Pragmatizm nedir?

Dinsel Tartışmalar
20. Yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle etkili olan pragmatizm ilk kez Charles Peirce (1839-1914) tarafından felsefeye sokulmuş, ırkdaşı William James (1842-1910) tarafından biçimlendirilip geliştirilmi...
EMOJİLE

20. Yüzyılın ilk çeyreğinde özellikle etkili olan pragmatizm ilk kez Charles Peirce (1839-1914) tarafından felsefeye sokulmuş, ırkdaşı William James (1842-1910) tarafından biçimlendirilip geliştirilmiştir. Amerika’da pragmatizm’in görece pratik yanlarını geliştiren ise John Dewey (1842-1910) olmuştur. İngiltere’de Schiller, İtalya’da Giovanni Papini (1881-1956), Fransa’da E.L. Roy pragmatizmi temsil eden filozoflardır.

“Pragmatizm”, adını Latince “pragma” fiilinden almaktadır. Pragma, “eylem” anlamının yanında “yararlı” manasına da gelmektedir “Practice” ve “practical”, pragma fiilinden türemiş kelimelerdir. Fransızca’da “pragmatisme”, İngilizce’de “pragmatism” şeklinde telaffuz edilirken, Türkçe’de daha ziyade “pragmacılık” şeklinde anılmaktadır.

“Eylemin bilgi ve düşünceye ilkece üstünlüğü” ifadesi, pragmatizmin en özet tanımı olarak verilebilir. Pragmatizm açısından eylem öğretiden; deney sabit ilkelerden önce gelir. Yani doğruluğun ve gerçekliğin ölçüsü, tek yanlı olarak yalnızca eylemlerin sonuçları ve başarıları ile değerlendirilir. 

Bu öğretiye göre, düşüncelerin yararlılıkları, doğruluklarından önce gelir. Bir başka deyişle, düşüncelerin doğrulukları, onların doğuracakları pratik değerleri demektir. Bilinemezci amprist (tecrübî) özellikteki bu felsefe için hakikatin ölçüsü, pratik değerdir. Bilginin ne oranda uygulanabilir oluşu, doğruluğunun ölçütüdür.

Amerikan toplumunun hızlı gelişmesinde büyük katkısı olan pragmatizm felsefesine göre yaşama yararlı olan, onu ileriye götüren şey iyidir. Doğruluğun olduğu gibi inanmanın erdemleri de, insan yaşamının sorunlarıyla başa çıkabilmesine ne oranda katkıda bulunduğuyla eş orantılıdır.

Bilimsel pragmatizm, bir (bilimsel) yasa veya teorinin “doğruluğu”nu ancak, o yasa veya teoriyi uygulamalarda denedikten sonra kabul eder. Buradaki “doğruluk” deyiminin epistemolojik anlamda olmayıp “program” açısından olduğu hatırda tutulmalıdır.

Ahlakî ve dînî pragmatizm, metafizik bir teoriyi veya dînî bir doğmayı, ahlak bakımından “yararlı” olduğu ve vicdanın gereklerine uygun düştüğü ölçüde doğru sayar. Dini inançlar sadece ve sadece ahlakî hayata (insanın yaşantısına) verdikleri yön miktarınca hesaba katılır. Yani, bir fikir yanlış da olsa, fiil haline gelebiliyorsa; bir inanç hatta bir hurafe fert ve toplum üzerinde değişiklik yapabiliyor, pragmatik bir sonuç tevlid edebiliyorsa doğrudur, gerçektir…

Bu felsefeye göre fikir, duygu ve her türlü bilginin menşei kendimizi korumak, yaşamak ve büyümek için yaptığımız faaliyetlerdir. Bunun içindir ki bilginin değeri mutlak değil izafîdir, pratik (amelî) bir değeri vardır. “Teoriyi pratik yapar” tezi pragmatizmin temel karakteristiklerindendir.

Pragmatizm, ahlak felsefesinde faydacılık (utilitarizm), bilgi kuramında araççılık(enstrümantalizm)la özdeştir. Bu bakımdan sözkonusu iki felsefî akımdan kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.

Faydacılık (yararcılık/utilitarizm), ahlakî eylem ve davranışlarda yararı (faydayı/utilis’i) ilke yapan, yararlı olanın iyi olduğu tezini esas alan felsefî doktrindir. “İyi” ile “yararlı”yı bir tutan faydacılığın temel ilkesi, olabildiğince çok sayıda insanın olabildiğince çok mutluluğudur. Faydacı filozoflara göre insan iradesinin konusu ancak “haz” ile “acı”dır. İnsan hazzı elde etmek, acıdan kaçmak ister. Şu halde eylemlerin değerlilik ölçüsü haz ile acıdır. Buna göre, elden geldiğince çok insanın, elden geldiğince acıdan kurtulup hazzı tatması ilkesine, savunusuna faydacılık denmektedir.

Aslında faydacı (utilitarist) düşünce ilk olarak 19. asırda zuhur etmiş denemez. Onun çok daha ilkel biçimi M.Ö. 4. asrın başlarında Yunan düşüncesinde bulunmaktadır. Kyrene okulu denen hazcı (hedonist) felsefe grubu anlık hazları savunuyordu. Önemli olan insanın haz almasıydı. Hazların nereden geldiği, ne çeşit olduğu da bu ekol için önemli değildi. Benzer şekilde Kynikler (Kelbîler) okulu da felsefelerinde hazzı ve mutluluğu esas alıyorlardı. Bu ekoller 19. yüzyıl faydacılığının, hatta bir ölçüde pragmatizmin de başlangıcını teşkil ederler.

19. yüzyılda faydacılığın ünlü temsilcisi İngiliz filozofu John Stuart Mill (1806-1873)’dir. J.S. Mill, babası James Mill ile beraber İngiliz düşünce hayatının en iyi geleneğini temsil ederler. İnsana karşı pratik-sosyal bir sevgi taşırlar. Masabaşı bilginliğinden ziyade çok yönlü bir kültürün sahibidirler. İnsanlığın metafizik-mistik kuvvetlerle değil, beşerî iradenin gücüyle ilerlediğine inanırlar.

J.S. Mill der ki: “Eylemlerimiz, mutluluğu göz önünde bulundurup onu sağladığı ölçüde doğru; mutsuzluğa yol açtıkları ölçüde de doğru değildir.” Bu faydacı filozofa göre, bilgimizin yegane kaynağı deney(empire)dir. Eylemlerimizin doğruluk ölçüsü elbette mutluluk olduğu gibi, bilgimizin doğruluğunun kriteri de deneyle tenasübdür. Deney (tecrübe) olmadan salt düşüncenin bir önemi yoktur.

Bir başka faydacı filozof Hume da insanın mutluluğuna fazlaca atıfta bulunur ve başkalarının iyiliğini istemenin doğruluk olduğunu savunur. Başkalarının iyiliğine yönelmiş olan duygu ve davranışlara genel anlamda “sempati” adını verir.

Yalnız Mill’in “fayda” anlayışını ticarî “kâr”la karıştırmamak gerekir. Genel olarak bu felsefe eleştiriye açık olmakla beraber, yüksek (manevî/zihnî) hazların maddî hazlara tercih edildiğine dikkat edilmelidir. (Kyrene’lilerde tam tersi idi). Son tahlilde faydacı (utilitarist) düşüncede “doğru” kavramı “fayda” ile özdeşleştirilmiştir.

Elbette insan davranışlarını fayda (yarar) ile değerlendirmek onun meziyetlerini hiçe saymak anlamına gelecektir. Ahlakı tecrübe’ye indirgemek, fazileti tecrübî bilgiden ibaret saymak olacaktır.

Epistemolojik bağlamda pragmatizmin örtüştüğü enstrümantalizm(araçcılık)’e göre ise, global anlamda düşünce ve teoriler eylem için bir aletten, bir araçtan (instrument) ibarettir. Aynı şekilde ahlak teorileri de, yaşamın değişik koşullarına adapte olma biçiminden başka bir şey değildir. Araççılık, John Dewey’in temsil ettiği Amerikan pragmatizmini içselleştirmiş bir dünya görüşüdür.

Tekrar pragmatizme dönecek olursak, bu felsefe Batı’nın gelişme-kalkınma-ilerleme ideolojisinden zorunlu olarak doğmuş, pratik şekilde zamanı en iyi bir biçimde kullanarak kalkınma hamlesini hızlandırma fonksiyonunu icra etmiş bir zihniyet atılımıdır. Dini, hayatın coşkulu gerçekliğinden kilisenin o itici, sakîl, izbe havasına hapseden bir toplumun seküler, kalkınmacı, ilerlemeci hedefleri için doğal bir süreçti pragmatik düşünüş…

Pragmatizm, ünlü kuramcısı W. James’a göre, bir iddia ve metot halindeki akılcılığa (rasyonalizme) karşı mücadele eder. James, onun hiçbir dogması, metodundan başka hiçbir doktrini yoktur diye iddia eder. G. Papini pragmatizmi, bir otelin içindeki koridora benzetir. Yani bütün kuramların ortasında bulunur o. Bu kuramlardan şu veya bu şekilde yolu pragmatizme uğramayan yoktur. Buradan hareketle pragmacılığın, erişilmiş bir takım sonuçlar olmayıp, bir araştırma eğilimi olduğunu söyleyebiliriz.

Hayatını gözlem, deney ve düşünmeye adamış olan W. James’a göre, insanlar için bilinmesi gereken en önemli hakikatler, düşünülmeden önce duyulmuş ve yaşanmış hakikatlerdir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, bilginin menşei ve değeri açısından pragmatizm irrasyonalisttir. Zira bu felsefeye göre bilginin doğruluk derecesi aklın prensiplerine uygunluğu ile değil, pratik değerleriyle, müessiriyetiyle ölçülür. Fiil haline gelebilen her “bilgi” “doğrudur”, “iyidir”.

Pragmatizm hakikati, “düşünürken bize faydası olan şeyler”; hak‘kı da “aksiyon halinde bize yararı dokunan şeyler” olarak tanımlar. Onun içindir ki hakîkat izafî bir değere sahiptir. Biz, ancak bugün elde edebildiğimiz hakikatle yetinmek ve yarın ona “yanlıştır” demeye hazırlıklı olmak zorundayız: Batlamyus astronomisi, Euclid uzayı, Aristo mantığı v.b. yüzyıllar boyunca faydalı olmuşlardır. Fakat artık insan düşüncesi o sınırları aşmıştır. Bunlar artık gerekli değildirler. Gerçekte fikrin doğruluğu bir olaydır, bir süreçtir. Hakikat böyle gerçekleşir.

Nietzsche (1844-1900) “hakikat”i iş ve hayatın meydana getirdiğini söyler. Der ki, biz geniş anlamda ihtiyaçlarımızı en ziyade doyurmaya yarayan, eylemlerimizin gücünü artıran fikirlere hakikat diyoruz. Hakikatin ölçüsünü soyut fikirlerde değil, işte, hayatta aramak durumundayız.

Pragmacıyı esasında, “mutlak” gibi, “Tanrı” gibi mefhumlar pek de ilgilendirmemesine rağmen yine de onun söyleminde göreli de olsa bir önemi vardır. Bu önem, “mutlak”ın ve “Tanrı”nın insanlara teselli vermesinden, somut bir görevi ifa etmesinden kaynaklanmaktadır. Açıkçası, sağladığı pratik fayda’dan hasıl olmaktadır. Bu, aynı zamanda şöyle de ifade edilebilir: “Mutlak” ve “Tanrı” bir dereceye kadar “doğru“dur.

“Tanrı” kavramı insanlara teselli verdiğine, işlevsel bir rol üstlendiğine göre, pragmacının ateist olmasını beklemek safdillik olur: Nitekim W. James, “canlı tabiatın yerine insanlar Tanrı’yı yaratıp koydular” gibi ateist dogmaları tenkid eder, “yere batsın bu felsefe, cehenneme gitsin, olmaz öyle şey” diyerek yerden yere vurur. Ama onun bu feveranını imanî bir kaygı olarak değil, pragmacılığının gereği olarak düşünmek daha tutarlı olacaktır.

Pragmatik Tanrı inancının son yıllarda çok daha fazla prim yaptığını söyleyebiliriz. Nietzsche’nin öldü dediği Tanrı, salt pragmatik kaygılar için yeniden “diriltilmektedir”.

W. James, pragmatizmin, tanrıbilime (teoloji) karşı hiçbir apriori (önsel) peşin yargısının olmadığını iddia eder. Hele de teolojik fikirler somut hayatta reel bir değere sahip olduklarını isbat ederlerse, pragmacılık için o oranda “iyilik” ve “doğruluk”larını kanıtlamış olacaklardır.

Kendini olgulara hasretmiş olmasına rağmen pragmatizm sıradan görüncülüğün (fenomenolojizm/zahiriyye) alakadar olduğu materyalist davalarla ilgili değildir. Sizi bir yerlere götürebildiği ve size bir yardımı dokunduğu sürece soyutlukların düşünülmesine de karşı değildir. Bununla beraber, genel çizgisi soyutluktan, sözel çözümlemelerden, apriori aklî çıkarımlardan, değişmez ilkelerden, uydurma mutlaklardan somutluğa, olgulara, aksiyona ve kuvvete yönelmektir.

Pragmatizm aynı zamanda eklektik ve uzlaşmacı niteliklidir. Bir yandan rasyonalizm kadar dinlidir; öte yandan görüngücü (fenomenalist) sistemler gibi olgulara sıkı sıkıya bağımlıdır. Esasen pratik fayda çözümlemesini merkeze alan bu felsefenin uzlaşımcı olması kendi doğasının gereğidir. O nedenle rasyonalizmin mantığını, görüngücülüğün “dış duyumlar”ını alır. Hatta pratik sonuçlar halk edecekse mistik deneylere bile değer verir. Yine de bu özelliği, pozitivizm misali, metafizik çözümlemelerden nefret etmesine mani değildir.

Başka türlü son verilemeyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırılması fonksiyonunu pragmatizm icra eder. Dünya tek midir, çok mu? Kadere mi bağlıdır, hür mü? Maddî midir, ruhî mi? Bu argümanların doğru olmaları da yanlış olmaları kadar mümkündür. Böylesi tartışmaların sonu gelmez. İşte bu tartışma kaosunda devreye giren pragmacı metot her bir kavramı, kendinden, değer verilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle tefsir eder. Sonuçta iki tartışma da pratik bakımdan aynı sonuca varacağı için bunları pratik şekilde uzlaştırmak en çıkar yoldur. İşte pragmatizm bu şekilde bütün kuramları yumuşatır, bağlarını çözer ve her birini faaliyete geçirir. Uzlaşımcılıkları bir tarafa, pragmatist filozofların “adam sen de”ciliğe karşı oldukları, âmmenin yararını gözettikleri genelde teslim edilen artılarıdır.

Pragmatist düşünce kısa sürede Türkiye’de de kendisine taraftarlar bulmuştur. Türkiye’de iki önemli temsilcisi M. Emin Erişirgil (1891-1965) ile Avni Başman (1887-1964)’dır. Rıza Tevfik’in, “bakkal felsefesi” dediği pragmatizmi bu iki Türk entellektüeli gayet cesurca benimsemişlerdir. W. James’ın “Pragmatizm” kitabı Erişirgil’in başucu kitabı idi. Avni Başman ise daha ziyade John Dewey pragmatizmini model almış ve onun başlıca eserlerini Türkçe’ye çevirmişti. O aynı zamanda Demokrat Parti’nin ilk Milli Eğitim Bakanı idi.

M.E. Erişirgil, pek çok bürokratik görevinin ardından en son 1946’da İçişleri Bakanı olmuştu. 1927’de Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı’nı yaptığı dönemde pragmatizmi ilköğretimde yerleştirmeyi gaye edinmişti. “Eğitim sistemimiz, gözlem gücünü artıran, hayatî olgulara karşı gözlemle bakan bir nesil yetiştirmelidir” diyordu. Bilginin hayata vak’âlarla bağlanması tezini savunuyordu. İlaveten, öğretmenlerin gücünü bu bağlamda kullanmayı istiyor ve gençlerde yeni bir yetkin kişilik meydana çıkarmalarını talep ediyordu. Eskiden insanların “adam sen de” deyip geçtiklerini, yeni neslin ise böyle olmaması gerektiğini neme lazımcılıkla mücadele etmek gerektiğini ısrarla vurgulamaktaydı.

Türkiye’li bu pragmatist entellektüellere göre İstiklal Savaşı, pragmatizmi doğrulamıştır. Zira bu savaş gençliği tabiat ve hayatla yüzyüze getirmiştir! Geçmişten kalan soyut teoriler bu savaşta işe yaramayınca sarsılmışlar, onların yerine tecrübenin ve hayatın telkin ettiği hakikatler yerleşmeye başlamışlardır. İstiklal Savaşı bize fikrin hayattan, teorinin pratikten önce ve onun hakimi olmadığını; bilakis fikrin tecrübeden doğduğunu, fikrin hayatı kuvvetlendirdiği ölçüde doğru olduğunu, doğru fikrin “yeni tecrübelerle yalanlanmayan” olduğunu öğretmiştir.

M.E. Erişirgil, adeta malzemenin olmasına rağmen helva yapanın bulunmayışından yakınırcasına, “Şimdi bize İstiklal Savaşı’ndan öğrendiğimiz şeyleri sistem haline sokacak bir düşünüre ihtiyacımız var” diye sesleniyordu…

Avni Başman’ın üstadı John Dewey, 1924 yılında Çin’den Amerika’ya dönerken Türkiye’den geçer ve Türk maarif sistemi hakkında bir rapor yazar. Raporu Amerika’ya döndükten sonra gönderir. Genç Türk Devleti’nin maarif sistemine akıl hocalığı yapmak üzere yazdırılan iş bu “rapor”, Milli Eğitim sisteminin cemaziyel evvel’ini işaret eder.

Erişirgil, öncüsü W. James kadar bile dîne tahammülkâr değilken, A. Başman da zaten dinden yana hiç olmamıştı ve ömrünün sonuna doğru üstadı Dewey gibi materyalizme yönelmişti.

Pragmatizmin birçok yönden eleştiriye müsait olduğu açıktır. Elbette mutlak bilgi (vahy) dışında beşer mahreçli hiçbir söz mükemmel değildir, her sözün eksik yanları mutlaka vardır. Pragmatizm de, isabetli görüşleri olmakla birlikte, temelde yanılgı içindedir.

W. James, Clerk Maxwell (1831-1879)’in çocukluğunda çok soru soran kişiliğini, gördüğü her şeyi kendisine açıklamalarını istediğini ve bunun adeta hastalık haline geldiğini nakleder. Maxwell, bir olay hakkında kendisine karanlık ve yalnızca sözden ibaret açıklamalar yapan birisinin sözünü keser ve dermiş ki: “Peki ama ben sizden bunun kendisine has can damarını söylemenizi istiyorum”. İşte W. James bu anekdottan kendi prgmatist anlayışına bir pay çıkartmaya çalışmaktadır. Aslında hemen her insanda, her şeyin en kısa sürede can damarını öğrenme, laf kalabalığından sıkılma gibi pragmatik bir yöneliş mevcuttur. Bu, insan doğasının gereğidir ve kişi bu yönelişle de pragmatist sayılamaz.

Pragmatizmin son tahlilde “insan mutluluğunu” ilke edindiği ortadadır. Bu ilkeyi gerçekleştirmek için geliştirdiği tezler ise eksik ve yanlışlarla doludur.

Bu yanlışlardan ilki, “hakikat” ile “fayda”yı aynılaştırmasıdır. Hatta faydayı hakikatin önüne geçirmektedir. Böylece faydayı kutsallaştırarak, aklı ve aklî düşünceyi yadsımaktadır. Çünkü bilginin doğruluk değerini aklın prensipleriyle değil, pratik sonuçlarıyla ölçmeyi istemektedir. Bu durumda bir hurafe ile gerçek bir bilgi arasında fark kalmamakta; hatta yerine göre bir hurafe, aklî bir bilgiden daha önemli olabilmektedir. Bilgi yalnızca yaşamanın zaruri araçlarından (instrument) biri kabul edilmektedir. Hatta düşünüş ve inanışlar da böyledir! Bunun ötesinde bilgi, inanış ve düşüncenin gerçek bir değeri yoktur. (Hakikati eylemlerimiz yapar). Bu noktada pragmatizmi “yüz kızartıcı” bir düşünce kabul etmek durumundayız…

Salt “fayda” ilkesi insanın dışındaki diğer canlılarda da bulunan içgüdüsel bir meyildir. Üstelik, fayda izafîdir; faydayı esas almak, hiçbir sabit hakikatin ve doğrunun mevcudiyetini kabul etmemek anlamına gelecektir.

Bilimin verilerinde sabitlik olmadığı elbette doğrudur. Işığın hızı 300.000 km/sn deniyorsa, bu kesin olmayıp, değişebilir, yanlışlanabilir, tahmînî bir bilgiden ibarettir. Uzay bilimini, fen bilimlerini v.b. buna kıyas yapabiliriz. Ama bu değişkenlik vakıası, bizi hiçbir hakikat yoktur önermesini kabule zorlayamaz. En azından “vahiy” mutlak bir bilgidir, hakikatin bilgisini içerir.

Vahyî bilgi mutlak hakikattir, vahyin yorumları ise türev hakikatlerdir. Her ne kadar “hakikat birdir, değişmez” denirse de, bu, hakikatin ne hakkında olduğuna bağlıdır. Vahyin yorumları izafî olup vahyin kendisi kadar kesin olmaları beklenemez.

Hakikat’i eylemlerimiz oluşturmaz. Zaten bunu pragmatizmden, faydacılık ve hazcılık (hedonizm) gibi türdeşlerinden başka öne süren düşünce yoktur. Hakikati bu şekilde tanımlamak, insanı sadece pratik amaçlarını gerçekleştiren, bedensel isteklerine boyun eğmekten başka bir şey yapamayan bayağı bir varlık; “aletler yapan bir alet” olarak görmekten başka bir sonuç doğurmaz. İnsanlar, kabul ettikleri hakikatlere binaen eylemlerini gerçekleştirirler. Aksi takdirde insan akıntıya kürek çekmek durumunda kalacaktır. Bu da arkasından bencilliği, egoizmi davet edecek, menfaat yarışında insanoğlu, kardeşini bile boğazlamaktan çekinmeyecektir.

Pragmatizm gerçekten dünyevîleşmenin, sekülerleşmenin hazırlayıcısıdır. Avamın zihninde dağınık vaziyette ve adına sağduyu denilen sistematize olmamış pragmatizm ise felsefî pragmatizmin bataryası konumundadır. Bu içgüdüsel pragmatizm, maddeyi/menfaati yüceltir. Sağduyu, dünyevî ufku aşmamaktan, aynı zamanda hemen şimdi pratik yarar sağlamayacak şeylerden yüz çevirmekten ibarettir. Sağduyu için özellikle, duyulabilen dünya gerçektir. Bunun için duyulardan gelen bilgileri kabul eder. Bu bilgiler ise şüphesiz maddesel ihtiyaçları tatmin edebildiği ölçüde bir değere sahiptir.

Pragmatizmin, bilgiyi yalnızca uygulanabilirliği ile değerlendirmesi, işe yaradığı ölçüde “doğru” kabul etmesi, bilginin değerini hiçe indirmektedir. Sağlam bilgiye dayanan sağlam ilkeler olmadan sağlıklı eylemler yapmak mümkün değildir. Sağlıklı eylem menfaattir demek ise insan ahlakı ile, onur ve şerefi ile asla bağdaştırılamaz bir tutumdur. Nitekim günümüzde toplumlara yön veren güçler en fazla hurafeler, mitler, masallar, manipülasyonlar ve illüzyonlardır. Şu halde, pragmacı zaviyeden baktığımızda bu hurafelere, masallara v.d. asla ses çıkartmamalı, yaşamasına hoşgörü gösterilmelidir! Bunları düzeltmeye çalışanlar avamın gözünde “aklı ermeyen marjinaller” olmaktan kurtulamazlar. Hele de sözkonusu masallar, illüzyonlar v.s. halkın mutluluğunu (!) sağlıyorsa bunların teşvik edilmemesi, daha da geliştirilmemesi için hangi haklı gerekçeye sahip olabiliriz ki (?!)

Görüldüğü üzere bu felsefe, amaç için her türlü aracın meşru görüldüğü bir nevi Makyavelizm ahlâkından başka bir şey değildir.

Hiçbir peygamberin böyle bir misyonla toplum karşısına çıkmış olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Onlar toplumu ahlakî ilkelere uydurmak için var olmuşlardı. İlkeleri, “yaşama yararlı olan, yaşamı ileri götüren iyidir” değil; “Allah’ın rızasına ulaştıran iyidir” idi.

Pragmatik düşünecek olursak bir yığın yalancı politikacıyı, pek çok dolandırıcı işadamını, işini başarı (!) ile sürdüren mafya teşkilatını, din adına konuşan nice şarlatanı, sosyetenin sahte peygamberlerini, namus tacirlerini, güzellik yarışmacılarını v.d. “başarılı” görmemek için bir gerekçemiz olamaz. Bunun yanında ilkeli yaşamayı ilke edinen, mutlak hakikatten yana olan, haramdan her ne pahasına olursa olsun kaçınan dürüst insanları ise “başarısız” saymak zorunda olacağız.

Pragmatizm, pratik gayeler gütmesinin (ki buna yararcılık, hatta oportünizm denebilir) ve seçmeci (eklektik) özelliğinin devamında “Tanrı” gibi en ulvî mefhumu dahi çıkarcılığın aleti yapma cüretini göstermiştir. Bu bağlamda pragmatizmin de, “Tanrı öldü” diyen Nietzsche’nin ateizminden daha şerefli olmadığını söyleme gereği hissediyoruz. “Tanrı”, insanların kalplerini tatmine yaradığı, huzura erdirdiği için değil; Tanrı olduğu için, Allah olduğu için, “Mâlikül Mülk” olduğu için, âlemlerin Rabbi olduğu için inanılmalı, yüce görülmelidir. Bunun aksi bir inanç O’nu inkar etmekten farksızdır. Mü’minlerin inandığı Allah, her şeyi yoktan ver eden, her şeyi kuşatan ve din gününün sahibi Allah’tır. O Allah’ın pragmatik gayelerle iman mevzûu olması kadar aşağılık bir şey düşünülemez. İman hayatın esası, varlığın sebeb-i hikmetidir.

Öte yandan hurafeler, her nasıl pratik yararlar sağlarsa sağlasınlar hiçbir kıymeti harbiyeleri yoktur. Günümüzde nice basın-yayın organlarının, medya kuruluşlarının sırf menfaatlerinin gereği olarak halkın inandığı ve yaşadığı bir hurafeler kültürünü din namına yaydıkları herkesin bildiği bir gerçektir. Onlar, gelirlerinin kaynağı halktan razı, halk da onlardan razıdır. Ama bu alışveriş’te hak adına, hakikat adına, Rıza-i Bârî adına zerre kadar bir şey bulmak mümkün değildir.

Her ne kadar pragmatizm Batı’da doğup büyümüş, orada gelişmişse de davranış biçimi olarak sadece oraya has değildir. Artık doğulusuyla batılısıyla modern insan pragmatik anlayışı özümsemiştir! Fakat acı olan şu ki, batıda pragmatizm Batı’nın kendi toplumunun kalkınması, gelişmesi ve ilerlemesi için bir rehabilitasyon niteliği taşırken bizim gibi toplumlarda sadece bencilliğin, çıkarcılığın, yani kişisel menfaati yüceltmenin aracı olmuştur.

Bunun yanında topluma, sözümona İslamî projeler sunma iddiasında olan pek çok gruplar da pragmatik metodlarla evrilmeden, savrulmadan kendilerini kurtaramamaktadırlar. Bu konuda uyarıcıların uyarısına da aldırış etmemektedirler.

Biraz pragmatik bir soru olacağı endişesine rağmen, “müslüman pragmatist olabilir mi?” diye soracak olursak, cevabımız “Hayır! Olamaz, olmamalıdır” şeklinde olacaktır. Müslüman “pragma”yı değil, Allah’a nasıl hesap vereceğini düşünür. Geçici olarak emanet aldığı mülkün hesabını bir O’na verecektir. Müslüman için menfaatların en yücesi Rabbi’nin ona vereceği Cennet’tir. Onu kazanmanın yolu da peygamberlerin kılavuzluğundan şaşmamakla bulunur.