60 ve 70’li yılların ünlü kabadayılarından Muharrem Can, namı diğer Arap Muharrem. Mıntıkasında haksızlığa göz yummayan, hırsızlığı affetmeyen, yoksul dostu biri. Hapishanede ise sosyal adaleti sağlayan adamlardan. Raconu bilen, yeri geldiğinde racon kesen bir kabadayı… Ne zaman Yılmaz Güney ile yolları keşişti bilinmiyor. Ama iyi dostlar. Kolluyorlar birbirlerini.
Hatta Zavallılar filminde Yılmaz Güney, Arap karakteriyle dostuna selam ediyor. Bir gün Güney, Arap Muharrem’e “Kendi hikayeni yazarsan filmini çekerim” diyor. O da yazıyor. Arabistan’dan Siirt’e gelmelerini, kaçak yıllarını, kabadayılık serüvenini, hapishane günlerini Bizim Kafes adlı kitapta anlatıyor. 70’lerde az sayıda olsa da kitap basılıyor. Lakin Arap Muharrem’in hikayesi filme çekilemiyor. Yılmaz Güney’in aralıklarla tutuklanması, sonra yurtdışına kaçışı, Arap Muharrem’in yaşamını yitirmesi nedeniyle bu hayal ortada kalıyor…
GÜNEY BİZDE SAKLANMIŞ
Ama zaman sürprizlere gebedir. Bu dostluk ve yarım kalan film hikayesi, dedesini hiç tanıma imkanı olmayan İlker Savaşkurt’un hayatının yönünü değiştiriyor. Savaşkurt’un sinemacı olmasına, Yılmaz Güney belgeseli Sürgün Türküleri‘ni çekmesine sebep oluyor. Savaşkurt “Ben dedemi hiç tanımadım. Ailem de dedemden çok bahsetmezdi. Kötü bir adam olduğu için değil. Anladığım, herkes bir şekilde geçmişi unutmak istiyordu. Bunun için dedemin yazdığı kitabı ilk defa 16-17 yaşında gördüm. Sonra sorular sormaya başladım, ailem de dedemi anlatmaya başladı…
Yılmaz Güney’in Laleli’ye bizim mahalleye gelişini, kaçarken bizim evde saklandığını, aynı gazinolarda, mekanlarda bulunduklarını, dedemle olan dostluğunu anlattılar. Dedem hapishane kültürü içinde efsaneleşmiş bir isim. Çok sık hapishane değiştirmiş. Her gittiği hapishanede müdürler karşılarmış onu. Ya kütüphane ya çayhane verilirmiş ona. Koğuşlara uyuşturucu sokmayan, sübyancılara göz açtırmayan bir nevi hapishanede sosyal adaleti sağlayan adamlardan” diyor. Önce dedesini keşfeden Savaşkurt sonra, onun Yılmaz Güney ile dostluklarının detaylarını öğreniyor. İşte bu süreçte hayatın yarım bıraktığı filmi gerçekleştirme isteği beliriyor. “Benim için aslında bu film hikayesinin tamamlanması bir vasiyet gibiydi” diyor. Nihai amacı oluyor yıllar önceki film projesini hayata geçirmek ve bu onu sinemacı olma yoluna sokuyor. Sinema eğitimi alıyor. Müzikle uğraşsa da oyunculuk yapsa da o yarım kalan hikayeyi tamamlama fikri aklının bir köşesinde duruyor.
Savaşkurt “Bu film projesini hayata geçirmek ciddi deneyim gerektiren bir iş. Ben de önce kitabı yeniden bastırayım, bu arada da Yılmaz Güney anısına bir film çekeyim istedim. Amacım bir belgesel çekmek değildi. Onu tanıyan insanlarla konuşup, hikayeler dinleyip Yılmaz Güney ile ilgili bir film senaryosu yazmaktı. Fakat sonuçta öyle insanlarla tanıştım, öyle hikayeler dinledim ki bu bir belgesele dönüştü” diyerek Sürgün Türküleri‘nin nasıl ortaya çıktığını anlatıyor.
ÇOK KARAKTERLİ BİRİ
Savaşkurt’un kafasında belgeseli çekmeden önce zaten bir Yılmaz Güney kişiliği belirginleşmiş. Belgesel sürecinde de bu beliren portre çok değişmemiş. Yönetmen “Yılmaz Güney çok karakterli bir insan. Köylünün yanında köylü olabiliyor, gazinoda kabadayı, çocuğunun yanında iyi bir baba… Bir yandan toplumsal bir kavga veriyor ve efsaneleşiyor. Diğer yandan sürekli kendini geliştirmeye çalışan, ciddi özeleştiriler yapan bir adam. Ama kadınlarla ilişkisi sorunlu bir erkek… Ve bunların sonucu olarak da müthiş bir sinemacı. Algılanması zor bir insan” diyor. Arap Muharrem’in Bizim Kafes kitabında, Güney ile farklı ortamlarda karşılaşsalar ona daha fazla yardımcı olabileceğini hissettiren bir bölüm varmış.
Belgesel ekibinden Zeki Haşhaş “O bölüm bizi etkilemişti. Biraz da bu duygu İlker’de, Yılmaz Güney ile ilgili bir film çekme isteğini uyandırdı” diyor. Güney’in çekmek istediği ama yarım kalan filmi hayata geçirme konusunda şimdilerde daha bir özgüvenli Savaşkurt. İki yıl süren belgeselin çekim sürecinde önemli tecrübe kazandığını düşünüyor. Sürgün Türküleri, hem Güney üzerine çekmek istediği kurmaca filmin hem de dedesinin filminin başlangıcında duran bir belgesel şimdilik…
Bu başlangıç filmi, ilk olarak belgesel sinemanın en önemli buluşma noktalarından olan 27 Ocak’ta başlayan Rotterdam Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaptı. Büyük ilgi de gördü. Bizde ise muhtemel festivallerde gösterilecek. Savaşkurt “Hani o ateşli Yılmaz Güney hayranları vardır ya belgeseli onların izlemesini çok isterim” diyor.
FİLM SETİ BİR HAPİSHANE GİBİYDİ
Sürgün Türküleri, Güney’in tutuklu olduğu hapishane günleriyle başlıyor ve Paris’te Duvar filmi ile yolları kesişen, Güney ile birlikte 12 Eylül darbesinden kaçan birçok sürgünün hikayesini anlatıyor. Yapımcılığını Abbas Nokhasteh’in yaptığı, senaryosunu Mehmet Kala’nın yazdığı belgeselin canlandırma sahnelerinde Güney’i Barış Atay oynuyor. Oyuncu Funda Eryiğit de belgeseli seslendiriyor.
Yönetmen Savaşkurt “Duvar‘ın çekimleri için bir manastır hapishaneye çevriliyor. Ama orası gerçekten ekip için hapishane olmuş. Filmde rol alan ve görevli olan Türk ve Kürtler’in bu manastırdan çıkması yasak. Fransız ekip de en yakındaki otele arabayla gidip gidiyor. Otelde telefon kullanmaları yasak” diyerek hapishaneden kaçıp Fransa’ya giden Güney’in orada kendine nasıl bir hapishane yarattığı anlatıyor.
DUVAR, BİR SIZININ FİLMİDİR
İsmail Yıldırım siyasi bir mahkum olarak Yılmaz Güney ile Ulucanlar Cezaevi’nde birlikte yatmış. 1976’daki cezaevindeki çocuk isyanının tanıklarından. Bu olayın nasıl Duvar‘a ilham verdiği belgeselde şöyle anlatıyor: “Ulucanlar Cezaevi’nde yatarken çocuk mahkumlar isyan etti. Cezaevi yönetimiyle çocuklar arasında Yılmaz Güney ile birlikte arabulucuk etmiştik. Kırık pencerelerinin tamir edilmesi, düzenli yemek verilmesi, sobanın yanması gibi sözler alınınca çocuklar isyanı bitirdi.
Ama bir gün, bizden habersiz, cezaevi yönetimi bir gecede isyana katılan çocukları dağıtmış. Kimine işkence edilmiş. Yılmaz bunu duyunca çok kızmış ve üzülmüştü. O çocukların ezilmesine çare olamaması içinde bir sızıya dönüştü ve Soba, Pencere ve İki Ekmek İstiyoruz kitabını yazdı. Duvar bu kitabın, dolayısıyla da Yılmaz’ın içindeki o sızının filmidir aslında.”
ONU HİÇ BU KADAR ÜZGÜN GÖRMEMİŞTİM
Yol ‘un yapımcılarından Donat F. Keusch, Yılmaz Güney’in Türkiye’den kaçışıyla ölümüne kadar geçen sürede hep birlikte olduğu ender isimlerden. Keusch kaçış sırasında Yılmaz Güney’in ruh halini şöyle anlatıyor: “Orada öylece duruyor ülkesini terk ediyordu. Onu hiç bu kadar üzgün görmemiştim.” Savaşkurt, Yılmaz Güney’in kaçışıyla ilgili bilgi verme konusunda şimdiye kadar ketum olan Donat F. Keusch’in artık birçok şeyi anlattığını söylüyor. “Mesela ilk önce Fransa sığınma izni vermiyor. Donat İtalya’ya başvuruyor. Bu sırada Avrupa’da bir sürü önemli sinemacının katıldığı imza kampanyası başlatılıyor. Bunun üzerine Fransa sığınma iznini veriyor. Donat bunları artık anlatıyor” diyor.
PARİS DÜNYANIN EN GÜZEL HAPİSHANESİ
Savaşkurt “Dedem de Yılmaz Güney de çevresindeki kişilerin hayatını etkileyen güçlü kişilikler. Biraz da onların etki çemberine giren insanlara daha sonra ne oldu, sorusunun peşine düştüm. Bunun için Yılmaz Güney ile ilgili bildik birçok şeyi belgesele almadım. Mesela Ahmet Ziyrek (Duvar‘da gardiyan Cafer’i canlandırıyor), bir siyasi sığınmacıyken, Fransa’da sürgündeyken hiç kamera deneyimi olmadan Duvar ‘da oynuyor. Sonra hayatına Fransa’da oyuncu ve tiyatrocu olarak devam ediyor” diyor. Belgeselde Ziyrek’in sürgünlüğü içselleştirdiğini anlıyoruz. Ziyrek’in “Yani Paris, dünyanın en güzel şehirlerinden ama, sonuçta orada bir hapishanede yaşıyoruz. Bu anlamda düşündüğünüzde belki de dünyanın en güzel hapishanesinde yaşıyoruz” sözü bunun göstergesi.
MİT SALDIRIR DİYE NÖBET TUTULUYORDU
Güney’le Türkiye’deki hapishanelerde birlikte yatan sonra onun gibi yurtdışına çıkan ressam İsmail Yıldırım da Duvar ‘ın emektarlarından. Belgeselde filmle ilginç bir bilgi paylaşıyor: “O dönem MİT, Asala’ya yönelik Avrupa’da operasyonlar düzenliyordu. Bize karşı da bir şey yapılır mı diye temkinliydik ve geceleri silahlı nöbet tutuluyordu manastırın çevresinde.”-Sabah