Prof. Özcan’dan misyonerlik uyarısı
Prof. Dr. Azmi Özcan, misyonerliğin asıl amacının, insanları Hıristiyanlaştırmak değil, Batı’nın hayat tarzını yaygınlaştırıp, bu hayat tarzına karşı bir talep ve pazar oluşturarak, Batı’nın ürünlerini satmak olduğunu söyledi.
Prof. Özcan, ürünlere yüklenen değerlere işaret ederek, örnekler verdi. Özcan, şunları söyledi:
“A markasını değil de B markasını tercih etmemizin arka planında ona yüklenen bir değer yatıyor. İşte gençlerin marka tercihlerinde bu ‘değer yükleme’ (var). Yani, A markasını kullanan daha güzel, daha yakışıklı, daha aydın, daha çağdaş, daha modern, daha medenî, daha ilerici; B markasını kullanan ise bunun zıddı olan değerlerle yükleniyor. Bunun en frapan örneği de lahmacunla hamburgerdir. Yani ‘lahmacun yiyenler yobazdır, ilkeldir, hanzodur; ama hamburger yiyenler moderndir, çağdaştır’!.. Her şeyde öyle.”
“Bunu yaptıkları için insanları suçlayamazsınız. Ürünlerini satmak istiyorlar insanlar” diyen Prof. Dr. Azmi Özcan, “Siz siz olun, bunlara kanmayın. Siz siz olun, kendi hayat tarzınızı bir şekilde takdim edin insanlara. Yani, tüketim odaklı bir hayat tarzı değil de paylaşım odaklı bir hayat tarzını insanlara takdim edin” tavsiyesinde bulundu.
Sömürgecilik ve İslâm Dünyası
Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından düzenlenen ve Kültür A.Ş. tarafından Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen “Sömürgecilik ve İslâm Dünyası” başlıklı seminerinde, Batı dünyasının geçmişten bugüne uzanan sömürgeci yaklaşımının siyasî, iktisadî ve kültürel yansımaları hakkında analizler yaptı.
İslâm medeniyeti kılıçla yükselmedi
İslâm Medeniyeti’nin doğuşu ve yükselişine dair kronolojik bir özet yapan Prof. Özcan, şöyle konuştu:
“5-10 bin nüfuslu bir yerleşim biriminde doğan bir medeniyet, bir insan ömründe (bir insan ömrü kadar kısa bir sürede) Endülüs’ten Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada, kendi varlığını mühürlendiriyor. Bunun mutlaka iktisadî açılımları olması lâzım, bunun mutlaka siyasî izahları olması lâzım, askerî izahları olması lâzım, vesaire… Batı dünyasında bu yükselişe yönelik açıklamalarda en çok dikkati çeken, şiddet. Gerek İslâmiyet’in yayılması bahsinde, gerek
Müslümanların Sasani ve Roma-Bizans’a karşı genişlemesinde hep şiddeti öne çıkaran açıklamalar yapılır. Zaman içerisinde de bizim zihinlerimize kaydetmişlerdir, kazımışlardır. Günümüzde de bu hep böyledir. Ne hikmetse, başka türlü izahlara pek başvurmazlar; ama İslâm’ın yayılış tarihini derinlemesine incelediğiniz zaman, şiddetin ya da kılıcın bu yayılışta kayda değer bir yerinin olmadığı açıkça ortadadır.”
Özcan, Ana hatlarıyla pek çok yerde şiddet dışı faktörlerle izah edilen bu yükselişin unsurlarının, başta tasavvuf olmak üzere, kölelere ve sömürgeleştirilmiş toplumlara çok cazip gelen imtiyazsız, âdil bir hayat vaadi olduğunu söyledi.
Batı’nın yükselişinin ana unsurunun ise sömürgecilik olduğunu ifade eden Özcan, Batı dünyasının geçmişten bugüne uzanan sömürgeci yaklaşımının siyasî, iktisadî ve kültürel yansımalarını analizler yaparak özetledi.
Sömürgeciliğin Batı’daki macerası
Prof. Özcan, Avrupalıların, Batı’ya gittiklerinde gıda ürünleri ve madenler gibi Avrupa’da var olmak için ihtiyaç duydukları her şeyle karşılaştıklarını ve ‘mal bulmuş mağribî’ tavrı içinde olduklarını; Doğu’ya gittiklerinde ise buna ilâveten ipek ve baharat gibi o dönemin değerli emtiaları ile karşılaştıklarını ifade etti. “Ama Doğu ile Batı’daki çalışma mekanizmaları farklı olmuş” diyen Özcan, sözlerine şöyle devam etti:
“Batı’ya giderken, belki bilerek, belki farkında olmayarak, Avrupa’daki bakteri ve virüsleri de taşımışlar, o bakteri ve virüslere karşı bağışıklık sistemi olmayan yerlilerin milyonlarcası bu süreçte ‘telef’ olmuş, milyonlarcasını da kendileri, hâkimiyet mücadelesinde katletmişler, tam anlamıyla bir sömürü kavgası başlamış.
Sömürgeciliğin ideolojik alt yapısı
Tam bu aşamada bir gelişme daha oluyor ki, o gelişme, o dönemden günümüze kadar Hıristiyan Batı dünyasının kendilerini bütün dünyaya müdahale yetkisinde görmelerinin belki de ideolojik alt yapısını sağlıyor; belki de dinî meşruiyetini sağlıyor. İlk gidenler Portekizler ve İspanyollar. Buldukları ile yetinmek yerine kavga etmeye başlayınca, zamanın papası, her ikisi de Katolik olduğu için, bunları bir masaya oturtuyor, 1493 tarihi, ve bir anlaşma imzalattırıyor. Bu anlaşmaya Tordesillas Anlaşması deniyor. Yerküreyi hayal edin, Güney Amerika’nın bize bakan tarafından biraz içeriden olmak üzere bir boylam çizilerek, o boylamın batısı İspanyolların, doğusu Portekizlerin çıkar ve tasarruf alanı olarak Papa tarafından ilân ediliyor.
Bu çizgiden itibaren tarihi bir değerlendirdiğimiz zaman, İspanyolların hep Batı tarafda kaldığını ve o bölgede yaşayan Güney Amerikalıların bugün dahi İspanyolca konuştuklarını, çizginin doğu tarafında olan Brezilyalıların ve Hindistan’da bazı bölgelerin, Çin’de bazı bölgelerin de Portekiz tasarrufuna terk edilip Portekizce konuşulduğu da zaten tarihte kayıtlıdır. Bu bölünme, yani Papa’nın verdiği bu yetkiyle birlikte, hem dünyaya tasarruf etmek, hem de dünyaya Hıristiyanlığı yaymak gibi bir misyonla yeni bir seyahat başlıyor.”
Sömürgeciliğin Doğu’daki macerası
“Doğu tarafındaki macera ise farklı” diyen Özcan, Doğu’ya giden Avrupalıların, kendilerinden daha gelişmiş bir medeniyet seviyesi ile karşılaştıklarını, yerel yetkililerden izin alarak, küçük acentelerle ticaret yapmaya başladıklarını söyledi. Tüccarların, kıyı bölgelerinde kurdukları kolonilerle işe başladıklarını belirten Özcan, kolonyalizm kelimesinin de bu faaliyetten ortaya çıktığını söyledi.
Özcan, “Ama bu faaliyet, bütün tarihin akışını değiştirecek birikimleri de peşinden getiriyor. Burası hakikaten üzerinde durulmaya değer. Gençler eğer sömürgecilik tarihi çalışacaklarsa, bu sömürgeciliğin ve akabinde Batı’nın yükselişinin arka planında yatan dinamikleri değerlendirirken bu noktaya önem vermeliler” diye konuştu.
Nakliye ve silah teknolojisine yatırım
Birkaç yüz tane işadamının, Hindistan’a giderek, bu ülkenin Avrupa’da ve Batı’da para edecek bütün değerlerini satın alıp dönmek suretiyle bir ticarî faaliyet başlattıklarını anlatan Özcan, bu yolculuğun birtakım riskleri olduğunu kaydederek, “Yolculuk çok uzun sürüyor, deniz çok tehlikeli, gemi teknolojisi henüz bu tür tehlikeli yolculukları kaldırabilecek derecede gelişmemiş ve bir de korsanlar var” dedi.
Özcan, Avrupalı tüccarların, bu tehditleri ortadan kaldırmak için gemi teknolojisini ve kendilerinin korsanlara karşı güvenliklerini sağlayacak silah teknolojisini geliştirmek amacıyla, sermayelerinin bir kısmını bu iki alana yatırdıklarını söyledi.
Her tüccarın, sermayelerinin bir kısmını emniyet akçesi olarak bir merkezde tuttuklarını, bunun da bankacılığın ve sigortacılığın başlangıcını teşkil ettiğini ifade etti. Özcan, “Bu emniyet birikimi, zamanla Batı’nın önünü açan sermaye birikimlerine zemin hazırlıyor. Gidiyorlar, Doğu’nun değerlerini alıyorlar, Batı’ya satıyorlar ve bir para kazanılıyor, yeni bir sınıf ortaya çıkıyor: Burjuva sınıfı” dedi.
Statü satın almak
Oluşan bu burjuva sınıfının, bütün zenginliklerine rağmen siyasî bakımdan etkinlikleri olmamasından rahatsızlık duyduğunu belirten Özcan, burjuvanın, statü satın alarak yerini yükseltmeye çalıştığını kaydetti. Özcan, “Statü satın almanın çeşitli yolları var. Bu, o günlerde de aynı, bugünlerde de benzer pek çok tarzları var. Nedir? Yeni sınıfın, sadece aristokratlara ait zevklere yönelmesi.
Meselâ koleksiyon satın alması, sanata yatırım yapması. Bunlar, günümüzde de aşağı yukarı devam eder. Ya da İstanbul söz konusu olursa meselâ Boğaz’da yalı satın alması. Onun için Boğaz’daki yalıların çok sık el değiştirdiğini İstanbul’da görebilirsiniz. Mesele Boğaz’da yalı almak değil, mesele statü satın almak şeklinde izah edilmeli. ‘Senin ne kadar paran olduğu önemli değil. Eğer Boğaz’da bir yalın yoksa sen seçkinler arasına giremezsin’ gibi bir şey. Geçmişte de böyle” diye konuştu.
Özcan, bu alt yapının, Reform ve Rönesans gibi Batı’nın dönüşümünün iki temel kavramına da zemin hazırladığını söyledi.
Oryantalizmin doğuşu
Bu tüccarların, bir müddet sonra, kurdukları kolonilerde üretim tesisleri kurduklarını ve yerli halkı istihdam etmeye başladıklarını belirten Özcan, bir süre sonra bu gücün, yerli yapıları tehdit etmeye başladığını anlattı. Özcan, kolonilerini ve faaliyet alanlarını genişleten bu yapının, gittikleri yere Batı’daki hayat tarzlarını ve inançlarını da taşıdıklarını belirterek, şöyle konuştu:
“Bizim Oryantalizm dediğimiz disiplin de işte tam bu süreçte başlıyor. Çıkar alanlarını, faaliyetlerini ve hâkimiyetlerini genişletmek için, o bölgeyi, yerli halkı, yerli halkın dinamiklerini, tarihlerini, kültürlerini, zaaflarını, velhâsıl her şeylerini bilmek zarureti ortaya çıkıyor ve o zarurete binaen de yerli halkın dillerini, inançlarını, tarihlerini, kültürlerini öğrenecek ve çok kesin, genel bir ifade ile yerli halkı çözecek akademik birikimlere ihtiyaç duyuyorlar. Bu akademik birikimlere de biz, Şarkiyatçılık diyoruz, Oryantalizm diyoruz. Bunu ilk başlatanlar da misyonerler, papazlar, din görevlileri olmuşlar; çünkü Batılı tüccarlarla ilk gidenler onlar.”
Özcan, her medeniyetin, genişleme sürecinde din adamlarını, tüccarları ve askerleri işin içine katmak zorunda olduğunu belirterek, “Hem bizim tarihimizde böyle olmuş, hem Batılıların tarihinde böyle olmuş. Gittiğiniz bölgeleri tahlil edeceksiniz / analiz edeceksiniz, tüccarlar ile bu işi finanse edeceksiniz, daha sonra zemini hazırlayıp askerlerle gelip el koyacaksınız” dedi.
Sömürgeciliğe felsefî ve bilimsel kılıf
Özcan, Doğu’nun değerlerini para ödeyerek satın alıp Batı’ya satan Batılı tüccarların, bir müddet sonra paralarını Doğu’ya bırakmamanın yollarını aramaya başladıklarını ve sömürgecilik döneminin başladığını söyledi. Sömürgeciliği ‘İnsan kaynağı da dâhil olmak üzere, başkalarına ait her türlü kaynağı, haksız yere ve zorla el koyarak tasarruf etmek’ şeklinde tanımlayan Özcan, sözlerine şöyle devam etti:
“Bunu yapabilmek için, bir kere insan olmanız ve bir medeniyete mensub olmanız sebebiyle, mutlaka düşünsel bir arka planına sahip olmanız lâzım. Bunu yapmak kolay değil. Bunun hukuk dilindeki adı ‘gasp’tır, değil mi? Ve ‘gasp’ bir insanlık suçudur. Ama siz bunu yapacaksınız. Yapmaya karar vermişsiniz, bunun için bütün dinamiklerinizi harekete geçirmişsiniz. Başkalarına ait her türlü kaynağa zorla sahip olmak. Bunu yapacaksınız; ama bir taraftan da kendinizi meşru göstermek kaygısı taşıyacaksınız. ‘Bu benim hakkım’ diyeceksiniz. İşte, ‘Bu benim hakkım’ diyebilmek, işin düşünsel ya da zihinsel arka planını oluşturuyor.”
Naturalizm, Pozitivizm gibi düşünce akımlarının gaspı meşru gösterme arayışının bir sonucu olarak ortaya çıktığını ve Batılı sömürgecilerin imdadına yetiştiğini ifade eden Özcan, “Bu sürecin sonu da, tahmin ettiğiniz gibi, ırkçılığa kadar uzanan ve 19. Yüzyıl’da da Darwin’den beslenen, ‘ancak güçlü olanın yaşamaya hakkı olduğu’ şeklindeki bir zihinsel arka plana doğru giden yolculuk başlıyor” dedi.
Burjuvazinin siyasete egemen olması
Bu zengin sınıfın, bir taraftan zenginliğini artırmak için teknolojiye ve silaha yatırım yaparken, diğer taraftan, sömürgeciliğine meşru zemin oluşturacak düşünsel arka plana yatırım yaptığını kaydeden Özcan, Avrupa’nın, mutlak monarşilerden meşrutî monarşilere geçen bir süreci başlattığını söyledi. Özcan, “Mutlak monarşiden meşrutî monarşiye geçişin anlamı şu: Meşrutî monarşi, yani bir anayasa ile monarkların, kralların yetkilerinin halkla paylaşılması süreci; yani burjuvazinin ya da yükselen yeni sınıfın siyasal sistemde kendisine bir yer edinme sürecidir.
Çünkü artık yetkinin, otoritenin, Tanrı’dan ya da hanedandan değil de halktan ve milletten kaynaklandığı bilincine ulaştığınız zaman, halkın ve milletin kendisine ait otoritesini kullanmak için mutlaka temsilciler seçme zarureti ortaya çıkar ve halkın otoritesini, egemenliğini kullanacak temsilciler de doğal olarak o halkın içindeki seçilme kabiliyeti olan zümrelere, yani bu yükselen yeni sınıfa geçer. Böylece, yükselen yeni sınıf, burjuvazi, hiç de hayal etmediği bir konuma yükselir; doğrudan doğruya, bulundukları ülkenin ya da siyasal yapının belirleyicisi olurlar.
Ondan sonra gelişecek yasama süreci ve faaliyetlerde, genellikle bu sınıfın çıkarları öncelikli olarak düşünülür. O zamandan günümüze kadar da dünyada pek çok şey değişmemiştir aslında. Bu yapı, aşağı yukarı böylece devam edip gitmektedir” diye konuştu.
Pazarlamanın temeli atılıyor
Prof. Dr. Azmi Özcan, sözlerine şöyle devam etti:
“Şimdi, sorduğumuz soru şuydu: ‘Biz, acaba bunlara (Doğululara) verdiğimiz paraları da bir şekilde (geri) alabilir miyiz?’. İşte ‘Bir şekilde geri alabilir miyiz?’ sorusu, can alıcı bir soru. Çünkü bir şekilde alabilmeniz için iki yolunuz var: Bir; ya zorla alacaksınız, henüz şartlar müsait değil, ona da sıra gelecek, ama 16., 17., 18. Yüzyıla gelindiğinde şöyle bir mekanizma ihdas ediyorlar: ‘Nasıl ki biz onlardan bir şeyler alıyor isek, onlar da bizim ürettiklerimizi bizden satın alsınlar.’ Bu noktada sordukları soru: ‘İyi ama Avrupa’da bulunup da bizim onlara satabileceğimiz neyimiz var ki?’.
Artık günümüzde modern bir bilim olan pazarlama, işte ilk nüvelerini, akademik anlamda o zamanlarda veriyor. ‘Eğer Doğulular, bizim ürünlerimizi talep etmiyorlarsa, o zaman talep yaratmak, Pazar yaratmak gibi bir konseptle, bir kavramla karşılaşıyoruz. ‘Nasıl talep yaratabiliriz? Nasıl Pazar oluşturabiliriz? Nasıl olur da Doğulular, bizim ürünlerimize ilgi gösterirler?’.
Bunu yapabilmek için, biliyorsunuz ki, günümüzde de değişmeyen önemli bir şey var; fuarlar, reklamlar. O günün şartlarında fuar ve reklam imkânı pek yok. Doğrudan doğruya pazarlamak da söz konusu değil. Önce talep oluşturmanız lâzım. Talep oluşturmak için yaptıkları ve bugün de geçerli olan bir şey var; aslında bize tarihî süreç içerisinde ilgili tartışmalar yapıldığı zaman biraz da kasıtlı olarak yanlış aktarılan bir faaliyet alanı var: Misyonerlik alanı.”
Batı kültürü yerli halka nasıl taşınıyordu?
Misyonerliğin, genellikle Hıristiyanların dünyayı Hıristiyanlaştırma faaliyeti olarak takdim edildiğini belirten Özcan, “Bunun elbette bu anlama gelebilecek pek çok örnekleri sergilenebilir; ama faaliyetin çıkış amacı olarak düşündüğünüz zaman, bunun ötesinde başka niyetlerin, amaçların olduğu tarihî uygulamalarla çok açık ve net bir şekilde önümüzde.
Misyonerlik, Hazreti İsa dönemindeki gibi Hazreti İsa’nın mesajını insanlığa yaymak için kullanılan bir tabir değil. Modern misyonerlik, sömürgeciliğin sömürge alanlarını genişletmek için yardımcı enstrüman olarak kullandıkları bir alan.
Bunu nasıl yapıyorlar? Bunu da şöyle yapıyorlar:
O dönemin yerli halklarına sizin mutlaka bir örnekle ulaşmanız lâzım. Öncelikle kendinize güvendirmeniz lâzım. O yüzden misyoner faaliyetleri, genellikle insanî yardım faaliyetleri çerçevesinde; eğitim, sağlık ve buna benzer, tarımsal teknolojilerde yerli halka yardımcı olmak gerekçesiyle dünyaya yayılan bir faaliyet alanıdır. Ve misyonerlerin faaliyetlerini kesinlikle şirketler finanse etmektedir.
Bugün de, geçmişte de. Sömürgeciliğin başladığı dönemlerde de misyonerleri götürenler, Doğu ile ticaret yapan firmalardır ve firmaların varlık nedeni para kazanmaktır. Bugün de öyledir. Firmalar herhangi bir faaliyete sermaye yatırdıkları zaman, nihaî noktada, bu faaliyetle birlikte sermayelerinin kâr getirecek orana yükselmesini beklerler. O zaman da öyledir.
Misyonerler, Batı’daki hayat tarzlarını, Batı’da yaşadıkları şekilde 30’ar, 40’ar, 50’şer kişilik aileleriyle birlikte, olduğu gibi, toplumsal bir şekilde Avrupa’dan kalkıp Doğu’nun çeşitli yerlerine giderek, görünürdeki o eğitim, sağlık, tarım ıslah faaliyetlerinde yerel halka yardımcı olmak gerekçesiyle, ama gerçekte kendi yaşam tarzlarını Doğulu toplumlara örneklemek, tanıtmak ve bunun akabinde kendi yaşam tarzlarının ürünlerine olan talebi oluşturmak ve arttırmak için başlatılan, yürütülen bir faaliyettir.
Kültürünüzü kabul ettirirseniz, o kültürün ürünlerini de satabilirsiniz
Çok net bir formülü vardır: Eğer kendi yaşam tarzınızı başka bir topluma ihrac edebiliyorsanız, yani kendi kültürünüzü başka bir topluma tanıtıp kabul ettirebiliyorsanız, o zaman kendi kültürünüzün ürünlerini de tanıtıp kabul ettirebilirsiniz ve ona talebi yükseltirsiniz. Esasen, bizim yaşadığımız hayat da bunu sergilemektedir.
Beyoğlu örneği
Bizim, eğer bu Beyoğlu İstiklâl Caddesi’nde bize ait olmayan bir dünyayı simgeleyen, temsil eden her türlü donanım varsa, o donanımın arka planında, bizim o hayat tarzına olan talebimiz yatmaktadır ki, o talebe bağlı olarak da o hayat tarzının ürünleri burada serbestçe pazarlanabilmektedir.
Yani misyonerler, o dönemde kültür değişimleri için kullanılmıştır, din değişimleri için değil. Din değişimi, insanî bir gerekçe ve o insanların, bulundukları topraklarda rahat faaliyet yapabilmeleri için öne sürülen bir şeydir ve sonunda da bir rahatlama söz konusudur.
Hıristiyanlaşmanın azlığı ile teselli bulurken…
Yüzlerce, binlerce misyoner, uzun gayretler neticesinde ancak bir veya iki kişiyi Hıristiyan yapabilirler ve biz de Müslümanlar olarak iftihar ederiz… Her sene de istatistikler yayınlanır meselâ ülkemizde; ‘Bu sene şu kadar kişi Hıristiyan olmuş, ama şu kadar Hıristiyan da Müslüman olmuş. Demek ki biz, 900’e karşı 100 galibiz’ gibi de bir teselli olur…
Böyle bir şey yok aslında. Misyonerliğin vazifesi, o başlangıçta, insanları Hıristiyanlaştırmak değil, insanlara Batı’nın hayat tarzını tanıtmak ve Batı’nın kültürünü ihrac etmek üzere insanî gayelerle (imiş gibi) o yerli halk arasında yaşayarak oluşturdukları bir süreçtir ve bu sürecin sonucunda da Doğu’da da Batı’nın ürünlerine talep yükselmeye başlamış ve böylece Doğu da Batı’nın ürünlerini paralarını vererek satın almaya başlamış.
Şimdi şöyle bir durum oldu: Gemiler, Avrupa’dan Batı’nın ürünleriyle Doğu’ya gidiyor, Doğulular bunları satın alıyorlar, sonra o paralarla Batılılar, Doğuluların emtialarını alıyorlar. Böylece rövanş gerçekleşmiş oluyor ve sömürü düzeni de bu şekilde başlamış oluyor. Gittikçe genişleyen bir süreç. Kolonilerin sınırları genişlemeye başlıyor.
Nüfus artıyor, kurumlar yapılanmaya başlıyor, artık Çin’de, artık Hindistan’da, Endonezya’da ‘Batılı şehirler’ kurulmaya başlanıyor. Bugün de öyle de, o dönemde şehir yapıları hep Batılı dinamiklerle oluşturulan, Batılı hayat tarzına göre oluşturulan şehirlerdir. Mimarî doku öyledir, günlük hayat öyledir, kültür öyledir. İnsanların kılık kıyafetinden tutunuz, yiyecek içecek ihtiyaçlarına kadar, musikilerine kadar ve tabii bir süreçten sonra eğitimlerine kadar her süreç, Batı’nın hayat tarzına, Batı’nın kültür anlayışına göre şekillenmeye başlıyor.”
Siz siz olun, bunlara kanmayın
Seminerinin sonunda izleyicilerin sorularını cevaplayan Prof. Özcan, bir soru üzerine, ürünlere yüklenen değerlere işaret ederek, örnekler verdi. Özcan, şunları söyledi:
“Onların ürünlerine talep olmasa, hiçbir şey olmaz. Onların ürünlerine ne kadar çok talep olursa o kadar gelişmiş oluyor(lar). Çünkü bu süreçte vazgeçilmez bir metod var: Değer yükleme. Bu kavramı duydunuz mu bilmiyorum; ama ‘değer yükleme’ çok önemli bir şey. Diyeceksiniz ki, ‘Günlük hayatta kullandığım eşyalara değer yüklenir mi?’.
Evet, hep böyle yaşıyoruz biz. A markasını değil de B markasını tercih etmemizin arka planında ona yüklenen bir değer yatıyor. İşte gençlerin marka tercihlerinde bu ‘değer yükleme’ (var). Yani, A markasını kullanan daha güzel, daha yakışıklı, daha aydın, daha çağdaş, daha modern, daha medenî, daha ilerici; B markasını kullanan ise bunun zıddı olan değerlerle yükleniyor. Bunun en frapan örneği de lahmacunla hamburgerdir. Yani ‘lahmacun yiyenler yobazdır, ilkeldir, hanzodur; ama hamburger yiyenler moderndir, çağdaştır’!..
Her şeyde öyle. Yani kozmetik sanayii. Kılık kıyafetimiz, kullandığımız kravatımız, ayakkabımız, vesaire, hepsine değer yüklenir. Biz hep, bize ideal olarak sunulan bir kültüre mensup olduğumuzu, kılık kıyafetimiz ve yaşantımızla sergilemeye davet ediliriz. Çünkü bunlarla değer kazanacağımızı düşünürüz. Bu şekilde bir eğitime tabi tutuluruz ve farkında olmadan bilinç altımıza yerleşir reklamla, medyayla, kitaplarla, eğitimle, aklınıza gelen her şeyle. Ama bu da işin bir parçası. Yani bunu yaptıkları için insanları suçlayamazsınız. Ürünlerini satmak istiyorlar insanlar.
Siz siz olun, bunlara kanmayın. Siz siz olun, kendi hayat tarzınızı bir şekilde takdim edin insanlara. Yani, tüketim odaklı bir hayat tarzı değil de paylaşım odaklı bir hayat tarzını insanlara takdim edin ve başımıza gelen felâketlerin çok büyük bir kısmının da bu tercihimizden kaynaklandığını görün. Bizim mensup olduğumuz medeniyet sistemi, paylaşım etrafında şekillenen bir medeniyet sistemi. Neyin varsa paylaşacaksın.
Dünyanın kurtuluşu biriktirmekte değil paylaşmaktadır
Yolculuk nasıl başlamış arkadaşlar? Düşünün, bunda bir sır yok mu? Ensâr ve muhacirînle başlamış. Medineliler, neleri var ise paylaşmışlar. İslâmiyet’in yayılmasının sırlarından birisi o. Mirasçıları gibi, neleri varsa paylaşmışlar; onun için onlara ensâr deniyor. Ve bir şey var: Paylaşmazsan da zaten makbul bir insan değilsin. Hata ettiğin zaman da hep sana paylaşman tavsiye edilmiş.
Günah işledin değil mi? Üç fakiri doyur. Çünkü dünyanın kurtuluşu paylaşmakta. Dünyanın kurtuluşu biriktirmekte, tüketmekte değil. Misyonerler eğer bize bir hayat tarzını pazarlıyorlarsa, o hayat tarzının içinde spor da var, musiki de var, sanat da var, edebiyat da var, her ne ise o da var; eğitim de var, sağlık da var, ki biz bu hayat tarzının ürünlerini kullanalım. Rakamları bilmiyorum ama kulağıma bir yerden takılmış; kozmetiğe ödediğimiz para, 3 milyar Dolar”