İran sineması, 1930’lu yıllardan beri var olan, baskıcı rejimin, sansürün ve hatta sürgün pençesinin ortasında var olmaya çalışan zengin ve çekici bir kültürdür. İran’da sanat olarak sinemanın tarihi, tüm dünyada film sanatının doğduğu günlere; yani 1904 yılında Tahran’daki ilk sinema salonunun açılışına kadar dayanır. O günlerde İran halkı sinema sanatının ilk eserlerine büyük ilgi göstermiştir fakat İran’ın kendi ulusal sinemasını oluşturması için bir çeyrek asır kadar beklemeleri gerekmiştir.
1925 senesinde ilk sinema okulunun açılmasıyla birlikte İran sineması hızlı bir şekilde oluşmaya ve gelişmeye başlamıştır. O günden bugüne, sinema İran için uluslararası arenada bir temsilci, bir elçi görevi görmüştür. En nihayetinde İran sineması çekici, alımlı, kaotik, duygusal ve dokunaklı bir sinema haline dönüşmüştür. İtalyan yeni gerçekçilik akımından etkilenen İranlı sinemacılar, birbiri ardına dünya sinema tarihine başucu eserleri bırakmaya başlamıştır. Taste of Cinema’nın hazırladığı aşağıdaki liste de görkemli İran sinemasının en nadide 15 örneğini içermekte. Listede yer almasa da Cafer Penahi, Muhammed Resulof gibi isimlerin filmlerinin de baskıcı ve yasaklara dayanan İran rejimine karşı atılan en güçlü adımlardan olduğunu hatırlatalım. Ve tabii ki bu senenin en iyi filmlerinden Mahi va Gorbeh‘i de unutmayalım.
1. Kara Ev (Füruğ Ferruhzad, 1963)
Cüzamlı oldukları için dışlanmış bir grup insanın hikayesini anlatan kısa metraj belgesel Kara Ev, devrim sonrası İran sinemasını doğrudan etkileyen bir yeni dalga ürünü. 1961’de kurulan ilk cüzam kolonisi olan Behkadeh Raji’de geçen bu kısa belgesel, merkezinde acı ve çile olan bir durumun, yaşamın daha küçük şeylerinde mutluluğu ve huzuru bulması konusunu işliyor: İki kız birbirlerinin saçlarını tarıyor, bir adam sokağın ortasında yalın ayak dans ediyor, çocuklar ellerinde sopalarla oyun oynuyor… Bu belgeselde seyrettiklerimiz cüzamlı ve dışlanmış bir topluluk olsa da yaşayacak bir hayatları olan insanlar aynı zamanda.
Film, İncil’den, Kuran’dan ve kendi yazdığı yazılardan alıntılar okuyarak görüntülerine anlam katan Farrokhzad tarafından seslendirilip çekilmiş. İşin içinde bir “hikaye” varsa, o da belgeselin kurgusunda saklı. Farrokhzad’ın kendisi esasen şair. Hatta pek çoklarına göre İran’ın bugüne kadar yaşamış en büyük ve en iyi kadın şairi. Çünkü o, tüm yasaklara ve toplumsal tabulara karşı gelip şiirlerini arzular, aşk ve kadın bakış açısı üzerinden yazmış. İran edebiyatı erkek egemenliği altındayken kadın olmak üzerine şiirler yazmış bir kadın şair kendisi. Fakat ne yazık ki henüz 32 yaşındayken, bir araba kazası sonucu Tahran’da hayatını kaybetmiş. Kara Ev, onun ilk ve tek filmi olma özelliğini taşıyor.
2. The Brick and The Mirror / Khesht va Ayeneh (İbrahim Gülistan, 1965)
İbrahim Gülistan’ın ilk çalışması olan bu film, bir taksi şoförünün arka koltuğunda annesi olduğunu düşündüğümüz güzel bir kadın tarafından terk edilen bir bebeği fark etmesiyle başlıyor. Filmin geri kalanı da taksici ve sevgilisinin, bu gizemli kadını arayışı üzerinden ilerliyor. Karanlık ve dokunaklı bir eser olan The Brick and The Mirror, İran sinemasının bugüne kadar en çok işlediği konulardan birine parmağını basıyor: Ahlaki ikilemler ve sosyal kaygılar. Hayatımızın her anında karşımıza çıkan bu durum, İran sineması söz konusu olduğunda çok daha çarpıcı ve gerçekçi örneklerle önümüze konulmuş oluyor. Bebeği annesine teslim etmeye çalışan taksi şoförü ve kız arkadaşı, bu vesileyle kendilerini ve birbirlerini keşfetmeye başlıyorlar.
Fellini ve Antonioni filmleri ile karşılaştırılan The Brick and The Mirror, İtalyan yeni gerçekçiliğinin atmosferine kıyasla daha radikal ve progresif bir hikaye anlatıcılığı ve düzen barındırıyor. Bu filmi seyrederken kurmaca bir şeyden ziyade gözünüzün önündeki insanların daha önce tanıklık etmediğiniz yaşamlarına göz atıyor gibi hissediyorsunuz. Gülistan’ın sosyal bilinci, görsel yorumu ve duygusal dürüstlüğü kullanış tarzı, The Brick and The Mirror’ı daha da güçlü kılmaya yetiyor. Cinsiyet ve toplum kavramlarına daha özgürlükçü yaklaşımı yüzünden kendinden sonraki İran sineması eserlerine ilham kaynağı olan bu Gülistan yapıtı, tarihteki en önemli İran filmlerinden biri olarak gösteriliyor. Filmin açılış sekansının Scorsese imzalı Taxi Driver’ı andırması da dipnot olarak düşülsün.
3. The Cow / Gāv (Daryuş Mehrcui, 1969)
The Cow hakkında okuyacağınız her eleştiride bu filmin İran sinemasının dönüm noktası olduğu söylenir, o yüzden bu paragrafa da benzer bir iddiayla başlamakta fayda var: The Cow, İran sinemasının dönüm noktasıdır. Pek çok sebepten ötürü böyle bir iddia ortaya atılmış durumda. Kimilerine göre The Cow, uluslararası camianın dikkatini çeken ilk İran filmidir ve bu vesileyle İranlı sinemacılar, bir yeni akım oluşturup günümüz İran sinemasını oluşturmaya başlamıştır.
Gholam-Hossein Saedi’nin The Mourners of Bayal isimli romanından uyarlanan The Cow, ineğine adeta tapan Hasan isimli bir adamın öyküsünü anlatıyor. Hasan evinden uzakken, ineğini ölü olarak bulan köylüler bir karara varır ve Hasan, acı çekmesin diye ölümün üstünü örtmeye çalışır. Olayın devamı ise tam bir çılgınlık zira Hasan, artık ineğin kendisi olduğuna inanmaya başlar.
Listenin ilk iki filminde olduğu gibi The Cow da İtalyan yeni gerçekçilik akımından hayli etkilenmiştir. Mehrcui, 1997 yılında verdiği bir röportajda kendi yaşantısını çirkinliği dahil tüm gerçekliğiyle vermek istediğini belirtmiştir -ki bu fikir, yeni gerçekçilik akımının temel taşlarından birini oluşturur.
4. Still Life / Tabiate Bijan (Sohrab Şahit Sales, 1974)
Kırk yıla yakın süredir dünyanın dört bir yanındaki sinemacılar tarafından ilham kaynağı olarak kullanılmasından da mütevellit, Still Life, görsel bir şiir olarak adlandırılır. Filmde Muhammed isimli yaşlanmakta olan bir demiryolu işçisi ve karısının hikayesi anlatılmaktadır. Muhammed’in işi, günde bir kaç kez demir yolunun çaprazlandığı bölgeleri açıp kapamaktır. Karısıyla birlikte İran’ın en izole ve kırsal alanlarından birinde yaşarlar, öyle ki oraya rahatlıkla “hiçbir yer köyü” denebilir.
Uzun planlar ve gerçek zamanlı hikaye anlatıcılığı tekniklerine sırtını dayayıp seyircisini belli bir zaman çizgisinde ilerlemeyen, periyodik bir maceraya davet eden Still Life, Muhammed’in istasyona/istasyondan yürüdüğü uzun sekanslar veya karısıyla birlikte yemek yediği bölümler sayesinde kişiyi baş karakterin yerine koyuyor ve onunla birlikte bu sıkıcı, banal anları yaşamaya zorluyor. Böylece biz de bir süreliğine Muhammed’in rutinlerinin parçası haline geliyoruz.
Eşsiz yaklaşımı sayesinde yönetmen, bir önceki ve bir sonraki gün arasında ayrım yapamadığımız bir evren oluşturuyor. Bu gaye doğrultusunda hikaye anlatımında şimdiki zamanı seçen Sales, geleneksel sinemaya adeta meydan okuyor ve onun tipik hikaye anlatıcılığını elinin tersiyle itiyor. Yerine ise çok daha deneysel bir yaklaşım konduruyor. Yasujiro Ozu’nun stili ve estetiğini anımsatan Still Life, İran’ın bugüne kadar çıkardığı en iyi fakat uluslararası camiada hala yeterince tanınmayan sinemacılarından birinin muazzam bir sanat eseri. Ne yapıp edip seyredin.
5. The Runner / Devende (Amir Naderi, 1985)
Kendi çocukluğunda yaşadığı tecrübelerden ilham alarak çektiği The Runner’da Amir Naderi, şanssızlık ve zorluklar karşısında insan ruhunun yaşadığı zaferi konu alıyor. Amiro, dünyanın en zengin petrol yataklarından birinin çevresinde kurulan fakir bir kentte yaşayan, fakir bir çocuktur. Ayakkabı boyacılığından tutun, su satmaya kadar farklı işlerle geçim sağlamaya çalışır fakat bir gün Amiro, eğer daha iyi bir yaşam istiyorsa okula gidip okuma yazmayı öğrenmesi gerektiğini anlar.
Çoğu zaman François Truffaut’nun 400 Darbe’siyle karşılaştırılan, İtalyan yeni gerçekçilik akımının stiliyle benzerlikler taşıyan The Runner, devrim sonrası İran sinemasının uluslararası seyirciyi etkilemeyi başaran ilk filmidir. Geleceğin İran sinemasının sanatsal tonunu belirlemesi sebebiyle pek çokları tarafından övgüye boğulan film, Amiro’nun en derinden gelen arzularını seyirciye aktarabilmek için kurgu numaralarını, yinelemeleri ve aralardaki dizilimleri kullanır. Küçük çocuk şehirde oradan oraya koşarken bir yandan trenleri ve uçakları da göstererek adeta bir yarışı tasvir eden Naderi, Amiro’nun hırsları ve gerçekçiliği arasında görsel bir bağlantı kurmaya çalışır. Onun arzuları, sinema sanatında liriksel kurgu yaratımının manifestosu haline gelir.
6. Bisikletçi (Muhsin Mahmelbaf, 1987)
Bisikletçi, aynı Naderi’nin The Runner’da yaptığı gibi, Muhsin Mahmelbaf’ın kendi çocukluğunu anlattığı bir eser. İran’da kuyu kazma işi yapan Afgan mülteci Nasim’in hastaneye yatan karısının sağlık masraflarını çıkarabilmek için yol arayışına girmesine odaklanıyor. Birkaç başarısız denemeden sonra eski bir bisiklet şampiyonu olan Nasim, bir sirk organizatörü tarafından ihtiyacı olan parayı karşılayabileceği bir teklifle karşı karşıya getiriliyor. Teklifin gerektirdiği iş ise biraz tuhaf ve acımasızca fakat Nasim’in kabul etmek dışında şansı kalmıyor.
Sosyal toplum eleştirileriyle döşenmiş ve fakirliğe yaptığı bakış açısıyla iç acıtan Bisikletçi, aynı The Runner gibi şanssızlık ve zorluklar karşısında insan ruhunun yaşadığı zaferi işliyor. Mahmelbaf, yinelemeler kullanarak filminde yaşamın gerçek hissini uyandırmaya çalışıyor. Nasim’in daireler çizerek bisiklet sürmesi, bizi, sevdiklerimiz uğruna çabaladığımız kendi günlük rutinlerimizi düşünmeye itiyor.
7. Yakın Plan (Abbas Kiyarüstemi, 1990)
Abbas Kiyarüstemi’nin ‘göz bebeğim’ dediği Yakın Plan’da (Close Up / Nema-ye Nazdik) fakir bir sinema tutkunu olan Hüseyin Sabzian, otobüste yaşlı bir kadınla tanışır ve kendisini ünlü yönetmen Muhsin Mahmelbaf olarak tanıtır. Kadın buna inanır ve adamı ailesiyle tanıştırmak için evine davete eder. Sabzian da, kadının ailesini, yeni çekeceği filme para yardımı yapmaları şartıyla, filminde oynamaya ikna eder. Fakat bu zengin aile, Sabzian’ın evlerini soyacağından şüphelenerek, adamı polise ihbar eder. Sabzian tutuklanır, sorgulama ve yargılanma süreci başlar.
Film, tamamen gerçek bir hikaye üzerinden kurgulanmıştır. Hüseyin Sabzian adındaki adamın tutuklama haberini gazetede okuyan Kiyarüstemi, bu konuyla ilgili bir film çekmeye karar verir. Yargı organlarıyla temasa geçer, sanığı hapishanede ziyaret eder ve mahkeme sırasında çekim yapabilmek için izin alır. Sabzian’la görüştüğü sırada sanıktan Muhsin Mahmelbaf’a iletmek üzere şu mesajı alır: “Ona söyle, The Cyclist benim hayatımın bir parçası.”
Sinema seyircisini, sinema sevgisi üzerinden ilerleyen harikulade bir maceraya davet eden Yakın Plan, aynı zamanda ahlak meseleleri üzerinde de bizleri -her zamanki gibi- iki yanıtı olan sorularla baş başa bırakıyor. Yarı belgesel kıvamındaki filmde Sabzian, Mahmelbaf’la hayatında ilk kez karşı karşıya geldiğinde ağlamaya başlıyor. Ünlü yönetmen ona “Mahmelbaf olmayı ister miydin?” diye sorduğunda Sabzian’ın verdiği yanıt seyirciyi düşünmeye itiyor: “Kendim olmaktan bıktım.” Yakın Plan, kimlik, insanlık ve sinema üzerine bugüne kadar yapılmış en güçlü filmlerden biri ve ne güzel ki, bu film, dünya üzerindeki en eşi benzeri olmayan sinemacılardan birinin elinden çıkmış durumda.
8. Ekmek ve Çiçek (Muhsin Mahmelbaf, 1996)
1970’lerde bir öğrenci protestosunda Muhsin Mahmelbaf bir polis memurunu bıçaklar. 20 yıl sonra ne yapıp edip o polis memurunu bulmayı ve o gün aralarında geçenlere dair bir film yapmayı kafasına koyar. Bilindik belgesel formatlarından uzaklaşarak ve geçmişe yönelik belgesel film çekmenin ne kadar zor olduğunu bilerek (hele de geçmişteki olaylar konusunda insanların bu olaylardan ne yönde etkilendiği ve gerçekte neler olduğu ikileminin yaşanma ihtimali yüksekken) Mahmelbaf, bu benzersiz hikayeyi yeniden canlandırma yoluna gitmiş.
Anılar, zaman ve suç kavramları üzerine kaotik ve çekici bir iş olarak bu kişisel film gerçek ve kurgu arasında gidip geliyor -aynı bizim hafızamızın yaptığı gibi. Her şeyin ötesinde gerçeğe dayalı bu kurmaca okumayı yaratarak tarihi değiştiren kişi Mahmelbaf’ın kendisi oluyor. Ekmek ve Çiçek’in birdenbire, sahnenin donmasıyla bitişi akıllara 400 Darbe’yi getiriyor.
9. Kirazın Tadı (Abbas Kiyarüstemi, 1997)
Jean-Luc Godard bir keresinde sinema sanatının D.W. Griffith ile başladığını ve Abbas Kiyarüstemi ile bittiğini söylemiştir. Kiyarüstemi’ye Cannes’da Altın Palmiye ödülünü kazandıran Kirazın Tadı’nın senaryosunun sekiz senede tamamlandığı bilinmekte. Bu uzun süreli uğraş, filmin otantik atmosferine ve kendini öldürdükten sonra bedenini gömecek birini arayan Badii gibi hayranlık uyandıran karakterlerine fazlasıyla yansımış durumda.
Fazlasıyla minimalist ve gösterişsiz bir film olan Kirazın Tadı, uzun planlarını kullanarak seyircisini kendisinden belli bir mesafede tutmayı amaçlıyor. Kamera Bay Badii’nin arabasından kilometrelerce uzakta olsa bile diyalogları sanki arabanın ön koltuğunda oturuyormuşçasına duyuyor ve filmin içine girebiliyoruz. Böylelikle filmle olan birlikteliğimiz de hiçbir şekilde sekteye uğramamış oluyor. Yönetmen, bazı şeyleri açık açık göstermek yerine de görsel ipuçları öne sürmeyi uygun görüyor. Haliyle Bay Badii’yi seyirciye daha insancıl göstermiş oluyor ve empati uyandırıyor. Yakın Plan, Kiyarüstemi’ye göre onun göz bebeği olsa da Kirazın Tadı, muhtemelen her sinemasevere göre, her şeyden öte, tarihin en iyi filmlerinden biri.
10. Elma (Samira Mahmelbaf, 1998)
Muhsin Mahmelbaf’ın kızı Samira Mahmelbaf’ın ilk filmi olan Elma, 12 yıl boyunca ebeveynleri tarafından eve hapsedilmiş iki genç kız kardeşin gerçeğe dayanan hikayesini anlatıyor. Henüz 17 yaşındayken çektiği bu filmiyle Mahmelbaf, Cannes Film Festivali’ne katılan en genç yönetmen unvanına nail oldu; ardından 2000 ve 2003 yıllarında Cannes jürisi tarafından iki filmi “jüri ödülü” ile onurlandırıldı.
Elma, iki kız kardeşin on iki yıl süren esaretin ardından sosyal servis görevlilerince dış dünyayı ilk kez görmeleri için serbest bırakılmalarının öyküsüne odaklanıyor. Pek çok yeni dalga eseri gibi bu film de gerçeklik ve sanatın buluşmasını sorguluyor. Mahmelbaf, kızları birer kurban, ebeveynlerini ise birer canavar olarak göstereceği bir belgesel yaratmak yerine yaşananları baştan canlandırma taktiğini kullanıyor. Yardım için haykıran genç kızların öyküsü yerine İranlı kadın yönetmenlerin tutunduğu dallardan birine, cinsiyet eşitliği bir ağıt yakıyor. Hayli otantik ve artistik bir film Elma. Ve 17 yaşındaki bir genç kızın elinden çıktığına inanılmayacak kadar hayranlık uyandırıcı.
11. Cennetin Rengi (Mecid Mecidi, 1999)
Mecid Mecidi’nin bu dördüncü uzun metraj filminde sekiz yaşında, kör bir çocuk olan Muhammed ile tanışıyoruz. Babası Haşim, iki kız kardeşi ve büyük annesiyle küçük bir köyde yaşayan Muhammed’in babasıyla olan ilişkine odaklanan filmde baba karakterinin, eşinin ölümü üzerine yeniden evlenme arzusu da bu ilişkinin gidişatını etkileyen temel olay olarak karşımıza çıkıyor. Haşim, yeni eşinin ailesinin kör bir oğlan çocuğunu uğursuzluk olarak algılamasından korktuğu için Muhammed’in bu durumunu saklamayı uygun görüyor. Baba, her şeyi göze alarak küçük Muhammed’i kör bir marangozun yanına gönderiyor ve ondan, küçük çocuğu marangozculuk konusunda eğitmesini istiyor.
1998 yılında yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar’a aday gösterilen bir önceki filmi Cennetin Çocukları’na kıyasla Cennetin Rengi, baba ve oğul arasındaki gergin ilişkiyle daha fazla kafa yoruyor gibi gözüküyor. Pek çokları tarafından, belki de finali itibariyle, Federico Fellini’nin La Strada filmi ile karşılaştırılan Cennetin Rengi, aile yaşamının zengin ve dokunaklı bir tasviri. Tüm oyuncuları sevecen performanslar sergiliyor ve seyirciye, birer insanoğlu olarak özlerine dokunan güçlü bir duygu seli vaat ediyor.
12. The Day I Became a Woman (Marziye Meşkini, 2000)
Listenin önemli isimlerinden Muhsin Mahmelbaf’ın eşi, Samira Mahmelbaf’ın ise annesi olan Marziye Meşkini’nin hikayesi biraz ilgi çekici. Hayatı boyunca 20’den fazla film seyretmediğini, en son seyrettiği filmin ise kocası Mahmelbaf’ın bilmem-kaç sene önce çektiği filmlerinden biri olduğunu söyleyen fakat çektiği iki filmle dünyanın dört bir yanındaki önemli festivallerden ödülleri toplayan Marziye Meşkini’nin bu ilk filmi The Day I Became a Woman, İranlı diğer kadın sinemacıların üzerinde durduğu bir meseleyi daha çarpıcı haliyle gözler önüne seriyor. Farklı jenerasyonlardan üç kadının yaşamlarından belli kesitler sunan filmin her bir karakteri, hayatın onlara ‘atadığı’ zorlukların üstesinden gelmeye ve arzularının peşinden gitmeye çalışıyor.
Havva, artık 9 yaşına girdiği için çevresindekiler tarafından bir kadın olarak görülüyor ve sokakta erkeklerle oynamaması için uyarılıyor ve artık yasaklarla geçecek yaşantısına başlamadan önce, son bir gün dahi olsa arkadaşıyla sahilde oyun oynamak istiyor. Ahu ise kocası ve yaşadığı yerdeki diğer erkekler ile fikir ayrılığına düşüyor çünkü kocasının isteklerini yerine getirmeyi reddediyor. Erkek egemen topluma, Havva’nın arkadaşıyla oyun oynadığı plajda düzenlenen bir bisiklet yarışına katılarak meydan okuyor. Üçüncü karakterimiz Hure ise artık yaşamının sonuna yaklaşmış bir kadın ve özgürlüğünü bu son zamanlarında yeniden keşfetmeyi deniyor. Hayatı boyunca sahip olamadığı her türlü imkana sahip olmak için son bir uğraş veriyor.
Yönetmenin anlatımındaki şiirsellik ve zengin estetiği ile The Day I Became a Woman, evlat, eş ve anne olarak bir kadının yaşamının üç evresini, üç kadın üzerinden iç ısıtan bir atmosferle seyirciye takdim ediyor. Sinemada güçlü bir kadın sesin değerini gösteren basit, minimalist ve çok önemli bir çalışma.
13. 10 (Abbas Kiyarüstemi, 2002)
İngiliz Film Enstitüsü tarafından Modern Klasik Başyapıtlar serisine henüz çekildikten üç yıl sonra dahil edilen ’10’, bir arabanın içine yerleştirilmiş kamerayla çekilmiş olmakla beraber bir sürücü ile yanındaki yolcular arasında geçen on farklı diyaloğa odaklanıyor.Filmin hikayesinin çıkış noktası ise ofisi kapatıldıktan sonra hastalarıyla kendi arabasında görüşen bir psikiyatrın yaşadıkları.
Kiyarüstemi’nin yönetiminden bağımsız sabit bir kamera ve bir grup ‘karakter’ eşliğinde seyreden film, eşi benzeri olmayan otantik seslerle bağ kurmamıza ve Tahran’ın modern yaşantısına kısa bir süreliğine dahil olmamıza olanak sağlıyor. Kiyarüstemi’nin daha sonra “Ten on 10″ isimli belgeselinde de dediği gibi bu film “kadın ve erkek hakkında olmaktan da öte bir var oluş öyküsü” üzerine.
Tamamen dijital formatta çekilen ’10’, esasen Kiyarüstemi’nin kişisel bir yolculuğu kıvamında. Kirazın Tadı’nı çektikten sonra filmin bir kısmının işleme laboratuvarında bozulması üzerine bu kısımları dijital formatta yeniden çekmek zorunda kalan yönetmen, 35 mm kameraya kıyasla dijitalde karakterlerin çok daha farklı performanslar sergilediğini gördüğüne inanmış ve böylece ’10’u çekmeye karar vermiş.
Film, pek çokları tarafından yol ve yolculuk türüne yepyeni bir bakış açısı, taze bir keşif olarak kabul ediliyor. Geleneksel yapım metotlarından sıyrılarak bunu başaran ’10’, senaryosuz kimliği ile minimal ve basit bir kurallar bütüne sadık kalmayı tercih ediyor.
14. Kaplumbağalar da Uçar (Bahman Ghobadi, 2004)
“Filmimi diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf etmek istiyorum.” diyor Bahman Ghobadi, Kaplumbağalar da Uçar filmi için yaptığı yorumda. 2000 yılında çektiği ilk filmi Sarhoş Atlar Zamanı ile Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülüne layık görülen sinemacı, bu üçüncü uzun metraj çalışmasında da öncekiler gibi savaşın tüm zulmünün ortasında kapana kısılmış çocuk mültecileri anlatıyor. Film, Irak Savaşı’ndan sonra çekilen ilk Irak filmi olma özelliğini taşıyor ve Amerikan işgal kuvvetlerinin de desteğini almış olduğu biliniyor.
Kaplumbağa olgusununun Kürt diasporası için bir metafor olarak kullanıldığı film, savaşa meyilli ülkelere beslediğimiz antipatik görüşlere meydan okuyor. Kürtlerin Türkiye ve Irak arasında kalmış, savaşın içine sokulmuş, göç ve soykırım tehlikesiyle karşı karşıya kalıp var olma mücadelesini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Satellite, yani Uydu lakaplı bir çocuğun liderlik ettiği bir grup çocuğun ortak çalışmayla savaş bölgesindeki mayınları temizleyip Birleşmiş Milletler’e satmasını seyrettiğimiz film, bir hayli vurucu ve rahatsız edici bir gerçeklik dozuna sahip ve bu seyrettiklerimiz, modern insanın problemlerinin yanında oldukça can sıkıcı bir çarpıcılık barındırıyor. Bizler televizyonlarımızın başında, güvenli evlerimizde, sevdiklerimizle beraber bu savaşın ayrıntılarını takip ederken bu çocuklar savaşın getirdiği tüm felaketleri birinci elden, tüm çıplaklığı ve çarpıcılığı ile yaşıyor. Her biri, bir şekilde yara almış ve hayatta kalmaya çalışan binlerce isimsiz çocuğu temsil ediyor. Onların cezası, istemedikleri ve anlamadıkları bir savaşın ortasında doğmaktan başka bir şey değil. Kaplumbağalar da Uçar, savaş ve çocuklar üzerine bugüne dek yapılmış en gerçekçi ve vurucu sinema eserlerinden biri.
15. Bir Ayrılık (Asgar Ferhadi, 2011)
2012 yılında yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar ödülünü kucaklayıp bir de üstüne özgün senaryo dalında adaylık elde eden Bir Ayrılık, uzun zaman sonra İran sinemasının uluslararası camiada tekrar gündeme oturmasını sağlaması yönünden ayrı bir önem teşkil ediyor. Asgar Ferhadi’nin her bir filmi (özellikle de Elly Hakkında) bu listeye girmeyi ayrı ayrı hak etse de Bir Ayrılık’ın güçlü İran sinemasının dönüm noktalarından biri olduğu gerçeğini atlamamak gerekiyor. Ferhadi, Oscar ödülünü ülkesi adına kaldırdığı sırada yaptığı konuşmada tüm dünyadaki İranlıların o an çok mutlu olduğunu, bunun sebebinin herhangi bir ödül ya da sinemacı olmadığını, yalnızca ülkeleri İran’ın isminin o an, orada, şanlı kültürleri ile anılıyor olmasını belirtmişti. Yalnızca İran halkı değil, esasında sinemaya gönül veren herkes için onur verici bir andı şüphesiz.
Bir Ayrılık, kızı için daha iyi bir gelecek istemesi doğrultusunda İran’dan ayrılmak istenen bir kadının yaşadıkları üzerinden gelişiyor. Kocası, kadının bu istediğine karşı geliyor çünkü Alzheimer hastalığından muzdarip babasını bırakıp gitmek istemiyor. Bu çatışma, filmi, içinden çıkılması güç bir karar mekanizmasına doğru sürüklüyor. Yalnızca bir kadın ve erkek arasındaki bir ayrılığa değil, ebeveynler ve çocukları, borçlu ve alacaklı, iş veren ve işçi, gerçek ve adalet üzerinde bir ayrılığa odaklanıyor film. En nihayetinde bir kazanan olmuyor, kimse mutluluğa erişmiyor ve yönetmenin diğer filmlerindeki gibi seyirci suçlayacak kimseyi bulamıyor.
Kusursuz ve kendinden emin bir iş olarak karşımıza çıkan Bir Ayrılık, İran sinemasının gücünü muhteşem bir biçimde özetlemeyi başarıyor ve aynı öncüllerinin yaptığı gibi, şanlı kültürlerini dünyanın geri kalanıyla paylaşmaya devam eden yeni bir sinemacı jenerasyonun doğuşunu simgeliyor.