İhsan Eliaçık, "Ben kurbanın bu kadar yaygın olmasının İslam kültüründen ve Kuran’dan değil, Şaman kültüründen kaynaklandığını düşünüyorum. Şaman inanışta kurban kesmek dinin direğidir. Şaman anlayışında mescit yok, cami yok, hac yok; bunun yerine kurban kesme geleneği var." demiş ve eklemiş: "Gereğinden fazla kurban kesmeyi bırakmalıyız." Üstüne de şunu söylemiş: "Yineliyorum, kurbanın Kur’an’da bugün uygulandığı kadar yaygın bir yeri yok, herkesin kesmesi gerekmiyor. Kur’an’da kurban, hacca gidenlerin, hacdan dönenlerin yapması gereken bir ibadet olarak yer bulur. Bunu netleştirmek lazım."
Bizse diyoruz ki…
Kur’an’da kurban
Kavga çıktı. Kavganın çözümü için Âdem’e gittiler. Kur’an bunu anlattı: “Hani birer kurban takdim etmişlerdi/ iz karrebâ kurbânen” (5 Maide 27), dedi beyan. “Selefle haleften birçok kişinin zikrettiğine göre (…) Hz. Âdem’in her batından bir erkek bir kız çocuğu doğuyordu. Ve bir batındaki dişiyi, öbür batındaki erkekle evlendiriyordu. Habil’in bacısı çirkin ve Kabil’in bacısı ise güzeldi. Kabil öz kardeşini tercih etmek istedi. Hz. Âdem ise buna izin vermek istemedi. Ancak Allah’a bir kurban takdim etmeleri gerektiğini; kimin kurbanı kabul edilirse, Kabil’in bacısının ona ait olacağını bildirdi. Habil ve Kabil kurbanları sundular. (Habil yağlı bir keçi kurban etti, Kabil bir bağ sümbül verdi ve onda bir büyük başak buldu. O başağı ovalayarak yedi) Habil’in kurbanı kabul edildi. Kabil’inki edilmedi.”(İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı, 1984, c:5, s:2201- 2202)
“Sürüsü içinde semiz bir koyunu vardı. Öyle ki ondan daha sevimli hiçbir malı olmamıştı. (…) Bu en sevdiği kurbanı sunmuştu.” (age. c: 5, s: 2203. İbn Kesir’in naklettiği rivayetlerden birinde Kabil, Habil’e “Babanızın yerine geçecek büyük oğluyum” der (age); bir başka rivayette ise “Biz cennette doğduk, o ikisi ise yeryüzünde doğdu, ben kız kardeşime daha çok layığım” (age,c: 5, s: 2204) diye iddia etti. Tefsirlere göre Habil çobandı, en sevdiğini kurban olarak kesip koymuştu. Kabil ise çiftçi. Kurban taşına tarlasından biçtiğini getirdi. Allah Habil’inkini kabul etti. Çünkü “Allah sadece takvâ sahiplerinden kabul eder/ innemâ yetekabbelullâhu minel muttekîn(muttekîne).” (5 Maide 27)
Sonra İbrahim’in kıssası var. O da ihtiyarlayıncaya dek bir evlat sahibi olmak azmiyle dua etti. Hatta öyle ki “eğer bir evlat verirsen onu sana adayacağım” diye ahdetti. Allah erkek bir evlat muştulayınca da “ben bir pir ve karım da kısırken mi?” dedi. Oysa Allah fizik ve kimyadan aşkındı. İbrahim, oğlunu kurban ile imtihan edildi. Bıçağı çaldı. Zülf-ü yâre dokunsa ikiye doğrayacak bıçaktı; İsmail’e köreldi. Bir cana bedel koç geldi.
Lakin Allah bir “kurban” olan İsmail’i artık İbrahim’e cân eylemedi. Allah kendine adananı kuluna bırakmaz. Onu kendine ayırdı. İbrahim ile İsmail Allah’ın evini inşâ ettiler. İsmail Allah’ın evinin hadimi oldu. Çölde gece soğuktu, güneşin oturduğu bir çatı yoktu. Zemzem ekmekti bir dem, bir dem ise içecek.
Kurban bir tevhid eylemi
Kurban yalnız hacılara ait bir ibadet değil. Daha hacc emri inmeden kurban zikredilmişti. Mekki bir sûre olan En’am Sûresinde Allah mü’minlere şöyle demelerini söyledi: “De ki: benim namazım, kurbanım, ibadetlerim hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir/ Kul inne salâtî ve nusukî ve mahyâye ve memâtî lillâhi rabbil âlemîn (âlemîne).” (6 En’am 162) Bu, inanan adamın ibadetiydi, tevhid eylemiydi. Arabistan’a ait bir şey değil; burada yaşayan bana ait, buradaki toprağın üstünde, bizatihi “ben”im Allah ile kurbiyetim için ve bizatihi benim elimle yapılası bir cehddi. Benden uzakta olamaz, o hayvana dokunmadan, gözündeki adanışa nazar edilmeden yapılamazdı. Bıçak vurulduğunda İbrahim’in oğlunu boğazladığındaki acıyı hissetmeden kurbiyete varılamazdı.
Dinin sosyal faaliyeti değil
Kurban bir zikirdi; dinin sosyal faaliyeti olmamıştı. Onu dünyaya yaygınlaştırılmış bir infak ibadetinin parçası halinde görmek; İslam’ın fakirlere bir hediyesi görmek yanılgıydı. O tıpkı ezan gibi dünyaya yönelik selamet bildirisidir. O, bir tevhid ameli olarak, adanmış boyuna çalınmış “Bismillah, Allah u Ekber” tesbihiyle der ki, “ben en sevdiğim, kekikle beslediğim, kınaladığım, el içimin tüm şefkatiyle okşadığım değerlerimin şah damarına lillah için vurulmuş bir bıçağım.” Bunu hangi para kazanabilir? Hangi ve ne kadar çoklukta bir sikke, fakire, muhtaca, miskine gidince böylesi bir zikir olabilir? Tüm enaniyetimi, kibrimi, Allah’tan gayrı sevdiceğimi veriyorum. Ona bedel aramıyorum, onu parayla tartmıyorum. Onu O’na adıyorum ki, ben benlikten kurtulayım. Bıçağı sevdiğim şeylerin sembolü olana sürüyorum ki bana verilmiş şeylerin; malların, evlatların, kadınların, sevdiğimiz ticaretin bir sahibi olduğunu ikrar edeyim.
Onun için uzaklarda, görmediğim yerlerde, benden habersiz bir kurbana talip olmuyorum. Parasını vererek kurtulduğumu sandığım bir tevhid söyleminden kendimi mahrum etmiyorum. Burada, gözlerinin içine baktığım, karşısında İbrahim olduğum bir İsmail’i (koçu) ellerimle kurban ediyorum.
Beni Hıristiyan olmaktan kurtaran eylem koyuyorum. Çünkü İsa (as)’nın insanlığa kurban olduğunu söylemişlerdi. Beni Yahudi olmaktan tefrik eden bir amel yapıyorum. Çünkü Yahudiler, “kurban Kudüs Tapınağı’nda yapılabilir” demişlerdi. Ben mü’min adamın var olmak aşkıyla çıktığı her yerde vakt geldiğinde zikr-i tevhid eyliyorum. Bütün yeryüzünde ve bizatihi benliğimle. Allah da benden bunu istemişti: “Rabbin için namaz kıl, kurban kes/ Fe salli li rabbike venhar.” (108 Kevser 2) O, paranın değil bıçağın eylemiydi.
Nihayet kurban tüm ümmetlere indirilmiş bir farzdı. Tüm ümmetler için topyekûn bir zikir ve şiardı: “Ve Biz, bütün ümmetler için (kurban konusunda aynı) usulleri tayin ettik ki onlara, (Allah’ın) rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah’ın İsmi’ni zikretsinler (Allah’ın İsmi ile kurbanları kessinler). O halde, sizin İlâhınız Tek Bir İlâh’tır. Öyleyse O’na teslim olun! Ve muhbitleri müjdele.” (22 Hacc 34). “li yezkurû isme allâhi”.
Yanılmış bir filozofun rahlesinden sıyrılıp…
Kierkegaard’a göre risk olmadan iman olmaz. O, “felsefe bize nasıl yaşamamız gerektiğini söylemelidir” diyordu. Seçim yapmak ve zamanında seçim yapmak önemlidir. O’na göre iman, ahlâkî ve dinî edimler arasındaki sınırda yani bir uçurumun kenarındadır. Buna göre Tanrı İbrahim’den imanını test etmek üzere ahlaksal olmayan bir şey yapmasını, çok sevdiği biricik oğlunu ona kurban etmesini istedi, diyor. Kierkegaard’ın açmazı ahlâk ile din arasında bir tercihte kalmaktı. Tanrı’nın isteği (din) ile ahlâkın doğrusunu birbirinden ayırdı. Onun için İbrahim’in oğlunu kurban etmesini, ahlâksal alandan dinî alana geçmek diye değerlendirdi. “Edimiyle o ahlaksal olanı tamamen aşmış ve onun dışında daha yüksek bir telos bulmuştur” dedi. (Kierkegaard, Korku ve Titreme)
O’na göre ahlakî alan insanların çoğunun yöneldiği, en çok istenilen alandır. Bunun da sebebi ahlaksal alanın insanların çoğunluğunun iyiliğine talip olmasıdır. Oysa İbrahim oğlunu ahlâkî bir “kaygı” ile kurban etmişti. O basit bir adam değildi, Rabbin kendisini ateşten kurtardığı biriydi. Melekler Lut’un kavmini helâk için önce O’nun yanına inmişti. Ahlâk bir dindi ve kurban da bir emirdi.
Yanılmış bir filozofun rahlesinden sıyrılıp namaza kalkıyorum; Süleymaniye’de, Hacı Bayram’da kıyam duruyorum. Oraya Allah’ın ismini zikretmek için elleri bıçaklı adamlarla birlikte yürüyorum. Yakınlığım, kurbiyetim, adanışım, sevdam, kınalı burağım beni bekliyor. Kurbanımın adanışı karşısında titriyorum. Dilimde Buhurizade Itri Efendi’den bestelenmiş bir tekbir: Vallahu ekber ve lillahil hamd. Zikir âleme dalga dalga yayılıyor.
Lütfi Bergen/ Dünya Bizim