Hakikate yönelen sanatın medyaya ihtiyacı yok

Edebiyat
Zeynep Zelan’ın röportajı Şair Celal Fedai’nin son kitabı “Prensesleri Geri Çağırın” Hece Yayınları etiketiyle kitapçılardaki yerini aldı. Kitap, şairin bugüne kadar yazmış old...
EMOJİLE

Zeynep Zelan’ın röportajı

Şair Celal Fedai’nin son kitabı “Prensesleri Geri Çağırın” Hece Yayınları etiketiyle kitapçılardaki yerini aldı. Kitap, şairin bugüne kadar yazmış olduğu şiirler ve yazılar ile inşa ettiği Neo Klasik Poetika binasının ince işçilik bölümü olarak okunabilir. Şiirlerinde okuru şaşırtmayı seven, şairi içindeki nefs dağının yukarılarına tırmanarak tahayyül eden Fedai, bu son kitabında kahramanları geri getirebilmek için prenseslerin çağırılması gerektiğini söylüyor. Kelimelerini sadece şiir yazmaya değil, şiir üzerine düşünmeye de sarf eden şairle kitapları, şiirleri, sosyal medyaya bakışı, edebiyat dergileri, kahramanlar-prensesler, Süleymaniye Camii ve “Bazı Şehir Adları” üzerine konuştuk.

“Prensesleri Geri Çağırın” kitabınız yeni çıktı. Hayırlı olsun öncelikle. Kitapta yer alan şiirlerinizin üslup, dil ya da içerik olarak diğerlerinden farkı nedir sizin için?
Teşekkür ederim… Kadınlarımız, erkeklerimizden daha iyi bilirler bu duyguyu. Doğum yapana göz kulak olunur. En azından kırk gün. Ben de o haldeyim. Sevenlerimde, sevgilerinin verdiği bir enerji var. O enerjiyle kitabımı ellerini alıp seviyorlar. Bense tebriklerini kabul ediyorum. Bir yandan da çok yorgunum. Herkes çekilip gitse ve yazgımla şöyle bir uzun uyusam, diyorum. Bazı kitapların kaderi böyle olur. İlgi vardır, ziyaretçileri vardır. Bazılarınınsa tam tersi. Üç ay önce Olağanüstü Şiirler adında yine bir şiir kitabım çıktı. Neredeyse kimse dönüp bakmadı. Oysa o da benimdi. Tuhaf ve gerçek. Neden bu böyledir? Böyle olması gerektiği için. O kitabımda otuz küçük şiir var. Atmosferi ‘olağanüstü’ olduğu için bu adı koydum. İddiam şuydu: Günümüz şiirinin atmosferi, post modern realizmin türlüsüyle dolup taşıyor. Bir ideoloji olarak popülizm, küresel kapitalizmin mantığını oluşturuyor bugün. Eskiden ‘halk’ diye adlandırılan insanlar avamîleştirilerek iğdiş ediliyor. Kapitalizm, üvey kardeşi sosyalizm nasıl insanları birbirine benzetip yığınlaştırdıysa başka bir yolla aynen bunu yapıyor. İşin hazin yanı Türkiyeli irfan sahibi halkın biz torunları da kadınlı erkekli bu işe dâhiliz. Bir şiir kitabı buna nasıl karşı durabilir? Atmosfer değiştirerek olabilir bu. Dağlara tırmanarak… İçimizdeki nefs dağının yukarılarına doğru tırmanarak. Olağanüstü Şiirler işte böyle… Ayakları zemine basmayan şiirler. Düşsel bir iklimi var.

Prensesleri Geri Çağırın’sa daha başka. Upuzun politik şiirler de var içinde naif şiirler de. Bunlardan önceki dört kitabımın şiirleri de birbirinden farklıydı. İkinci kitabım İmtiyaz Sahibi, uzun bir tek şiirden oluşur mesela. Şiirde eski ve yeni hünerlerin her birine bihakkın vakıf olduğumu sergilemek isterim, kendime de başkalarına da. Bu yüzden farklı zihin işletiş yordamları keşfetmeye çalışırım. Tekrara düşmemek için yapmam ama bunu. Başka bir bildiğim var kendimce. Kadim Çin’in bilgeliklerle dolu kitabı Chuang Tzu’nun Kitabı’nda şöyle bir yer var: “Cüzamlı kadının gecenin karanlığında bir çocuk doğurduğunda, çocuğu incelemek için seğirtip bir meşale yakar. Onun kendine benzemesi korkusuyla titrer.” Şair cüzamlı bir hale getirirse kendini aynen bu meseldeki kadın gibi olur. Kendi cüzamı şiirine geçer. Ben şiiri benden başkalarına geçen bir hastalık olarak görmedim hiçbir zaman. Aksine şiiri bir ‘iyilik’ olarak görmek istedim. “İyi” kelimesinin eski Türkçede et-mekten gelip, edgü, eyü, eyi ve iyi haline doğru bir seyri var kabaca. Yani insan kendini ancak bir şey yapınca iyi hisseder. Tabii yaptığının iyi olması lazım. Bizim içinse iyinin mahiyeti bellidir. Sözgelimi bir Batılı şair bu ‘iyi’yi bulmak zorunda. Bizse bulmuşuz. Nasreddin Hoca bulmuş sazın basacağı perdesini; artık aramasına gerek yok. Başkaları onu arayacak. O, onların aramakla bulmaya çalıştıklarının ötesine geçiyor bu sayede. Biz Batılı bir şairin nihai noktasından şiire başlıyoruz ve onların çıkamayacağı bir kata çıkıyoruz. İnsanlar bunu anlamıyorlar. 1990’lı yıllarda sosyalist arkadaşlarım, İslam sanatının tinselliğinden bir şiir çıkamayacağını söylerdi. Kafası diyalektik işlemez çünkü bir müslümanın. Olan bunu tersinin söylüyor şiir tarihimizde. Nâzım’dan sonra yüze yakın onun gibi düşünen şair gelmiştir ama hiçbiri şiirin kaliteleri bakımından bir tek Cahit Zarifoğlu’nun katına çıkamamıştır. Şiirin kalitesi çok önemli. Bu kaliteyi de önemsemeye çalıştım. Sanırım şiirlerimde bir dağa farklı tırmanış üsluplarım oldu. Fark sanırım buradadır.

“KADINLARIMIZDAN PEK AZI NE YAZIK Kİ BİR ‘KAR’ TANECİĞİ OLMANIN MÜCADELESİNİ VERİYOR.”

Kitabınızı ayırdığınız başlıklar bir şiir kitabına yanlışlıkla yazılmış gibi görünecek kadar ilginç. Ekonomi Politik ve Ender Harâb Ender başlıklarının ne ifade ettiğini sorabilir miyim?
Dünya hayatının bir ekonomi politiği vardır. Bunun geçmişten bugüne seyrini bilmezseniz perişan olursunuz. Mesela Peygamberimizin savaşları vardır. Bunların sebepleri ve sonuçları açısından ahkâmını bilmek dünya hayatında cedelleşmenin manasını verir. Diyelim biri size göre, size zulmetti. Buna nasıl karşılık vereceksiniz? “Edepsize edepsizlik edeptendir.” Bu tavrı da takınabilirsiniz, yok eğer nefsinize ağır gelmediyse affedebilirsiniz de. Ya ağır geldiyse… O ağırlıkla bir ömür yaşayamayacaksanız, o vakit bir karşılığınızın olması gerekir. Ekonomi politik bu misallerden tutun da dünya siyasetine kadar uzar gider. Çok mühimdir. Kitabımda bu başlık altındaki şiirlerin edası, sesi serttir. Nizar Kabbani’nin Halid bin Velid’in İşten Çıkarıldığının Belgesidir diye enfes bir şiiri vardır. Arap toplumlarının son yüz elli yıllık tarihlerini hiçbir metin o şiir kadar güzel açıklayamaz. Allen Ginsberg’in Uluma şiiri de Amerika’nın nasıl bir faciaya döndüğünü anlatır ki onun da bir benzeri yoktur. Ben bu bölümdeki şiirlerimde bu iki şairin şiirlerine kendimce meydan okudum. Onlara eşlik edip onları aşmak istedim. Yeryüzünün Türkiyelileri İçin İki Yüzlü Uğur Parası Tasarımı ve Gördüm Görmez Olaydım şiirleri böyle doğdu. Tabii turist denen zavallılaştırılmış, gezip dolaşmasının içinin nasıl boşaltıldığından haberi olmayan yeryüzü milletini alaya alan şiir de var. Başkaları da. Ender Harâb Ender bölümündeyse nadirin de nadiri olan bir nadir insandan haber vermek istedim. Grameri bozdum bu yüzden, harab ender harab demedim. Dikkat edilirse o insanın bir kadın ve bir erkek olarak varlığı duyumsanabilir. Uzun zamandır şiirimizde o nadirlerin varlığından bilhassa söz edilmiyor. Şair, serkeş, başı aylalı, aklı bir karış havada, narsisizm epidemisine yakalanmış ve bu illetin yayıcısı olarak gösterildi, kasıtlı olarak. Oysa şair, bunların tersi bir kişiliktir. Aklı son derece başındadır, bir esrikliği varsa o da adanmışlığından ötürü gördüğü lütuftur. Şiir de o lütufla yazılır zaten. Bu bölümdeki şiirler, İç adlı kitabımdaki şiirlere eda olarak akrabadır. Hayatın farklı veçheleri var. Bu yüzden hep aynı ses, eda ve üslupta olamayız.

Prensesler neden geri çağırılmalı? Bir prensesten öğreneceğimiz neler var?
Kadınlarımızdan pek azı ne yazık ki bir ‘kar’ taneciği olmanın mücadelesini veriyor. Biz erkekler için de durum farklı değil. Bizim dilimizde tüm hayatın anlamını bize kolayca veren iki kelime vardı. Bunların anlamını şarlatanların karartmasına müsaade ettik son yüz yılda. Koca ve karı kelimeleriydi bunlar. Daha doğrusu Koca’nın Kar’ı. Eski Türkler, erkeği bir dağ ve bilge gibi görüp ona ‘koca’ demiş. Kadını da o dağa yağan ‘kar’ görmüş ve dağ ile karı bir birbirine nispet edip koca ve (kocanın) karı demiş. Bir de atasözümüz var: Allah dağına göre kar versin, diye. Dağ gibi kocalar yok. Tepecik gibi erkekler var. Bu yüzden onlara yağan kar hemen eriyor. Oysa bir kar erimek değil bir dağın zirvesinde kalmak ister. Kadınların verdiği savaşım sonucu artık evlendirme dairelerinde, nikâh kıyanlar ‘sizleri karı koca ilan ediyorum’ demiyor. ‘Sizleri eş ilan ediyorum’, diyor. Eş kelimesi iki cinsli bir kelime. Bu dile aykırı. İngilizler öyle demiyor ama: “I declare you husband and wife” diyorlar nikâh kıyarken. Biz Batılılaşmanın Batılı da olmayan bir anlamına vardık da haberimiz yok. Biz dili şarlatanlara teslim ettik. Şarlatan, kelimeler arasındaki anlam inceliğini ortadan kaldıran anlamına gelir. Şarlatanlar kelimelerimize kastetti. Ve bu hale geldik. Bir tek kelimenin bile anlamını oynatırsanız, o kelimeyle düşünen insanların Allah’la olan irtibatını sekteye uğratırsınız. Kelimelerin anlam inceliği kalkarsa o toplumda artık güzideler yetişmez. Ayrıca eş kelimesinin, eşek kelimesiyle de aynı kökten geliyor olması muhtemeldir. İşin garibi bugün doğrusu bu oldu. Yani çiftler birbirine koca karı olamayınca eşlikçi oluyor. Hatırlayalım; Efendimiz, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’yı evlendirirken aralarında efendilik ve kölelik bağı kurmuştu. Şimdi bakın nereye gelmişiz. Hâsılı bizim, kovduğumuz ‘ide’leri geri çağırmamız gerekiyor. Onları kaybetmedik çünkü; düpedüz kovduk. Prenses idesini kovdu kadınlarımız, sıradanlaşmak için. Çünkü bir prenses idesi kafamızda olsaydı hepimizin böyle pejmürdeleşemezdik. Erkekler de kadınlar da böyle vasati kırk çöp seviyesine inmezdi. Bir ailenin beş oğlu olsun, sonra da bu erkeklerin ardından bir kız çocuğu gelsin dünyaya. O ailede her şey değişir. Bu belki basit bir örnek ama prenses idesini anlatmaya yeter. Şimdi etrafımdaki kadınlardan görüyorum. Kız çocuklarını bir prenses gibi yetiştiriyorlar. Sonra onlar kendilerini beğenmiş biri halini alıyor büyüdükçe. Sonunda da en basit bir mantıkla kendilerini rahat ettirecek biriyle evleniveriyor. Yani kadınlar bir kahraman koca istemiyor. Erkekler de kendi pejmürdeliklerine ses çıkarmayacak bir kadın arıyor. Bu, avamîleşmenin tüm topluma yayılmasıdır. Bize bunu reddedecek nadirler gerek bugün. Geçmişimiz bu nadirlerle dolu. Biz onların cahiliyiz. Vasatlar buluşması dediğim bu. Bunlar, şiirin de hayatın da bayağısına teşne olur. Geçmişimizde bizi yükselten şey, bir havasımızın olmasıydı. Avamımız da havasa heves ederdi. Prensesleri geri çağırdığımızda aslında çağırmamız gerekenlerin onlar da olmadığını göreceğiz. Onların ötesi var çünkü. Ama önce onları olsun çağırmanın gereğine varmalıyız.

"BEN ŞİİRDE AĞIR BİR YÜKÜ SEÇTİM KENDİME. DİZLERİM TİTRİYOR. YÜKE YARDIMA GELEN PEK AZ."

“Bir Genç Şairi Bir Akşam Namazı Vakti Süleymaniye Avlusunda Ağırlamak” kitabın dikkat çeken şiirlerinden biri. Bu şiirin sizdeki hikâyesini dinleyebilir miyiz? Süleymaniye Cami’sinin avlusu şair için ne ifade eder?
Şiiri okuyan dostlarım, bu şiirdeki genç şair kim diye sordu. Öyle biri yok. İstanbul’a yolum her düştüğünde uzaktan gördüğüm Süleymaniye’ye gitmek isterdim öteden beri. Yolum çok düştü ama hâlâ alnım orada secdeye değemedi. Açıkçası bahçesinde çay içmeye müsait bir alan da var mı bilemiyorum. O şiirde konuşan, durmadan konuşan, bir türlü susmadığı içinde kendisine bir şey söylenemeyen bir genç şair portresi var. Şiir, o genç şaire, genç şair bir türlü susmadığı için ancak iç sesinden konuşabilen ve öylelikle o şiiri oluşturan birinin zihnini bize açıyor. Ben şanslıydım. Rastlaştığım genç şairlerin hepsi pek müeddep kişiliklerdi. Şimdi gurur verici işler yapıyorlar. Lakin bunlar gibi olanların tersinin çok daha fazla olduğunu biliyorum. Bu yüzden o genç şairi de yadsımadan, asıl ona bir şey anlatamadığı için içinden o sustuğu anda konuşmayı bekleyene ki o da bir şairdir, şiiri odaklamak istedim sanırım. Süleymaniye Camii’nin avlusunun ifade ettiklerine gelince… Babasından taşıması ağır bir miras kalanlardansanız önünüzde iki yol var. Ya o mirası tüm ağırlığıyla taşımak için gereken gayretleri göstereceksiniz ya da miras ağır olduğu için ondan kaçacaksınız. Biz nicedir ikincisini seçiyoruz milletçe. İçimizden bazıları ancak ilk tercihte bulunuyor. Ağırlığı, takatleri nispetinde taşımaya çalışıyor. Bugün adlarını konuştuğumuz onlardır. Yirmi yıl sonra bugünün post modern şair taifesinin her biri edebiyat tarihlerinde yanlış yollarda kaybolmuşlar olarak bir kategori altında sıralanacak sadece. 1960’larda Fakir Baykurt diye biri vardı. Pek popülerdi. Köy romanı saçmalığının bayrağı altında, toplumcu gerçekçi romanlar yazdı. O yıllarda onun gibi yazan onlarca adam vardır. Baykurt, 1964’te öykülerini topladığı kitabının adını Cüce Muhammet koydu. Çünkü o günün laik, sosyalist ortamında bunun bir getirisi vardı. Bugünse ondan geriye hiçbir şey kalmadı. Şimdilerde kaba bir İslami söyleme yaslanıp, insanların politik dini duygularını okşayan, sözgelimi Amerika’ya söven ya da ne bileyim, kolayına eleştiriler yaparak düzyazıya ait şeyleri şiire sokmaya çalışan girişimler var. Bunlar da dönemliktir. Çünkü sanatın kendine has kalitelerinden yoksunlar. 1960’lardan Oğuz Atay’ın yalnızlığı kalmıştır. Bugünden de bugünün yalnızları kalacaktır. Süleymaniye Camii, işte bu yalnızlığı verir genç şaire. Devasadır ama mahalle arasındaki bir mescit kadar yalnızdır.

Kitabınızın sonunda Bazı Şehir Adları isimli bir şiiriniz var. Şiirde yer alan şehirlerin özellikleri nedir? Oradan hareketle şunu da soralım: Bir şehri şiirsel kılan nedir sizin nazarınızda?
O şiirde bazı şehir adlarını dörtlük formunda yan yana, alt alta getirip yazdım sadece. Tabii belli bir musikiyi gözettim. Gözettiğim asıl şeyse, o şehirlerin İslam coğrafyasının adlarını unuttuğumuz şehirleri olmasıdır. Londra, Berlin, Roma demekten İşbiliye, Gence, İsfahan, Hemedan demeyi unuttuk. Oysa ne güzel adları var o şehirlerin. Hangi şehrin adı Buhara kadar güzel olabilir; ya da Taif, Bahçesaray kadar… Bir türkümüz diyor ki: “Kurban olam Şavşat’a da içinde yar sesi var.” O şehir adlarında yârlerimizin sesi var. Benimkinin, amcamın, dayımın ya da bir başkasının ama mutlaka oralarda prenseslerimiz vardı. Ben naçizane on beş yıldır neo klasik bir hayat ve sanat algısından söz ediyorum. Edebiyatçılarımız, işlerini ağırlaştıracağı için bundan kaçıyorlar. Ama çok önemli bir şey oldu. Siyaset adamlarımız, edebiyatçılarımızın önüne geçti. Bu ilk kez oluyor. Necip Fazıl’ı eşlik edebilen bir siyaset adamı ellilerde, altmışlarda ne mümkündü. Bugün şairler kendi bön benliklerinde kaybolurken siyaset bir yük sırtlanmak istiyor. Onlar bu şehir adlarını siyasete dâhil ettiler. Başarısız da olabilirler, manipüle de ediliyor olabilirler ama doğru, doğrudur. Yenilse de doğru olmaklığını kaybetmez. Ben şiirde ağır bir yükü seçtim kendime. Dizlerim titriyor. Yüke yardıma gelen pek az. Ama o gelenler benden daha güzel şiirler yazsın diye dua ediyorum. Cahit Zarifoğlu’nun da duası böyleydi nitekim. Biz yükün heyecanlılarıyız, bir şiirimde dediğim gibi, geçmişte çoktu ama şu yoksulluğun içinden gelecek “en güzelleri daha gelmedi.” Siyasette de gelecek, ticarette de, ilimde de, sanatta da…

“BENİM OKURUM, BİLİYORUM Kİ BİR ZAMAN İÇİN ‘FAZLA’ OLAMAYACAK.”

Sosyal medya yeni edebiyatçıların okurlarıyla buluşmaları, birebir iletişim kurabilmeleri açısından bir köprü oluşturdu. İyi veya kötü yanlarıyla bu konu değerlendirilebilir. Geçenlerde sizin de Amentü Gemisi adlı şiiriniz dergilerden önce ilk kez öğrencilerinizin açmış olduğu Facebook sayfasında yayınlandı. Peki siz sosyal medya konusunda ne düşünüyorsunuz? Şair günceli ne derece yakalamalı? Daha fazla okura ulaşmanızı sağlayabilir mi ya da bu gerekli mi?
Üç yıl kadar önce bir cumartesi sabahı, oğlumu dershanesine bıraktıktan sonra bir Radikal gazetesi aldım. Gazete takip etmem. Zaruri olmadıkça da aldığım nadirdir. O gün içinden bir sevke uyup aldım. Kahvaltım zehir oldu. Ahmet İnsel, İstanbul’da ezanın çok uzun okunduğunu, bunun da insanların gündelik hayatlarını aksattığını yazıyor koca bir sayfa boyunca. Gazete yazıyı en etkili olacağı şekilde tanzim etmiş. Yazar, akıllara zarar hesaplar yapıyor. Bazı vakit ezanlarının yarım saati bulduğunu söylüyor. Muhterem biri olmalı diye düşündüm, tayy-ı mekân yapıyor ve Kartal’da okunan ezanı Küçük Çekmece’de takip ediyor. İnsan yaşadığı insanların inancına bundan daha başka nasıl yabancılaşabilir. İzanını kaybetmeli böyle hesaplar yapabilmesi için. İnsanlar iş yavaşlatıyormuş gibi geliyor ona. Her yerden kulağına ezan sesi geliyor belli ki. Feci bir durum. Yerimde duramadım ve derhal bir karşılık yazdım. Şimdi bunu nerede yayımlamalı. En uygunu aynı gazetedir ama biliyorum ki yayımlamazlar. Başka bir gazete o halde? O da mümkün olamadı. Gazeteler gündelik siyasete batmış. Mesele ezan meselesi değil. Çok itibar edilen, Fransa’da okumuş, Birikim dergisini çıkaran bir ‘saygın’ yazar kişiliğin zihin analizi var ortada. İbretlik bir resim… Gazeteler, reel politikten başkasını göremez halde. Biliyorsunuz, o dergi bir zaman önce “İnşaat Ya Resulallah!” sayısı yaptı ve kimse gereken entelektüel bir cevap veremedi. Çünkü yer yer haklılık vardı eleştirilerinde. Uzatmayayım… Bir dergi? O kadar bekleyemem. Neden? Çünkü bir karşılık zamanındaysa bir karşılıktır. O vakit aklıma Asım Gültekin’in yönettiği Dünya Bizim sitesi geldi. Asım’ı aradım ve orada akşamına yazı yayımlandı. Gerçi cami resminin bahçesi kıpkırmızı kandı ve üstüne ay yıldız düşmüştü. Berbat bir sunumdu ama ne yapalım. Ben üstüme düşeni yaptım. Küçük İskender aynı şeyi yaptığında da Tanıl Bora, Cemil Meriç’in eserlerini indirgemeye çalıştığında da yaptım. Bunlar işlerimizin bir küçük parçasıdır yalnızca. İşte böyle şeyler doğunca sosyal medya bir vazife yükleniyor.

Benim okurum, biliyorum ki bir zaman için ‘fazla’ olamayacak. Sosyal medyaya bu nedenle ihtiyaç duymuyorum. Nadir bir vakıadan bahis açtığınızda onu algılayanlar da nadirdendir. Ben o nadirata yazdığımı bugün için biliyorum. Allah tesirini isterse halk eder. Evet, o şiirim dediğiniz gibi yayımlandı. Uzatmamak için anlatmayacağım özel bir durumdan ötürü oldu o da. Şiarım şudur: Hakikate yönelmiş bir sanatın ve hayatın bugünkü manada bir medyası yoktur. Çok başka bir ‘medyası’ vardır. İçlerinde olmaktan şeref duyduğum onlarca kişiye, her bakımdan annelik eden Ayşe Şasa Hanımefendiden öğrendim bunu. Ayşe Şasa gibi on kadınımız olsa şu yazı çizi âleminde erkeklerin körlemesine didişmeleri biter. Seksen milyon içinde kaç Ayşe Şasa gerek bize? Tüm sorunlarımızı bu çözerdi. Kim bilir ne irtifaa ererdik. Allah hayırlı ve uzun ömür versin ve onun gibi niceleri gelsin.

“HAKİKATE YÖNELMİŞ BİR SANATIN MEDYAYA İHTİYACI YOKTUR VE ŞİİRDE MARİFET İLTİFATA TABİ DEĞİLDİR.”

Kitaplarınıza bakıldığında oldukça üretken bir şair olduğunuz kolayca görülebiliyor. Sizi herkesin ve her şeyin ötesinde kendi iç sesinize kulak vererek şiir yazmaya yönelten ne olur?
Teşekkür ederim, üretkenlik hususunda tespitiniz için. Sizde böyle bir düşünce olmadığını biliyorum ama şu tespiti de beraberce yapmış olalım ki düşünce dünyamıza sosyalist gerçekçilik kuramlarının soktuğu ‘üretici olarak şair’ meselesinin içinin nasıl boş olduğunu görülebilsin. Şairin, yazarın ‘üretici’ olarak algılanması bizim sanatımıza ruhsal dünyasını veren İslam sanatı ve maneviyatına adeta kastetmiş bir söylemdir. Aslı şu bence: ‘Meydana getirmek’. Yani o şiir ya da mesele meydandan, görünürlükten öyle uzaklaştırmış ki onu belirgin kılmak. İçimizdeki yazdığımızda da bu böyle. Göz önünde olması gerekeni, göze aydınlık vereni meydandan uzak tutmaya eğilimliyiz. Şiirlerimde konuştuğum, hatta kızdığım kendimden başkası değildir bu yüzden. Şu oluyor bu durumda: Başkalarının meydandan uzaklaştırdığını başkaları için, kendimin uzaklaştırdığını da kendim için meydana getiriyorum. Kimse gelene bakmıyorsa da benim için hayati olanı yapıyorum.

Edebiyat dergilerinin şiir dünyası açısından günümüzdeki yerini değerlendirir misiniz? Dergiler şairlerin kendilerini yetiştirip eserlerini sergileyecekleri bir ortamken bu durum halen geçerli mi? Günümüz edebiyat dergilerini içerik olarak nasıl buluyorsunuz ve edebiyat dergileri bugün hala hak ettiği ilgiyi görebiliyor mu?
Biraz genişçe bakmak istiyorum müsaadenizle… Biliyorsunuz, modern sanat 1800’lerin ikinci yarısında insanların yığınlaştırılacağını görmüş ve böyle bir insan tipine ve onu yığınlaştıran kapitalizme tepki göstermişti. Modern sanatçılar sosyalizmin buna bir çare olacağını sandı ama daha kötüsü oldu. Sosyalizm insanları iyiden iyiye avamîleştirdi. Bir de buna ekstra prim verdi. Bizdeyse işler hiç de böyle değildi. Avam, ‘ben okuyamadım ama çocuğum okusun’, derdi mesela. Havasa heves eden bir avam vardı bizde. Şimdiyse tüm dünyada bayağı olana tapan bir kuşak geldi. Şairler bu kuşağı dışlayacağına bunların sevecekleri bir şiir yazıyorlar. Dergiler de bu basit iş için kullanılıyor. Hemen her dergi birinin eline geçmiş. O da basit çıkarları için kullanılıyor. Sonunda kazanan avamîlik oluyor. Bu yüzden de en çok ilgiyi etrafında çetesini en çok kuran, en avamî olan görüyor. Bunlara aldırmamak en iyisidir. Benim şöyle bir savım var: Hakikate yönelmiş bir sanatın medyaya ihtiyacı yoktur ve şiirde marifet iltifata tabi değildir. Büyük Doğu’ya, Diriliş’e, Mavera’ya iltifat pek azdı. Ama bakın bugün olanın mimarı bu dergilerdir. Siyasiler kendilerine payın büyüğünü çıkarmasınlar. Bu haksızlık olur. Şimdi böyle bir dergi yok bence. İltifattan ziyade bu yokluk sorun edilmeli. Bir de şairler dağın zirvesini terk etmiş görünüyorlar; dergileri bahane etmemek gerek.

Bir de olmazsa olmazlarınızı soralım. Dönüp dönüp tekrar okuduğunuz şiir/şair var mıdır/kimlerdir?
Döne döne okuduğum şairler bende yerini etmiş oluyor ve yaşıyor haliyle. Ama şiirde farklı edaları tatmak için şiirden çok müzikle ve resimle ilgiliyim galiba. Şiir için müzikten ve resimden yordamlar almayı imgelemim seviyor sanırım. Çin resim sanatı, bundan önceki şiir kitabım Olağanüstü Şiirler’de meydana getirmek istediğim ‘olağanüstü’ hayat atmosferi için bir ufuktu. Politik sertlik taşıyan şiirlerimde Otto Dix’in, Karel Appel’in boyama üslubu, Allen Ginsberg’inden şiirinden daha imgelemimce sevilmiştir. Yine Anselm Kiefer ve bilhassa George Bazelitz’tir bana rejenerasyon ve neo klasik meselelerinde ilham verenler. Günümüz şiiriyle anlaşıldığı üzere başım pek hoş değil.

Bugüne kadar yaptığınız çalışmalara bakarak oldukça ‘çalışkan’ denilebilecek bir şairsiniz. “Prensesleri Geri Çağırın” çok taze ama şu an üzerinde çalıştığınız bir kitap var mı yoksa biraz dinlenip yeni kitabınızın demlenmesini mi bekleyeceksiniz?
Yaşım kırk. Ölümün gölgesi fena çöktü üstüme. Çocukken ölmeyeceğime ilişkin kesin bir bilgi taşıdığımı hissederdim içimde. Şimdi “Bitirip şu kara kuru ekmeği / Göç etsem diyorum yar ellerine” diyen şairin deyişine gıpta ediyorum. Tasarı çok… Dinlenmeye vakit yok… Ömrümüz varsa ve sözümüz olursa belki gene bir başka kovulmuşu çağırırız. Şimdilik ben de üstümdeki gölgeden yanımı yöremi göremiyorum.

 on5yirmi5.com