Orhan Pamuk Oryantalist!…

Doğal Yaşam
İki senedir mizah dergisi Uykusuz‘da çizen karikatürist Umut Sarıkaya‘nın köşe yazılarından oluşan kitabının adı: Benim de Söyleyeceklerim Var. Gerçekten, Sarıkaya’nın söyleyecek çok...
EMOJİLE

İki senedir mizah dergisi Uykusuz‘da çizen karikatürist Umut Sarıkaya‘nın köşe yazılarından oluşan kitabının adı: Benim de Söyleyeceklerim Var. Gerçekten, Sarıkaya’nın söyleyecek çok şeyi var! Sabah gazetesinden Berrin Karakaş karikatürist Umut Sarıkaya’yla konuştu…

Kafka’nın Gregor Samsa‘sı bir gün uyandığında kendini böceğe dönüşmüş olarak bulur, Faruk da bir sabah uyandığında kendini amcagillerin yatağında. Modern gibi, çağdaş gibi bir yenge bir gün elinde milföy hamuruyla gelir ve her şey değişir. Az biraz köylü anne, milföy hamurundan pek etkilenmiş oğluna bozulsa da ne fayda, o da bir kere değişmiştir, milföyü öğrenmiştir… Bir işçi bir gün işe giderken Ekrem koluna giriverir: "Ya gel oğlum takılalım, çalışırsın sonra," der. "Türkiye’de emperyalizm yok! Ekrem var!" yazısı bu kareyi çevreler. Umut Sarıkaya’yı sevenler, işte bu "çerçeveler" için severler onu. Yazdıkları çizdikleriyle Umut Sarıkaya da kendilerine benzer. Onların da kafalarına orta sınıf evlerinin vazgeçilmez eşyası çek-yatın kapağı mutlaka düşmüştür çocukluklarında. Salon penceresinin yanında bir merdivenin tepesinde perde takmışlıkları vardır mutlaka… İngilizceyi bir türlü doğru düzgün konuşamamışlardır. Babalarının garantici memur ruhuyla sarılıp sarmalanmışlardır. En büyük hayat dersi: "İnsanın mutlaka bir sigortası olmalıdır"… "Dış basında Türkiye" haberlerine düşkünlüğünden, sarı saç mavi göz sevdasına kadar Türkiye’ye benzerler aslında. Avrupa’ya "AB’niz de sizin olsun IMF‘niz de!" deyip, sonra hafiften "ne yaptık biz" ruhuna bürünebilen Türkiye’ye… Bu kadar gevezelik Umut Sarıkaya’yı onun dünyasını bilmeyenlere tanıtmak içindi bir parça. Bu uzun giriş sonrası gelişme ve sonuç bölümlerine geçersek…

– Buraya gelirken derdimiz, biraz karikatürlerinizde, yazılarınızda hayli bariz olan ‘orta sınıf sendromu’nu konuşmaktı aslında. Sizi sevenlere ‘Bu da aynı benim gibi’ dedirten şey nedir? O ‘biz’, nasıl bir bizdir?

– Türkiye’de aslında herkes çok ortalama hayat yaşıyor. Çok coşkulu bir hayat yok. Herkesin ailesi bir ya da iki kuşak öncesinde köyden gelmiş, onun etkileri var. Şehirde tutunmaya çalışıyoruz. İkinci nesil tamamen burada büyüyen, köyü görüp geri gelenler. Gençler köyü görüp şehri daha çok severler. "Dur bir bizi anlatayım!" diye yazmıyorum tabii. Yazı yazman gerekiyor, ne yapacaksın, kendinden yola çıkacaksın. Ben okunacağını bile zannetmiyordum ilk başta.

– Bayağı okunuyor ama. Niye sevildi bu kadar sizce?

– (Charles) Bukowski’nin bir sözü var: "İyi yazar, bu adam benim kafamdan dediğin adamdır," diyor. "Bu adamla gezerim," diyorsun. Oy verdiğin partiyi de bu duygu belirliyor. Parti başkanını da. Tayyip’le gezerim ben mesela. Mahalleden bir adam gibi. Baykal biraz daha lojmanda büyümüş, apartman yöneticisi gibi. Ondan biraz çekiniyorsun.

– O yüzden pek çok insan için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan değil. Sadece "Tayyip".

– O da istiyor zaten bunu. "Küçük Tayyip çok fakirdi, çok çekti," diye anlattı ya geçenlerde. Daha baba figürüne uyuyor galiba. Türkiye’de doğru olan o muydu bilmiyorum ama…

OTUR ÇAYINI İÇ DER, ÇEKİNİRİM

– "Tayyip’le gezerim ben," deyince, nerelere gidilir mesela?

– Ya aslında kişi olarak rahat edemem pek. Her şeye karışan adam gibi, bir rahat vermez. "Otur çayını iç," falan der. Dünya liderleri de onun gibi. Chavez’in tavırları, Sarkozy’nin tavırları da aynı. Kabadayı yönetici trendi. Stalin, Hitler de bir trendmiş. Onların kendi aralarında da bir moda oluyor. Moda mı bilmiyorum da, zamanın, çağın getirdikleri belki.

– Berlusconi de çok fakirmiş eskiden. Belki bir önceki kuşağa göre şartlar daha bir iyi diye.

– Evet o yüzden bu dünya liderleri halı saha kadrosu gibi geldiler hepsi.

– Eskiden bu kadar bir araya gelmiyorlardı. Artık beş çayı misali toplanıp duruyorlar sanki.

– Eskiden çok ciddi oluyordu. Şimdi herkes kendi şovunun peşinde. Mitterand zamanında mesela bir tat alamıyorduk onlardan. Şimdi çok magazin oldular. Tayyip Erdoğan da çok magazin figür aslında. Yöneticiye kızmamak lazım. Biz seçiyoruz sonunda.

– Siz oy kullanıyor musunuz?

– Babam zorla kullandırıyor beni. Memur çocuğu olduğum için çok korkuyorum ceza gelecek diye bir yerden.

– Memur çocukluğu hali, işlerinize de sirayet ediyor fazlasıyla.

– Mizah okuru da öyledir. Baba öğretmendir, devlet işindedir.

– Nurdan Gürbilek Ev Ödevi kitabında Tezer Özlü, Latife Tekin gibi yazarlar üzerinden çok güzel anlatıyor bu hali: "Ne taşralı ne de şehirli olarak büyür memur çocukları. Babalarının tayin olduğu kasabaların prensleri, prensesleridirler. Döndükleri şehrinse taşralısı olmaktan hiçbir zaman kurtulamazlar," diye yazıyor.

– Köye gittiğin zaman zengin gibi davranıyorlar sana. Şehre gidiyorsun, ait olduğun bir yer yok. Koşturup duruyorsun. Özgüvenin gittiği anda köye doğru koşmaya çalışıyorsun. Uzlaşamadığın anda ağlayarak evine doğru kaçıyorsun.

– Türkiye’nin de hali biraz böyle sanki. Mesela başbakanın Davos’taki öfkesi.

– Orada bir gergin hissediyor insan kendini. Çok onlardan olmak istiyorsun ama çok da kızıyorsun. Avrupalılarla derdimiz de bu. 50 yıldır yanlarında duruyoruz, almıyorlar bizi. ‘Sömürdünüz,’ diye kızıyoruz da ama hâlâ da girmeye çalışıyoruz aralarına.

ORHAN PAMUK BENCE ORYANTALİST

– Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi kitabındaki Kemal’i düşünelim. Zengin Nişantaşılı Kemal fakir sevgilisinin mütevazı evinde huzur bulur, başka bir gerçeklik…

– Orhan Pamuk bilmediği için. Hep dışarıdan gelen yabancı bir romantizmle bakıyor olaylara. Oryantalist denilen şey o galiba. Ama ne yapsın, bir yandan da Nişantaşı’nda büyümüş.

– Bir yazınızda Orhan Pamuk’un romanlarında hayatından da izler olmasına dair, "Doğulu adam evinden bahsetmez, ayıptır, o yüzden roman da yazamıyoruz," mealinde bir şeyler yazmıştınız.

– Öyle, ‘rezil olucam,’ diye anlatmazsın. Yazmak bizde çok yeni zaten. Eylül var işte ilk psikolojik roman diye. Çok yakın tarihte o da. Bizde sözlü anlatım var. Konuşmayı daha çok seviyor Türkler. Roman çok Batıya özgü bir şey. Doğulular ne dediğine bakıyor, tipine bakıyor. Mesela köyde tipine çok bakılır insanın. Uzun saçlı birisi gelsin bir şey söylesin inanmazlar, ben gitsem aynı şeyi söylesem bana inanırlar. Tayyip Erdoğan’ın da tipi, bıyığı, Baykal’a göre artı kazandırıyor kendisine. ‘Bıyıklı adam geldi,’ diyorsun. Baykal yüzüyor, spor alışkanlığı falan var…

BARIŞ DİYORUZ AMA…

Kürt açılımına ne diyorsunuz?

– Çok ilgilenmedim ama bir anda Türkiye bütün komşularıyla kardeş olmaya başladı. Halk da bilmiyor, ben de bilmiyorum ne oluyor.

– Bir sevgi ülkesi Türkiye…

– Başbakan, "toplumun bütün kesimleriyle barışacağım," diye yola çıktı. Niye bilmiyoruz. Bir arada durmak önemli. Çok da sevmek zorunda değilsin. Sevgi çok pazarlama bir kavram olduğu için çok kullanılıyor. Barış, kardeşlik gibi kavramlar da çok rahat kullanılır ya. Çok barıştan bahsediliyorsa, savaş var demektir ortada. Aslında biz gündelik siyasetle pek de ilgilenmiyoruz. İşyeri hayatı, ilişkiler, onlar daha politik şeyler. Gerçek sorun insanların sabah sekizde işe gidip akşam altıda çıkması. 20 yıl sonra da emekli ediliyor insan. Bırakıyorlar seni git, gez diye. Istırap verici bir şey. Vücudun da elverişli değil artık.

SOLU UMUT SARIKAYA MI BİRLEŞTİRECEK?

– ODTÜ’de bir imza gününde bir seveniniz "Solu Umut Sarıkaya birleştirecek," demiş ya, neden demiş olabilir bunu?

– Bizi çok arkadaş olarak gördükleri için abartma o biraz. Okurla olayımız tamamen arkadaşlık bizim.

– Arkadaşlıktan öte bunu düşündüren bir şey olmalı ona.

– Benim babam solcu olduğunu söylüyor. Bizim komşu da sağcı olduğunu ama babamla yaşam tarzı aynı, bir farkı yok. Biri CHP’ye, biri ANAP’a oy veriyor. Solcular ailelerine pek yansıtmıyorlar görüşlerini. Solun ekonomi üzerine kurulu olduğunu unutuyorlar. Sadece halay çekiyor adam. Alevilikle, Kürtlükle alakalı bir şey zannediyor: Sağcı da öyle zannediyor; Aleviler solcudur. Bütün hayatına yayman gereken bir anlayış tarzı sol. Marx’ın halay çekin dediğini zannetmiyorum.

– İstanbul’daki IMF toplantısında konuşmacılar fakirlikten bahsettiler sürekli, Tayyip Erdoğan "protestoculara kulak verilsin," dedi, Emine Erdoğan canavar kapitalizmden bahsetti. Ne oluyor böyle dersiniz birden?

– Fakirlik çok artınca ne yapacaksın ki, tabii fakirlerden bahsedeceksin. Eskisi gibi değil. Benim bir sürü üniversiteli arkadaşım işsiz kaldı mesela.

– Dinin hümanizmasına bel bağladı biraz insanlar son zamanlarda. Dünyada da öyle.

– Bu ayki Birikim dergisinde de "Sol İlahiyat" diye bir yazı okudum mesela. Ali Şeriati’den falan bahsediyor. Neden olmasın diye düşündüm ama bilmiyorum, olursa garip olur. Dinle sol birleşebilir aslında ama bir yandan da taban tabana zıt gibi duruyor. Her şeyi birleştirirsen… Ertuğrul Özkök en son halay çekiyordu işte Şırnak’ta. Galiba Kürt açılımı için. Umreye de gitti. Özkök ne yaptıysa yapacaksın işte. Birleştirici o.

TAKIM ELBİSE BENİ AÇMADI

– Modern hayatlar işte.

– Yalan kültürlerle özgür olduğunu zannediyor insanlar. Evine IKEA aldığında mutlu oluyor. Devlet verse ona karşı gelir. Komünist sistem gibi herkesin evinde IKEA var. Sistem satışı engellemediği sürece senin her şeyi yapmana izin veriyor. Liberallik o. Satış hayatı en çok engelleyen şey. O şey satılacaksa sen ahlaksızlık da yapacaksın, her şeyi yapacaksın. Mühendisliği de öyle bıraktım. Her gün takım elbise giymek Kürt açılımından daha büyük bir sorun bence. Eskiden 16 saatmiş çalışma saati. Solcuların ayaklanmalarıyla sekiz saate iniyor. Bertrand Russell, ‘dört saat’ diyor. Artı değer diye bir sorun var. Marx’ın tek derdi o. Halay malay, kekik kokulu dağlar değil. Hayatından çalınan dört saati nasıl geri alabileceksin?

– Kıyı kasabalarına yerleşelim, komünal hayat kuralım hayalleri kurtarır mı?

– Olabilir de, dünya üzerinde çok sorunlu adam varsa sana da rahat yok aslında. Bizim derginin olduğu yer Asmalımescit’de. İstanbul çok özgür bir yer ama "Aha aha" mohito içerken bıçağı arkadan yersin.