“Başörtüsü mağduriyetleriyle özel bir ilişkim var”

Dünya Hali
1994 yılından bu yana televizyon haberciliği yapıyor Semanur Sönmez Yaman. Kanal 7 Haber Merkezi’nde muhabir olarak başladığı kariyerini, aynı televizyonda Haber Müdür Yardımcısı olarak sürd...
EMOJİLE

1994 yılından bu yana televizyon haberciliği yapıyor Semanur Sönmez Yaman. Kanal 7 Haber Merkezi’nde muhabir olarak başladığı kariyerini, aynı televizyonda Haber Müdür Yardımcısı olarak sürdürüyor.

Semanur Sönmez Yaman kimdir?

1974’te Ankara’da doğdum, ortaokulu ve liseyi Ankara Merkez İmam Hatip Lisesi’nde okudum. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldum.

Gazeteciliğe; 1994 yılında henüz 2. sınıf öğrencisiyken başladım.

19 yıldır Kanal 7 Haber Merkezi’nde görev yapıyorum.

Hayata da biraz erken başladım diyebilirim.

Öğrencilik yıllarımda evlendim, anne oldum.

17, 10 ve 5 yaşlarında 3 çocuk annesiyim.

(Bunu tanım olarak vurgulamaya bizi iten nedenlerden dolayı özür dileriz) Medyada muhafazakâr tecrübe denilince akla gelen ilk isimlerdensiniz bu nasıl bir his?

“Muhafazakâr” kelimesini pek tasvip etmemekle birlikte meramımızı karşılayan başka bir kelime olmadığı için ben de kullanacağım. Televizyon haberciliği alanında aslında ilk başörtülü ben değilim, ama kamera önünde haberlerine anons çeken ilk başörtülü muhabir olduğum için öyle bir algı oluştu sanıyorum. Akla gelen ilk isim olmak hem çok güzel hem de insanın omuzlarına bir takım sorumluluklar yükleyen bir durum. Benim yaptığım çok özel bir şey de yoktu aslında, sadece yeni başladığım işimi en iyi şekilde öğrenmeye ve öğrendiklerimi uygulamaya çalışıyordum. Bunları yaparken “başörtülü” olmam ek bir misyon yükledi bana.

Türkiye’deki başörtülü kadınların, artık sadece kendilerini seçkin zanneden zümrelerin uygun gördüğü meslekleri değil, televizyon haberciliği gibi keskin sınırlarla korumaya alınmış bir işi de yapabileceğini ispatlamak zorunda kaldım. Zorunda kaldım diyorum, çünkü 20 yıl öncenin Türkiye’si, başörtülü kadının toplumda kabul gördüğü bir Türkiye değildi. Üniversitelerde, Orta Çağın cadı avlarını aratmayan bir saldırı ortamı başlamıştı. Başörtülü kadın değil “meslek sahibi çalışan kadın” olarak, “öğrenci” olarak bile yeterince kabul görmüyordu. İşte böyle bir ortamda “başörtülü” kimliğim haberci kimliğimle birleşince muhafazakâr tecrübenin yüklenici isimlerinden biri olmak zorunda kaldım. İçeriden bakınca bu durum sıradan görünmekle birlikte, o dönemde hem kurumsal, hem de kişisel olarak bütün Türkiye’ye çok önemli mesajlar verdiğimizi de biliyorum. Hatta bu durumun farkına varmamamı sağlayan, bugün gazetecilik yapan genç bir meslektaşım oldu. 12 yaşındayken haberlerde anonslarımı izlediğini ve büyüyünce başörtülü bir muhabir olmaya karar verdiğini anlattığında hem şaşırdım, hem farkına varmadan bir kuşağın gelecek hayallerinin şekillenmesinde rol oynadığım için mutlu oldum. Mesleki tecrübem arttıkça benzer geri dönüşler artmaya başladı. Şükürler olsun muhafazakâr tecrübe bizimle sınırlı kalmadı. Bugün kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan televizyon ve ajansların haber merkezlerinde çok sayıda başörtülü haberci ve yönetici görmek mümkün…

Okul ve Meslek hayatınızda başörtünüz nedeniyle ne gibi zorluklarla karşılaştınız…

Aslında ben öğrencilik yıllarımda başörtüm nedeniyle büyük mağduriyetler yaşamadım. Yasak,  İstanbul Üniversitesi’nin bütün fakültelerinde uygulanırken, İletişim Fakültesi o günün en geniş görüşlü üniversitesi olarak uygulamaya daha geç başladı. Zaten 2’inci sınıftan itibaren fiili olarak muhabirlik yaptığım için ben de sadece sınavlara girerek okulu bitirmeyi başardım. Sonra yıllar boyu okulun kapısından bile giremediğin için diplomamı alamadım, hatta İstanbul Üniversitesi’nin son 50 yılın bütün öğrencilerine yer verdiği yıllıklardan fotoğraflarımız silindi ama bir kere mezun olmuştuk.

Meslek hayatıma gelince… Çok büyük sorunlarla karşılaştığımı söyleyemem ama tabi ki güllük gülistanlık da değildi ortam. Bir kere “başörtülü muhabir” kavramına, ekranlar kadar bu işi yapanlar da uzaktı. Çalıştığınız kurum ne kadar nezih olursa olsun, muhabirlik gibi toplumla sürekli muhatap olmayı gerektiren bir iş yapınca sorunlar da kaçınılmaz oluyordu. Meslek hayatımın neredeyse ilk 10 yılında sık sık şaşkınlıkla karşılandım. İnsanlar muhabir olduğuma inanmakta güçlük çekiyordu. Başörtüsü eylemlerini takip ederken, boynumda kocaman basın yazmasına rağmen bir polisin saldırısına uğradım mesela.

Başörtülü fotoğraf verdiğim için basın kartım ve basın sigortam bir süre iptal edildi.

Özellikle ilk birkaç yıl, birlikte haber takip ettiğim bazı meslektaşlarımın alaylı, iğneleyici konuşmalarına maruz kaldım.

Sadece zorlukları değil, avantajları da vardı. Anadolu insanı, özellikle de kadınlar benim uzattığım mikrofona çok daha samimiyetle cevap verdi yıllarca. Başörtüm İstanbul’da, Ankara’da ne kadar tehdit unsuru gibi algılanıyorsa, Anadolu’da ve İstanbul’un Anadolu kokan semtlerinde da o kadar güven kaynağı oldu.

Yurt dışı tecrübeleriniz var zaman zaman tehlikeli zaman zaman heyecan ve seyahat içerikli… Aklınızda kalanları bize de aktarır mısınız?

“Yurt dışı tecrübesi” ifadesi bile beni heyecanlandırmaya yetiyor çünkü kendimi bildim bileli farklı yerler, kültürler ve toplumlar görmeye, tanımaya olağanüstü bir zaafım var. Küçücük bir çocukken bütün dünyayı, hatta gezegenleri görmeyi hayal ederdim. Dünya dışına henüz çıkamadım ama Allah’ın izniyle birkaç ülke görme şansım oldu. Malezya, İran, Tayland, Singapur, Mısır, İsviçre, Pakistan, Avusturya, Bulgaristan, Suudi Arabistan, Kudüs, Bosna, Batı Şeria ve Gazze’ye gittim. Birkaçı hariç haber amaçlı ziyaretlerdi bunlar. Aslında hiç biri tehlikeli sayılmazdı, sadece Gazze yolculuğu için biletlerimizi aldıktan hemen sonra, 2012’nin Kasım ayında, İsrail Gazze’yi vurmaya başladı. “Yeryüzü Doktorları”yla birlikte çıkacağımız yolculukta, savaşa rağmen ekipten bir kişi bile “ben vazgeçtim” demedi. Bombardıman sürerken hazırlıklarımızı yaptık, biz yola çıkmadan bir gün önce ateşkes ilan edildi. Savaştan iki gün sonra, yaralı bir kente girdik. İnsanların acılarına, evlerini, çocuklarını kaybeden Gazzelilerin olağanüstü iman ve metanetine şahit olduk.

Unutamadığım gezilerimden birini de Malezya’ya yaptım. Kız kardeşim, başörtüsü yasağı nedeniyle yarım bıraktığı eğitimini tamamlamak için Malezya’da yaşıyordu ve birlikte, sıradan bir turistik gezide görülemeyecek her yerini gezdik ülkenin. Hayatımda ilk kez bir ateşböceği nehrine gittim mesela, milyonlarca ateşböceğinin eşzamanlı dansını izlemek harikaydı.

Yine unutamadığım yerlerden biri, İsviçre’de Parçacık Fiziği çalışmalarının yapıldığı CERN oldu. İnsana, evrene ve yaratılışa dair araştırmalar beni olağanüstü etkiledi. Evrene, hayata ve tabi insanlığa bakışım değişti, kâinatta bir zerre bile olmadığımızı gerçek anlamda o zaman fark ettim diyebilirim.

Pakistan, özellikle Azad Keşmir Bölgesi, ihtişamlı coğrafyasıyla hafızamda yer etti. Yine aynı bölgedeki İHH yetimhanesinde özveriyle çalışan yönetici ve eşi, tanışmaktan şeref duyduğum insanlar arasında.

İlk Suudi Arabistan ziyaretimin manevi anlamda çok özel bir yeri var. Hacca ya da umreye gidenler ne demek istediğimi kolaylıkla anlayacaktır. Kâbe’yle ilk karşılaşma ve dünyanın dört bir yanından koşup Rahman’ın evine gelen insanlarla ilk buluşma hayat boyu unutulamayacak bir deneyim.

Ekranların gerisinde Filistinli bir çocuğun gözyaşlarına dokunmak, dağınık saçlarını okşamak, ağıt yakan kadınları sesin sahibinden o anda dinlemiş olmak… Bu farklılık nasıl anlatılır? (Mısırlı, Suriyeli çocuk ve kadınlar için de geçerli bu soru)

Filistin, benim için gidip görmüş olmanın ötesinde bir anlam taşıyor. Geçen yıl hem Batı Şeria’ya, hem de Gazze’ye gittim Allah’a şükür ama şöyle söyleyebilirim, Filistin’e gitmeden önce de Filistinli çocukların dağınık saçlarına dokunurdu benim ellerim… Yıllarca muhabirlik ve editörlük yaptım, haber yaparken, özellikle dış haber yaparken ajanslardan veya başka kaynaklardan gelen görüntüleri kullanırız. Beni Filistin’e bu kadar bağlayan asıl şey, çocukluğumdan bu yana taşıdığım kişisel hassasiyetlerimin yanı sıra haber yaparken izlediğim görüntüler oldu. Özellikle de çocuk görüntüleri.

Yüz hafızam iyi olmadığı halde; o çocukların yüzleri, gözleri, saçları, mimikleri tek tek aklımda. Kendi çocuklarımın yüzünü nasıl ezbere biliyorsam, onların yüzlerini de öyle ezbere biliyorum. Filistinli çocukların ortak bir özelliği de iri, anlamlı bakan gözleri… Yıllarca monitörlerde izlediğim o gözlerle karşılaşmak gerçekten heyecan verdi bana, öyle tanıdık bildikti ki bakışları, özellikle Gazze’de kendimi yabancı bir ülkede değil, İstanbul’da, kendi mahallemde gibi hissettim.

Kadınların acılarına şahit olmaya gelince… Kadınların acılarıyla yüzleşmek, onları arada kameralar olmadan izlemek gerçekten taşıması zor bir yük. Çünkü kadınlar ağlarken sadece kendilerine ağlamıyorlar; yetim kalan çocukları, torunları için akıyor gözyaşları. İsyanları, ölüm kusan silahlara ya da askerlere değil, yeryüzündeki zulme. Özellikle acının taze olduğu yerlerde kadınlarla göz teması kurmaya korkuyorum çünkü onları teselli edecek söze, güce, hatta onları yüreklendirecek bir bakışa bile sahip olmadığımı düşünüyorum. Büyük ihtimalle ümmet olarak yerine getirmediğimiz sorumlulukların utancı benimki…

“Bu farklılık nasıl anlatılır” demişsiniz, çok klişe olacak ama tek şey söyleyebilirim, “anlatılmaz, yaşanır”…

Kadınlardan bahsederken aklıma Srebrenitza katliamı geldi. Katliamın yaşandığı dönemde genç bir gazeteciydim. Türkiye’de bu katliama dair ilk görüntüleri Kanal 7 olarak biz yayınladık. Ve ben yıllarca bu katliamın haberlerini yaptım. Her 11 Temmuz’da toplu mezarlarda bulunan şehitlerin defin törenlerini haberleştirdim. İki yıl önceki törene de bizzat gittim. Şunu samimiyetle söyleyebilirim ki, gerçek köyüme gittiğimde o kadar tanıdık yüzle karşılaşmıyorum. Kadınların neredeyse hepsini tek tek hatırlıyordum. Bazılarının hikâyelerini, acılarını, çocuklarını, kocalarını kaç yıl önce defnettiklerini bile bildiğimi fark ettim dehşetle. Acılara dokunmak çok özel ama gerçekten her yüreğin kolay kolay taşıyamayacağı çok ağır bir tecrübe…

Başörtü haberleri kronolojik olarak düşünürsek nereden nereye geldi?

Başörtüsü bizim on yıllardır kanayan yaramız. Kronolojik olarak baktığımızda büyük bir kazanım varmış gibi görünüyor ama kaybedilenlerin yanında bu kazanımların henüz anlamlı bir yeri olmadığını düşünüyorum. 2 yıl boyunca bilfiil başörtüsü yasağına dair haberler yaptım. Her sabah, bazen haber merkezine uğramadan eylemlerin sürdüğü üniversite ve İmam Hatip liselerinin önlerine gittim.

O iki yıl boyunca her gün, sabahtan akşama kadar çaresiz genç kızların gözyaşlarına şahit oldum. Yaşadıkları ikilemler, gördükleri aile ve çevre baskısı, polislerin acımasızca indirdikleri coplar, sınıflardan atılışları, kırılan kolları… 20’li yaşlardaki gençler bu söylediklerime inanamıyor ama bütün bunlar çok değil, sadece 18 yıl önce bu ülkede yaşandı. Arşivimizde hala duruyor, hatta bazılarını zaman zaman sosyal paylaşım sitelerinde insanların bu garipliklerin yaşanabileceğini öğrenmesi için paylaşıyorum, Evet gelinen noktada kazanım çok büyük ama on binlerce gencin yarım kalan, örselenen, yaralanan hayatlarını geri getirebilecek bir güç de yok.

Bu inişlerde ve çıkışlarda kendi adınıza da neler hissettiniz? Montajlarken seslendirirken kalp kırıklıklarınız oldu mu?

Başörtüsü mağduriyetleriyle çok özel bir ilişkim var. Kendi okulumda mağdur olmadık ama acı çeken her kızın mağduriyetine ortak oldum. Yıllarca isimlerini bile bilmediğim o kızları gördüm rüyalarımda. Her birini öz kardeşim kadar sevdim. Bugün bazılarıyla sokakta yürürken, çeşitli toplantılarla karşılaşıyorum ve bir fırsatını bulursam yıllardır görmediğim kardeşlerim gibi sarılıyorum onlara. Haberleri izlerken ayrı, yazarken ayrı, montajlarken ayrı ağladım. Ve yıllar sonra böyle bir soruya cevap vermek bile aynı hissiyatla ağlatıyor beni. Bu, mağduriyeti yüreğinde hissetmeyen insanların anlayabileceği bir şey değil.

Bugün hâlâ ağlıyorum çünkü bu yasak, kadınların hayatlarından çok şey götürdü. Hayalleri yarım kaldı, maddi ve manevi emekleri hiçe sayıldı. Kolay mı bir gencin üniversiteye girmesi, düşünün Tıp Fakültesi’ni kazanmış, yıllarca okuduktan sonra yasak yüzünden okulu bırakmak zorunda kalmış bir genç kızın halet-i ruhiyesini…

Bosna’da başörtüsü ve katsayı mağdurlarının mezuniyet törenlerine katıldınız galiba…

“Her şerde bir hayır vardır” derler ya, bu yasağın başörtülü kızlara kazandırdığı şeyler de oldu. Bir kere mücadele etmeyi öğrendiler. Sonra imkân bulabilenler yurt dışına gitmeye başladı. Sibel Eraslan’ın çok duygulandıran bir ifadesi vardır, “göçmen kuşlar gibi göç ettiler buralardan” diye. Kız kardeşim dünyanın öbür ucuna gitti mesela… Avrupa üniversiteleri başörtülü Türk kızlarla doldu taştı. Ülkelerinde okumaları engellenen bu kişiler; üniversitelerden yabancı dil bilen, dünyayı tanımış, ufukları genişlemiş insanlar olarak mezun oldular. Bununla yetinmediler, yüksek lisans, doktora yaptılar, yabancı üniversitelerde ders verdiler hatta… Geçen yıl Uluslararası Saraybosna Üniversitesi’nin mezuniyet törenine katıldım. Artık yaşım gereği, öğrencilerden çok ailelerin penceresinden bakmaya başladım yaşananlara. Hıçkırarak ağlayan onlarca baba gördüm… Kızlarının mezuniyeti değildi onları ağlatan, kızlarını kendi ülkelerinde okutamamanın acısıydı…

“İstikrar senin neyine vesayet” haberi – vekillerin tesettürlü olarak meclise girmesi haberi arasında nasıl gel-gitleriniz oldu?

Üniversiteli Kadınlar Derneği’nin o meşhur haberini izlemeyen kalmadı galiba Türkiye’de. O görüntüler bize Cihan Haber Ajansı’ndan geldi. Öğleden sonra ulaşmıştı hatta elimize çok iyi hatırlıyorum. Görüntüleri izlerken şoka girdim. Başörtüsü karşıtlığından çok daha öte bir şeydi kadınların gündemi. Ezandan, başörtülerin kumaşlarına kadar uzanan bir nefretti anlattıkları. Aslında ben sadece olanları yansıttım, haberi ilginç hale getiren oradaki kadınların trajikomik hal, hareket ve sözleriydi sadece.

Başörtülü kadın, kamusal alanda gerçekten çok yol aldı. İkna odalarından, Merve Kavakçı’yla birlikte yaşadığımız acı tecrübeden sonra, başörtüsünün mecliste temsilinin -Şafak Pavey’in incitici, alıngan ve empati yoksunu konuşmasını saymazsak- sorunsuz olarak gerçekleşmesi, beni, yarının Türkiye’si adına umutlandırdı, heyecanlandırdı. Oturumu baştan sona, hatta kimse tarafından rahatsız edilmemek için TV’ye kulaklık takarak izledim. Beklediğimden çok daha sakin bir oturum oldu. Hiçbir partinin topluca “dışarı” diye tempo tutmayacağını tahmin etmiştim ama en azından bireysel çıkış ve hakaretler beklentisi içindeydim açık söylemek gerekirse.

İkna odası demişken aklıma geldi, ikna odalarının mucidi, İstanbul Üniversitesi’nin eski rektör yardımcısı ve CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter, bu alanda hiçbir ilerleme kaydetmeyen tek kişi olarak tarihte yerini alacaktır diye düşünüyorum. Çünkü birkaç gün önce katıldığı bir televizyon programında hiç ama hiç değişmediğini bir kez daha ortaya koydu.

Görev başında hacı olmak?

Önce şunu söylemek istiyorum, görev başında olsun olmasın, Hac çok özel bir yolculuk.

İnsan bu yolculukta hem içine, hem Kâbe’ye doğru beynelmilel bir yürüyüşe çıkıyor.

Allah nasip etti, 2005 ve 2011 yıllarında iki kez “gazeteci” olarak Hacca gittim. Her ikisi de çok yorucu ama yoruculuğunun ötesinde çok güzeldi. Bir yerde gazeteci sıfatıyla bulunmak insanı otomatik olarak gözlemci haline getiriyor. Çevrenizde olan bitene haber çıkma ihtimali nedeniyle daha bir dikkat kesiliyorsunuz. İnsanın zaman zaman iç dünyasından kopmasına neden olsa da, başkalarının iç dünyalarına yaptıkları yolculukları gözlemlemek de insanın bir başka yönünü geliştiriyor bence. Kâbe’yle karşılaşma anında hıçkırarak ağlayan ihramlı hacı adaylarını izlemek, Arafat’ta her renkten insanın aynı kaya parçasında dualarda buluşması, Afrika köylüsüyle, diplomatik pasaport sahibi Avrupalı Müslümanı aynı safta birbirine gülümserken yakalamak, görev başındayken daha sık mümkün oluyor. Bütün artılarına rağmen Hac sırasında gazeteci olmak zor. Çünkü üzerinizde yapmanız gereken işlerin ağırlığı oluyor. Çekim ve anons yapmak, görüntüleri toparlayıp kurumunuza iletilmesini sağlamak, haberi yazmak vakit alıyor ve siz ibadetlerinizi ancak görevden artan zamanlara sığdırmaya çalışıyorsunuz. Bir de gazetecilik maalesef günün belli zaman dilimlerinde yapıp, geri kalan zamanı diğer insanlar gibi yaşayabileceğiniz bir meslek değil. Gördüğünüz her sıra dışı olay, farklı bir ses, farklı bir görüntü, anında dikkatinizi dağıtabiliyor. Veya huşu içinde dua ederken “Şu görüntüyü kaçırmamalıyım” refleksiyle duayı yarım bırakıp kameraya sarılmanız mümkün…

İki haccıma rağmen, okuyucuların beni anlayacaklarını tahmin ederek bir hayalimi paylaşmak istiyorum. Şu aralar en çok istediğim şey, görev sorumluluğu olmadan hacca gitmek ve zamanımın tamamını ibadet ve tefekküre ayırarak mebrur bir hac yapabilmek.

Görev başında bayramı yaşamak?

İşte bu soru beni can damarımdan vurdu. Bayram günleri hariç, işime âşık olduğumu söyleyebilirim ama geçen 20 yıla rağmen, bayram sabahı işe gitmeye bir türlü alışamadım. Hatta yaşım ilerleyip çocuk sayım arttıkça bu rahatsızlığım daha da büyüdü. Kendimi düşünmüyorum ama çocuklarımın bayrama annesiz girmesi bana büyük vicdan muhasebeleri yaptırıyor her seferinde. Onlara haksızlık ettiğimi düşünüyorum ama elimden gelen bir şey de yok.

Bence bayramlarda, hayatın devamını sağlayacak işler dışında çalışan herkesin tatil yapması gerekli. Uzun, 9 günlük tatillerden bahsetmiyorum, sadece arefe gününü ve bayram günlerini insanlar aileleriyle geçirmeli. Hayal gibi görünebilir ama bu kolaylıkla hayata geçirilebilir bir şey. Eskiden gazeteler bayramda çıkmazdı ve kimse habersizlikten ölmezdi. Televizyonlar da yayınlarına bayram boyu pekâlâ ara verebilirler. Bunun maddi hesabını yapamam ama topluma manevi katkısı da çok olur diye düşünüyorum.

turuncu dergisi – Betül Şatır