş diyor”. Bu da hoşuma gidiyor.

“AYET Mİ ÜSTÜN MEVZUAT MI?”

Ankara’da yaşamak isteyenlere ya da memur olmak isteyenlere de bir anlamda öğütler kitabı gibi de olmuş.
Onu söylüyorlar, evet. Ben o gözle yazmadım aslında ama öyleymiş. Daha doğrusu kitabı şöyle karıştırdıktan sonra fark ettim normalde eşe dosta öğüt veren biri değilimdir, öğüt verenleri de sevmem esasında. Ankara’da çok öğüt veren adam var. Ben de o tiplerden biri olmak istemem. Ama kitapta öyle bir şey çıkmış ortaya. Acayip bir şey olmuş. Böyle rehber kitap havası olmuş. “Yeni başlayanlar için Ankara” kitabı olmuş.

Elini kağıda sürmeyeceksin, dikkatli olacaksın, oturduğun kalktığın insanlara dikkat edeceksin, üstat diye konuşacaksın, amirin varsa… böyle şeyleri yazmışım farkında olmadan. Ama doğru yalan değil ki tanıdıklarım bunlar. Mesela müsteşar muavinliği için kararname bekliyor bir arkadaş, “Ayet mi üstün mevzuat mı üstün?” diye bir soru soruluyor kendisine. Adam şaşkın, düşünüyor. Adam şunu demiyor: Ne biçim soru soruyorsun sen. Böyle soru mu olur? Manyak mısın kardeşim. Bana böyle bir soru soramazsın demedi adam. Kararnamesinin çıkmasını bekledi kuzu kuzu. E bunlar sistemin, yarın öbür gün dönüştürmek istediği, sisteme dönüşen insanların yaşadığı şehir oldu Ankara. O yönüyle de üzücü.

Kitapta anlatmışsınız ama okumayanlar için sormuş olalım kitabın adı nerden geliyor?
Ankara’da Mustafa Kemal’in, Atatürk’ün söylediği sözleri toparlayan bir yazı yazmak istedim ben. Türkiye’nin her tarafında söylediği sözler varda onlar benim çok ilgimi çekmiyor. Mesela Yozgat’ta yaşayan bir adam olsaydım ben Yozgat’la ilgili Atatürk’ün sözü çok iyi olurdu. Çünkü çerçeveletip asabilirdim bir köşeye. Yozgat’la ilgili “Çamlığınız çok güzel” demiş mesela. Diyarbakır’da karpuzla ilgili bir şey söylemiş: “Ne güzeldir Diyarbakır karpuzu, doy, doy, doy!” demiş. Ne güzel demiş.

Yaşadığım şehirdeki Atatürk sözleri benim için güzel oluyor, diye düşünerek Ankara’daki sözleri toparlamak istedim. Hiç yorum yapmadan bir yazı yazacağım. Toparladım da. Tek tek bakanlıklara gittim, uğraştım. Atatürk’ün sözlerini büyük büyük, iri haflerle yazıyorlar. Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu var mesela, oraya kocaman yazmışlar: “Türk şoförü en asil duygunun insanıdır”. Tebessüm ediyorsun ister istemez. Ama mesela bir tartışma çıkmış. Hakiki Kemalistler, gerçek Kemalistler “Ya bu Atatürk’ün sözü falan değil” demişler. Atatürk’ün sözüydü, değildi tartışması uzayıp gitmiş… Bu sözü buraya asamazsın diyor adam. Bunu Atatürk söylemedi diyor. Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu da resmi açıklama yapıyor: “Hayır bu sözü Atatürk’ün söylediğine inanıyoruz”. Her şey komedi.

Velhasıl, Atatürk’ün bir milli eğitimle ilgili, tarımla ilgili, sanayiyle ilgili söylediği sözleri yan yana getiren peş peşe sıralayan bir yazı yazdım. Güzeldi, enteresandı, keyifliydi. Tam işte o yazının sonunda göndereceğim bir dergiye, bir gazeteye bir de hakikaten geç kalmıştım, eve de geç kalmıştım, saate baktım saatim yok. Saatimi tamirciye verdiğimi hatırladım. Gittim saati almak üzere. Baktım bir çerçeve, içinde “İsmet saat kaç?” yazıyor. Altında da “Mustafa K. Atatürk” imzası. Müthiş bir şeydi. O ilaveyle yeniden gönderdim yazıyı. İsmet Saat Kaç’ı çok ironik buldular.

“BİR TEBESSÜM KİTABI: İSMET SAAT KAÇ”
Ankara’da Anıtkabir ve Meclis dışında bir şey yok mu?
Yok, başka bir şey yok ki.

Yok mu?
Tövbe tövbe… Çarpılırız öyle de konuşmayalım. Tabi yolu Ankara’ya düşenler mutlaka Anıtkabir’e uğrasın, Meclis’e de uğrasın. Çok renkli hikayeler dinler, görür ben onu söyleyip duruyorum zaten. Hele mesela Anıtkabir: O kadar şey var ki böyle detay, enstantane, değişik laflar, değişik tipte insanlar, gelen giden insanlar… Eline açmış kadın dua ediyor mesela. Şey değil, Tanırıya yakarış içinde olan dua eden heykel meykel çok da… bir de kadın heykel grupları var, heykelcikler, onlar da dua ediyor. Erkek heykellerin temsil kabiliyetleri daha zayıf mesela. Onlar ağlıyor mu, anırıyor mu, dua mı ediyor bu çok belli değil. İşte Atatürk’ün kullandığı eşyalar, müze de birbirinden ilginç şeyler var. Birbirinden ilginç görüntüler var. Mutlaka gidilmesi lazım.

Meclis’te de gitsen, halk hikayeleriyle karşılaşırsın mesela. Bunlar çok güzel. Bence gidilmesi lazım!.. Anıtkabir’de mesela insanların dua edişi… heykellerin dua ve yakarışı bir tarafa bir yandan da mesela teyzeler Anıtkabir’i almış karşısına, açmış ellerini önünde, türbe gibi görüyor orayı. Ben çok rastladım dua eden teyzeye. Bir de giriş bedava o güzel, para almıyorlar. Elinde poşet, çanta varsa onlara dikkat etmen lazım. Onları arıyorlar. Mesela domates alamazsın içeri. Krem peynir götüremezsin. İçerde piknik miknik yapamazsın. Onlar belki torpille içeri alınabilir.
‘Tövbe tövbe’ derken de şimdi Hacı Bayramı Veli Hazretleri de Ankara’da. Ne diyelim şimdi. Bağlum diye bir köy var Ankara’da Abdulhâkim Arvasi Hazretleri de orada. Mekanı cennet olsun, Muhsin Yazıcı da Ankara’da. Bunları konuşurken de çarpılmayalım, ona da dikkat edelim.

“ANKARA’DA YAŞAYIP SONRA İSTENBUL’A GELEN ADAMI ÇOK MERAK EDİYORUM”
Onlar da Ankara’nın manevi rehberleri oluyor değil mi?
Onlar oluyor evet. Ama bizde de maneviyat eksikliği var. Bunları konuşmuyoruz. Birileri de Ankara’nın manevi tarafını yazsa iyi olur.

Onların Ankara için önemi nedir sizce?
Ankara’yı ayakta tutuyorlar. Emin Acar var mesela. Mübarek adam. Çok mübarek adam var Ankara’da. Arkadaşlarımız çok mübarek mesela. Hakan Albayrak orada, Gökhan Özcan orada. Anadolu’nun yüreğinden gelen sesle konuşan Adnan hoca orda. Çok güzel adam da var.

Şunu çok merak ediyorum mesela: Uzun yıllar Ankara’da yaşayıp sonra İstanbul’a gelen adamı ben çok merak ediyorum. Ya da uzun yıllar İstanbul’da yaşayıp Ankara’ya giden adamı, yaşamak için giden adamı merak ediyorum. Onların gözlemlerini de almak lazım.

Ankara’daki camiler… Bu şehirde neden cami yoktur? Ankara’da birçok caminin(mescitin) yer altında olmasının sebebi nedir?
Cami yok değil cami çok. Ankaralılar acayip muhafazakarlar aslında. Her şeyleri var. Ankara’nın planını yapanlar gavur olunca zamanında planda camiye yer vermemişler. O kadar basit aslında. En yakın cami 6 km mesafede. Millet yeraltına  sığınmış. Sırf Kızılay böyle. Ankara’nın buluşma merkezlerinin başında yer alan Kızılay’da yüzlerce cami var, mescit daha doğrusu. küçük küçük mescitler. Her apartmanın altında, her binanın altında, her iş merkezinin altında mescit var.

“TAYYİP’İN TIRNAĞINI SENİN TARAFÇILARININ TOPUNA DEĞİŞMEM BEN”

Konumuzun yönünü biraz değiştirelim. Ankara’da halkın dilinden ve derdinden anlayan gelmiş geçmiş en fiyakalı siyasetçi kimdir diye sorsam kimi gösterirdiniz?
Ankara’yı dönüştürenler. Sistemi dönüştürme derdi içinde olanlar, bir kere Ankaralı değiller baştan onu söyleyeyim. Ankara’ya dışarıdan gelenler. Nerden bakarsan bak mesela. Mesela Deniz Baykal Ankara’ya dışarıdan gelen bir adam değildir. Tansu Çiller’de hakeza. Zihniyet olarak da Ankaralıdır zaten. Ama Tayyip Erdoğan dışarıdan gelen bir adam. Turgut Özal dışarıdan gelen bir adam. Çevreden gelen bir adam. Çevreden gelen adam zorluyor bir durumu. Erbakan mesela. Ona o şansı tanımadı gavurlar ama o da dışarıdan gelen bir adam.

Tayyip Erdoğan. Kazın bu adamın altını bundan ne çıkar. Kasımpaşa çıkar, Fenerbahçe çıkar (1907), İmam Hatip çıkar, Necip Fazıl çıkar. Anadolu’nun bağrı yanık adamları çıkar. Lazlık çıkar. Cesaretli adam, değişik adam. Konuşuyor, ses çıkartıyor, kavga ediyor, zehirleniyor, mücadele ediyor, dönüştürmek istiyor, dünya üzerine çullanıyor, düşmanı çok fazla. Acayip düşmanı var. 

Mesela Tayyip Erdoğan’aben düşmanlık yapmaya çalışsam çarpılırım diye düşünüyorum mesela (Gülümsüyor). Ciddi söylüyorum bak. Acayip eleştiriyorum yeri geldiğinde. Ama diyelim ki bu gavurlar; Taraf gazetesi maraf gazetesi o çevre, böyle hani… bir arkadaş bana diyor ki geçen: “Sen de mi Tayyipçi oldun?” diyor. Elinde Taraf gazetesi var. Sezai Karakoç İslam’dan anlamaz diye konuşuyor manyak. O adamı terk etmek aslında sünnettir… “Tayyip’in tırnağını senin Tarafçıların topuna değişmem ben” dedim. Mevzu o değil de. Tayyip Erdoğan’ın böyle insanlara sempatik gelen ve yürekli duran bir tarafı var. Böyle bir değiştirmek, dönüştürmek istiyor… o dili biliyor iyi de. İyi gitti, memlekette sevdi adamı.

“ANKARA’YI SEVENLER ANKARA’YI SEVENLER CUMHURİYETİ KURSUNLAR”

Ankaralılar Ankara’yı seviyor, İstanbullular da İstanbul’u. Ankaralılar İstanbul’u pek sevmiyor, İstanbullu da Ankara’yı… Ankara’yla İstanbul’un bu zıtlığı sizce nereden geliyor? Bir de Ankara, İstanbul kadar sevilir mi şimdi?
Bu eski bir muhabbettir. Konuşsak da bitmez, yine de ben şöyle anlatıyım: Çoluk çocuğa karışmış bir adam yıllar sonra mahkemeye gitmiş, boşanmak istiyorum demiş. Hakim Bey, demiş ben karımdan ayrılmak istiyorum. “Kaç yıllık evlisin?” demiş Hakim. “45 yıllık evliyim” demiş adam. Hakim tuhaf tuhaf bakmış adama demiş niye şimdi, niye? Sebep demiş? Adam da demiş ki “sevemedim, sevemedim Hakim Bey”. Ama adam sevemediyse en azından denemiş. Uzun sürmüş sadece. Ben de sevemedim ne yapıyım? İnşallah sonum benzemez diyorum. (Gülüyoruz) 

Ankara milliyetçiliği diye bir şey var, “Ankara’yı sevenler” var. “Ankara’yı Sevenler Cumhuriyeti” kursunlar, onlar da rahatlasın biz de rahatlayalım. Bir de ‘Ankara ev, evlilik; İstanbul sevgili’ diyor adam. Böyle şeyler de var. Ankara’yı sadık bir eşe benzetiyor. İstanbul çılgın bir sevgili. Milletin kafasında böyle bir şey var: Ankara’da olacak, uzaktan sevecek İstanbul’u.

Ankara aslında kolay bir şehir, basit bir şehir, sade bir şehir, sevilebilir de. Her şey elinin altında: Evlisin, iki tane çocuğun var, karı koca çalışıyorsun; hastane emrinde, dil kursları emrinde, üniversite orada, çok kolay bir şehir. Kontrol altında her şey. Her şeyin kontrol ediliyor olduğunu görmek bir şey veriyor insana, bir rahatlık sağlıyor. Burada -İstanbul’da- insanlar ürperiyor, korkuyor. Bende İstanbul’da kendimi çok rahat hissediyorum, psikolojik olarak. Ya, psikolojik adamlar olduk aslında.

“SOKAKTAN, HAYATTAN HİKAYELER”

Bir de yeni kitabınız “Baba Adı Adem Ana Adı Havva”dan da bahseder misiniz?
“Baba Adı Adem Ana Adı Havva”
röportajlar kitabı. Yol boyunca körler, kimsesizler, canı sıkılanlar benim çevremdeki insanlardan –ben de aynı kaderi yaşayan insanlardanım zaten- onların gözüne, kaşına bakarak dünyayı yaşamaya çabaladım. Bugüne kadar yaptığım işte binlerce röportajdan 35 tanesini bir araya getirerek sıradan adamın sıra dışı gözüken ya da gözükmeyen hayatına sokulmaya çalıştım. Enteresan oldu, güzel oldu. 35 tane röportajdan oluşuyor. 6-7 tanesi kimsesiz çocuklar, kimsesiz çocukların başarı hikayesi ya da başarısızlık hikayesi. Başarı hikayeleri kitabı değil bu. Başarısızlıklarla dolu hikayeler var. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda kalmış çocuklar, “elti”nin anlamını biliyor mu bilmiyor mu gibi? Kuzeni biliyor, “elti”yi bilmiyor mesela. Bir oturuşta mesela iki ekmek yiyor. Mesela bir kızcağız var baba adı Adem, ana adı da Havva yazıyor nüfus cüzdanında, onun hikayesi. Bunların hikayesine, dünyalarına sokulmaya çalıştım.  Çok etkilendim yazarken, okurken, yayınlarken. Sadece röportaj yapmakla da kalmadım. Sadece onlarla konuşmadım, onları anlamaya da çalıştım, evlerine gittim, yurtlarında kaldım… hepsi benim hayatıma da sokulmuş oldu.

“İNTER-MİLAN MAÇINI İZLEMEYE GİDEN KÖR ARKADAŞLARIM VAR”

Başka kimler var?
Onun dışında körler var. Mesela İnter-Milan maçını seyretmeye  Milano’ya giden kör bir arkadaşımız var. Erdal dedim nasıl rahat seyredebildin mi? Digiturk abonesiydi, kurada çıktı, öyle gitti. Nasıldı dedim? Yok abi diyor. Bizi dördüncü kata çıkarttılar statta, rahat görüp, seyredemedim diyor. Özürlüler için dördüncü katta bir lobi gibi bir şey varmış oradan seyrettirmişler, üstten rahat göremedim. İşte bunlar. Ünlü yok röportajlarda garibanlar var. Meslek röportajları var. Daha doğrusu mesleğini aşkla yapan hamal, imam, müezzin gibi işini aşkla yapan insanlarla konuştuk. Adam imam; top oynamak istiyor, “bilardo oynamak istiyorum ama imamım” diyor.  Böyle konuşan, düşünen insana hemen mikrofon uzatıyorum ben de. İlk soru şu: “Buyur abi?”. Bunu demek zorundasın. Bir de benim fikrim var diyen tipler var. “Ben Batı’nın ciğerini bilirim” diyor adam. 40-50 tane ülke gezmiş, sıradan bir Anadolu köylüsü, vatandaşı, insanı nasıl yaşar? Dünyaya nereden bakar?

Sokakta karşılaştığım tipler mesela. Biz şimdi burada konuşuyoruz, muhabbet ediyoruz. Yan tarafta iki kişi konuşuyor iki dilenci, iki bilmediğim adam, aslında biz ciddi şeyler konuşsak bile yan tarafta konuşulan şey benim daha çok ilgimi çekebiliyor. Bazen ama. O tarafa yöneliyorum, onların dünyasına sokuluyorum, oradan mesela ilginç bir şey oluyor. Bu röportajlarımın yarısı öyle oluştu aslında. Sokaktaki adamın “adaletin bu mu dünya” diyen röportajlar var. “Türküm, doğruyum, çalışkanım, mutsuzum” diyor adamın biri de… Garibanların babası rahmetli Nusret abi. Kitabı üçe ayırdım: Birinci bölümde Garibanlar… “Ne yana dönsen acır” demiş Cahit Zarifoğlu. O ilk bölümün son röportajı Nusret abiyle. İkinci bölümün son röportajı yine ona benzer bir röportaj. Emin Acar var bir de. O da fikrim var diyen insanlardan. Süt kardeş diyeceği olur yoğurt kardeş der. (Gülüyor) O da Ankara’nın muhterem hocalarından biri.
Üçüncü kitabımız da yolda inşallah. Ona da amin diyen olursa seviniriz.

Amin abi amin!  Ayrıca bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim, eyvallah.

 On5yirmi5