Umran’ın temmuz sayısının sunuş yazısı şöyle;
15 Temmuz 2016 girişiminin üzerinden bir yıl geçti, ülke hâlâ yıkıntılarıyla uğraşıyor. Yurt dışına kaçanların dışında faillerinin önemli bir kısmı tutuklanmış olsa da henüz yargılama işi yeni başladı. Örgütle ilgili gözaltılar devam ediyor. Artçı sarsıntılar diyebileceğimiz değişik yerlerden yapılan saldırılar sürüyor.
Şüphesiz 15 Temmuz hareketinin baş aktörü FETÖ’dür. Ancak hareket FETÖ ile başlayıp onunla biten bir işgal girişimi değildir. Hareket, Batı eksenli, başta ABD olmak üzere NATO çıkışlı, diğer Avrupa ülkelerinin de destek verdiği bir konsorsiyumun eseridir. Bu darbe girişiminde, NATO ile anlaşma çerçevesinde bir askeri üs olarak kullanılmak üzere konuşlandırılmış İncirlik’in, planlama ve tatbikatta devreye sokulması bunu göstermektedir.
15 Temmuz’dan günümüze kadar, sadece darbe yanlıları değil, darbeye karşı çıkanların da kafasında bazı sorular oluşmuş veya oluşturulmuştur! Süreçte yer alan Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı gibi önemli sosyal politik aktörlerin konumlarına ilişkin istifhamlar dolaşa gelmiştir. Meclis Araştırma Komisyonu’na daha açık bir ifade verme yerine yazılı bir beyanda bulunmaları, maalesef dedikoduların önünü kesme yerine devamına fırsat vermiştir.
Akim kalan işgal hareketi girişiminin sene-i devriyesinde, bugün geriye dönüp baktığımızda, milletimizin eşsiz cesaretiyle, bu hain, alçak darbe girişimini geri püskürtmesiyle sonuçlanan “kıyam”, güzel bir geleceğin inşası için gereği gibi değerlendirilebilmiş ve iyi bir fırsata dönüştürülebilmiş midir? Bu noktada sorulması gereken sorulardan bir kısmı şunlar olmalıdır: Siyasetçilerimizin, kanaat önderlerimizin, ilim ve fikir adamlarımızın 15 Temmuz öncesindeki tarz-ı siyasetleri, dilleri, üslûpları, gündemleri, öncelikleri, yaklaşım biçimleri vb. 15 Temmuz’dan sonra değişmiş midir? Daha kuşatıcı, daha kucaklayıcı ve daha kolaylaştırıcı olabilmişler midir?
Ne var ki, çoğu meselede olduğu gibi 15 Temmuz meselesinde de siyasiler ve bürokratlar büyük ölçüde Erdoğan’ı taklit ettiler. Oysa onlara düşen böylesi mukallitlik yerine 15 Temmuz’u meydana getiren süreçlerin ve sonrasında meydana gelebilecek süreç ve sıkıntıların üzerinde kafa yormak olmalıydı. Hazırcılığı bir ahlak haline getiren siyasiler, bürokratlar ve yazarlar, 15 Temmuz sonrasında da aynı parazit tavır ve tutumlarını sürdürdüler.
Darbecilerin, FETÖ tasfiyesinin, tutuklama ve yargılamaların sorgulanması, adalet arayışı kadar vicdan, ahlak, adalet, sadakat gibi konuları öne çıkardı. “Vicdanları yaralayan kararlar”, FETÖ ile mücadele ediliyor olmasına karşın hâlâ “daha etkin FETÖ”cülerin işlerine devam ettiği, özellikle siyasi ayağına henüz operasyona girişilmediği, alt düzeydeki insanların işlerinden güçlerinden edildiği kanaati tam da sene-i devriyesi gelen darbe girişiminde en önemli mesele haline geldi. Hiç şüphesiz, FETÖ ile mücadelede esaslı bir zorluk vardır. Paralel yapı, bütün dokulara sirayet etmiş bir hastalığa benzemektedir. Ayıklamak gerçekten zordur. Bazı yerlerde kesilmesi gereken hastalıklı doku sağlıklı yere de zarar verebilmekte, hatta bazen hastalıklı doku yerine sağlıklı bir organ alınabilmektedir. Son derece dikkatli ve adaletli olmak gerekiyor. Dolayısıyla FETÖ’nün organik örgütsel yapısı yakından, ciddiyetle izlenmelidir. Bu hassasiyet, fiili örgüt mensuplarıyla taraftar konumundakiler arasında bir ayırım yapmaya imkân tanır. Elinde yeteri kadar bilgi bulunan devlet için hiç de zor değildir.
Gönüllü kuruluşlar, bu süreçte duygusal davranmamalıdır. Doğrusuyla ve yanlışıyla, siyasi iktidarın konumuzla ilgili başarılı ve başarısız yönlerini ve 15 Temmuz ihanet hareketinin bir yıllık dönemini gerçekçi bir şekilde beraberce tartışabilmelidirler. Strateji, politika ve proje üretmelidirler. 15 Temmuz darbesinin engellenmesi Türk siyasi hayatının önemli virajlarından olduğu gibi, bir başka boyutuyla da yeni oluşturulan sistem açısından asıl dayanaklardan olacaktır Siyasal kimliklerin millet bağı ve İslâmî olan ile örtüştüğü bu ortamda kadim siyasi yapımıza uygun eğilimlerin yeniden üretilmesi ayrıca önemli.
15 Temmuz siyasi anlayış konusunda bir kararlılık içermesine karşın “kadro şekillenmesi” hususunda henüz beklenenleri veremedi. Türkiye’deki ana akım dini düşüncenin yeniden düşünülmesi için 15 Temmuz ve dini yapıların durumu iyi bir imkândır; modernizmle birlikte başlayan İslâmcılık düşüncesinin de eksene aldığı gelenekselliği, öze dönüşü kısmen tecdid için bir fırsat niteliği de taşıyor. Fakat aktüel olan, kamusal sahanın cazibesi, kazanımları elde tutma bu entelektüel etkinliğe sıranın gelmesini engelliyor. Tam da bu noktada müslüman aydınların sıkı bir muhasebeye gitmesi, eleştiri ve akabinde yeni bir felsefi, fikri çabayı geliştirmesi beklenmelidir.
Herkese açık, ehliyet ve liyakat üzerine kurulu, siyasal ilişkiler/menfaatler ağının dışında bir yapılanma., ahlaki ilkelerin yanında sağlıklı bir toplumsal doku fevkalade önemlidir. İhtiyaç duyduğumuz beraberlik, söylemle değil, eylemlerle gerçekleşir.
Yeni sayımızda buluşmak ümidiyle