Meğer her film Roma’ya çıkmazmış!

Yabancı Sinema
Film dâhi yönetmenin zayıf çalışmalarından biri olmuş Giriş notu: Bu yazı filmdeki gelişmelerden bahsetmektedir, izlendikten sonra okunması tavsiye olunur. Önce ‘ Londra üçlemesi’ (&...
EMOJİLE

Film dâhi yönetmenin zayıf çalışmalarından biri olmuş

Giriş notu: Bu yazı filmdeki gelişmelerden bahsetmektedir, izlendikten sonra okunması tavsiye olunur.
Önce ‘ Londra üçlemesi’ (‘Maç Sayısı’, ‘Cassandra’nın Rüyası’, ‘Scoop’), sonra Katalonya’nın başkentine uzanış (‘Vicky Cristina Barcelona ’), peşi sıra Seine Nehri ve etrafında bir gezi (‘Gece Yarısı Paris) ve nihayetinde Çizme’nin kalbine doğru bir yolculuk… Evet, Woody Allen ‘Avrupa Turu’nun son ayağında kamerasını ‘Romus ve Romulus kardeşler’in şehrinde dolaştırıyor.

‘ Roma ’ya Sevgilerle’ (To Rome with Love), kuşkusuz bu kente ilişkin bir güzelleme. Nitekim açılış sahnesinde seyirciyi karşılayan trafik polisi, lafı gevelemeden hemen meseleye giriyor ve bizi, ‘Romantik’ bir şehrin kollarına atıyor. Fonda Domenico Modugno’nun 1958’deki Eurovision’da üçüncü olan bestesi ‘Nel blu di pinto di blu’, nam-ı diğer ‘Volare’ çalıyor. Kamera kentin meydanlarını arşınlayan Amerikalı genç bir kızla (Hayley) adres sorduğu avukat adayı genç bir İtalyanın (Michelangelo) peşine takılıyor. İkili, çok geçmeden sokakta el ele dolaşan bir çift olma noktasına geliyor. Mimarlık öğrencisi Jack’in hayatı ise sevgilisi Sally’nin Los Angeles’tan gelen flörtöz artist arkadaşı Monica’yla şöyle bir dalgalanıyor. Roma’ya gelen ‘taşralı çift’ Antonio ve Milly de, otel odalarından başlayıp film çevrilen caddelere ve sosyeteye uzanan bir güzergâhta sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Romalı memur Leopoldo ise birdenbire etrafında biten basın ordusunun, “Bugün kahvaltıda ne yediniz?” türünden abuk sabuk sorularıyla meşgul olurken nedensiz şöhretinin tadını çıkarmaya da koyuluyor…

Woody Allen, filminde Roma genel parantezi içinde birbirinden bağımsız gelişen ama yolları sık sık kesişen öykücükler anlatmış. Kendisi de klasik ‘Nevrotik New York ’lu’ tiplemelerinden biriyle öyküye dahil etmiş. Hayley’in emekli opera direktörü babası Jerry rolünde karşımıza gelen Allen, arz-ı endam ettiği her sahnede ‘Roma’ya Sevgilerle’nin kalibresini yükseltiyor. İşte bu da galiba filmin asıl problemini oluşturuyor. Yazı açısından erken bir yargı olacak ama hemen ifade etmek gerekiyor sanırım, ‘Roma’ya Sevgilerle’, (bir önceki filmi ‘You Will Meet a Tall Dark Stranger’ı izlemediğim için sıralama dışı tutuyorum) son dönemde karşımıza gelen en vasat işi olmuş.

Bir başka söylenişle de ‘Avrupa turu’nun en kartpostal filmine imza atmış. ‘Londra üçlemesi’nin en iyisi ilk adım olan ‘Maç Sayısı’ydı ki bu film Allen’ın kariyeri itibariyle de muhteşem hamlelerinden biriydi. Keza ‘Vicky Cristina Barcelona’ ve özellikle de ‘Paris’te Gece Yarısı’ bence çizgi üstü yapımlardı. ‘Roma’ya Sevgilerle’ faslına göz atıldığında ise öncelikle filmi oluşturan hikâyeler arasında bir denge problemi var. Allen’ın canlandırdığı Jerry ve psikiyatr karısı Phyllis’in, kızlarının desti izdivacı için Roma’ya gelmesinin ardından damadın ailesiyle başlayan yakınlaşma kısmı hikâye parçacıkları arasında filmi ayakta tutan en önemli kısım. Özellikle cenaze levazımatçısı dünürün duşta söylediği aryalardan etkilenen emekli opera direktörü Jerry’nin, ‘Bir yıldız doğuyor’ (A star is born) ve “Bu yıldızı ben parlatacağım” tavrı, akabinde de meselenin bir ‘Duşta şarkı’ şeklinde tezahürü filmin belki de en parlak tarafı (Malum, hepimiz hamamda, duşta, banyoda vs. kendimizi çok önemli bir ses sanatçısı gibi hissederiz, Allen da bu ‘herkesin bildiği sırrı’ filmine yerleştirmiş).

Ama diğer öykülerde aynı parlaklığı bulmak mümkün olmuyor. Mesela genç mimarlık öğrencisi Jack ve onun bir tür alter egosu ya da hamisi şeklinde dolaşan orta yaşlı Amerikalı mimar John esprisi pek zekice olmamış (daha doğrusu eski Allen filmlerinden bir alıntı gibi durmuş). Keza başta şiir olmak üzere sanatın her bir dalından bir parça anlayan, kafası karışıkmış gibi duran ama aslında bütün derdi kariyer olan Monica tiplemesi de pek bir yenilik içermiyor (Hatta şöyle söyleyeyim; 90’lı yıllarda, ölçekleri farklı olsa da temel olarak aynı ruh durumunu yansıtan Monica türü kızlara, özellikle Beyoğlu çevresindeki kafelerde rastlamanız muhtemeldi).

Peyniri fazla pizza
Karışıklık sonucu otel odasına dalan fahişe Anna’yla birlikte asil akrabaları karşısında rol yapmaya çalışan Antonio ve kuaför aramak için otelden ayrılan ama kendisini hayranı olduğu zam para bir aktörün kollarında bulan karısı Milly’nin yani taşralı çiftin maceralarına gelince; bu bölümlerde de zorlama bir tiyatro havası var. Memur Leopoldo karakteri üzerinden yapılan, ‘Günümüzde medya ve işlevi’ eleştirisi de doğrusu Allen çapında bir dâhi için sıradan bir taşlama olmuş (Yabancı bir eleştirmen de filmi şöyle tarif etmiş: Peyniri fazla kaçmış bir pizza gibi)…

Oyunculuklara göz atarsak, kuşkusuz en iyi performans bizatihi Allen’dan geliyor. Çünkü filmlerindeki o klasik tiplemeyi bir kez daha kendisi ete kemiğe büründürüyor. Baştaki ‘Türbülans ve ateist’ esprisi olmak üzere Allen’ın dahil olduğu her şey yeterince sürükleyici (“Ben hiç komünist olmadım, çünkü banyomu kimseyle paylaşamam” da iyiydi). Jerry’nin karısı Phyllis’te Judy Davis de gayet iyi (Avustralyalı oyuncu daha önce de dört Allen filminde rol almıştı). Mimarlık öğrencisi Jack’i Jesse Eisenberg, sevgilisi Sally’yi Greta Gerwig (iki hafta önce ‘Şimdi Gel de Gör Beni’de de izlemiştik), mimar John’u Alec Baldwin, flörtöz Monica’yı bir zamanların ‘Juno’su Ellen Page, Hayley’i ‘Gece Yarısı Paris’in Zelda Fitzgerald’ı Alison Pill, Michelangelo’yu ‘Benim Adım Aşk’tan da hatırladığımız Flavio Parenti, Antonio’yu Alessandro Tiberi, karısı Milly’yi de Alessandra Mastronardi canlandırıyor. Kadronun en popüler ismi ise kuşkusuz fahişe Anna rolündeki Penelope Cruz . Bir başka tanınmış sima da memur Leopoldo’daki Roberto Benigni (Bu arada yeri gelmişken, Leopoldo üzerinden medya eleştirisi Levent Kırca parodileri tadında olmuş). Duşta sesi kalibresini bulan dünür Giancarlo’da da gerçek bir tenor olan Fabio Armiliato rol almış. Bir zamanların güzellik abidelerinden Ornella Muti de ‘Ustalara saygı’ kabilinden kadroda yer bulmuş anlaşılan.
 
Hani Sezar, hani Neron?
İşte bu noktada İtalya’ya, bizim coğrafyadan bakışı tartışmanın yeri geldi diye düşünüyorum. Elbette Woody Allen’daki Roma algısı, hele ki böylesi bir kartpostal filminde bambaşka olacak; Kolezyum, İspanyol Merdivenleri ve Aşk Çeşmesi gibi birkaç nirengi noktası filme yetiyor. Ornella Muti ve Carol Alt (Amerikalı ama İtalyan sayılır) gibi geçmiş dönemlein simge isimleri de. Oysa buradan bakıldığında gözler ‘Ustalara saygı kuşağı’nda Edwige Fenech’i, Gloria Guida’yı, Rafaella Carra’yı, hatta Toto Cutugno’yu arıyor. Yetmedi, Allen’ın Berlusconi ’ye ve âlemlerine de dokundurmasını beklerdim. Tabii ki ‘Bir İtalyan sporu olarak futbol ’la ilgili bir şeyler olsun diye de düşünüyor insan ama sonuçta Allen New York’lu bir entelektüel, beyzbol ve basketbol dışında bir spordan hoşlanması ve göndermede bulunmasını hayal etmek gereksiz bir beklenti. Ayrıca filmde Neron ya da Sezar bile olmalıydı sanki.

Sonuç?
Evet, kayda değer bir Woody Allen filmi değil ‘Roma’ya Sevgilerle’ ama biliyorum ki hayranları bu çalışmayı da pas geçmeyecek, geçmemeli de.Çünkü 76 yaşında bile üretimde bulunan bir sanatçı, bu türden bir sevgi ve saygıyı hak ediyor. Peki sonraki durak? ‘Berlin ya da Prag olur’ derim… Son olarak Roma üzerine başka seçenekler arayanlara Pasolini’nin ‘Mamma Roma’sını, Rossellini’nin ‘Roma Açık Şehir’ini ve Fellini’nin ‘Roma’sını tavsiye edebilirim…

Radikal